8 Nisan 2010 Perşembe

AKP’nin Güney Kürdistan’da ki Açılım Umudu

Son günlerde Türkiye’de tekrardan yoğunluk kazanan demokratik açılım hikâyesinin detayları her gün daha netlik kazanmaya başlıyor. KCK’nin 19 Ekim günü Türkiye’ye göndermiş olduğu 34 kişilik barış elçilerinden sonra “demokratik açılımın” esas rengi belli oldu. Bu açılımın demokratik değil demokrasi ile cilalanmış Kürt inkar ve imhası olduğu her yönüyle açığa çıktı. Bu adımlarla AKP hükümeti Türk kamuoyuna kendileri için ölümcül olan dağdaki gerillayı silahsızlandırarak teslim aldığının mesajını vermek istiyordu. Tabiî ki bu istenilen sonucu vermemiştir. Erdoğan hükümetinin Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme niyeti deşifre edilince KCK bundan sonra ne Maxmur’dan ne dağ nede Avrupa’dan hiçbir barış grubunun Türkiye’ye gönderilmeyeceğini açıkladı. Herkes çok iyi biliyor ki giden gruplar ne AKP hükümetinin nede başka bir gücün istemi veya çabası sonucu gitmediler. Onlar başta Sayın Abdullah Öcalan’ın önerileri ve KCK’nin onayı ile gönüllü olarak gitmişlerdir. Bu durum bilinmesine rağmen ta baştan beri hem Erdoğan hem de Türk içişleri Bakanı Beşir Atalay dağdan ve Mamur’dan gelişler devam edecek diyorlar. Yine Beşir Atalay 300 kişilik bir grubun geleceğinden bahsetmişti. PKK yapısını ve Maxmur kampını yakından tanıyanlar bilirler ki bu kesimler Sayın Abdullah Öcalan ve PKK gidişleri onaylamadıkça tek bir kişinin Türkiye’ye dönmesi bile zordur. Peki, Türkiye Başbakanı ve içişleri bakanın ısrarla dönüşler devam edecektir demesinin anlamı nedir?

Bir önceki yazımda da Türkiye’nin “demokratik açılımda” en fazla bel bağladığı yer Güney Kürdistan’dır demiştim. Bu günde bunun böyle olduğu gittikçe netlik kazanmaya başlıyor. PKK karşıtı üçlü koordinasyona Güney Kürtleri dahil edildikten sonra Hewler, Dohuk ve Süleymani’ye de resmi olmayan bürolar kuruldu. Bu büroların yürütmüş olduğu temel çalışma PKK’nin Güney Kürdistan’da yürütmüş olduğu faaliyetleri denetim altına alma, medya savunma bölgelerini yakından takip etme, bu alanlarda ki köyler içerisinde kendini örgütleme, Güney Kürdistan’da ki ihaleleri kendine yakın şirketlere kazandırma, güney Kürdistan’da lobi faaliyetlerini örgütleme, üst düzeyin yanı sıra orta ve alt düzeylerde de devlet, askeri ve bürokrat kesimler içinde ilişki geliştirme ve PKK’den kaçanlardan aktif yararlanma çalışmaları yürütüldü. Mevcut durumda da bu çalışmalar devam etmektedir. Süleymani’ye de Hatice Yaşar, Nizamettin Taş ve grubu ile defalarca toplantılar yapılırken Hewler’de İngiliz evlerinde Osman Öcalan, Yaşar Kaya, Bayram Bozyel, Kod ismi Yılmaz Bingöl olan Miro (ki kendisi Alman istihbaratına çalışıyordu. Üçlü koordinasyonla girmiş olduğu ilişkiler yüzünde Almanya tarafından tutuklandı.) ile toplantılar yapılarak “demokratik açılımın” zemini hazırlanılmıştır.

Bu günde Güney Kürdistan’ın derin kulislerinde “demokratik açılımın” devamı olarak daha önceden PKK’den kaçmış olan bazı kesimlerin Türkiye’ye döneceğinden bahsedilmektedir. Bu işin başında Osman Öcalan’ın olduğu söyleniyor. İlk etapta otuz kişilik bir grubun gönderilmesi düşünülüyor. Bu grubun içinde Osman Öcalan olup olmadığı tam olarak bilinmiyor. Fakat içinde onunda olma ihtimali olduğu söyleniyor. İşte Türkiye Başbakanı ve İçişler Bakanının tekrar tekrar gruplar dönecek dediği bu kesimlerdir. Anlaşılan o ki devlet ve AKP hükümeti umudunu PKK’den kaçanlarla bağlamış. Bunları Türkiye’ye götürerek sanki dağdan inmiş PKK’li olarak gösterip kendi kamuoyunu kandırmaya çalışacaklar. Bu durum kısa vadede işe yarayabilir. Ama Türk kamuoyu işin gerçekliğini öğrendiğinde işler tersine dönecektir. Güney Kürdistan’da bir ekmek fırınını bile işletemeyen Osman Öcalan eğer AKP hükümetinin umudu olmuşsa bu hükümetin içine düştüğü çaresizliği göstermektedir.

30 Ekim günü Türk dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve heyetinin Güney Kürdistan’da yürütmüş oldukları diplomasinin esas ekseni PKK’nin nasıl tasfiye edileceğiydi. Yapılan normal görüşmelerden sonra Neçirvan Barzani’n evinde gece geç saatlere kadar çeşitli gizli görüşmelerde yapılmış. Bu gizli görüşmelerin ekseni de aynı şekilde PKK’nin nasıl tasfiye edileceği ile ilgili olan görüşmeler olduğu söyleniyor. Davutoğlu’nun bu ziyaretinin hemen bir gün sonrasında Güney Kürdistan Hükümetinin gizli bir biçimde Atlantic Council toplantısına katılma bahanesi ile İstanbul’a çıkartma yapması oldukça düşündürücüdür. Neredeyse Kürtler hükümetin tümünü İstanbul’a taşımışlar. Kimlerin bu toplantı için Türkiye’ye gittiğine bakalım;

Fuad Hüseyin(Kürdistan Hükümet Divanı Başkanı), Kerim Sincari(İçişler Bakanı), Sefin Dizaiyi(Eğitim Bakanı), Felah Mustafa Bekir(Kürdistan Hükümeti dış işler sorumlusu), Aşti Hewrami (Doğal Kaynaklar Bakanı), Xalid Salih (Petrol Bakanın danışmanı), Eyad Hasan Abdukhelim (Dohuk ticaret odası başkanı), Abubekir Ali ( Kürdistan Bölgesi yürütme işlerinden sorumlu ve Kürdistan İslami Birliğin Meclis üyesi), Hasan Baqi (Süleymani’ye ticaret odası başkanı), Kamuran Qeradaxi (Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’n sözcüsü), Muhammed Sediq (Selahattin üniversitesi rektörü), İsmet M.Xalid (Dohuk üniversitesi rektörü), Dara Celil Xeyat(Hewler ticaret odası başkanı), Ali Seid (Süleymani’ye üniversitesi rektörü) görüldüğü gibi Güney Kürtleri İstanbul’a çıkartma yapmışlar.

Bu durum Türkiye’nin Güney Kürtlerinden beklentilerinin ne derece büyük olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde Güneyli Kürtlerinde Türkiye’nin kucağına oturmaya ne kadar meraklı olduklarının açık örneğidir. Türkiye’nin izin vereceğini bilseler Kürdistan Parlamentosunu İstanbul’a taşırlar. İşbirlikçiliğe bu kadar hazır olmayı sömürge psikolojisi ve kültürü ile açıklamak mümkün mü acaba? Peki, Güney Kürtleri bu beklentilerin ne kadarını karşılayabilir? Tekrardan 1992’de olduğu gibi Türkiye’nin yanında PKK’ye karşı savaşa bilirler mi? Ya da Kürt kamuoyunda açıktan PKK karşıtı faaliyet yürüterek zayıflatabilirler mi? belki Güneyli siyasetçiler içinde bazı kimselerin gönüllerinden böyle bir şey geçebilir. Ama açıktan PKK düşmanlığı yapabilmeleri mümkün değildir.

Çünkü Kürt halkı o inisiyatifi onların elinden almıştır. Ancak bu güçlerin yapabileceklerinin en ileri derecesi PKK’den kaçmış bazı kesimlerin ikna edilip teslimi, birde varsa daha önce Maxmur’dan kopmuş Kuzey Kürdistanlı mülteci statüsünde Dohuk’a yakın Sımıle de olan halktan bazı insanları ikna ederek Türkiye’ye “demokratik açılım” çerçevesinde gönderebilirler. Diğeri ise yukarda da belirttiğimiz gibi kendi topraklarını ve imkânlarını Türk casuslarına sonuna kadar açarak onların çalışmalarına izin vermekle mümkündür. Bizi aktif olarak PKK ile karşı karşıya getirmeyin ama kendiniz yapabiliyorsanız elimizden gelen yardımı verebiliriz diye bilirler. Bunun dışında isteseler de PKK karşıtı bir faaliyetin içine giremezler. Onların takati kalmamıştır.

Yusuf Ziyad

Sözle Eylemin Uyumu

Ortadoğulu insanlar söze önem verirler. Sözü bir nevi namus bilirler. Bunun içindir ki ‘söz namustur ve çiğnenmez’ derler. Ve bu ilkeye göre yaşarlar. Ya da yaşamaya çalışırlar. Bunu ne kadar başarıyorlar bu ayrı bir gerçekliktir ancak önemli olanın toplumda bu dokunun yerini bir karakter hat olarak almasıdır.

Ancak Ortadoğulu insanlar oldukça da duygusaldırlar. Bunun için erken parlarlar, refleks gösterirler, tepkilenirler. Duygusallıkta Ortadoğulu insanların bir karakter dokusudur. Sinirli, gergin çıkışlar hep bundandır.

Ruh bilimi bize insanların duygu dünyasına nüfus edebileceğimizi söylüyor. İnsanları etkileyebileceğimizi, onlara yön verebileceğimizi, onları yürütebileceğimizi ve eğer bu etkilemeyi ustaca yapabilirsek insanları istediğimiz yere götürebileceğimizi de söylüyor.

Ve tarihin şafak vaktinde bu dünyamızda ilk hileler, kandırmalar, aldatmalar, manipüle etmeler insanın duygu dünyası üzerinden denenerek yapılmıştır. Ve zaman ilerledikçe bunun çok etkili bir yöntem olarak kullanıldığını tarihiyi okuyarak öğreniyoruz.

Tarihin cümle cemaat iblisleri olarak yaşayan kralları, rahipleri, şamanları, zorbacıları, askeri komutanları derken ne kadar egemenliğe soyunan güç varsa hepsinin ortak noktası bu insan belleği ve ruh dünyası üzerine kurdukları aldatma ve hile ağıdır.

İnsanı insandan çalma dedikleri gerçekliğin ta kendisi bu duyguları manipüle etme olayıdır. Öyle yapacaksın ki ellindeki lokmayı alsan da o sana ‘Allah şükür’ desin. Her gün ona zulümde yapsan o ‘Allah büyüktür’ desin. Açta bıraksan ‘Allah rızkını’ verir desin.

Evet, tarihin şafak vaktinden bu yana insanın duyguları üzerine kurulan bu özel yönlendirme mekanizması uygulana gelmiştir. İnsanları yönlendirmenin tüm yol ve yöntemleri özenle denenerek önemli sonuçlar yaratılmıştır.

