27 Ocak 2012 Cuma

AKP'li Olmayana 'Başörtüsü' de Yasak

Başörtüsü takan BDP'li kadınların gözaltı, emniyet, adliye ve cezaevinde başörtüsü takmasına ve namaz kılmasına izin verilmezken, başörtülerine ise "suç delili" olarak el konuldu. KCK operasyonları kapsamında gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan üniversite öğrencisi Nurcan Yolvercan ve BDP üyesi Suzan Toprak, başörtüsü taktıkları için gözaltı ve cezaevi girişlerinde yaşadıklarını anlattı.

KCK adıyla düzenlenen operasyonlar kapsamında gözaltına alınan üniversite öğrencisi ve BDP üyesi iki kadın, inançları gereği taktıkları türban nedeniyle emniyet işlemleri ve cezaevi girişinde yaşadıkları sorunları yine KCK operasyonları kapsamında tutuklu bulunan kadın gazetecilere anlattı. Avrupa İslam Üniversitesi İlahiyat Bölümü öğrencisi Nurcan Yolvercan (26), 9 Ocak'ta Türkiye geneli "KCK" adı altında gerçekleştirilen operasyonda İstanbul Nurtepe'deki evi basılarak gözaltına alınmıştı. 13 yaşından beri başörtüsü takan Yolvercan, gözaltına alındıktan sonra götürüldüğü İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde keyfi bir şekilde 4 gün boyunca türbanını takmasına izin verilmediğini iddia etti. Avukatların tepkisi ve basında çıkan haberler üzerine polisler, "Nurcan başörtüsü takmıyor, BDP başörtüsünü kullanıyor" diye açıklama yaparak yine BDP'yi suçlamıştı. Şu anda Bakırköy Kadın Cezaevi'nde tutulan Yolvercan, baskın günü yaşadıklarını şu cümleler ile anlattı: "Sabaha karşı kaldığım öğrenci evinin kapısı sert bir şekilde polisler tarafından çalındı. Kapıyı çalan polislere, 'bekleyin başörtümü takayım' dedim, ama polis kapıyı açmamam durumunda kapıyı kıracaklarını söyledi" dedi.

Gözaltı süreci

Evinde çıkan dini, sosyolojik ve psikoloji içerikli 25 kitaba el konulduğunu aktaran Yolvercan, gözaltında yaşadıklarını ilişkin şu bilgileri verdi: "Polis 'hazırlan idam sehpasına gideceksin' dedi. Gözaltında 4 gün kaldım. İlk gün yemek vermediler. Emniyette iken parmak izi, fotoğraf çektirme gibi işlemler yapıldı. Fotoğraf çektirmede önce türbanlı halimle çektiler. Sonra çıkarmamı istediler. Kabul etmedim. Polis bana, 'burada başörtüsü takmak yasak' dedi. Ben, 'yasalarda böyle bir şey yok' dediğim zaman ise benim üzerime yürüyerek, 'yasaları senden mi öğreneceğiz' dediler. Polisler üzerime yürüyünce korktum ve başörtümü kendim açtım. Fotoğraf çekiminin ardından nezaret odasına götürüldüğümde türbanımı istedim. Yine vermediler. Bir polis bana 'kendimi asacağım' gerekçesiyle vermeyeceğini söyledi. Oysa odada kamera var, hücreye girdiğimde türbanımdan daha uzun bir ip vardı. 'bu ne' diye sorduğumda 'polisin ihmali' dediler. Avukatlar ziyarete geldiğinde başörtümün verilmediğini söyledim. Avukatlarım polislere sorduğunda 'nezaretten çıkınca vereceğiz' dediler. Oysa diğer avukat görüşlerimde ifade alımlarında nezaretten çıktığımda da vermediler. 'Zaten binanın içerisindeyiz bizden başkası yok' dediler. Adliyeye gidene kadar türbanımı vermediler."

'Bu kara çarşafın altında neler var diye dalga geçtiler'


Başörtüsüne izin verilmemesinin basına yansıdığını hatırlatan Yolvercan, internet siteleri ve Haber Türk'ün polisin ifadelerine dayanarak, "BDP'liler Zerdüşt, kullanmak için başörtüsünü gerekçe gösteriyorlar. Zaten açıktı. Biz de fotoğrafları var" şeklinde yapılan haberleri avukatlarından öğrendiğini kaydetti. Polisin türbanlı olduğunu bildiğini ve mülakat denilen polis ifadesinde kendisine bazı eylemlerdeki başörtülü halini gösterdiklerini dile getiren Yolvercan, "Bir tane fotoğrafta siyah türban taktığım için 'bu kara çarşafın altında neler var?' diye dalga geçtiler. Başörtüsüne özgürlük' eylemlerinden fotoğraflar gösterdiler" dedi. Emniyette polisler tarafından para teklif edildiğini kaydeden Yolvercan, "Bana 'sen temiz kızsın başörtülüsün zaten BDP'ye yeni gidiyorsun. Bize tehlikeli isimleri söyle sana yardım edelim. Evini Fatih'e taşıyalım bu sene okula kaydını yaptıralım, burs ayarlayalım, masrafını biz karşılayalım' dediler" diye konuştu.

'Dini inançlarımla dalga geçildi'

Kafasında ve saçlarında çıkan bir hastalıktan dolayı doktorun tavsiyesiyle bir ay başörtüsü takamadığını aktaran Yolvercan, şunları söyledi: "Bu konuda doktor raporum var. Ama vicdan azabı çektiğim için dayanamadım ve gözaltına alınmadan bir hafta önce yeniden takmaya başladım. Polislerin bahsettikleri fiziki takipte son hafta taktığımı da görmüşlerdir. AKP ve polisi sadece kendine Müslüman AKP'li olmayanları Müslüman bile saymıyor. AKP'li olmayınca dini inancını yaşamana da izin vermiyor. AKP'li olmayana Müslümanlığı bile hak görmüyor. Türbanlı birini BDP'li olabileceğini hazmedemediği için başörtüsünü açtırmaya çalışıyor. Dini inançlarımla dalga geçildi. Müslümanlıkta ayrımcılık ve milliyetçilik yoktur."

