“Toplumsal varlığın oluşumundaki komünal nitelik, biçime değil öze
ilişkin bir husustur. Toplumun ancak komünal tarzda varlığını
sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal niteliğin yitirilmesi toplum
olmaktan çıkmakla özdeştir. Komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme
toplumdan bir takım değerlerin kaybı anlamına da gelir. O halde komün
halindeki yaşamı temel yaşam biçimi olarak değerlendirmek gerçekçidir.
İnsan türü varlığını bu yaşam biçimi olmadan sürdüremez. Bu gerçeği şu
yanlış kanıların anlaşılması için ısrarla vurguluyoruz: Uygarlık
söylemine göre toplumu yaşatan, yücelten hiyerarşi ve iktidar
değerlidir. Gerisi güdülmesi gereken sürüdür.
Egemenlerin ilk saldırdığı şey
En büyük direniş hareketleri
Denebilir ki, bu anlayış
en eski olduğu kadar zihinleri en çok işgal eden ilk büyük ve sistematik
yalandır. Toplum bu ideaya inandırıldıkça, aleyhine olan süreci de
meşrulaştırmış olmaktadır. Bu öylesine güçlü bir ideadır ki, günümüzde de buna
kanmayan neredeyse yok gibidir. Komünal düzen toplumun var oluş tarzı olmasına
rağmen, yaşatan ve yücelten değerin hiyerarşik ve iktidar gücüne mal edilmesi,
çözülmesi gereken çelişkilerin başında gelmektedir. Toplumsal tarihin
çarpıtılmasını sağlayan bu söylem tarih, edebiyat ve politika başta olmak üzere
tüm üstyapının da temel anlayış normu oluyor. Sonunda toplumun gerçek var oluş
tarzı dilsiz, söylemsiz bir nesneye dönüşüyor.
İlkel topluma ‘ilkel’ demekten kurtulmadıkça, sosyal
bilimin bütün tespitleri yanlış üzerine bina edilmekten kurtulamaz. Kök hücre
benzetmesine yine başvurmalıyız. Tüm çeşitlilik kazanan hücrelere göre ana hücre
ilkel olabilir. Ama bu ilkellik, gerilik aşılması gereken anlamda bir ilkellik
olmayıp, ilke, esas anlamında bir ilkelliktir. Komünal toplum değerlerine bu
yönlü bakmadıkça, diğer tüm kurumlarının analizi köksüz, kendi başına ciddi
anlam yoksunluğu içinde değerlendirilecektir.
Demek ki toplumsal mücadelede tutarlı olmak istiyorsak,
öncelikle toplumun var olma tarzına saygılı olmalı ve gerçekçi bakmalıyız. En
radikal çağdaş toplumcuların sadece çözümlemelerinde değil pratiklerinde de
komünallikten kaçış var. Kendisi özel, düşüncesi komünal demek bir
aldatmacadır. Bu, kapitalist sistemin toplumu ahlaktan yoksun bırakmasının bir
sonucudur. Neredeyse 20. yüzyılın sonlarına kadar etnisite-kabile-aşiret-halk
sosyal bilimin dışında gibi göründü. En az siyasal iktidar kadar etnisiteye
değer vermeden, toplumsal sorunlara anlam vermek ve doğru çözümlere gitmek
olası değildir. Komünal özün formu en yoğunluklu olarak etnisitede ifade bulur.
Etnisiteyi ortadan kaldırdığımızda toplumdan geriye ne kalır? Daha düne kadar
marksizm de dahil tüm çağdaş düşünce ekolleri etnisiteyi işlevi olmayan, arkaik
bir form olarak değerlendiriyorlardı. Komünal özü daha da iğreti, geriliğe özgü
bir nitelik gibi yansıtılıyordu. Bireycilik ne kadar öne çıkarsa, toplumsal
değerlere hakim olursa o denli önemli, onurlu sayılır oldu. Sosyal bilimciler
rahiplere göre çok olumsuzdurlar derken, çok önemli bir husustan bahsediyoruz.