Hani derler ya sosyal olay ve olgular inşa edilmiş olay ve olgulardır. Yani toplum sahasında olup bitenler insan elliyle, aklıyla, yönlendirilmesiyle yapılmıştır. Bu demektir ki insan, insan elliyle oluşturulmuştur. Ve bu oluşturma halen bugünde devam ediyor. Her gün yeniden insanın yönlendirilmesi için kırk dereden su getirilerek insanı etkilemenin yolları aranıyor. ‘En iyi olarak hangi yöntemle insanı daha fazla etkileyeceksin’ yöntemi üzerine özenle, özelle adeta laboratuarlarda deneyler yapılmaktadır. Ve öyle görülüyor ki bunun için çok para harcanmaktadır.

Ortadoğulu insanların söze namus gözüyle baktıklarını yukarıda dile getirmiştik. Ve Ortadoğulu insanların çok duygulu duygusal yaratıklar olduklarını da yazmıştık. Bundan çıkaracağımız sonuç Ortadoğulu insanların sözlerle çok rahat bir şekilde etkilendirilebilecekleridir. Yönlendirilebilecekleridir. Manipüle edilebilecekleridir. Kandırılabileceklerdir. Aldatılabileceklerdir.

Doğrusu biz Ortadoğulular her gün her gün ne kadar bu duyguyu yaşıyoruzdur? Duyguyu da bırakalım ne kadar gerçekten günlük olarak tongaya oturtuluyoruzdur? Bu soruları herkes kendisine sorabilir.

Söze elbette kutsallık atfetmek gerekir. Sözün çiğnendiği yerlerde insanın da adım adım çiğneneceğini söylemek abartı olmayacaktır. Sözün anlamını yitirdiği yerde yozlaşmaların yaşandığını da her gün görüyoruz. Bunun için söz kirletilmemelidir. Sözün kirlenmesine izin verilmemelidir.

Ancak sözlerle duygularımızın manipüle edilmesine ise hiçbir zaman izin vermemeliyiz. Geçmiş zamanlarda güzel sözlerle-bir nevi sihirli sözler diyelim biz bunlara-insanların aldatılmış olduklarını, kandırıldıklarını, yönlendirildiklerini bugün iyi biliyoruz. Ve insan tecrübesinin bu kadar hileye karşı bir anlamda donanımlı olmadığını da biliyoruz.

Bugün geçmişte olup bitenleri okuyarak, yaşayarak öğreniyoruz. Öğrendiklerimizden dersler çıkararak önümüzü aydınlatmaya çalışıyoruz. Kendimiz olmayı hedefliyoruz. Kimisi buna iradeli olmak diyor. İrade sahibi olmayı hedefliyoruz.

İrademizi alt edecek, irademizi bize rağmen yönlendirmeye çalışan cümle cemaat iblislere karşı durmak kendimize karşı olan saygımızdan dolayı bir insan olma görevidir. Kendi kararını kendisi olarak verebilmek önemli bir insan olma erdemidir.

Ortadoğuluyuz ancak binlerce yıllık deney ve tecrübemiz de vardır. Bunun için söze denk eylemlilik görmediğimizde durup bir düşünmek, irdelemek, sorgulamak asli unsurlarındandır.

Sözle eylemin uyumlu olmadığı yerlerde-eğer bir ahmaklık yoksa-mutlaka ama mutlaka bir hilenin olduğunu bilerek, tavır almakta bir insan olma erdemidir.

Kasım Engin

Kılıç Artığının İncileri…

Geçen günlerde Dersim katliamının kılıç artığı Kılıçdaroğlu “af olabilir” diye bir açıklamada bulundu. Bay Kılıçdaroğlu celladına taparak ve kendini affettirerek devlet bürokrasisinin en tepesine yerleşmeyi başardı. Böylece aynı soydan geldiği ama sonradan ihanet ettiği Dersimlileri katleden partinin ikinci “adamı” oldu.  Hiç belli olmaz belki onu yakında birinci adam da yaparlar. Sormak gerekir: Bunlar nasıl elde edildi?

Türk devleti bir Kürdü bekçi yapmak için yedi sülalesini soruşturur, soy geçmişinde en ufak bir şüphe bulursa onu bekçi bile yapmazlar. Kılıçdaroğlu mevcut gösterdiği duruş ile Türkten daha fazla Türk olduğunu bu devlete kanıtlamıştır. O açıdan “af olabilir, affedebiliriz” türünden yaptığı safsatalara Kürtlerin karnı toktur. Kaldı ki Kürtlerin böyle bir affa ihtiyacı yoktur. Affedilecek birileri varsa eğer bu da Kılıçdaroğlu vb kişiliksizlerdir.

İşin özü de, olması gereken de farklıdır. Kim kimi affetmeli? Kim kimi katliamdan geçirdi? Kim kimi talan etti? Kim kimi inkar etti? Kim kimi asit kuyularına attı?

Bütün bu insanlık suçlarını Kürtlerin başına getiren Türk devletidir. Peki bunca trajediyi yaşatan zalim bir devlet af mı edilmelidir, yoksa ondan af  mı dilenmelidir?

Af sözcüğü ve tartışmaları aklıma İskoçyalıların işgalci Britanya krallığına karşı direnişini anlatan Cesur Yürek filminin kahramanı William Volts’u getirdi. Yakalandığı zaman kraliyet cellatları kraldan af dilemesi halinde acı çektirmeden kendisini öldüreceklerini söylerler. William Volts’un bu teklife verdiği yanıt insanlık var oldukça geçerliliğini koruyacak manifesto niteliğindedir. Af dilemenin kendisi için asıl ölüm olacağını belirten Volts “özgürlük” diye bağırarak direnişini zirveye çıkarır.

Kılıçdaroğlu kendini güya Kürtlere şirin göstermek için o açıklamayı yapmıştır. Partisinin bile karşı çıkması ardından affı kastetmediğini söyleyerek tükürüğünü yutmak zorunda kalmıştır.

Oysa ki Kürt özgürlük hareketinin gündeminde af adına hiçbir talep yoktur. Celladına tapan işbirlikçiler kendi kendine gelin güvey oluyorlar. Ama bu tutarsız kişiliklerin yapmaya çalıştığı politika da batmıştır. Çünkü biri “af” derken diğeri “olmaz” diyor. Bu komedi tutarsızlıklarını fazlasıyla ortaya koymaya yetiyor.

Kürt özgürlük hareketi onurlu bir barış dışında gündemlerinde farklı hiçbir çözüm seçeneğinin olmadığını, neredeyse her gün dile getirmesine rağmen, ne hikmetse bazı kulaklar bunu duymazlıktan gelmeye devam ediyorlar.

Af talebi suçu itiraf etme anlamını taşımaktadır. Oysa Kürt halkı Ortadoğu’nun en mazlum halkıdır. Bu açıdan yaklaşımında af dilemek değil, af etmek vardır. Çünkü tarihin hiçbir aşamasında Kürt halkı kimsenin yurdunu işgal etmedi, hiçbir halkı soykırıma tabi tutmadı, hiçbir halkı göçe zorlamadı, hiçbir halkı asimile yöntemiyle devşirme çababası içerisine girmedi. Bunun için hiç kimseye af dileme borcu yoktur.

Kılıçdaroğlu’na bir çift lafım var. Bay Kılıçdaroğlu siz kendinizi Kürt katili partinizin ve kafatasçı genel başkanınızın kılıcı olarak görebilirsiniz. Ancak şunu çok iyi bilmelisiniz ki onları için siz celladına aşık olmuş bir kılıç artığı dışında hiçbir anlam ifade etmiyorsunuz. Kürd düşmanlığı genlerinize kadar işlemiş. CHP gibi bir partide yer almanız bunu doğrular niteliktedir. Bu açıdan Onur Öymen’in Dersim katliamı hakkında açıklama yaparken “Öymen gereğini yapmalı” deyişiniz abes kaçar. Çünkü Öymen Kürt katili malum partinin gerçek sahibidir. Hem de bütün kirli geçmişiyle! Siz yarandığınız oranda işlerine yararsınız.

Dilbirin Amed

Yeşil Türk Irkçısı AKP -1

AKP’NİN İDEOLOJİK KİMLİĞİ

AKP üzerine pek çok değerlendirme yapılıyor. Kimileri ılımlı İslam diyor, kimileri muhafazakar diyor, kimileri milliyetçi, kimileride liberal.

AKP’nin kendisi de kimliğini muhafazakar- milliyetçi- demokratik diye tanımlıyor. Tüm bu tanımlamalara bakıldığında ortaya bir bulamaç çıkmaktadır. Bu tanımlamaların çoğu da yanlış ve yetersiz kalmaktadır.

Çünkü bir partinin kimliği tanımlanırken, o partinin kuruluş felsefesi ve ideolojisi, programı ve uyguladığı siyaset neyse o partinin kimliği de o olmaktadır. Kimlik, geçmişin hafızası ve geleceğin tasarımıysa bir partinin kimliğini tanımlarken buna göre bir değerlendirmeye gitmek daha rasyoneldir. Bu hususlar her parti için geçerli olduğu gibi AKP içinde geçerlidir.

Zira AKP’nin ne düşündüğü, ne söylediği ve ne yaptığı 8 yıllık iktidarı döneminde açığa çıkmışken, hala AKP’nin kimliğini teşhis edememek öngörüsüzlük ve akıl yoksulluğu olur. AKP’nin ilk iktidarı dönemindeki icraatları ile ikinci iktidarı döneminde yaptıklarını birlikte ele alınca ayan beyan bir durumla karşılaşmaktayız. Karşılaştığımız bu durum, AKP’nin YeşilTürk Etnik Irkçısı bir parti olduğu gerçeğidir. AKP’nin Türkiye’de 87 yıldır uygulana gelen devletin resmi ideolojisi olan Türk etnik ırkçı adlı resmi ideolijinin dışına çıkmaması onun kimliğini ele veriyor.

İdeolojik duruşu bu iken, siyaset anlayışı da statükoculuktur. Statükoculuğu muhafazakarlığından ve Türk etnik ırkçılığından kaynaklanmaktadır. Devleti ele geçirerek iktidarı ve çıkarı uğruna her türlü değeri satışa çıkarmasından ileri gelmektedir. Tüm ilişkilerinde-diplomatik, ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal- Kürtleri pazar konusu yapması da ahlaksız ve ilkesiz tüccar zihniyetine sahip olmasındandır. Zaten bu konuda uluslar arası finans sermayesinin zor bulabileceği ender bir hizmetçidir. Kimse Erdoğan’ın “ben halkımın hizmetkarıyım” şeklinde belirttiği ve kulağa hoş gelen söylemine aldanmasın. AKP olsa olsa uluslar arası sermayenin hizmetkarıdır.