Başörtüsü gözaltında

KCK operasyonları kapsamında İstanbul Güneşli Evren Mahallesi'ndeki evine 3 Ocak'ta yapılan baskında gözaltına alınan BDP Bağcılar İlçe Kadın Meclisi Üyesi Suzan Toprak (24) ise, başörtüsü nedeniyle sorun yaşayan bir başka kadın tutuklu. Toprak, polis eve girdiğinde başörtüsünü takmak istediği belirterek, evde bulunan bütün başörtülerinin polis tarafından toplandığını ifade etti. Polis, "Onlar suç delili" diyerek başörtülerini kendisine vermediğini belirten Toprak, "Ben 10 yıldır inancım gereği başörtüsü takıyorum" sözlerine karşılık da hakarete maruz kaldığını iddia etti.

'Başörtüsüne adliye önünde de el konuldu'


İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne götürülen Toprak, "Namaz kılmak için başörtüsü istiyorum. Sözde inançlı insanlarsınız, günaha giriyorsunuz" diyerek başörtüsünü istediğini belirtti. Toprak, "Siz inançtan ne anlarsınız? Müslümanlık maskesi altında teröristlik yapıyorsunuz" diye kendisine hakaret edildiğini iddia etti. Toprak bu defa, avukatı aracılığıyla ailesine haber göndererek, adliyeye başörtüsü getirmelerini istedi. 3 günlük gözaltı sürecinden sonra Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'ne getirilen Toprak'ın başörtüsüne bu defa da adliye önünde el konuldu.

'Cezaevinde de başörtüsünü alamadı'

Başörtüsü çilesi bununla da sınırlı kalmayan Toprak, İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde "örgüt üyesi" iddiasıyla tutuklandıktan sonra Bakırköy L Tipi Kadın Cezaevi'ne gönderildi. Burada da giriş işlemleri yapan görevliden başörtüsü isteyen Toprak'ın talebi yerine getirilmedi. Maruz kaldığı uygulamalara isyan eden Toprak, "Bu ülkede Başbakan'ın eşi ve kızları başörtüsü takıyor. Ancak, inancıma hakaret ediliyor. BDP'li olunca başörtüsü takmak suç oluyor" diye konuştu.

'BDP'li yöneticinin başörtüsüne de el konuldu'


Bir başka başörtüsü sorunu da 13 Ocak'ta gerçekleştirilen KCK operasyonlarında yaşandı. BDP Bağcılar İlçe yöneticisi Zekiye İlbasan'ın evine baskın düzenleyen polisler, evde bulunan bütün başörtülerine el koydu. El konulan başörtülerinden birini almak isteyen İlbasan'a polisler tarafından hakaret edildiği iddia edilirken, emniyet ve adliyede de başörtüsü alamayan İlbasan, "Bu zulmü yapanların yanına kalmayacak" sözleriyle tepki gösterdi. İlbasan da, götürüldüğü Bakırköy Kadın Cezaevi'nde başörtüsünü alamadı.

DİHA - FATMA KOÇAK / AYŞE OYMAN

İran Avrupa’ya Rest Çekti

İran yönetimi, 1 Temmuz’dan itibaren ham petrol alımını yasaklama kararı alan Avrupa Birliği ülkelerine ‘hodri meydan’ dedi. AB ülkelerine petrol satmaya ihtiyaçları olmadığını öne süren Tahran, petrol ambargosuna katılacak AB ülkelerine petrol satışının hemen kesilmesini öngören bir karar çıkarmaya hazırlanıyor.

AB’nin geçtiğimiz hafta İran’dan ham petrol alımını yasaklayan kararı almasından sonra İranlı bir grup milletvekili, ambargoya katılacak ülkelere petrol satılmasını yasaklayan bir yasa tasarısı hazırladı. Yasayı hazırlayanlar arasında bulunan Hassan Gafurifard, yasa teklifinin bu hafta sonunda mecliste tartışılmaya başlanacağını söyledi.

İran Meclisi Enerji Komisyonu Üyesi Nasır Sudani ise, AB’yi kendi silahlarıyla vuracaklarını belirterek, “Bazı Avrupa ülkeleri kaçınılmaz olarak İran’dan petrol almak zorunda” dedi.

‘ABD’ye de 30 yıldır petrol satmıyor’
 
Sudani, İran’ın petrol satmama kararı alması halinde petrol fiyatlarının yükseleceğini belirterek, zaten ekonomik krizle mücadele eden AB ülkelerinin petrolü daha pahalı alacaklarını söyledi.

Hazırlanan yasa tasarısına üstü kapalı destek veren İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad da, AB’ye petrol satma ihtiyaçları olmadığını söyledi. AB’nin aldığı son yaptırım kararını değerlendiren Ahmedinecad, İran’ın baskılara boyun eğmeden yoluna devam edeceğini belirterek, “ABD’ye 30 yıldır petrol satmıyoruz ve hiçbir şey olmadı. Birkaç Avrupa ülkesine petrol satmaya ihtiyacımız yok” dedi.

Hedefte Pakistan var
 
Bu arada Japonya ve Güney Kore’yi İran’dan petrol almamaları yönünde ikna eden ABD’nin hedefinde bu kez Pakistan bulunuyor. İslamabad yönetimini İran’dan doğalgaz almaktan vazgeçirmek için lobi çalışmalarına başlayacaklarını açıklayan ABD Dışişleri Bakan Sözcüsü Nuland Victoria, amaçlarının, İran’ın nükleer programına maddi katkı sağlanmasının önüne geçmek olduğunu belirtti.

Pakistan ile İran, 2010 yılında İran’ın Güney Pars doğalgaz sahasını Pakistan’a bağlayacak boru hattı projesi anlaşma imzalamışlardı. 7,4 milyar Dolar’a mal olması beklenen sözkonusu projenin 2014 yılında bitirilmesi bekleniyor. Washington yönetimi bu anlaşmaya karşı olduklarını açıklamıştı.
Bunun üzerine Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari, “ABD’nin kuşkularına rağmen İran ile imzalanan doğalgaz boru hattı anlaşmasının sekteye uğramasına izin vermeyeceğiz” demişti.

İran'a Ambargo Kimi Hedefliyor?