Toplumun önde gelen şuurlusu olarak rahip, düşünüp inandığı gibi toplumla
toplum için yaşar. Bilgisinin doğruluğu temel kıstas değildir; toplumun
komünalliğine bağlılığı esas kıstastır. ‘Sosyal bilimci’ ise, bilgisinin
doğruluğu ne olursa olsun, toplumsal komünalliği esas almaz. Bir teknik eleman
gibi yaklaşır. Felaket de böyle başlar. Genelde tüm bilimciler, özelde sosyal
bilimciler toplum komünalliğinin kutsallığını tanıyıp ölümüne bağlı kalmadıkça,
haklı olarak ‘büyük ahlaksızlar sınıfı’ olarak adlandırılmaktan
kurtulamayacaklardır. Toplum komünalliğine bağlı olunsaydı, ne savaş ve
iktidar, ne de sömürü ve istismar yaşanan boyutlara gelirdi. Atom bombasını
hangi toplumsallıkla izah edebiliriz? ‘’(A.Öcalan)
Komünalite ortakçı toplumsal yaşamı anlatır
Toplumsal yaşamın
hakikatleri kendi kavramlarını yaratmıştır. İktidar kavramlarıyla toplumsal
alanın kavramları birbiriyle çatışırken iktidar alanı toplumun kavramlarını
çarpıtıp kendine mal etmeye çalışır. Toplumsal alan ise kendi kavramlarına
sahip çıktığı oranda hakikatlerini açığa çıkarır. Kimi kavramlar da vardır ki
iktidar alanı bunlara saldırsa, çarpıtsa da kolay kolay kendine mal edemez,
çünkü her koşulda toplumsallığı anlatan kavramlardır. Bu türden kavramların
başında da komün kavramı gelir.
Komün kavramı
doğrudan toplumsal yaşamın var oluş tarzını anlattığı için iktidar kendine mal
edemez. Komünizm kavramıyla özdeşleştirilerek ne denli saldırıya uğrasa da
komün veya toplumsallık insanlık tarihinde ve günümüzde insanca yaşamanın
adıdır. Komünalizm toplumun var oluş tarzı olduğu gibi komün de toplumsallığını
korumanın vazgeçilmez örgütlülüğüdür. İnsan ve toplumsallığıyla bu denli
özdeşleşmiş kavram olan komünün yeniden canlandırılmaya ihtiyacı vardır.
İnsanlık tarihinde
göçebe klan yaşamının belli bir aşamasından sonra kabile farklılaşmasına dayalı
olarak komünalitenin, toplumsallığın gelişme biçimlerinin temel üç aşamasından
bahsedilebilir. Bunlar inanç, dil ve esas olarak etnisitelerde biçimlenen
yurtlaşma değerlerini korumaya yönelik direnişlere dayalı olan
komünalitelerdir.
Ortadoğu’da ortak
inanç ve dil etrafında öncelikle semitik ve aryen topluluklarının büyük gelişme
gösterdiği bilinmektedir. Etnisite daha çok neolitik çağın ortalarına doğru
ortaya çıkan aşiret toplumsallığının sonucunda –önceleri bilinçli olmasa da–
bir kendilik olarak gelişmiş olan toprağın ekilip biçilmesine, ölülerinin
toprağa gömülmesine ve bu toprağın vatan parçası sayılmasına paralel olarak
yurt bilinci giderek temel bir toplumsallaşma kaynağı haline gelmiştir.
Toplumdaki sınıflaşmaya paralel olarak da etnik (yurt ve kimlik savunması) ve
dinsel direnişler etrafında komünal topluluklar yaptıkları direnişlerle
varlıklarını koruma anlamında tarihten bugüne ulaşan haklı bir ün
kazanmışlardır. Uygarlık güçlerinin saldırıları karşısında zaman zaman göçe
zorlanan topluluklar fırsat bulduklarında direnişe geçmişlerdir. Bu
direnişlerin yoğunluklu olarak İran, Afganistan, Kafkasya ve Kürdistan
dağlarındaki örgütlenmeler sayesinde gerçekleştiği bilinmektedir. Bazen aşiret,
bazen tarikat biçimindeki örgütlenmelerin genellikle dönemin sivil toplum
alanları olarak değerlendirilmesi direniş karakterlerini daha iyi
açıklamaktadır. Amaç komünal yaşamın kurulması ya da var olan komünal
değerlerin savunulmasıdır. Bu anlamda yaşanan direnişler öze dönüş eylemleri olarak
anlam kazanmışlardır. Bu nedenle de komünal yaşam bütün direnişlerin merkezi
kavramı durumundadır.
Kom, kökü aryenik
dillerde ve Kürtçede topluluk ve grup anlamına gelir. Komünalite ortakçı,
toplumsal yaşamı anlatır. Komün bu ortakçı yaşamın hem ruhu hem de örgütlenme
formudur.