Nereden bakılırsa bakılsın AKP’nin muhafazakar ve yeşil ırkçı bir parti olduğu anlaşılıyor. Ama ne demokratik ne de liberal bir parti olduğuna dair hiçbir veri ortada yok. Muhafazakarlık ve milliyetçilik ile etnik ırkçılık bir arada olabilir. Ama demokratik ve liberal olmak bunlarla taban tabana zıt bir olgudur. Siyaset bilimi de bunu söylüyor. Milliyetçilik ve onun en son hali olan ırkçılık, hakim üst sınıfların bir iktidar ideolojisidir. Fransız devrimi ile birlikte hakim üst sınıfların ulus devleti oluşturmada yarattığı bir ideolojidir. Bu açıdan bakıldığında ulus devletin ideolojisi de milliyetçilik ve onun azgın hali olan ırkçılık oluyor. Çünkü karla ateş ne kadar dost olabilirse milliyetçilikle onun uzantısı ırkçılık, özgürlük ve demokrasiyle o kadar dost olabilir.

Demokrasi, özgürlük ve eşitlik ise halkların, tüm etnisitelerin ve farklı inanç gruplarının doğrudan doğruya kendi kendisini yönetme olgusudur. Türkiye’de uygulandığı şekliyle AKP gibi tüccar sınıfının demokrasi maskesiyle iktidara yerleşmesi değildir. Böyle ele alındığında AKP’nin hem muhafazakarlık hem milliyetçilik hem de demokrasi bayrağını dalgalandırmaya çalışması hem bir çelişki hem de takkiyeci bir safsatadır. Çünkü milliyetçi ve etnik ırkçı olmak, hastalıklı olmaktır. Bu hastalıklı ruhla hakim sınıfların adına milyonlarca halkın katliamdan geçirilmesinin ideolojisidir milliyetçilik ve ırkçılık. Dolayısıyla milliyetçiliğin her türünün varacağı en son nokta faşizmdir. Ulus- devlette diretmenin de varacağı zirve faşizmdir. Faşizmin ardından gelecek olanda zorunlu olarak çöküştür. Bu nedenle AKP’nin statükocu kulvarda milliyetçilik ve Türk etnik ırkçısı enerjisiyle koşması AKP’yi bitişe, Türkiye’yi de felakete sürükler. Böyle bir zihniyetteki Yeşil Türk Etnik Irkçısı AKP ne halkların yararına anayasayı değiştirir ne de demokrasinin gelişmesini ister. AKP yapsa yapsa Türk etnik ırkçılığını yapar. Hitler ve Saddam ülkelerini ne hale getirdilerse, AKP’nin de ABD ile birlikte, Kürtleri ve Kürt Özgürlük Hareketini düşman ilan ederek savaşı tırmandırması yaşadığımız ülkeninde o hale gelmesi anlamını taşır.

Demokratik olmak ise erdemli ve hoşgörülü olmaktır. Tüm farklılıkları zenginlik olarak tanımak, halkların komünal demokratik değerleri uğruna mücadele etmektir.

AKP’nin siyaset anlayışında ise demokrasinin “D”si bile yoktur. Zira AKP, tarihi ve kültürel boyutuyla Türk etnisitesi ( homojen yapı) , inanç boyutuyla İslam dininin Hanefi mezhebini, Hanefi mezhebinin Nakşi tarikatını, Nakşi tarikatının da Fethullah Gülenci Türk Nur Cemaati kolunu esas alıyor.

Hem AKP’nin “akıl hocası” hem bir “mason” hem da bir “sebayist-aslı yahudi”-olan Fethullah Gülen’in ABD’nin oluşturmak istediği “yeşil kuşak projesi” çerçevesinde “ılımlı İslam” argümanıyla görevlendirilen biri olduğu biliniyor. ABD’nin, Türkiye’yi uluslar arası sermayenin denetimine almak amacıyla bunun önünde engel olarak gördüğü Türk sol, sosyalist, demokratik kesimleri ve Kürt özgürlük hareketini ezmek ve Fethullah Gülen’in önünü açmak için 12 Eylül askeri darbesini Türk ordusuna yaptırdığı belgelerle birlikte açığa çıkmış durumdadır. 1979 yılındaki İran devrimi sırasında Tahran’daki ABD büyük elçiliği işgal edildiğinde ele geçen belgelerde Kürt özgürlük hareketine ilişkin CIA’nın yaptığı değerlendirmeler ve sonradan açığa çıkan vb belgeler bu tespiti doğruluyor.

Buna rağmen Fethullah Gülen Cemaati ve AKP’nin 12 Eylül ürünü olduğuna dair yapılan değerlendirmeler eksik değerlendirmelerdir. Çünkü 12 Eylül faşist askeri rejimin ideolojisi başka, Fethullah Gülen ve AKP’nin ideolojisi başka değildir. 12 Eylül askeri faşist rejiminin ideolojisi ile AKP ve Fethullah Gülen’in ideolojisi aynıdır. Çünkü Türk-İslam sentezi, ABD ile12 Eylül cuntasının “yeşil kuşak projesi” çerçevesinde ürettiği bir sentezdir. Bunun kadroları da ABD’nin himayesi ile12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in korumasında Fethullah Gülen’in Türk Nur Cemaati aracılığıyla oluşturuldu. İktidar olma hedefi ile bu kadrolar eğitildi. İktidara yerleşmek için tamamen Makyevelist bir zihniyetle tüm yollar mubah görüldü.

2-AKP KADROLARI, ABD VE İNGİLTERE YETİŞTİRMELERİDİR.

Bugün Fetullahçı kadroların çoğunluğu devleti ele geçirmiş vaziyette. AKP’de bu kadroların elindedir. Hemen hemen tüm bu kadrolar, Cumhurbaşkanından tutalım tüm bakanlara kadar neredeyse hemen hemen hepsi ya ABD yada İngiltere’de eğitim görmüşlerdir.Hepsi İngiliz, ABD ve İsrail yetiştirmesi devşirmelerdir.

Abdullah Gül, İngiltere’nin Exeter Üniversitesi’nde yetiştirilen bir MI6 ajanıdır.Hem de Sebatayistir.Türk değildir.

Hüseyin Çelik, İngiltere’nin Londra Üniversitesi’de yetiştirilen bir devşirmedir.

Nazım Ekren, İngiltere’nin Manchester Business School’unda yetiştirilen bir kont-geriladır.Mehmet Ağar ile Çiller’le birlikte aynı ekiptendir.

Recep Akdağ, İngiltere’nin Londra Üniversitesi’nde yetiştirilen bir masondur.

Binali Yıldırım, İngiltere’ye bağlı World Maritime Üniversitesi’nde yetiştirilen bir yeşil Türk ırkçısıdır.

Mehmet Şimşek, İngiltere’nin Exeter Üniversitesi’nde yetiştirilen bir devşirmedir.Aynı zamanda MI6 elemanıdır.Exeter Üniversitesi bir özelliği var.İngiliz istihbaratı MI6 adına eleman yetiştiren bir üniversitedir. Burada eğitilenler İngiltere’nin Kürdistan stratejisini pratikleştmekle görevlidirler.Bu konuda Abdullah Gül ile Mehmet Şimşek özel görevlidirler.Kürtlerin soykırımdan geçirilmesinde koordinatörlük rolü İngiltere tarafından bu ikiliye verilmiştir. İkisde Exeter mezunlarıdırlar.

Mehdi Eker, İngiltere’nin sömürgesi olan İskoçya’nın Aberden Ünivesitesi’nde yetiştirilen bir devşirmedir.

Ali Babacan, ABD’nin Northwesten Üniversitesi’nde yetiştirilen bir Sebatayist devşirmedir.

Cevdet Yılmaz, ABD’nin Denver Üniversitesi’nde yetiştirilen bir devşirmedir. Fetullahçı devşirmedir.

Beşir Atalay, ABD’nin Michigan Üniversitesi’nde yetiştirilen bir devşirmedir.Fetullahçı devşirmedir.

Ömer Dinçer, ABD’nin Drexel Ünivesitesi’nde yetiştirilen Fetullahçı bir devşirmedir.

Egemen Bağış, ABD’nin Cty Üniversitesi’de yetiştirilen Fetullahçı bir devşirmedir.

Polis Akademesinde işkenceci ve cani katil sürüleri olan ve Kürdistan’da katliam yapan Fetullahçı katil polislerini eğiten Zühtü Arslan, Emrullah Uslu, İhsan Bal ile Önder Aytaç adlı yöneteci Fetullahçılar da ABD ile İngiltere üniversitelerinde yetiştirilmişlerdir.

Hemen hemen tüm kadroları, ABD ile İngiltere’de yetişen ABD,İngiltere ile İsrail’in, Ortadoğu startejisinin hizmetkarı ve jandarmalığını yapan Yeşil Türk Irkçısı AKP gibi bir partinin iktidara getirilmesi için 12 darbesi ABD tarafından yaptırıldı. Bu nedenledir ki, 12 Faşist darbesi olunca ABD demişti ki, “bizim çocuklar darbeyi yaptılar”. Darbe yapılanca Fetullah Gülen şöyle söylüyordu. “Bu darbeyle vatana hizmet edecek evlatlara yol açılmıştır.Kenan Evren bir evliyadır”.

Bunları söylerken darbenin yapılmasının esas amacı Türk-İslam Sentezi’ne dayalı Türk etnik ırkçılarının iktidara gelmesi için darbe yapılmıştır demeye getiriyordu. Darbeden sonrar ordunun her tarafta Fetullahçı okullar açtırması ve Türk etnik ırkçısı kadroların yetişmesi için halktan vergi adı altında toplanan paraların devlet eliyle Fetullahçılara aktarılmısında ekonomik alt yapıda oluşuturuldu. Türk etnik ırkçısı kadrolar palazlandırıldı.Bankalar kurduruldu.Kürdistan, Anadolu ve Trakya’daki kaynaklar bu cemaate aktarıldı.Aşama aşama bu cemaat ABD, İngiltere ile İsrail tarafından iktidara getirildi. Neredeyse tüm bakanları ve kadroları bu cemaatten oluşan AKP’nin, iktidarını kalıcılaştırmak için anayasayada yapmak istediği bir kaç değişikle, Kürtlerin tümden soykırımdan geçirilmesi dışında hiç bir amacı yoktur.

Özü itibariyle AKP, 12 Eylül rejimidir. AKP’yi iktidara getiren anayasa,12 Eylül Faşist Anayasasıdır. 12 Eylül rejiminin iktidarı da AKP’dir. Fethullah Gülen’dir. Ve hepsini yönlendiren de ABD’deki finansal sermaye sahipleridir. İşte ABD ve 12 Eylül faşist rejiminin ideolojisi Türk-İslam sentezi ve işte AKP iktidarı. Zihniyetleri aynı yalnızca değişen elbiselerdir. Buna inanmayanlar olabilir. O zaman onlara soruyorum. Fethullah Gülen’in ABD’de karargah kurarak oradan ABD adına AKP’yi dolayısıyla T.C’yi yönetmesinin başka izahı olabilir mi?

Fethullah Gülen’in kendisine ait olan Zaman gazetesinde yayınladığı mesajda Cumhurbaşkanlığına seçilen Abdullah Gül’ü tebrik ederken, “özel hayatında da onu tanıyorum” sözünün ne anlama geldiği iyi düşünülürse net olmayan hiçbir husus kalmıyor.