Londra - Avrupa Birliği'nin İran'a yönelik olarak aldığı ve görünüşte İran'ın nükleer programını zayıflatma amacını taşıdığı iddia edilen petrol ambargosu çeşitli yönleriyle tartışılmaya devam ediyor. Aslında uzun zamandır beklenen ambargo kararı Batılı ülkeler tarafından "çok etkili olacağı" şeklinde lanse edilse de birçok uzman bu konuda ciddi şüpheler taşıyor.

ABD'nin uzun zamandır tek taraflı olarak sürdürdüğü İran'a karşı yaptırımlara AB'nin katılma kararı alması kuşkusuz İran üzerindeki baskıyı artırma amacındaki ABD-İsrail ve Körfez ülkeleri bloğunun elini kuvvetlendiren bir adım. AB'nin İran'a yönelik petrol ambargosu tam kapasiteyle 1 Temmuz tarihinden itibaren devreye girecek. İran Merkez Bankasına dönük olarak varlıkların dondurulması ve altın vb. ticaretinin durdurulması kararıysa petrol ambargosunu pekiştirecek bir adım olarak tasarlanıyor.

Ambargo kararı açıklanır açıklanmaz siyasi çevrelerden farklı tepkiler gelmeye başladı. ABD doğal olarak AB'nin almış olduğu kararı memnuniyetle karşıladığını açıklarken İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu kararı "doğru yönde atılmış bir adım" diyerek selamladı. Diğer yandan Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, katıldığı bir basın konferansında ambargonun İran'ın nükleer programıyla hiçbir ilgisinin olmadığını ve İran halkını ekonomik olarak zayıf düşürerek provoke etme amacı taşıdığını söyledi. İranlı yetkililerse ambargonun İran ekonomisi üzerinde "hiçbir etkisinin olmayacağı" yönünde açıklamalarda bulundular.

Bütün bu iddialı açıklamalar, askeri alanda daha da iddialı çıkışlarla paralel gidiyor. AB'nin ambargo kararına karşı dünya petrol ticaretinin beşte birinin geçiş yolu olan Hürmüz boğazını bloke edeceğini ve körfezden "bir damla petrolün bile geçmesine izin vermeyeceğini" ilan eden İran'ın tehditlerine Batılı ülkelerin yanıtı ambargonun ilan edildiği gün Körfez sularına giren ABD, İngiliz ve Fransız savaş gemileriyle geldi. Şu an için iki tarafın da erken bir askeri harekata girişebileceği beklenmese de gerçek olan şey Körfez sularının Irak işgalinden beri hiç bu kadar ısındığı.

AMBARGO KİMİ HEDEFLİYOR?

Batılı devletler ve egemen medya ambargonun hedefinin doğrudan İran'ın yürüttüğü nükleer program olduğunu iddia etse de gerek İran kaynaklı petrol ticaretinin gerekse kapanma riskiyle karşı karşıya olan Hürmüz boğazından çıkan petrolün yönü meselenin o kadar basit olmadığını gösteriyor.

Petrol rezervleri bakımından dünyada ikinci sırada gelen İran, günde 2,5 milyon varil petrol ihraç ediyor. İran'ın en büyük müşterisi konumunda bulunan Çin bu pastadan aslan payını alırken AB ikinci sırada geliyor. Başta Hindistan, Japonya ve Güney Kore olmak üzere bir dizi Asya ülkesi de İran petrolünün en önemli alıcıları arasında bulunuyor.

Ancak bu resme biraz daha yakından bakınca ambargoya en çok taraftar olan ülkelerin aynı zamanda İran ile ticareti minimum düzeyde tutan ülkeler olması dikkat çekiyor. Örneğin İran'ı hedef tahtasına oturtan ABD'nin bu ülkeyle petrol ticareti yok. AB içinde ambargo kararının şampiyonluğunu yapan İngiltere, Fransa ve Almanya'nın petrol ticaretindeyse İran'ın payı yüzde biri geçmiyor. Buna karşılık İran'dan AB'ye akan petrolün dörtte üçünden fazlası ekonomik kriz içinde debelenen Yunanistan, İtalya ve İspanya'ya gidiyor. AB içinde süren tartışmalarda ambargonun süresi konusunda bu iki blok arasında anlaşmazlık olması bu nedenle şaşırtıcı değil.

Benzer bir durum dünya çapında da geçerli. Orta Doğu'daki petrol pazarında Batının payı sürekli olarak düşüş içindeyken Asya ülkelerinin payı düzenli olarak artıyor. 1980'lerde Orta Doğu'dan çıkarılan petrolün yüzde 80'i ABD ve Avrupa'ya gidiyordu. Bugün bu iki merkezin payı yüzde 27'ye düşerken Asya ülkelerinin payı yüzde 70'e dayanmış durumda. Bu nedenle gerek İran'da gerekse Körfez petrol ticaretinde yaşanacak bir aksaklıkta en büyük zararı başta Çin ve Hindistan olmak üzere Asya ekonomilerinin göreceğini söylemek mümkün. Özelde İran'ı hedef alan ambargo genelde Asya ekonomilerini tehdit ediyor.

Petrol tüketimi eğilimi konusunda da benzer bir durum yaşanıyor. Asya ülkeleri büyüyen ekonomilerini ayakta tutmak için Orta Doğu petrolüne herkesten daha fazla muhtaç. Buna karşılık ABD ve Avrupa'da yaşanan ekonomik durgunluk petrol talebinin düşmesine yol açıyor. Geçtiğimiz yıl içinde 1949 yılından beri ilk kez ABD'nin petrol ihracatı ithalatını geride bıraktı. ABD için Körfez petrolünü riske etme pahasına İran'a karşı petrol ambargosu ilan etmek için bundan daha uygun bir zaman olamazdı.

ABD ve AB'den gelen bütün telkinlere rağmen Asya ülkelerinin petrol ambargosuna taraf olmaması bu nedenle anlaşılır bir durum. Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Cui Tiankai, "Çin ve İran arasındaki mevcut enerji ticaretinin nükleer tartışmalarla hiçbir alakası yoktur" diyerek tartışmaya daha baştan nokta koydu. İran'ın önemli bir başka müşterisi Hindistan da herhangi bir petrol ambargosuna katılmayacağını açıkladı.