Almanya’da bir
komünde yaşayan heykeltıraş ve ekolog olan Gunar Seitz’in komün kavramına dair
incelemesi dikkat çekicidir: ‘‘Gemeinschaft (ortaklık) sözcüğü eski Almancadaki
gimeini sözcüğüne dayanır. Bu kelimenin kökü ise Hint-Avrupai Mei’dir. Mei
‘değiştirmek, trampa etmek’ anlamına gelir. Mei aktif oluş kavramıdır, aktif
vermeyi, aktif almayı ifade eder. Mei süreçtir. Mei hayattır. Mei var oluşun
dinamiğidir. Yani, Mei kavramının kendisinde doğadaki hayatın temel biçimi saklıdır.
Mei’de aynı zamanda insani var oluşun belirlenmesi söz konusudur. Çünkü insani
var oluşa damgasını vuran şey de dinamik bir verme ve almadır. İnsani olmayan
doğayla aramızda sürekli bir madde ve enerji alışverişi vardır. Diğer
insanlarla sürekli enerjiyi, maddeleri, düşünceleri, tasarımları, duyguları
trampa ederiz. İnsan esas olarak bir ‘değiştirici’, bir ‘trampacıdır, bir
Mei’dir.
Egemenlerin ilk saldırdığı şey
toplumsallığın kendisidir
Birçok Hint-Avrupa
dili Mei’yi kendi dil yapısı içine almıştır. Böylece örneğin Yunancada Mei
‘ameibein’ halini alır; sözcüğün isim hali ‘amoibe’dir. Bizim kullandığımız
Amöbe (Amip ) kelimesi, amoibeden gelir, bu sözcük biçim değiştiren anlamını
taşımaktadır. Latincede Mei ‘migrare’ olur, yani yer değiştirmek anlamına
gelir. Ayrıca ‘mutare,’ değiştirmek sözcüğünü doğurur. Almanca’daki Mutation
(mutasyon) ve Mauser (başkalaşma) sözcüklerinin kökü budur. Sözcüğün isim hali
Latincede ‘munus’dur. Hizmet, hediye, bağış gibi anlamlara gelir. Önceki
zamanlardaki ilk anlamı aslında değiş tokuştur.
‘Mun’ hecesi (eski
Latincede ‘moi’) Latince sözcük ‘communis’e (eski Latincede ‘com-moinis’)
girmiştir. Başlangıçta anlamı, ortak yükümlü olan, ortak değiş tokuş yapan, ortak
iş yapandı. Communis aktif oluş esnasında orada olmayı anlatır. Burada
türetilen fiil ‘communicare’ bir şeyi birlikte yapmak, birbirine danışmak,
birbirini bilgilendirmek anlamına gelir. İsim hali ‘communio’nun anlamı
ortaklıktır. Bu ‘commnio’, ‘communia’ya dönüşerek, Fransızcada ‘commune’ halini
alır ve birden çok ya da herkes için ortak olan, alışıldık olan anlamına gelir.
Ortaçağ Almancasına Fransızca sözcük ‘commune’den ‘Kommune’ (komün) olarak
girmiştir. ’’
Komünü ‘ortaklık
ruhu’ olarak tanımlayanlar da bulunmaktadır. ‘Ortaklık ruhu’ insanlığın en eski
yaşam ve var oluş tarzını en iyi anlatan tanımlardan biridir. Ancak, insanlığın
karşılaştığı sömürü gerçeği yabancılaşmayı doğurmuş ve komünal yaşamdan
uzaklaşma gerçekleşmiştir. Komünal yaşamdan uzaklaşan yani toplumsallığı
dağıtılan insanın baskı ve sömürü cenderesine alınması daha kolay olmuştur.
Toplumu koruyan en büyük savunma gücü toplumsallığın kendisidir. Toplumsallığı
baskılanmayan, geriletilemeyen bir topluluğu hiçbir güç uzun süreli olarak egemenliği
altına alamaz. Bu nedenledir ki egemenlerin ilk saldırdığı şey toplumsallığın
kendisidir. Yine, toplumsallığa karakterini veren olgusallıkta kadın ve erkek
birbirini tamamlar, birbirine yabancı değildir ve egemenlikçi bir ilişki tarzı
tanınmamaktadır.