Özgür Bilge

Karadeniz’in Kirli Çocuğu

AKP hükümetinin kirli ve iğrenç siyaseti Kürtlere karşı ilk kuruluşundan bu yana süre gelmektedir. Bunun temelinde onlara verilen rol ve yapmakla yükümlü oldukları görevler vardır.
Karadeniz bölgesinin güzel insanları ve eşsiz doğası yanında, Karadenizlilere yakışmayan ve insanlık namına alınlarına leke sürenlerde çıkmadı değil.
Kürt özgürlük mücadelesinde adını altın harflerle insanlık ve kardeşlik tarihine yazan Kemal Pir ve Haki’ler abideleşerek hep anılacaklardır. Onların yaşam öyküleri ve mücadeleleri bu güne kadar anlatıldığı gibi hep anlatılarak, devrimcilere ve kardeşliği savunan bütün halklara örnek olmayı hep sürdüreceklerdir. İşte Karadeniz’in gerçek çocuklarını bu önder kişilikler temsile edecekler.
Coğrafyanın ve kişinin doğup büyüdüğü ortamın kişilik yapılanması üzerinde etkisinin belirleyici olduğunu boşuna söylememişler. İşte bu durumda Karadeniz’in “ kirli çocukları” da yok değil. Ne de olsa kendisi Kasımpaşalı, doğal olarak oranın kültür yapısını ve şekillenmesini alarak lakap alacak. Ona da zaten yakışan bu “ pompalı RECEP” 
Müslümanlıkta yalan söylemek, haksızlık yapmak, çalmak ve çaldırmak günahtır. Şimdiki Recepler bunun sevap olmasını kabul ettirmek için bin bir dereden kendi değirmenlerine su taşımaktadırlar.
Son anaysa değişikliği için, kapı kapı dolaşan AKP’liler sultanlık peşindeler. Yapmak istedikleri değişikliklerle, kendilerini yıllarca Türkiye’yi yönetmek adına yaptıkları ortadadır. Demokrasi ve yenilik adına bir şey gören ve duyan var mı?
İki dönem seçimi kazandılar diye, her şeyi kendilerine reva gören AKP’liler, diğer bir taraftan da, Kürtleri ve özgürlük mücadelesini yok etme adına, tam bir bahar işgal harekâtını başlatmış durumdalar. Bir taraftan kedisini hukuken yasal güvenceye alacak, diğer taraftan kedisini tehdit eden ve saltanatını tehdit edenlerin imhası için, tarihsel düşmanlarıyla da işbirliği yapmaktan geri kalmayacak.
Bütün dünya İran’da nükleer çalışmalar yapılıyor derken, hatta İran cumhurbaşkanı bile hiç çekinmeden bu durumu kamuoyuna açıklarken. Türkiye başbakanı bir gezisinde İran’da bu yönlü çalışmaların olmadığını belirtiyor. Çünkü “düşmanımın düşmanı, dostumdur” ilkesini kullanıyor. İran’da her gün Kürt gençleri asılarak idam edilmektedir. Filistin gençleri için yaptığı açıklamalardan bir tanesini Kürt gençleri ve çocukları için de yapsaydı sözlerinin belki azda olsa bir anlamı olurdu. Tabi Kendisi kadar hatta ondan daha fazla AKP’de ben kürdüm diyen o 75 milletvekili utansın.
Gerçekler acı da olsa yaşanan acılardır. Bir taraftan kendilerini onur, kardeşlik adına feda edenler, diğer taraftan bu mirası korumak ve geliştirmek isteyenleri tavsiye etme çabaları. Bu yüzden de, Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın kirli ittifaklar ve oyunlar peşinde olduğunu bütün yurtsever ve onurlu Kürtlerin bilmesi şart. Hatta farzdır, her dinin ve mücadelenin kuralları ve şartları vardır. Biz Kürtlerde artık akıllanarak kendimize yeni olmazsa da ilkesel bazı şartlar getirmeliyiz. Bunlardan ilki de, AKP ve Başbakanın tehlikeli ve kirli oynadığının farkında olarak, bunu havariler gibi birbirimize ve halkımıza anlatmamızdır.

Sinan Sinegir

Zap'tan Zapatista'ya...

Habere konu olacak bir görüntü ile bir olayı anlatan birkaç kelime ile yetinir. Zapatista, bir isimdir.

Gazetecilerin, fotoğraflara benzer bir algısı var. Fotoğraf, kelime ve onun anılarıyla hareket eder. Habere konu olacak bir görüntü ile bir olayı anlatan birkaç kelime ile yetinir. Zapatista, bir isimdir. Oysa Latin ormanlarının en görkemlisi olan Lacandona ormanları içinde Zapataların bir bütünü vardır. Bu günlerde Zapataların ‘kırmızı alarm’ başlıklı bir bildiri ile silahlı mücadeleye başladıkları haberleri yayılmakta.

Zapatalar, denildi mi nedense akla Zap geliyor. 96 yılında ilk gazeteciliğe başladığım yıllarda ‘Zap cumhuriyeti’ başlıklı bir yazı dikkatimi çekmişti. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Mahir Sayın ile yaptığı mülakatta “Zapata’ya da Zap’a da gidin” belirlemesi çok çarpıcıydı. İki isim aynı potada eritilmiş gibi hafızama yapışıp durdu. Aradığımızı deniz aşırı uçlarda bulmaya çalışmak, belki de ilk yanlışımızdı. Arayış hep böyle yerlerde olurdu.

Savaş, gerilla veya içimizde hapsedip biçimini bulmaya çalıştığımız arayışlar başka coğrafyalardaydı. Komutan Marcos’un maskesinin ardındaki yüzüne, gözüne yapışan acılar ve gerçekler bizi hiç ilgilendirmedi. Bizim için önemli olan şey onun kenarında bir fotoğraf çekmek ya da birkaç kelime ile haber yapmaktı. Oysa yazılarında bir fotoğraf fakir ve aç çocukların dramını, yanı başımızda olan Amed’li çocukların acılarını derin derin anlamaktan geçerdi. Lacandona ormanlarını anlamak için Zap cumhuriyetine gitmiştim. Tarihin şaşırtıcı cilveleri 14 yıl sonra tekrar karşıma çıkıyor. Yine komutan Marcos bildirisi ve yine Zap’a yürüyüş…

ZAP

Bu ülkede baharlar bizi çeker. 96 da Haftanin kampı denilen yerden Zap’a kadar yürümüştük. O zamanlar kapalı bir kutu gibi olan gerillayı ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Tepkilerini bilmediğimden kaynaklı tam bir askeri hiyerarşi içerisinde ilişkilenmemiz olmuştu. Çektiğim fotoğrafların sayısı bile sayılıydı. Beni gördüklerinde hem kendileri şaşırmış hem de ben çok şaşırmıştım. Gerilla, basına karşı çok mesafeliydi. O zamanlar çok anlamamıştım, ancak yıllar sonra tepkilerine hak verdim. Adsız ve ismi konulmamış bir savaş vardı.

Küçük telsiz muhaberesinde bir yerlerde çatışma ve eylemlerin olduğu anlaşılıyordu. Çok soru ve cevaplara alışık olmayan gerillaya coğrafyayı sormaktan çekiniyordum. Yönümü şaşırmıştım. Ara sıra sınır hattı olduğu anlaşılan yerden top sesleri geliyordu. Tam bir askeri disiplin içinde hareket ediyorduk. Burada her şey sadeydi. Ne düşünülüyorsa o yapılıyordu. Dolaylı mizaçlardan uzak bir yüz ifadesi vardı. Basın demek “şavaşın gizlenilmesi ve hükümete yandaşlık etmek” demekti. Onlarca yaşanmış olayı tersinden yansıtan basının inandırıcılığı kalmamıştı. Her şeyin namlu ucunda yürüdüğü Kürdistan’da gazetecilik belki de gerilla olmak kadar zor bir şeydi. Devlet tarafında vahşice katledilen gazeteci Ferhat Tepe’nin akıbeti gerilla ile yol ve davanın ortak yazgısı gibi bir anlam edinmişti. Gerisi yalandı. Kellen koltuğunda olmasa, bu insanları anlamak ya da onların seni anlamalarını istemen nafileydi. Haberin en doğrusu ve gerçeği, yanı başımızdaki coğrafya da olan biteni anlamadıkça, olayları ya manipüle edersin yada gerçeğinden saptırırsın. Gerillanın dolaylı şeylere ihtiyacı yoktu ki.

1996 da gerillalar tarafından Türk askerleri esir alındığı zaman ilk defa gerillanın bulunduğu alanlara gitmiştim. İlk gittiğim yerlerden biri olan Zap yolculuğumda bize kuryelik eden Şiyar Arap isimli siyah tenli gerillayı hiç unutmadım. Kendisi Arap ve teni siyah olduğu için arkadaşları Arap lakabını takmışlardı. Gerilla Şiyar üç gün önce olan bir eylemden bahsediyordu. Fotoğraf makinesi ile kalemin,

bir olayı ne kadar yalın anlatabileceğini soruyordu. “Kan, dışkı ve gözyaşı arasında ki ilişkiyi kim yansıtacak” diyordu. Üçünün iç içe geçmiş kokusunu gazeteciler anlatabilir mi, demişti.

İnsan bunu nasıl anlatabilir, biçiminde sade ama kafamda şimşek gibi etki bırakan sözler kullanıyordu. O zamanlar böyle bir haber yapmak belki felaket olurdu. Ya da haberi ne kadar gerçeğine uygun yapamazdım. Bir romancı değildim, ama anlatılamayan o kadar şey vardı ki. Gerilla Şiyar sınırda ki “sinek tepe” denilen eyleme katılmıştı. Haber ve yaşadığı olay arasındaki uçurum onun gazeteciler hakkındaki yargılarını sabitlemişti.

“Kahraman Mehmetçik” olarak kalıp haber haline gelen manşetleri karşısında kendisinin vurduğu bir askerin üzerinde kaldırdığı G-3 silahının dipçiğine yapışmış olan kan ve insan pisliğinin bilinenden ne kadar uzak olduğunu söylüyordu. “İki taraf içinde anlam taşıyacak bir haber bu olmalı” diyordu, gerilla Şiyar.

İşte bu sözler ve yürüyüş sonunda Zap’a ulaşmıştık. Gerilla Şiyar basının gerçeğini birkaç cümlede ifade etmişti. Kayalık ve uçurumlarla çevrili Zap cumhuriyetine ulaşmıştık. İki tarafı sarp kayalık ve uçurumlarla çevrili Zap, yerden göğe Zap suyunun genişliği kadar bir koridor oluşturmuştu. Bu koridorda gökyüzünde ki yıldızlar Samanyolu’nu andırıyordu. Yerin göğü zapt ettiği Zap, görenleri zapt ediyordu. Bizi karşılayan gerilla Alişer’in öncülüğünde kayalık yamaçlarından yontulmuş merdivenlerin zikzak’ından ilerledik. Zap suyunun sesi sanki bir dalganın kayaya vurup çıkarttığı gürültüyü andırıyordu. Bir süre sonra manga dedikleri bir odaya girdik. Mor yeşil karışımı veren floransın olması beni şaşırtmıştı. Manganın içi beyaz mermer heykelinin rengini andıran yontulmuş bir yerdi.