Uluslararası alandaki bu gerçeklik ambargonun en büyük handikapı olarak değerlendiriliyor. Washington Times gazetesinde yer alan bir değerlendirmede ambargoların hemen hemen hiç işe yaramadığı, hele ki Asya ülkelerinin dahil olmadığı mevcut ambargonun başarı şansının çok daha zayıf olduğu dile getirildi. Tersine, ilk işaretler AB'den boşalacak yeri doldurmaya hazır adaylar olduğunu gösteriyor. İran Haber Ajansı tarafından dün yayınlanan bir haberde daha şimdiden Çin, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İran petrolüne olan talebinde artış gözlendiği dile getirildi.

Dış politikada iyice ABD'ye yanaşan AKP hükümetiyse ambargoya ayak uydurabilmek için telaş içinde yeni pazarlar arayışında. Türkiye petrol ithalatının yüzde 30'unu İran'dan yapıyor. Tüpraş yetkilileri gelecek ay içinde İran petrolüne alternatif arayışlarının bir ayağı olarak Suudi yetkililerle görüşecekler. AKP hükümetinin aynı zamanda başta Rusya, Azebaycan ve Nijerya olmak üzere bir dizi petrol üreticisi ülkeyle daha yoğun olarak görüşme yaptığı dile getiriliyor.

PETROL FİYATLARI FIRLAYABİLİR

Petrol ticaretinin yönü bir yana ambargo kararının bir diğer olası sonucu olarak petrol fiyatlarının artabileceği konusunda spekülasyonlar da devam ediyor. Ambargo kararının açıklanmasından sonra petrol fiyatlarında küçük bir artış olmasına rağmen beklendiği kadar büyük bir yükseliş olmadı ve fiyatlar 110 dolar seviyesinde seyrediyor. Ancak önümüzdeki aylarda petrol fiyatlarının hızla artabileceği konusunda görüşler yaygın.

Bunun en önemli nedeni İran'ın yanısıra belli başlı petrol üreticisi ülkelerde istikrarsızlığın eşzamanlı olarak artması. Libya'da petrol üretimi iç savaş sırasında neredeyse durma noktasına gelmişti ve hala Kaddafi dönemindeki üretim seviyesine ulaşılabilmiş değil. Afrika'nın en büyük petrol üreticisi Nijerya politik istikrarsızlık ve genel grevlerle çalkalanıyor. Gelecekte petrol endüstrisinin en çok güvendiği ülke olan Irak ise son aylarda giderek yükselen bir çatışma ortamına giriyor.

Bu ortamda Suudi Arabistan belki de tek alternatif kaynak olarak öne çıkıyor. Suudi yetkililer İran'dan kaynaklanabilecek bir açığı kapatabilecek kaynaklara sahip olduklarını ve gerektiğinde petrol üretimini artırabileceklerini iddia ettiler. Ancak petrol konusunda çalışan birçok uzman bu iddianın gerçeklikten uzak olduğunu öne sürüyor.

Suudi Arabistan'ın yedek üretim kapasitesinin günde 2,5 milyon varil olduğu tahmin ediliyor. İran petrol ihracatı duracak olursa açığı kapatmak için bu kapasitenin tümünün devreye sokulması gerekiyor. Yedek üretim kapasitesinin varlığı, petrol fiyatlarının istikrarında önemli bir faktör, bu nedenle Suudiler hiçbir sorunla karşılaşmadan tüm yedek kapasiteyi devreye sokabilse bile petrol fiyatlarında artışın kaçınılmaz olduğu dile getiriliyor.

Ancak bundan daha önemlisi Suudilerin verdiği rakamların inandırıcılıktan uzak olması. Bu ülkenin 1990'lardan beri rezerv bilgilerini güncellemediği ve büyük petrol yataklarında üretimin düştüğü biliniyor. Hatta bazı uzmanlar, Suudilerin OPEC'ten daha fazla pay almak için yedek kapasite rakamlarını bile abarttığına ve gerçek kapasitenin daha düşük olduğuna inanıyor. Petrol pazarında şeffaflık olmadığı için bu rakamları tam olarak bilmek mümkün değil ama resmin Suudilerin göstermeye çalıştığı gibi toz pembe olduğuna inanmak için bir neden de bulunmuyor.

Petrol pazarında benzeri bir durumun yaşandığı 2008 yılında petrol fiyatları 150 dolar seviyelerini görerek tarihi bir rekor kırmıştı. İran petrol üretiminin durması, hele hele Körfez'in bloke olması durumunda bu rekorun kırılacağına kesin gözüyle bakılıyor. Nitekim Goldman Sachs bankası tarafından yayınlanan bir raporda benzeri bir senaryoda petrol fiyatının 200 dolar seviyesini görmesinin "yüksek ihtimal" olduğu belirtilmişti.

İran konusundaki tartışmalar sürerken politikacılar ve egemen medyadan gelen çarpık ve yüzeysel propagandalar gerçeği perdeliyor. Sadece İran'ın nükleer programını hedeflediklerini iddia eden Batılı ülkeler, gerçekte bütün Orta Doğu ve dünyayı ucu belirsiz bir ekonomik ve askeri krize sürüklüyor.

ANF NEWS AGENCY

Burkay: Sayın Öcalan'ı Destekliyoruz

Siyaset, uzun soluklu bir uğraştır. Hatta sistem partileri açısından bakarsanız bir geçim kaynağı, bir meslektir. Hangi biçimiyle olursa olsun uzun soluklu her uğraş gibi hafızanın sağlamalarına muhtaçtır. Kim yalan söylüyor, kim siyasetini kitleleri kandırma üzerine inşa ediyor anlaşılsın. Bu nedenle, içinde varlık gösterenlerin geçmişi, ne zaman ne dedikleri, ne yaptıklarıyla yakinen ilgilidir. Kendi içinde ciddi bir tutarlılık gerektirir siyaset zira.

Bu yüzden de olduk olmadık, kendinizi rakip sandığınız siyasetçilere dil uzatmadan önce bu hafızaya bir bakmak gerekir. Nitekim sözel bir mücadele alanı olan siyasette ikili ilişkiler karşılıklı, neden, nasıllarla şekillenir bu yüzden hafızanın nisyanına pek de itibar eden bir alan değildir. Hele hele, “ben başımı toprağın altına sokayım da ağzıma geleni söyleyeyim” densizliğine hiç uygun bir yer değildir. Siyaset bir safını seçme ve ilan etme tercihidir bu yüzden doğru olmayı gerektirir. Siz doğrudan saparsanız da tarihin tanıklık cetveli size düzletilebilirliğiniz oranında yön verir.