Kadın aleyhine
başlayan kırılma süreci toplumda yabancılaşmanın, hiyerarşik egemenlikçi
ilişkinin başladığı süreçtir. Kadın ne derecede geriletilirse toplum o derecede
kolay egemenlik altına alınır. Bu aşamadan sonra kadınıyla erkeğiyle toplum var
oluş özünden uzaklaşmaya başlar. Bunun için tüm egemenlikçi sistemler ilkin ve
en çok kadına saldırır. Kadın geriletilmeden toplum geriletilemez. Bunun
bilincinde olan egemenler kadını her çağın ilk hedefi haline getirmişlerdir.
Dolayısıyla komünden bahsetmek ilkin kadın kimliği ve toplumsallıktaki
öneminden bahsetmeyi gerektirir.
En büyük direniş hareketleri
meclislerden güç almışlardır
İlk insan
topluluklarının göçebe halde toplayıcılık yaptığı ve komünal yaşadığı
bilinmektedir. İnsanlığın bu aşamasına dair halen büyük tarihi yalanlar
uydurulmaktadır. Hem komünal toplumdan bahsedilmekte, hem de ilkellik
damgasıyla geri bir toplum olarak ilan edilerek kölecilik
meşrulaştırılmaktadır. Köleci iktidarın toplumu kıskıvrak mahkum ettiği
aşamanın ileri gösterilmesi, kadın köleliğinin sonraki yüzyıllarda derinleşerek
sürmesinin temel sebeplerinin başında gelir.
Toplum neolitik
aşamada kadın kimliği ve rolü etrafında şekillenirken köy yaşamının temel
karakteri yine komünal haldedir. Sömürüye, baskıya yer yoktur. Neolitik kültür
birikimleri adeta hırsızlanarak devletli uygarlığın sömürü kültürü hakim
kılınsa da toplumun var oluş karakteri yok edilemez ve bir direnç kaynağı
olarak varlığını sürdürür. Direndikçe toplumsallaşan, toplumsallaştıkça
direnişini güçlendirebilen insanın kurtuluşu komünal yaşam geleneğini
canlandırmasından geçmektedir.
Komünal yaşamın
yeniden örgütlenmesi demek yeni bir toplum icat etmek değildir. Toplumun
geriletilen, yabancılaşmaya uğratılan, baskılanan özünü açığa çıkarmak, ahlaki
politik niteliklerine, yani öz iradesine kavuşturmaktır. Bunun örgütlenme
biçimi ise komün ve meclislere dayalı geliştirilirse ancak o zaman toplumun
doğrudan demokrasi uygulamasıyla iradesi açığa çıkabilir. Komünler toplumun
ekonomik ekolojik ve ahlaki yaşam birimleri olurken, meclisler demokratik
şekilde kendi kimlik ve iradelerini yansıttıkları; iç ve dış ilişkilerini
düzenledikleri ahlaki politik birimlerdir.
Tarih boyunca
merkezi devletler karşısında özgürlüğünü korumak isteyen topluluklar kendi
aralarında birlikler oluşturmuş ve temellerinin güçlü olması için kendilerini
halk meclislerinde örgütlemişlerdir.
Ortadoğu
toprakları henüz ilk çağlarda, Sümer toplulukları içinde bile belli bir halk
kesimine dayalı meclisleşmeye tanıklık etmiş; bir süre sonra rahip kral
egemenliği askeri otoriteyle ittifak halinde bu meclisleri yok etmişse de,
tarihte temel bir örneklik teşkil etmiş ve sonraki uygarlıklarda da etkisini
göstermiştir.
İlk merkezi
devletlerin saldırılarına karşı aşiretlerin toplumsal bir savunma ve birlik
mekanizması olarak konfederal birlikleri vardır. Bağımsızlığını korumak isteyen
kentler halka dayalı meclislere sahiptir. Dinsel hareketler hep meclislerle
yürütülmüşlerdir. En büyük direniş hareketleri meclislerden güç almışlardır.
Dini mabetler en başta savaş ve barış meselelerinin görüşüldüğü meclisler
konumunda olmuşlardır. Devletin de
kurduğu meclisler vardır. Fakat diğerlerinden temel bir farka sahiptir. Devlet
örgütlenmesinde demokrasi yerine üstten atamalar ve bürokrasi hakimdir. Bu
nedenle devletin kurduğu meclisler hep egemenliği meşrulaştırma kurumları
olmuşlardır.