Plastik bir masa üstünde duran daktilo ve A-4 kağıtları dikkatimi çekmişti. Kapıdan içeriye doğru hafif bir meltem esiyordu. Yerde ambalaj bandajıyla bantlanmış dört köşeli bir tütün kabı vardı. Kenarda ise daha ambalajda çıkmamış altı yedi battaniye duruyordu. Battaniyeyi görünce gözlerime bir ağırlık çöktü. Çantam hala sırtımdaydı. Üstümdeki kot pantolon beni sıkmış baldırımın üst dirseğinde buruşmuş toz beyazı bir renk yapışmıştı. Gerillanın üstündeki elbisenin ne kadar rahatlık verdiğini o zaman anlamıştım. Bir kaç dakika sonra getirilen yemek doğrusu şaşırtıcıydı. Kızartılmış balık, salata ve birkaç demet “mendık” dedikleri ot vardı. Ekmek ise sanki fırında yeni çıkmış gibiydi. Çaylarımızı içtikten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde uyumuştuk. Sabah olunca Zap’ı artık gündüz gözü ile görüyorum

Gerillalar “Çiyaye Reş” tarafının bombardıman edildiğini söylüyorlardı. Ama herkes çok rahattı. Bize yüzümüzü yıkamak için öncülük eden Alişer bizi bir havuzun başına götürdü. Zap’ın karşı tarafından hortumla su çekilmişti. Mangaya dönünce kahvaltı hazırdı. Beni hiçbir şekilde tanımayacak bu gerillaların yaptığı bu hizmet büyük bir değer ve emeğin bir birikintisi olarak mücadelesinin bir parçasıydı. Kahvaltı yaparken kulaklarımın aşina olduğu bazı sesler duydum. Çok düzgün bir Türkçe ile gazetecilik üzerine bir sohbet vardı.

Tuhaf bir şekilde Alişer’e bakınca bana Milliyet vb. gazetelerden geldiklerini söyledi. O günlerdeki şaşkınlığım bir dizi film gibi ard arda sıralanıyordu. Zap’a gazeteciler gelmişti. O an gerilla Şiyar aklıma geldi. Ben bir gazeteciydim. Fakat Şiyar’ın bana baktığı gibi bende onlara bakacaktım.

Öğlen vakitlerine doğru savaş uçaklarının sesi suyun sesine karıştı. Bilinmeyen ama yakın bir yerde iki el silah sesi geldi. Bize refakat eden gerilla Alişer sakin olmamızı isteyip rutin bir durum olduğunu belirtti. Yani, savaşın rutin haliydi. Bir manganın içersinde beklerken yan taraftaki alışık sesler

coşmuştu. Havadaki jetin dibine asılı bombalar oyuncak değildi. Ama yandan gelen sesten insan şöyle bir sonuç çıkartıyordu ki olan biten şey sanki bir senaryoydu. Ne biçim bir insan, bu ölüm makinesinin gelişini alkışlayabilirdi. Savaş uçaklarının gelmesi ile Türk gazeteciler uçakları alkışlamışlardı. Sanki askerlerin iadesini değil de böyle görüntüler çekmeye gelmişlerdi. Dışarıdan gelen ses bir kadın sesiydi. Anne olabilecek bir kadın. Çiller bir yıl önce “ben de bir anayım” demişti. O an gerilla Şiyar’ın sözleri, “sinek tepede” ölen askerler, annelerinin gözyaşı, bu esir askerlerin dramı ile karşılaştığım bunca gerillanın fotoğraflarını yan yana getirdim. Başımı kaldırdığımda kıvrak bir zekânın gözlerinde okunduğu Alişer’in yüzüne baktım. Birbirimizi anlamıştık. Alişer hafiften gülüp düşüncenin yanak ve dudaklarına verdiği biçimle “bunlar gazeteci değil özel savaş uzmanları” demişti.

14 YIL SONRA ZAP

Yarım saat mesafeden Zap suyunun sesi geliyordu. Bizi randevu yerinden iki gerilla aldı. Doğrusu 14 yıl öncesinin gerilla havası biraz değişmişti. Belki de değişen bendim. Aramızdaki yabancılık bir tokalaşmada dahi bile oluyordu. Zap’ın genel biçimini anımsıyordum. Ama bu sefer içimi titreten şey doğa idi. Zap suyuna yaklaştıkça sanki bütün dağlar eriyip kendini bu vadiye akıtıyordu. Zap, baharın başlangıç günleri ile ilk hareket benden dercesine, buzul dağlar ile Kurejahro dağının zirvelerinde ki karların erimesiyle buluşmuştu. Peru kanyonlarını andıran dar bir kanyonun kenarlarına vuran Zap suyu aşağılara doğru akıntı alanını genişleterek bildik Arap ellerine doğru akıyordu. Zap’a alışık olduğumu yol boyunca gazeteci arkadaşıma anlattım. Fakat bu doğa anarşizmini eksik bıraktım. Kanyon, sanki bizi başka bir dünyaya götürecek bir kapı gibi derinlerinde koyu bir sise boğulmuştu. İki de bir beni durduran gazeteci arkadaşım bana Zap’ı iyi anlatmadığımı söylüyor, şimdiden “ayak titreten bir doğa” içine girdiğini gülerek anlatıyordu. “Bu Zap böyle ise gerillası nasıldır acaba” biçiminde ironi yapıyordu. Gerçekten de insanın ayakları titriyordu. 60-70 metre bir uçurum yamacından kayaların yontulması ile bir patika yapılmıştı. Hemen dipte akan Zap suyunun sesi ve yükseklik insanı ürkütüyordu. Tam üç saat boyunca aynı vaziyetteki patikadan ilerlemiş yüreğimiz ağzımıza gelmişti.

Saat 12 civarında küçük bir gerilla kampına ulaştık. Bizi oldukça iyi ağırladılar. Gerillanın sıcaklığını, sevecenliğini hemen hissettirdiler. Sabah kahvaltı yaparken konuşmaları diğer gerillalardan farklı olan bir gerilla dikkatimi çekti. Kahvaltı halindeyken bizi tartışmaya çekmek istediği belliydi. Bize kuryelik yapan gerilla kulağıma fısıldayarak “PKK’nin Erasmus’u” deyince ne demek istediğini tam anlayamamıştım. Felsefe tarihi hakkında fazla bir bilgim yoktu. Kent insanın felsefe yaptığı, felsefenin orada çıktığı söylenir, ama beynim rıhtım halatıyla bağlanmış ve dönmemecesine donuk kalmıştı. Bu gerillanın ismi Akif idi. konuşurken aslında bildik felsefe yapmıyordu. Ama ona neden Erasmus denildiğini merak etmiştim. Yanımızda duran gerillalar, onunla nasıl tartışma içerisine girecekleri konusunda tecrübeliydiler. “Mutlak hakikati yargıladığın an o hakikatçiler için bir delisin” diyordu.

Gerilla Akif’in konuşmalarını dinlerken oturduğumuz kamelyada ki kütüphane dikkatimi çekti. Çay bardağımı alıp kütüphanenin kenarına gittim. Gidip kitaplara baktığım da gerillada ki okuma sevdasının güçlü olduğunu anladım. İlk gözüme çarpan şey çoğunun fesefe ve sanat kitabı olduklarıydı. “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında” Abdullah Öcalan’a ait kitabın yanında Niechzthe, Sheskper, Erasmus, Eflatun, Cibranlı Halil, Hallacı Mansur, Locus vb. kitaplardı. Lazım olan bilgiye ulaşmış ve hazır bilgiye alışmış düşünce yapımla beynim zonkladı, gerisi geriye masanın başına döndüm. Gerilla ve bu kitapların ilişkisini kurmakta biraz zorlandım. Tek bir savaş kitabı yoktu. Karşılaştığımız şeyler karşısında hazırlıksız yakalandığım için, konuşmaya alışık olduğum gazeteci arkadaşıma dönüp baktım, kitapları okuyup okumadığını sorduğum da sadece Sehksper’ı okuduğunu söyledi. Dün geceki derin Zap vadisinde ki yürüyüş sonrasında sabahın erken saatlerinde bunlarla karşılaşmıştık. Zap’ta ki ilk günümüz de, bir ilk çağ manastırını anımsatan bu küçük gerilla kampında, Rönesanssın devlerinden sayılıp hala tam olarak anlaşılamayan Erasmus’u anımsadık. Gazeteci arkadaşım, gerilla Akif ile tartışmaya hevesliydi. Neden sanat ve felsefe, deyince gerilla Akif “hakikate yol almanın tek açık kapısı” demişti. “Sanat sezgi, felsefe ise donmuş aklın donukluğuna bir kamçıdır” şeklinde iki cümle ile cevap verdi. Gerilla Akif’in hiç okula gitmediğini söyledikleri zaman şaşkınlığım daha da artmıştı. Engel tanımayan insan azminin çabası olan, öğrenmenin ve kendini eğitmenin gerçek bir örneği gerilla Akif karşımda duruyordu. Gerilla Akif’in güzel sohbetinden ayrılacağımızı söyledikten sonra, orada bulunan gerillalarla vedalaşıp Zap yolculuğumuza devam ettik.

Katırların nallarıyla aşınmış olan zik zaklı patikada “tepe Cudi” denilen yere çıktık. Zirvesine doğru çıktıkça dokça (uçak savar) ve atılmış obüs toplarının şarapnel parçalarıyla karşılaştık. Meşe ağaçlarının ve kayalıkların arasına serpilen bu metal parçalarının büyük bir bölümünün üzerinde ki pastan dolayı eski olduğu anlaşılıyordu. Bazıları patlamamıştı. Dev bir muz meyvesini andıran bombalar “kazan” bombasıydı. Bazılarının içi boşaltılmıştı. Bir ton TNT’den el yapımı 200 tane bomba yapılıyormuş, kurye gerilla, “Zap ve çevresine binlerce ton kazan atıldığını” belirtip, bu bombalarla “İstanbul ve Ankara’yı havaya uçurabilirsin” dedi. Sadece Zap’a binlerce ton bomba atılmış. Zirveye çıkıp bir mola verdik. Zap, sanki iki tane görünüm veriyordu. Biri zirveye doğru iken diğeri onun derinlikleriydi. Zirve gözlerimin görebildiği kadar bir görüntü imkanı veriyordu. Beyaz yumurtayı andıran zirveleri sormamak olmazdı. Bazı yerler ise peynirden oluşmuş bir balık sırtını andırıyordu. Gazeteci arkadaşım fotoğraf makinesinin iştahını kabartan bu görüntüye kendini kaptırmış ve fotoğraf çekmeye başlamıştı.

Basın bazen farkından olmadan bir algı yaratabiliyor. Zap’ı bir kamp olarak düşünmüştüm. Oysa gerillanın anlattığına göre Zap dev bir coğrafyadan oluşuyordu. Neredeyse Yüksekova’dan Hakkâri’nin diplerine kadar uzanan bir coğrafyayı kapsıyordu. Haritalarda geçen buzul dağlar onlarca dağ isminden oluşuyordu. Geniş bir mekana yayılıp zirvelere doğru çıktıkça devasa Mısır piramitlerini andıran bir görüntü veriyordu. Gerilla bu arazinin bağımsız bir ülke gibi kimsenin zapt edemediği bir sarplığa sahip diyordu. Gara Bakur, Samerand, Samura, Sümbül ve Gera Barane ile Cudi dağına kadar giden geniş bir alana sahipti. Genişliğini yüksekliğinden alan bu dağların her bir vadisine iki şehir sıkıştırılabilirdi. Dağların öbür tarafına düşen Hakkari belkide küçük bir nokta gibi kalıyordu. Buzul dağları derin bir vadi ile doğusunda ki buzul dağı olan Kuzey Garasi ve Hakkari’nin güneyindeki Gera Baran’a arasına düşen bütün coğrafya bir nevi Zap oluyor.

Hırçın ve asilikleriyle tanınan bu dağlara yöre insanlarının verdikleri isimler bir ağıt gibidir. “Kure jaro” dağının ismi, bu dağda kaybolmuş bir gençten geliyordu. Gerillanın anlattığına göre, buralarda doğaya yenik düşmek bazen bir insanın ağzında çıkacak bir kelime gibidir. Siyah ve tırtıllı bir kaya ucunun beyaz dağlar arasında, bir heykel gibi duran şekli dikkatimi çekince, yanımdaki gerillaya ismini sordum. “Cehennem” deyince doğrusu yakışıyordu. Beyazlar içinde siyah bir imge veren bu dağ parçası herhalde cehennemlik bir şeydi. Bu dağa bu ismi veren bir Türk subayıymış. Operasyonda bir birlik ile buralarda kaybolunca telsizle konuşan üstlerine “cehennemde olduğunu” söylemiş. O gün bu gündür bu dağın adı cehennem olmuş.

Savaşın asker ve gerilla arasında sağladığı böyle tuhaf bir ilişki biçimi de var. 2008’de Zap’a yapılan güneş operasyonunda askerler ile gerillalar arasındaki ilk çatışma bu dağda yaşanmış. Türk ordusuna ait bir askeri birlik gerillalar tarafından imha edilmiş. Çukurca’nın üstüne kadar giden bu dağın genel adı “Çiyaye reşti”(kara dağ). Gerçekten çevresindeki buzul dağlar arasında simsiyah görünüyordu. Sınır karakollarından ilerleyen operasyon timleri cehennemin dibinde gerillalar tarafında vurulunca, askerlerin bir kolu kopup gerillanın pususun da işte bu cehennemin havası içerisinde, cehennemlik anılarını yaşamış.

Kışın sonlarına doğru küresel ısınmaya baş kaldırmış gibi bembeyaz gözüken dağların uçlarına vuran fırtına bu kadar mesafede derimize işliyordu. Buraların biçimini herhangi bir coğrafya ile karşılaştırmak zordu. Arazi sadece bir silsileden oluşmuyordu. Devasa bir genişliğin yanın da aynı şekilde bir sarp hali vardı. Kuzey Gara’dan kopup sınırın güney tarafına uzanan Heregol ve Şikefta Birindara zirveleri keskin bir hançer sırtı gibi parlıyordu. Diğerleri Allah dağlarıydı, yani “Tepe Xode” her halde o sarplık ve yüksekliğe en iyi yakışan isim buydu. İşte bu dağların kızı olan Zap suyu bunun için o kadar asiydi.

Coğrafyaya dalıp derinliklerinde kaybolmuşken gazeteci arkadaşımla kurye gerilla arasında bir yer hakkında sıcak bir sohbet başlamıştı. Kurye gerilla 97 Mayıs ayında ki operasyonunda düşürülen helikopterde ölen Türk subayının konuştuğu kayalıkları işaret ediyordu. Kurye gerillanın gösterdiği kayalıklar, o zaman tv’lerde konuşan subay ‘ teröristlerin ensesindeyiz Zap’ın üstündeyiz’ dediği yer oluyordu. Helikopteri, karşımızda duran Şikefta Birindara’da gerillalar tarafında düşürülmüş olan subay Zap’ı sadece Zap suyunun aktığı vadi sanmıştı.

Kurye gerilla ile yaptığımız sohbetimizden sonra kalbimin bir yerlerinde kalan ‘96 Zap cumhuriyetinin’ sembolik yerine doğru ilerledik. O zamanlar yüzlerce gerillanın gezdiği bu patikaların biçimi hiç değişmemişti. Sadece bazı yerlerde yeşil ot kümeleri vardı. Patika aynı patikaydı. Parlamento denilen mağaraya ulaşır ulaşmaz gazeteci arkadaşım fotoğraf çekmeye başlamıştı. Bu mağara sürgünde ki Kürt parlamentosunun ilk toplantısını yaptığı yerdi. Bazı yerlerine hırçın Zap suyu hasar vermişti. O an 96 yılında ağırlandığım mangayı merak ettim. Kurye gerilla ile oraya doğru gidip içine baktım. Eski jeneratör parçaları ile bir hortum vardı. yerde duran bir torbanın üzerine oturup bir sigara yaktım. Kafamdaki Zap bu iken, zirvede gördüğüm Zap’ın herhangi bir yerinde Alişer ve belki de binlerce gerilla vardı.

Zap sohbeti içerisinde ilerlerken bir gerilla kampına daha ulaşmıştık. Günün subayı denilen gerilla bizimle gelen kuryelerden geliş bilgimizi aldıktan sonra bizi içeri aldı. Bütün gerillalar eğitim görüyorlardı. Subay gerilla bize gerillaların Öcalan’ın “kapitalist modernite” adlı kitabının okunduğunu söyledi. Subay bizi bir mangaya götürdü. Sarp kayalıklar arasında kamuflaj bezi ile çevrilmiş manga sanki bir kaya parçasıydı. Gerillaların yaptığı kamuflajlı mangayı, uzaktan fark etmek imkânsızdı. Üst üste istiflenmiş eğitim broşürleri dikkatimi çekti. Oturmadan önce gidip broşürlere baktım. ‘Meşru savunmanın esasları’ logosunun altında PKK’nin kurucularından Duran Kalkan’ın ismi vardı. Hemen altında ‘heron ve pridatör casus uçaklarının özellikleri’ ile ‘Yahudiler ve milliyetçilik’, ‘finans ve aydınlatma çağlarının’ broşürleri dizi şeklinde devam ediyordu.

Biz oturur oturmaz subay gerilla elinde çayla içeri girdi. Bu dağ çayı yerini bulmuştu. İçer içmez yorgunluğunuzu üzerinizden gitmiş ve rahatlamıştık. Yarım saat geçer geçmez kapı dışında gelen seslerle içeriye 4-5 gerilla girdi. Yaşları ilerlemiş olan gerillaların yüzlerinde savaşın mizacı vardı. Kısa soru ve cevaplar sonunda birbirimizle tanıştık. Gerillada alışık bir hal olan gazetecilik ve siyasi süreç ilişkisini bir gazeteciden istemek çok normaldi. Adeta ‘sizin dünyanızda ne var’ dercesine, olan biteni bizden öğrenmek istiyorlardı. Bir siyasi sohbete dönüşen tartışmalardan uzak değillerdi, ancak çok net yargıları vardı. Savaşın geçmiş tarihinden, günümüze doğru sistemli bir siyasi bakışları vardı. Bir çok konu hakkında farklı görüşleri olabiliyordu. Her şeyi merak edip, sorularla öğrenmeye de çalışıyorlardı.

Son süreçte yaşanan Kürt siyasetçilerinin tutuklanmalarını konuştuk. “Asıl katalizör, Kürt sorunu ve muhataplarıdır. Türkiye gündemini hareketlendirebilecek tek siyasi güç Kürtlerdir. Ama maalesef siyasi polemiklere çekilip işin özünden uzaklaştırılmaları isteniliyor. Oysa Kürt siyasetçileri Türkiye’nin batısından, doğusuna kadar hitap edebilecek siyasi bir vizyona sahiptir” dediler. Dönem siyasetinin dili, yaşanan olayların faturasının birbirinin üzerine atan bir şekil aldığını söylediler. Siyasetçilerde akan kanı çok derinden hissetmeleri gerekiyor, diyorlardı.

Yılarca gerilla da kalmış olan gerilla Tekoşer, Garzan ve Dozdar, Osman Pamukoğlu’nun çokça dillendirdiği Hakkari dağlarında gerillacılık yapmışlardı. Gazeteci arkadaşım, Osman Pamukoğlu’ndan bahsedince üçü de gülmüş, biz ise pek anlam vermemiştik. Sonra Zap’ta Süleyman adında bir gerillanın olduğunu, kendisinin bu savaşı Osman Pamukoğlu’ndan daha iyi anlatabileceğini söylediler. Olay geçmiş süreç olunca, sohbet gerillanın anılarına dönüştü.

Tekoşer ‘gülleri dikin’ diyordu. Bu cümle bir telsiz şifresidir. Ama, yüzlerce askerin ölebileceği bir anda kullanılan bir telsiz konuşmasıdır. Derin Basya vadisine bırakılan bir asker taburunun kısa bir öyküsü. Yanlış anlaşılma olmasa bu taburun yarısını Basya suyu, diğer yarısını da gerilla vuracak. Hırçın Basya suyu,baharın başlamasıyla daha da hırçın bir hal alıyor. Gerillanın tam ortasına giren bir taburun bir tarafı uçurum diğer tarafı Adılbeg suyuna karışan Dalanper yada Çarçela karları ile hırçınlaşan su vardır. Tarihte İskender’in ordusunun kırıldığı meşhur Zağroslardı. Yaralı ve ölü askerlerle ağırlaşan asker taburu, komutanlarından “gülleri dikin” emrini alıyor. “Biz, nedir bu şifre, diye düşünürken suyun dalgalarına karışan asker cenazeleri ve yaralı askerleri gördük.” Askerlerin bir kolu kendi arkadaşları tarafından suya atılırken, gerilla Tekoşer de olayın şahidi olmuş. Gerilla Tekoşer “Biz bu şifreyi yanlış anlamamış olsaydık tv’lerde konuşan subay belki de, bugün yaşamayacaktı” dedi. Yani asker taburunun imhadan kurtulduğunu anlatıyordu.

Eski savaş anılarından, Hakkari dağlarında yaşadığı bir olayı anlatan başka bir gerillada Dozdar idi. 1994 deki kuzey Gara denilen buzul dağlarına indirme yapan Hakkari’de ki askerlerin bir doğa öyküsü. “Gerillayı Hakkâri dağlarında temizleyeceğim” diyen Türk ordusunun, buzul dağlarına çarpılmasını anlatan gerilla Dozdar, kardan donup ölen yüzlerce askerden bahsetti. “Öyle bir andı ki ne helikopter inebiliyor nede yerdekiler hareket edebiliyorlardı. Biz buna Enver paşanın Allahuekber dağlarında ki çıkartması diyoruz.” Evet her tarafta efsane komutanlar olarak ortalıkta gezen Türk genarellerinin gerçek kahramanlıklarını gerillalardan öğrenmek oldukça heyecanlı olmuştu. Saatlerce süren sohbetimize doyum olmuyordu. Ama bizimde ayrılma vaktimiz gelmiş ve harekete geçtik.

On dört yıl aradan sonra gezdiğim Zap’ta birçok şey değişmiş olasıma rağmen, gerillanın eskisine göre daha rahat oluşu dikkat çekiciydi. On dört yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de gerillada arkadaşlıklar edinmenin mutluluğu ile Zap’tan ayrıldım. Geride bıraktığım gerilla dostlarım ve harika Zap arazisi benim için unutulmayacak anılara sahip. Daha tanışamadığım yüzlerce gerilla ve hikayelerini belki bir çoğumuz duymayacak. Ama bir gerçek şudur ki; gerilla her geçen zaman da daha da güçlü tecrübelere sahip geleceğe dair daha kararlı bakmakta. Her bir taşında yılların anılarını taşıyan Zap yıkılmaz bir kale gibi gerillası ile birlikte ayakta kalarak dünyaya meydan okumaya devam etmekte.- ZEKİ SARI / DEMHAT TOLHİLDAN –ANF

Oryantalizm ve Postkolonizasyon -1

Batı’nın kendi dışında olana dair algısını analiz eden, belki de en sistematik ve kapsamlı çalışma, yirminci yüzyılın son çeyreğinde göründü.

                                                                                                                                GİRİŞ
 Batı’nın kendi dışında olana dair algısını analiz eden, belki de en sistematik ve kapsamlı çalışma, yirminci yüzyılın son çeyreğinde göründü. Edward W.Said, Orientalism(1978) adlı bu eserinde kadim Doğu-Batı ilişkisini yeniden ele almakta ama bu kez söz konusu ilişkinin tarihsel süreçteki niteliğini farklı bir bakış açısı ve yepyeni bir teorik düzlem eşliğinde tartışmaktadır.  O zamana kadar entelektüel arenada Doğu-Batı sorunsalı büyük oranda Avrupa sömürgeciliği, ırkçılık ve emperyalizm gibi geniş ve genel kavramlar altında, yakın dönem tarihsel olaylar ve güncel siyasi gelişmelerle birlikte ele alınırken, 1978’den sonra meselenin aslında hiç de göründüğü kadar basit olmadığı ortaya çıkmıştır. Said, Batı’nın mevcut siyasi, ekonomik ve kültürel tahakkümünün gerisinde çok köklü ve karmaşık bir mekanizmanın işlediğini fark etmiş, bu mekanizmanın alabildiğine uzun bir zaman diliminde izini sürerek, onun yapısını, içeriğini, düzenini ve sonuçlarını etkili bir üslupla gözler önüne sermiştir.
 Ağırlıklı olarak Foucault’dan aldığı teorik zemin bağlamında, Batı’nın, ötekisi olarak Doğu denen bir ölü icat ettiğini, bunun hayali bir coğrafya, kurgusal bir tasarım ve güç-merkezli bir algıya yaslandığını ortaya koymuştur. Foucault’nun bilgi ve güç arasındaki ilişkisi ve temsil kavramını, oryantalizme uygulayan Said, Doğu hakkındaki her türlü bilginin, onu işaretleyen, çevreleyen ve inşa eden bir söylemin (oryantalist söylem) nedeni ve sonucu olduğunu ve son kertede Doğu’yu Batılı gücün tahakkümüne ve sömürüsüne açma yönünde hizmet gördüğünü ileri sürmektedir. Bunun için yüzyıllara yayılmış metinsel devasa bir oryantalist külliyat birikmiştir. Doğu hakkında yazanlar, konuşanlar, siyasetçiler, seyyahlar vb. her biri oryantalist yapıya bir biçimde eklemlenmiş, onun kuşaklar arası aktarımı ve geçişkenliğinde kendilerine düşen rolü oynamışlardır. Bu nedenle söz konusu ilişki, metinsel bir ilişki olduğu için, oryantalizm de bir söylem olarak kavramsallaştırılmaktadır. Said’in deyimiyle, Doğu ile ilgili metinler Doğu’yu yaratmıştır.     
Said’in eleştirisi, bütün bir literatürü ‘oryantalist’ olarak tanımlamanın ötesinde onu, özellikle Michel Foucault’nun çalışmasını kullanarak, söylem ve iktidar teorileriyle ilişkilendirmeye çalışır. Bu ele alış biçiminde oryantalizm bir tahakküm söylemidir. Hem Avrupa’nın Ortadoğu’ya boyun eğdirmesinin bir ürünü, hem de bu süreçte kullanılan bir vasıtadır. Onu oluşturan fikirler –boyun eğdirilmiş halkların kültürünü ve tarihini inkar eden ve onların bu egemenliğine karşı meydana getirdikleri direniş sürecini görmezlikten gelen- bu çıkış noktası ve araçsallık yoluyla açıklanabilir. Oryantalizmi oluşturan fikirler bu egemenlik ya da emperyalizm projesi için kullanışlıdır.    
Oryantalizmin Tanımı
Oryantalizm Batı’nın veya Doğu’nun dışındaki bilgi merkezlerinin Doğu  (İslam, Çin ve Hind) kültür ve medeniyetini tanımak için açtıkları bir ilim ekolü olup, “Doğu araştırmaları” anlamında kullanılmaktadır.
     Avrupalı için Doğu, Avrupa’nın bir icadı olup, eski çağlardan beri insanlarda hülyalar uyandıran, garip izlenimler yaratan, kendine has yaratıkları ve manzaraları ile fevkalade deneyimlere yol açan bir yerdir.
    Amerikalılar için Doğu, Uzak Doğu’dur. Ve özellikle Çin ve Japonya’dır. Amerikalıların aksine Fransızlar ile İngilizler ve onlar kadar olmasa da Almanlar, Ruslar, İspanyollar, Portekizliler, İtalyanlar, İsveçliler uzun bir oryantalizm geleneğine sahiptir.  
“Çoğu Doğulu insan, Avrupalıları kendine güvenen, çok akıllı insanlar sanır. Ben ise her karşılaştığımda, her Avrupalıyı çok toy ve Doğu kültüründe yaşayamayacak kadar narin, saf ve donanımsız sayarım.” (A.ÖCALAN)
    Şarkı öğreten, yazıya döken veya araştıran kimseye Şarkiyatçı ya da oryantalist denir. Yaptığı şeyde oryantalizmdir.
    Doğu, Avrupa’ya bitişik bir kara olmanın yanında, Avrupa’nın en büyük, en zengin ve en eski sömürgelerinin bulunduğu yerdir. Kurduğu medeniyetlerin ve konuştuğu dilin kaynağı ve kültürel uzanımıdır. En önemlisi Doğu, Avrupa’nın ‘karşıt kalesi’ olarak kendini tesisinin en büyük yardımcısıdır. Bu yönleriyle Oryantalizm, kültürel hatta ideolojik bir açıdan, arkasında müesseseler, kelimeler, ilim, tasvirler, öğretiler hatta müstemleke (sömürge) bürokrasileri, müstemleke usulleriyle kavramlar olan bir sorgulama biçimidir.
    Sorunum ne Doğuculuk, ne de Batıcılık yapmaktır. Tarihsel toplumun bütünlüğünü, kesintisizliğini ve sürdürülme farklılıklarını birlik içinde doğru bir yoruma tabi tutmak temel endişemdir, emel ve çabamdır.
   Oryantalizmi bir sorgulama usulü olarak ele almaksızın ve Doğu hakkında söz söylerken bu sorgulamanın usullerine riayet etmeksizin başarılı olmak yani Doğu’yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve fikri bakımdan yönetmek imkânı yoktur. Yani Oryantalizm Şark söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giren ve tesir icra eden menfaatler örgüsüdür.
“Ortadoğu dışında hiçbir kültür alanında kapitalist moderniteye karşı direniş gerçekleştirilmemiştir. Gerçekleştirilse bile yutulmaktan, içinde erimekten kurtulamamıştır. Bu kıyaslama bile kültürel yapının tarihsel ve toplumsal kalıcılığını kanıtlamaya yeterlidir.” (A.ÖCALAN - DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU)  
 Oryantalizm, Avrupa’nın Doğu hakkındaki bir uydurması değil, Batı tarafından bilinçli vücuda getirilmiş ve nesiller boyu hatırı sayılır yatırımlara konu olmuş bir teori ve pratikler bütünüdür.
    Oryantalist Balfour’un ifadelerine göre, Mısır İngiltere’nin bildiği nesnedir, İngiltere Mısır’lıların kendi kendini yönetemeyeceğini bilmektedir ve Mısır’ı işgal ederek bunu teyit etmiştir. Mısır medeniyeti İngiltere idaresine girmekle mümkündür.
    Balfour’a göre Batı’lılar vardır, birde Doğu’lular vardır. Birinciler hükmederler, ötekiler hüküm altında olmalıdırlar, bu da ekseriye ülkelerin işgal edilmesi, iç işlerine tam müdahale, can ve mallarını şu ya da bu Batılı gücün eline bırakması demektir.
 “ İskender’in yaşamı bizzat bir Doğu-Batı senteziydi. Tabii ki o dönem hakim kültürlerin senteziydi, ama yine de önemliydi. Tarih bir daha o denli büyük bir kültürler sentezine tanık olmamıştır. Buna günümüzde dahildir.” ( A.ÖCALAN) 
  Batılı oryantalistlere göre Doğu mantıksızdır, dinsiz olup azgındır, çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Avrupalı makuldür, fazıldır, olgun ve normaldir.
    Oryantalizm pozitif bir doktrinden ziyade düşünceye getirilmiş bazı sınırlamalar olarak anlaşılmalıdır. O, entelektüel bir kudretin ifadesidir.
    Çağdaş oryantalist’e göre gerçek insan Batılıdır. Doğu nimetlerinin kullanım hakkı da öncelikle bu gerçek insana aittir. Onun gözünde Doğu’lu: deve üstünde, eli kamalı, ukala, her türlü ahlaksızlığa eğilimli, şehvet düşkünü bir insandır.
    “Günümüz Ortadoğu’sunda Avrupa modernitesini eleştirmek, hatta radikal İslamla şiddete dayalı olarak karşı çıkmak moda olmuştur.”(A.ÖCALAN DEMOKRATİK UYGARLIK)
    Oryantalizmin en büyük hatası başka bir kültürü, milleti ya da coğrafi bölgeyi önemsememesi ve ona zaafından ayrılmayan, değişmeyecek kusurlar atfetmesidir. 
     Said oryantalizmi tam olarak tanımlamaz, daha ziyade farklı ve her zaman birbirleriyle uyumlu olmayan çeşitli bakış açılarından nitelendirir ve işaret eder. Oryantalizmin üç tanımını yaparak, analizlerinin omurgasını oluşturan tarihsel genellemelere girişir. Bu tanımlardan birincisi, oryantalizm oryantalistlerin yaptıkları ve yapmakta oldukları şeydir. Bir oryantalist ‘Doğu’yu özgül ya da genel yönleriyle öğreten, hakkında yazan ya da araştıran kimseye’ denir. Bu grubun içerisine akademisyenler ve hükümet uzmanları girer: filologlar, sosyologlar, tarihçiler ve antropologlar. İkincisi, oryantalizm ‘ Doğu ile Batı  arasında yapılan ontolojik ve epistemolojik bir ayrıma dayalı düşünme tarzıdır’. Doğu ile Batı arasındaki temel bir ikili karşıtlığı ifade eder. Son olarak, oryantalizm ‘ Doğu’yla uğraşan ortak bir kurumdur’ ve bu kabaca on sekizinci yüzyılın sonlarını takiben gelen sömürge çağında ‘Doğu’ya egemen olan, Doğu’yu yeniden yapılandıran ve onun üzerinde otorite kuran’ gücü elinde bulundurur. Bu üçüncü tanım diğer ikisinin aksine sıkı bir birey ötesi, kültürel düzeyde oluşturulmuş ve Doğu hakkında söylenebilecek ya da yazılabilecek her şeyi örgütleyebilecek ve büyük oranda belirleyebilecek ‘ muazzam düzeyde sistematik’ bir mekanizma sunmaktadır.
   “Kendimi modernite karşısında gözlemlerken, büyük çelişkiler içinde kaldığımı fark ediyorum. Bunun iki nedeni vardır: birincisi, klasik Ortadoğu kültürünün etkisidir. Bu kültürün kapitalist moderniteyle köklü çelişkileri vardır. Her şeyden önce bu kültür topluma öncelik vermede çok radikaldir. Bireycilik toplumda kolay kolay yüz bulamaz; toplumsal bağlılık kişilik değerlendirmesinde temel bir ölçüttür. Toplumlarına bağlılık hepten yüceltilmiştir. Bunda din ve geleneğin etkisi güçlüdür. Ortadoğu’nun geleneksel hiyerarşik ve devlet kültürü bu algılamada da çok etkilidir. Bu özelliklerin toplam etkisi nedeniyle dış kültürlere, bu arada modern kültürü kolay teslim olmaz. Daha doğrusu içinde zor asimile olur.”( A.ÖCALAN - DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU)
    Burada hemen göze çarpan bir nokta, Said’in ‘ tanımları’nın birincisinde ve üçüncüsünde oryantalizmin, Doğu diye adlandırılan bir şeyle ilişkilendirilirken ikincisinde Doğu’nun salt sorgulanabilir bir zihinsel işlemin ürünü olarak var olmasıdır. Said sık sık bir metnin ya da geleneğin Doğu’nun gerçek ya da sahici bir özelliğini çarpıttığını, tahakküm altına aldığını ya da görmezden geldiğini söyler. Fakat başka bir yerde ‘gerçek bir Doğu’nun varlığını yadsır ve bu hususta Foucault’a ve zikrettiği diğer radikal temsil eleştirmenlerine daha sıkı bir bağlılık sergiler. Hatta ‘Doğu’da yer alan kültürlerin ve ulusların… bunların yaşamlarının, tarihlerinin ve geleneklerinin ham gerçekliği’ne kısa bir atıf yapılmasının dışında bir şeyin olmaması, kendi cephesinden anlamlı bir yöntem tercihini ifade etmektedir. Oryantalist gayr-ı sahiciliğe bir sahicilikle karşılık verilmez. Dolayısıyla Said neredeyse totolojik ifadelere (örneğin sık sık dile getirdiği, oryantalist söylemin ‘Doğu’yu doğulaştırdığı’ yorumu) ya da yararsız saptamalara  (örneğin, ‘oryantalizm görünürde Doğu’ya uygun mecburiyetlerin, bakış açılarının, ideolojik eğilimlerin egemen olduğu düzenlenmiş ( ya da Doğululaştırılmış) bir yazım, bir görü ve inceleme tarzı olarak görülebilir’) başvurmak zorunda kalır.
 “Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof oryantalizm türevidir.  Kapitalizmin zafer mekânı kuzey batı Avrupa’nın sahilleri ve İngiltere adasıdır. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlediği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şuan gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G.W. Bush ne kadar İskender ise, Ahmedi Necad da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Tolumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.” (A.ÖCALAN) 
Ali Rızgar

Kırgızistan’da radikal devrimler, sıradan sonuçlar

RAHMİ YAĞMUR / 
BİŞKEK - Eski Sovyet Coğrafyasının en yoksul ülkesi olan Kırgızistan, radikal ayaklanmalar ve rejim değişikliğine yol açmayan keskin ihtilallerle herkesi şaşırtıyor. Orta Asya’nın bu küçük ülkesinde muhalefet ile iktidar arasında baş gösteren gerginlik, 12 saatlik radikal, hızlı ve heyecanlı bir ihtilalle sonuçlandı. Onlarca kişi öldü, yüzlercesi yaralandı. Ülkede kendini Sosyal Demokrat olarak tanımlayan muhalefet, Kurmanbek Bakiyev iktidarını devirerek yeni ve geçici bir hükümet kurdu.

Ülkede baş gösteren ayaklanmada süper güçlerin çıkar çatışmalarının yanında, özgün sosyal bölünme ve ağır ekonomik koşullar da önemli rol oynuyor. Ancak ihtilallerin sonuçları; sıradan bir demokraside ve sıradan bir seçim ile yapılacak bir yönetim değişikliğini aşmadığı için ciddi ve kalıcı iyileşmelere ve farklı rejimlere yol açmıyor. Yine ihtilaller ülkedeki Kuzey-Güney bölünmesinin üzerine gelişip onu derinleştirdiği için iç savaş riskleri taşıyor.

KUZEY-GÜNEY BÖLÜNMESİ

2005 yılında CIA’nin desteği ve kitlelerin radikal bir ayaklanmasıyla başa gelen Kurmanbek Bakiyev kısa sürede kendi klanı ile yeni bir saltanat kurdu. Ülkeyi kendinden önceki Asker Akeyev’den çok daha kötü yönetti. Zaten yoksul olan ülkede halen işsizlik düzeyi yüzde 50’lerin üzerinde yer alırken, yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı üçte biri aştı, dış borçta artış yaşandı. Ülkedeki yolsuzluk ve gelir adaletsizliği sürerken su ve elektrik gibi halkın temel ihtiyaçlarına getirilen yüksek zamlar rahatsızlıkları artırdı. Demokratikleşme konusunda ise geçmişten çok kötü bir tablo ortaya çıktı.

Bütün bunların yanında 2005 ayaklanmasıyla politik karakter taşıyan Kuzey-Güney arasındaki sosyal ve kültürel bölünme derinleşerek sürdü. Güney ile Kuzey arasında kültürel ve refah düzeyi açısından büyük bir fark yaşanıyor. Güney toplumu Kuzeye göre daha gelenekselci ve tutucu. Kuzeyde yaşayanlar Güneyin geri bırakılmışlığını gerekçe göstererek onları yönetme eğilimi göstermesi, ülkedeki coğrafik ve sosyal ayrışmayı politik bölünmeye dönüştürdü. Özellikle Sovyet sonrası iktidar savaşlarıyla bu politik bölünme giderek derinleşiyor.

Bakiyev’in kendi memleketi olan Oş ve Celelabat gibi bölgelere yönelik daha fazla yatırım yaparak, politik ve bürokratik kadrolaşmayı bu alandan gerçekleştirmesi, kuzeylilerde kızgınlığa yol açtı.

Ülkedeki bu ekonomik ve kültürel bölünme süper güçlerin bölgesel egemenlik arayışlarından doğan müdahalelerle birleşince radikal ayaklanmalara da zemin oluşturuyor. Bu işsizlik ve yoksulluğun yol açtığı sınıfsal farklarda ekleniyor. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’ın; Orta Asya’nın diğer ülkelerine oranla daha çok ayaklanma, çatışma ve devrimler yaşanması, Sovyet sonrası artan yoksulluğun da önemli etkisi var.

RADİKAL VE KANLI AYAKLANMALAR

Bu sorunların birikmesi ve yarattığı gerginlik 9 ay önce yapılan seçimlerde ortaya çıkan yolsuzluklarla daha da gerginleşti. Kitlelerdeki hoşnutsuzluklar ve Rusya’nın desteğini alan Muhalefet 27 Martta iktidara 17 maddelik koşul öne sürdü. Bu koşulların en önemlisi; muhalefet üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması, elektrik ve su gibi temel ihtiyaçlar konusunda yapılan zamların geri alınması ve yolsuzlukların önüne geçilmesini kapsıyordu.

Buna ek olarak tarihsel ve geleneksel olarak önemli bir toplumsal kurum olarak bilinen Aksakallılar heyetinin iktidarın dış politikanı suçlayan sert bir bildiri yayınlayınca ülkedeki durum daha da gerginleşti. Ancak Bakiyev yönetimi, uyarıları dikkate almak yerine muhalefet liderlerini tutuklayınca ayaklanmalar başladı. Salı günü başlayan küçük gösteriler Çarşamba günü ihtilali andıran görüntülere dönüştü. Onlarca kişi öldü yüzlercesi yaralandı. Kırgızlar at üstündeki “talancı barbar” geçmişlerine yakışır şekilde bir ayaklanma yaptı. Kitlesel taşkınlıklar olsa da parlamento, istihbarat ve ordunun ana karargâhlarını ele geçirmesi ve devlet başkanlığı birasını işgal etmesi ayaklanmanın oldukça planlı yönlerine de işaret ediyor.

Şu anda geçici olarak devlet başkanlı koltuğuna eski dışişleri bakanı Roza Otunbayeva otursa da, muhalefet adına en güçlü isim; Ata-Meken partisinin Başkanı Ömürbeg Tekebayev olarak görülüyor.

Ancak bu ülkeden gelen bazı bilgilere göre Oş ve Celal-Abat gibi kentlerdeki kitleler iktidarın yeniden kuzeylilerin eline geçmesinden son derece rahatsız olduğu söyleniyor. Celal-Abat’taki gösteriler de bunun göstergesi. Ancak bölgeler arasındaki fark etnik ve dini olmadığı için bunan bir iç savaşa dönüşmeyeceği tahmin ediliyor.

DIŞ POLİTİKADA RADİKAL DEĞİŞİKLİKLER OLACAK MI?

Asya’nın kontrolü, Afganistan ve Pakistan’daki savaşlara hayati lojistik destek sağlama ve enerji ulaşımı açısından önemli bir yere sahip Kırgızistan’da, yeni iktidarının izleyeceği dış politika ayaklanmanın bir nedenini daha aydınlatacağı gibi, uluslar arası dengelere yapacağı etki açısından da merak konusu. Bu ülke 2005 yılından beri Türkiye’nin arabuluculuğu ile ABD’nin askeri ve istihbarat merkezine dönüşmüş durumda. Özellikle son yıllarda Afganistan’a lojistik, personel aktarımı ve Asya’nın büyük ülkelerine karşı istihbarat merkezi olarak kullanılıyordu. Bu ülkenin yürüttüğü dış politika Batılı büyük güçlerin ideolojik ve politik eğilimlerinin doğru anlaşılmamasından kaynaklanıyor. Onlar ABD’nin de SSCB gibi onların ekonomik yüklerini omuzlayacağını yanılgısını taşıyordu. Ancak Kırgızistan, Ukrayna ve (henüz tam açığa çıkmasa da) Gürcistan ABD yanlısı politika izlemeye başladıktan sonra da mali destek alıp, ekonomik sorunlarını aşamadılar. Çünkü Batı Sovyetler gibi küresel politika ve küresel yönetimde yoksul ülkelerin ekonomik sorunlarını omuzlamıyor. Tam tersine sömürgeci eğilimlerini eksiksiz sürdürüyor. Bu gelişmeler yoksul ülkelerin ABD ve Batıyla olan ilişkilerini gözden geçirmesine yol açıyor.

Ancak yine olanları ABD ve Batı'nın yeni Avrasya Projesinin çöküşü olarak değerlendirmek için erken. Muhalefetin eğilimleri ve Rusya’nın ilk yaklaşımlarından Rusya yanlısı bir ihtilal olduğu yönünde genel kanı olsa da, yeni iktidar değişiklikleri Ukrayna’da görüldüğü gibi dış politikada da radikal değişikliklere yol açmıyor. İçerde kapitalist rejimin korunması uluslar arası entegrasyonu sürdürmeyi zorunlu kılıyor ve büyük güçler arasında denge politikası yürütmek daha akli bulunuyor.