Şimdi tarihin yaşayan yanına, hafızaya dayanarak tarihi bir basın toplantısından bugüne taşınan sözlere yer vermek istiyorum;

Tarih 16 Nisan 1993 yer Suriye-Lübnan sınırındaki Bar Elias kasabası. PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan'ın partisinin ilan ettiği ateşkese ilişkin basın toplantısı. Çok sayıda gazetecinin izlediği toplantıya Öcalan'ın yanı sıra, HEP Genel Başkanı Ahmet Türk, Kürdistan Yurtseverler Birliği -YNK- Lideri Celal Talabani, Kürdistan Sosyalist Partisi Genel Sekreteri Kemal Burkay ve Kürdistan Demokratik Partisi(Hevgırtın) Başkanı Hemreş Reşo katılıyor.

Toplantının açılış konuşmasını, PKK Lideri yapıyor(Bu konuşmanın bir bölümünü aşağıda okuyacaksınız). Ardından da Burkay'a söz veriyor.

Burkay şöyle konuşuyor:

“Çok değerli basın mensupları!

Ben, Sayın Öcalan'ın ateşkesi yeniden uzatmasını memnuniyetle karşılıyorum ve bu konudaki cesaretinden dolayı kendilerini destekliyoruz.

...Bana göre bu tarihi bir fırsattır. Kürt halkı ve Türk halkı bakımından bir barış dönemi başlayabilir ve yüzyıldan fazla bir süredir devam eden bu yara gerçekten sarılabilir. Her iki taraf açısından da böylesine olumlu bir fırsat ortaya çıkmıştır ve bunun kaçırılmaması gerekir. Bize göre, bu konuda en önemli sorumluluklar Türk devletine düşer. Yine bize göre her iki halk eşitlik temelinde bir arada yaşayabilir. Bunun için ülkenin gerçeğine uygun olarak, ülkenin politik yaşamı, kültürel yaşamı ve yönetsel-idari yaşamı yeniden düzenlenmelidir. Bunun esaslarını Sayın Öcalan ile birlikte daha önce yayınladığımız protokolde ortaya koyduk. Öncelikle barışçıl ve demokratik bir çözüm için yolun açılması gerekiyor. Bunun için acil istemlerimiz üç ana noktada toplanıyor. Şiddetin karşılıklı olarak durması gerekiyor. Ki bir taraf ateş kestiğine göre, şimdi şiddetin tamamen durması için Türk tarafının da adım atması gerekiyor. Çünkü tek taraflı olarak çok uzun zaman ateşkes olanaksızdır. Gerekli zorunlu demokratik adımların atılması gerekiyor. Bunun için herkesi kapsayacak bir genel af, tüm siyasi partilerin serbest olması, tüm Kürt partilerinin, -yani bizim partimizin, PKK'nin ve öteki kardeş partilerin tümünün- serbest olacağı bir demokratik ortamın gerçekleştirilmesi ve Kürt dili, kültürü üzerinde bugünkü ağır baskıların kaldırılması, Kürtçe'nin eğitim alanında, yayın planında, resmi işlemlerde özgürleşmesi şarttır. Bu acil istemler çağımızın ve günümüzün gelişmeleri göz önüne alındığı zaman çok azami istemler değildir, gerçekçi istemlerdir. Bu bakımdan biz, Türk hükümetini de gerçekçi olmaya, cesaretli olmaya ve çağdaş adımlar atmaya çağırıyoruz. Barış ve demokrasi için bu fırsatı kaçırmayalım.”

Görüldüğü üzere, Burkay Sayın diye hitap ettiği Öcalan'ı desteklediğini ilan ediyor. Ayrıca, sorunun çözümüne ilişkin önerilerinin de PKK ile ortak öneriler olduğunu ve bunun bir protokol ile de somutlaştığını söylüyor. Burkay, kardeş parti olarak ifade ettiği PKK ile aynı koşullarda serbest kalmaları halinde legal siyaset yapacaklarını açıklıyor. Burkay'ın bugün ağzından ortalığa saçılan kin ve nefretinden eser yok. Bugün “bir yerlerin denetimine girdiği” yalanı ile karalamaya çalıştığı Öcalan'ın yanında oturmuş, O'nun verdiği söz hakkı ile konuşuyor.

BURKAY: SİLAHI GÜNAH SAYMIYORUZ

Bu kadar da değil. Son zamanlarda, “hiçbir koşul ve şart altında silahlı mücadeleyi savunmadığını, desteklemediğini” iddia eden Burkay, sanki kamuoyunun hafızasını yitirmesini istiyor. Ya da öyle sanıyor. Zira aynı toplantıda Burkay şöyle devam ediyor:

“Biz, ulusal kurtuluş hareketleri bakımından silahı, günah saymıyoruz. Zulüm altındaki, baskı altındaki her halk silah kullanabilir. Bizim görüşümüzdeki fark, silah kullanmanın zamanının olmadığıydı. Ama diğer örgütlerin görüşleri farklı olur. Dolayısıyla bizim bir araya gelmemiz salt o noktayla sınırlı değildir. Biz ateşkes olsun veya olmasın, ondan önce diğer örgütlerle ve başta PKK'yle ilişkilerimizi iyileştirmek istiyorduk. Çağrılarımız vardı. Onlardan da olumlu cevap gelince, böylece aradaki engel kalktı.

Biz hangi noktalarda anlaşabilirsek, o noktalarda anlaşırız ve birlikte yürürüz. Biz bugün de bu barış fırsatının iyi kullanılmasını istiyoruz. Yani öyle ki bir daha savaş olmasın. Bu sorun çözülsün. Biz bunu gerçekten istiyoruz. Ama Türk tarafı eğer bu asgari istemleri karşılamazsa, bu demektir ki, savaş devam eder. Bu demektir ki, savaş durmaz. Bu, "sorunu sırf polis-ordu gücüyle çözeceğim" demektir. Böyle bir durumda biz de eski politikayı sürdüremeyiz. Ben bunu kaç kez söyledim. 18 yıldır sürdürdüğümüz barışçıl politikayı sürdüremeyiz. Dolayısıyla bu fırsat kaçırılmasın diyoruz. Bizim bundan daha fazla yapabileceğimiz bir şey yoktur.”

Bugün, AKP sponsorluğunda çıkarıldığı Türk televizyonlarını ve gazetelerini kapı kapı dolaşarak, “PKK önce Suriye'nin şimdi de Ergenekon'un denetimine girdi” diyen Burkay o gün de, “Biz ateşkes olsun veya olmasın, ondan önce diğer örgütlerle ve başta PKK'yle ilişkilerimizi iyileştirmek İstiyorduk. Çağrılarımız vardı. Onlardan da olumlu cevap gelince, böylece aradaki engel kalktı.” diyor. Dün barışmak için kapısına gittiği örgütün bugün aleyhinde konuşan, “siyasetçinin ya da şairin” güvenilirliğine Kürt halkının yanıtı çok açık oldu. Burkay ve ekibi Kürdistan'dan en az sistem partileri kadar silindi. Ya da onlar da diğer sistem partilerinin temsil edildiği oranda AKP ile temsil ediliyor bugün Kürdistan'da.

Ayrıca, silahlı mücadeleye karşı olduğunu söyleyen Burkay'ın, “Ama Türk tarafı eğer bu asgari istemleri karşılamazsa, bu demektir ki savaş devam eder. Bu demektir ki savaş durmaz. Bu, "sorunu sırf polis-ordu gücüyle çözeceğim" demektir. Böyle bir durumda biz de eski politikayı sürdüremeyiz.” sözleri gerektiğinde silahlı mücadele edecekleri sinyali değil mi?

Burkay bununla da kalmıyor aynı toplantıda gazetecilerin bir soru üzerine geri dönüşü konusunda da bakın neler söylüyor:

“Sorun, benim dönme sorunum değil tek başına. Ben bir partinin başındayım. Yani dönünce serbest politika yapabilecek miyim? Benim partim serbest çalışma yapabilecek mi? Varsayalım ki, bir ressamım ben. Türkiye'ye döneceğim ama, resim yapamayacağım. Bu özgür olarak bir dönme değildir. Ben politikacıyım. Dolayısıyla bu kanallar açılmalıdır. Bu kanallar açılmadığı sürece, benim dönmem bir şey kaydetmez... Tek başına bir Kemal Burkay sorunu değil.”

Burkay'ın bunca söz içerisinde doğruyu söylediği tek bir nokta var o da “ benim dönmem bir şey kaydetmez” ifadesi. Nitekim o gün söz ettiği tek kişilik bir dönüşü kabul etmeyeceği sözleri de doğru çıkmadı. Bugün PKK ve Lideri Abdullah Öcalan aleyhinde konuşulması istendiğinde televizyonlara, gazetelere taşınan Burkay'ın 1993 yılında sarf ettiği bu sözleri o toplantıya katılan Kürt siyasal partilerini oyuna getirmek için mi sarf etti, bilinmez.

Yok inandığı için sarf etti ise, bugün AKP'nin yanında dün “kardeş” ilan ettiklerine karşı giriştiği ihanetin izahı mümkün mü? Dün açık açık “barışmak için taleplerimiz oldu onlar da olumlu yanıt verdiği için memnun olduk” dediği PKK ne zaman “farklı güçlerin denetimine” girdi.

Burkay'ın diyalektiği dahi afallatabilecek dönüşlerine karşın, ideolojik ve politik tutarlılıkların anlaşılması bakımından ibret verici olacağı düşüncesiyle, PKK Lideri Öcalan'ın aynı basın toplantısının başlangıcında yaptığı konuşmadan bir bölümü aktarmak istiyorum.

Şöyle diyor Öcalan:

“Her şeyden önce bu ateşkes girişimi önemli tarihi sonuçlara yol açmış bulunmaktadır, ilan ettiğimiz ateşkes, yeni bir süreci başlatmıştır. Bizden istenilen, bu sürecin biraz daha derinleştirilmesidir. Hiç şüphesiz sorumluluklarımız ağırdır. Kürt halkı tarihin en zor döneminden geçmektedir. Kürt halkı, tek taraflı olarak ağır baskılar altındadır ve soykırıma dek bu baskılar sürüp gitmektedir. Bizim öyle kendiliğinden ateş etme gibi bir durumumuz yoktur. Tüm yaptığımız, ulusal varlığımız için özgür gelişme yollarını açmaktı. Bu konuda bir imkan elde etmekti. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik. Kürt meselesi esas itibariyle bir Kürt-Türk meselesidir. Mücadelemiz, Türk kamuoyunu ve Türk resmi çevrelerini Kürt kimliğini kabul ettirme noktasına gelmiştir. Kürt varlığını tanımakta ve kendisini sorunu çözmeye zorunlu görmektedir. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik.

Özellikle Newroz sürecinde tek bir fişek atılmadı ve bu bir aylık sürede tek bir asker bile vurulmadı. Fakat Türk özel savaş birlikleri operasyonları kesintisiz sürdürdüler. 30 gerilla ve 11 kişi de halktan olmak üzere, toplam 41 kişiyi katlettiler. Buna rağmen biz ateşkese mükemmel karşılık verdik.

Şimdiki görüşümüzü açıklıyoruz: Biz sürecin daha da derinleştirilmesinden yanayız. Bazı koşullarla ateşkesin ikinci bir açıklamaya kadar süresiz uzatılabileceğini belirtiyoruz. Bunun koşullarını belirtiyorum Ateşkes her şeyden önce tek taraflı olamaz. Bunun için imha amaçlı operasyonlar durdurulmalıdır. Halk üzerindeki yoğun baskı, tutuklamalara ve faili meçhul cinayetlere son verilmelidir... Eğer operasyonlara sınırsız devam edilirse, -tabii ister üç günde olur, ister üç ayda olur- biz de kendi savunma hakkımızı en etkili bir biçimde kullanacağız. Birinci olarak bu hususu belirtiyorum. Dağdaki gerillanın indirilmesine ilişkin, hükümetin bazı istemleri vardır. Dağdaki kuvvetler siyasi amaçlar için her şeylerini ortaya koyarak dağda durmaktadırlar. Ulusal varlık ve özgür çözüm yolu için oradadırlar. Eğer bu amaçlar yerine getirilirse, inandırıcı bir biçimde bunun gerekleri yerine getirilir ve koşulları hazırlanırsa, dağdaki silahlı güçler meselesi hal yoluna rahatlıkla getirebilir. Bu açıdan, dağdakilere ilişkin herhangi bir sorun yoktur. İkinci olarak, bu ateşkes süresi boyunca bazı acil taleplerimiz vardır. En başta operasyonların durdurulmasından bahsettim. Yalnız gerillaya yönelik değil, halka yönelik olarak da operasyonlar durdurulmalıdır. Üçüncüsü genel bir af çıkarılmalıdır. Biz kendimizi suçlu olarak kabul etmiyoruz, ama tutukluların serbest bırakılmasını beklemekteyiz. Yine kültürel bazı hakların uygulamaya geçirilmesini de bekliyoruz. Bunlar özgür basın-yayın haklarıdır. Kürtçe radyo, televizyon, gazete, kitap çıkarma vb.

Kısaca, Kürt diline serbestlik tanınmalıdır. Köylerinden kopartılan halkın tekrar gelip köylerine yerleştirilmesi ve zararlarının ödenmesini istiyoruz. Bu arada Olağanüstü Hal yönetiminin kaldırılmasını bekliyoruz. Köy koruculuğunun lağvedilmesini istiyoruz. Köy korucularına, biz de çözüme katkı olsun diye bir af ilan ediyoruz. Yani eğer silahlarını bırakırlarsa onlara dokunmayacağız. Kürt örgütlerine legalite tanınmasını istiyoruz. Serbest örgütlenme ve politika yapma hakkının verilmesi şarttır. Kısaca, acil olarak bunlar, yerine getirilmesi gereken ve ortamı daha da yumuşatacak olan beklentilerdir.

Bundan sonra atılması gereken ikinci bir adım ise, kabul edilen Kürt kimliğinin yasallaştırılmasıdır. Bu hem anayasaya ve hem de yasalara gerektiği biçimde yansımalıdır. Yine bütün bunlar, demokratik bir federasyon yolunda adımlar anlamına da gelmektedir. Bu tip tartışmalara da saygılı olunmasını, ortamın açık tutulmasını istiyoruz.”

Tarihin tanıklığında bakıldığında bugün gelinen noktada kimin tutarlı bir siyaset izlediği kimin, kimin yanındaysa onun dümen suyuna uygun konuştuğu açıkça görülüyor.

Bu yüzden, dün Bar Elias'ta, bir ucunda oturduğu masada, Öcalan'a Sayın diye hitap ederek girişimlerini desteklediğini söyleyen Burkay'ın, bugün arkasına sığındığı AKP'nin üstünden PKK ve Abdullah Öcalan'a saldırıyor olmasının esbab-ı mucibesi yine Burkay'da saklı.

Türk egemenlerinin her dönem Kürt ihanetini canlı tutma çabasında olduğu malumdur. Diyap Ağa'dan başlayarak cumhuriyet rejiminin Kürt ihanetine biçtiği siyasi ikbal vaadi de hala “itibar” görüyor. Kürdistan'daki savaşın en kanlı dönemlerinden birine imza atan Tansu Çiller döneminin Kürt figürü Sedat Bucak'tı. Yüzlerce korucusu, silahlı fotoğrafları ile PKK'ye saldırıyordu. AKP'nin “ileri demokrasisinin” figüranı da Burkay oldu. İkisinin söylemindeki birlik hedeflerinde ve akibetlerinde de bir birliktelik sağlayacakır kuşkusuz.

erdemcan@riseup.net

Psikolojik Savaşta İki Cephe: Sabah ve Taraf

Veysi Sarısözen


Sabah gazetesinde bir haber: Uludere’de bombalanan kafilenin içinde altı PKK’li varmış. Bunlar da öldürülmüş. Ama cesetleri köylülerden önce gelen PKK’liler Haftanin kampına kaçırmışlar...!!!

Bu haberi yazan kişi, o kafileden sağ kurtulanlar olduğunu unutmuş. Can havliyle bu haberi uydurmuş... Neden acaba? Neden bu kadar büyük bir ahlaksızlık yapmış? Neden böyle sağını solunu göremez hale gelmiş? Neden aklı başından gitmiş? Neden imamesini, feleğini şaşırmış? Neden böyle şallak mallak olmuş? Neden bu kadar...

Yeter! Yanıt verelim: Çünkü Selahattin Demirtaş’ın sorusu hedefi tam merkezinden vurmuş. BDP Eşbaşkanı kendinden emin bir şekilde sordu: “Konuş Başbakan, vurun emrini verdin mi, vermedin mi? Kafilede sivillerin yanı sıra PKK’liler de var diyenlere, Her ne pahasına olursa olsun vurun dedin mi demedin mi?”

Başbakan suskun. Ama o suskunluğun altında Hükümetin suçüstü yakalanmış olmasının telaşı var.

İşte Sabah’ın kirli haberi bu telaşı yansıtıyor.

Psikolojik savaş aygıtı, “Başbakan’ın ne pahasına olursa olsun vurun emrine” aceleyle, panik içinde, sersem sepet gerekçe uydurmaya çalışmış: “Kaçakçı kafilesinde 6 PKK’li vardı, Başbakan o nedenle ‘vurun’ emri verdi...”!!!
Psikolojik savaş aygıtı güçlü. Zayıf “kaleleri” fethediyor. Zayıf “zihinleri” ifsat ediyor.

Taraf Gazetesine “sızan” “akademisyen polis” Emre Uslu, tehlikeli bir oyuna bu gazetedeki herkesi, gönüllü olanı da, gönülsüz olanı da ortak ediyor. Dün Taraf’taki yazısında bu kişi, devletin “sivillere dönük” kitlesel “caydırıcı terörüne” ve “suikastlere” ortam hazırlayan laflar etti. Güya PKK yeni bir “bomba düzeneği” bulmuşmuş da, bununla Hakkari’de olduğu gibi halkı havaya uçuracakmış da, bu “düzenek” öyle bir düzenekmiş de, PKK’nin bombayı patlattığını hiç kimse anlayamayacakmış da...

Başka... Tutuklanan Belediye Başkanlarının yerine getirilenleri PKK tasfiye etmek istiyormuş da, PKK ve Ergenekon Ahmet Türk’le, Osman Baydemirí müştereken öldürmeyi planlamış da, amaçları bunu Hükümetin üzerine atmakmış da, o nedenle şimdi bu Belediye Başkanlarını ve söz konusu benzer BDP’li siyasetçileri “çok iyi korumak”( ya da ustalıkla öldürüp PKK'nin üzerine atmak olarak okunabilir b.n) gerekiyormuş da...

Bunlar tipik “psikolojik savaş” laflarıdır. Ve bu kirli ve kanlı salyalar, Taraf Gazetesinin bir yazarının kaleminden ortalığa saçılıyor. Ve bu gazete, bu lafların sahiplerine sayfalarını açıyor... Psikolojik savaş aygıtının elemanı, bu gazeteyi “bozguncu yayın yapan bir uydu”, bu gazetede yazan dürüst insanları da, kirli propagandanın Kürt toplumuna aktarılmasını sağlayan birer “iletken” olarak kullanıyor.

Bu gazete neden bu kirli işe araç oluyor?

Çünkü onun başındaki Ahmet Altan Kürt özgürlük hareketini “iki halkın düşmanı” olarak görüyor ve bütün “ilkesel aydın ahlakı iddialarının” tersine, Kürt özgürlük hareketine karşı her türlü psikolojik savaş unsuruna gazetesinde yer açıyor. Yalnız açmakla kalsa iyi. Kendisi de bizzat bu kirli işe bulaşıyor. O da dünkü yazısında psikolojik savaşın en büyük silahını bir kere daha ateşledi: Öcalan’la PKK’yi karşı karşıya koyma zehirli mermisini mekanizmaya sürdü, tetiğe bastı. Güya Öcalan “örgüt onu dinlemediği için” kardeşiyle konuşmayı reddetmişmiş... Konuşmuyormuş çünkü, örgütün başlattığı savaşa karşıymışmış... Başlatmadığı savaşı da sona erdirip, başarısızlığı omuzlamak istemiyormuşmuş...

İnsanda biraz utanma olmalıdır... PKK önderi altı aydır bu nedenle mi “susmuş”. Yani altı aydır Öcalan kendi kendisini mi tecrit etmiş ? “Örgüt beni dinlemiyor, konuşup da örgütün başarısızlığının sorumluluğunu neden yükleneyim” diye düşündüğü için mi altı aydır susuyormuş...

Evet, insanda utanma olur. Taraf gazetesinin AKP’ye yönelik “sert” eleştirilerinin ve Uludere katliamıyla ilgili “hassasiyeti”nin ne anlama geldiğini anlamak için bu yazıyı okumak yeter de artar bile... Sen Öcalan üstündeki tecriti altı ay boyunca yarım ağız olsun suçlamayacaksın, bu işlenen suçu şimdi “kanuni” hale getiren yeni tecrit yasasına karşı kalem oynatmayacaksın ve şimdi dönüp “örgüt savaşçı önder barışçı” provokasyonunu “tahmin” adı altında tezgahlayacaksın.
Nasıl oluyor bu iş? “Öcalan barışçı, örgüt savaşçı” ve Hükümet “barışçı Öcalan’ı” altı aydır susturuyor ve yeni yasayla bir altı ay daha susturmaya hazırlanıyor... Ahmet Altan ne yapıyor? Altı aylık tecritten tek söz etmiyor, ama utanmadan “devlet ‘konuşabilirsin’ dediği bir dönemde Apo ‘hayır konuşmayacağım’ dedi, çünkü örgüt onu dinlemiyor ve başarısızlığı ona yüklemek istiyor...” diye bir “tahmin”de bulunuyor.


Onbinlerin öldüğü, Diyarbakır Jitem merkezinden kafataslarının fışkırdığı bir ülkede, hiç kimsenin “tahmin” adı altında kumar oynama hakkı yoktur.

Öcalan’ın “barışı gerçekleştirecek tek kişi” olduğuna milyonlar inanıyor. Onun örgütü “Öcalan'a özgürlük” diye her yerde tüm Kürdistan parçalarında, Avrupa’da, Rusya’da, Kanada’da, Amerika’da kitleleri ayağa kaldırıyor. Görünüşe göre Ahmet Altan da Öcalan’ın barışçılığına inanıyor... O halde neden Öcalan'a özgürlük diye haykırmıyor. “Tahmin” üzerine “örgüte” savaş açacağına, o örgütle birlikte “Öcalan’a özgürlük” diye bağırsana...
Kaynak: Özgür Gündem

Roj TV Intelsat 1 W Uydusundan Yeniden Yayında

Kopenhag - Eutelsat tarafından uydu yayınları durdurulan Roj TV, yeni uydusundan yayına başladı. Roj TV 1 derece Batıdan yayın yapan Intelsat 10-02 uydusundan yayınlarına devam edecek.

Türkiye’nin baskıları sonucunda Eutelsat’ın uydu yayınını durdurduğu Roj TV Pazartesi gününden bu yana izleyicilerine internet üzerinden ulaşıyordu. Kanal yetkililerinin girişimleri sonucunda Ortadoğu, Türkiye ve Balkanlarda yayın yapan Intelsat 10-02 uydusuyla anlaşma sağlandı. Kanal şuanda yayına başladı.

RojTV’nin Intelsat’taki frekans bilgileri ise şöyle:

11092H

Symbol rate 15551


Intelsat uygusu Orta ve Batı Avrupada yayın yapmadığı için Roj TV bu ülkelerdeki izleyicilere ulaşmak için arayışlarına ise devam ediyor.
Öte yandan Roj TV’nin Eutelsat aleyhine açtığı yürütmeyi durdurma davası da 2 Şubat günü Paris’te görülecek. Davada Roj TV lehine bir karar çıkması durumunda yayınlar aynı zamanda Eutelsat üzerinden de sürdürülecek.
ROJ Tv Intelsattan izlemek isteyenler çanaklarını mevcut poziyon Nilsat ise 6 derece doguya, Eurobirdte ise 10 derece batıya çevirebilirler.