Yine, Kürt Halk
Önderi Abdullah Öcalan bu durumu savunmalarında şu şekilde ifade etmektedir:
“Devlet çokça işlendiği gibi çok eski ve üst toplumun temel örgütüdür.
Demokratik tarzda oluşmaz. Geleneksel ve atamalarla yürütülür. Üst toplum kendi
içinde demokrasi uygulayabilir. Buna üst sınıfların demokrasisi de denilebilir.
Bu devlet için bir örtü vazifesi görür. Çoğu batı cumhuriyet modelinde olan bu
demokrasiler devleti esas alır. Önce devlet sonra demokrasi gelir; devlet
olmadan demokrasiyi düşünemezler. Halk demokrasilerinde ise iktidar devlet
hedef edinilmez. Devlet olmayı hedefleyen demokrasi kendi eliyle varlığına son
vermiş olur"
Kürtler tarih
boyunca devlet olmaya değil demokrasisini kurmaya daha fazla meyilli
olmuşlardır. Bugünkü demokratik arayışların tarihi temelleri çok güçlüdür. Halk
demokrasilerinde konfederal biçimdeki birlik uygulamaları Kürdistan’da henüz
komünal yaşam değerlerinin hakim olduğu aşiretler çağında yaygınca görülmüştür.
Aşiretlerin doğal demokratik nitelikleri aşiret konfederasyonlarına geçişte
büyük kolaylık sağlamıştır.
Aşiret yaşamı
doğal mera ve ekim alanlarına dayalı geliştiğinden bu alanların korunması
hayati önemdedir. Aşiret sınırı devlet sınırı gibi kapalı olmasa da
yaşamsaldır. Aşiret sınırının ihlali tüm topluluğun yaşamının tehdit altına
girmesi demektir. Dolayısıyla aşiretler arasında yaşanan çatışmalar tüm
topluluk için ölümcül olacaktır. O halde yaşam alanlarının ortaklaştırılması ve
sınırların ihtiyaçlar temelinde paylaşımı için demokratikleştirilmesi yoluna
gitmek gerekir ki tüm toplulukların çıkarı korunabilsin. Bunun için aşiretlerin
toplanıp sorunlarını çözecekleri bir ortak meclise ihtiyaçları olmuştur. Öte
yandan daha büyük bir tehlike olarak uygarlık güçlerinin saldırıları söz
konusudur. İç çatışmaları önlemek ve dıştan gelen saldırılara karşı koyabilmek
için birlikler oluşturmuşlardır. Bu birliğin oluşumu demokratik özellikler
taşıyıp konfederal tarzda gerçekleşmiştir.
Aşiret
konfederasyonları toplumun iç ve dış tehditlere karşı kendini koruyabileceği
siyasi bir örgütlenme biçimi olmuştur. Bu birliğe katılan aşiretler eşit
haklara sahip olup sorumlulukları da birlikte paylaşmışlardır. Konfederasyon
meclisi toplumsal sorunların çözümlendiği, savaş ve barış süreçlerinin
kararlaştığı yerdir.
Tarihi temelleri
olan bir edebi benzetmeyle Kürdistan toplumunun demokratik özerk yaşama hiç de
yabancı olmadığı gösterilebilir. Konfederal örgütlülük temelinde sağlanan
demokratik özerk yaşam nedir denildiğinde aşiretler çağından verilecek temel
bir örnek her şeyi daha somut olarak gözler önüne serebilecek durumdadır.
İktidar ve devlet geleneğine mesafeli yaklaşmak bir özgürlük karakteridir
Kürtçede topluluk
Kom kelimesiyle ifade edilir. Bu topluluğun siyasi iradesini temsil eden meclis
ise Çadır yani Kon etrafında sembolize edilir. Kürtçe kon kelimesinin karşılığı
çadırdır ve her çadır bir aşireti temsil ediyorsa toplandıkları meclis büyük çadır
olarak adlandırılabilir. Büyük Çadırın altında toplanıp tüm toplumsal
meseleleri görüşüyorlar. Büyük Çadırın Kürtçedeki karşılığı nedir? Konê Mezın
ya da Konê Gır! Kongre kelimesinin kökeni olduğu iddia edilmese de benzerliği
dikkat çekmektedir. Günümüzün halk meclisi olan KONGRA GEL o günün koşullarında
sembolik olarak büyük halk çadırı –çatısı– biçiminde temellenmektedir. Büyük
Çadır –çatı– altında toplanıp savaş ve
barış işlerini, toplumdaki ihtilafları vs görüşürler. Toplum içinde aşırı bir
sınıflaşma, katı bir hiyerarşi olmadığından demokratik katılımla kararlar
alınır. Bu uygulamalar demokratik özerk ve özgür yaşam tutkusundan kaynağını
almıştır.
Buradaki edebi
benzetmelerden anlaşılması gereken halk meclisi uygulamasının Kürdistan
topraklarında güçlü temellerde hayat bulmuş olması ve çadırların birliği
benzetmesinde olduğu gibi demokratik nitelik taşımasıdır. Büyük Çadır altında toplanan aşiret
temsilcileri arasında hiyerarşiden ziyade manevi gücü ağırlıkta olan bir önder
vardır. Aralarındaki ilişki tarzı konfederaldır, esnektir, demokratik ve
eşittir. Amaç özgür yaşantının korunmasıdır ve devlet haline gelmeden kendini
korumanın temel yöntemi olarak şekillenmiştir. Devlet mi özgürlük mü
denildiğinde üst tabaka devletleşmeye ya da devletle ortaklaşmaya meyletse de
toplumun yanıtı özgürlükten yana olmaktadır.
Kimi tarihi edebi
eserler de bu gerçekliği çarpıcı olarak göstermiştir. Bu konuda Zaloğlu Rüstem destanı
incelenebilir. Firdevsi Şahname adlı kitabını İran Şahına sunmuş olduğundan ve
döneminde milliyetler temelinde fazla karşıtlaşma yaşanmadığından ya da Şaha
sunulduğundan olsa gerek Kürdistani ve Kürtleri doğrudan değil dolaylı anlatır.
Zal ve oğlu Rüstem karakter olarak incelendiğinde ve kitapta anlatılan
yaşadıkları bölge göz önüne getirildiğinde aslında aşiretler çağındaki iki Kürt
kahramanı oldukları anlaşılmaktadır. Kürtlerin kahramanlık çağı destanlara konu
olmuştur. Hatta Sasanilerin ilk kurucusu olan Kürt Ardeşir Papekan’a atfen
anlatılan kahramanlık öykülerinin Şahname’ye kaynaklık etmesi de bu iddiayı
güçlendirmektedir.
İran sürekli
Turanîlerin saldırısına uğramaktadır ve Şehinşah tahtını kaybetmektedir. Her
seferinde Zal ve Rüstem yardımlarına yetişir, hükümdara tahtı geri verip
ülkelerine dönerler. Tahtı Turanlardan almışken kendileri bu tahta niye
oturmazlar? Soruya yanıtları Kürtlerin tarihsel eğilimini göstermektedir:
‘Kendi topraklarımızda özgürce yaşıyoruz, tacı tahtı ne yapacağız ki?’
İktidar ve devlet
geleneğine mesafeli yaklaşmak bir özgürlük karakteri olarak tarihte yerini almıştır.
Üst tabaka her dönemde devlete eklemlenirken halk ise direniş mekanı olarak
kıra dayalı yaşamış ve devlet saldırılarının merkezi olduğundan kentlere
mesafeli olmuşlardır. Sürekli istila ve talan seferlerine maruz kalsalar da
zozanlarda, dağ başlarında direnişlerle özgürlük eğilimini ve doğal yaşam
geleneklerini koruyarak kendilerini bugüne dek var etmişlerdir. Kürtler bugün
yaşadıkları kentlerde de demokratik örgütlülükleriyle iktidar alanlarını
zorlamaktadırlar. Köy çadırından kent çatısına yaşadığı deneyimle diğer halk ve
toplum kesimleriyle birlikte özgürlük alanlarını geliştirmektedirler. Kentler
egemenlerindir denildiğinde kentsel direnişlerin tarihi bir çırpıda yok
sayılır. Bu nedenle kır ve kent direnişlerini birbirinden koparmamak gerekir.
Dünyanın tüm
bölgelerinde gerek kırsal alanlarda gerekse kentlerde merkezi devletler
karşısında her dönemde mutlaka yerel özgürlükleri savunan inisiyatifler ve
direnişler söz konusu olmuştur. Bu anlamda kentler tümüyle egemenlerindir demek
gerçeği tam ifade etmez. Kent komün ve meclisleri direniş kadar demokrasi ve
demokrasi kadar savaş ve barış konularında her zaman temel bir rol oynamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder