13 Eylül 2010 Pazartesi

ABD Irak'tan çekiliyor ya sonra…

ABD Irak’tan güçlerini çekmeye başladı. Bu stratejik bir değişiklik mi yoksa taktik mi? ABD 7 yıl içinde Irak’ta neler yaptı, gerisinde nasıl bir ülke bıraktı? Kürtler bu süreçteki tarihi fırsatları nasıl kaçırdı?

Irak savaşı, askeri geri çekilme ve bu ülkenin geleceği; 21. yy. Amerikan müdahaleciliğinin karakterini ve uluslararası ilişkileri anlama açısından önemli ve tarihi ipuçları taşıyor. ABD Irak’ta tarihin en farklı, en karmaşık, en acımasız ve en çirkin savaşını yürüttü. Zaten cepheden direnemeyecek Irak ordusunun dağılmasından sonra kendisine karşı gelişen direnişin (Vietnam’dakine benzer) geniş ve bütünlüklü bir cepheye dönüşmesini önlemek için karmaşık bir askeri ve politik strateji uygulayarak bu ülkenin tüm dinamiklerini bir iç çatışmaya sürükledi. Koca bir ülkenin nüfusunu küçük ordulara böldü ve her sokağını amaçları farklı bu küçük ordular için bir savaş meydanına dönüştürdü.

İlk çekilme sürecinin tamamlanması ile hükümet kurma girişimlerindeki başarısızlık karmaşık duruma ilişkin bilinmezlikleri biraz daha çoğalttı. Siyasi belirsizlik ve otorite boşluğu bölge ülkelerinin müdahaleleri bunu biraz daha derinleştiriyor. Ancak bu bilinmezlikler ABD içinde geçerli olduğunu düşünmek yanlış olabilir. ABD kendisi için uluslar arası prestij kaybı, ekonomik harcamaya mal olmuş devasa bir enerji kaynağını ve müdahaleyi sürdürmek istediği bölge için önemli bir üssü terk edip gitmiyor.

ÇEKİLME SAVAŞIN SONU DEĞİL

Bu yüzden var olan çekilme sadece kısmi bir askeri çekilmedir. Geride 50 bin muharip güç, özel güvenlik şirketi, paralı özel güçler, askeri teknoloji, hava gücü, binlerce uzman kadro, kendisine bağ(ım)lı politik elit, Amerikan özel kamplarında eğitilmiş 10 binden fazla kadro ve ABD küresel gücünün yarattığı güvenceyi bırakıyor. Bu güçle bu ülkedeki çatışmaları ve politik süreçleri yönetebileceğini düşünüyor. Ayrıca bunu Irak savaşının sonu olarak görmek bir yanılgıdır. Çatışmalar bir süre daha ve gerekli olduğu zaman sürecektir. Ancak artık Washington bu çatışmaların dışındaymış gibi görünecek. Böylece ortaya çıkacak retoriği, (geçmişte) sağ muhafazakârların yarattığı prestij kaybını önlemeye ve Obama ile başlayan Küresel Amerikan imajının inşasında kullanılacak. Zaten Washington Irak’ta önceki çağlara ait kaba sömürgeciliğe niyeti yoktu. Gerçek amacı Küresel sömürgecilik döngüsü önündeki temel direnç noktaları (ki bunlar her zaman ilerici değil) kırmaya yönelikti. O dönemki pentagon haritasının bu savaşın büyük bir bölgeyi düzenlemeye yönelik uzun süreli bir mücadelenin ilk adımları olduğunu açıkça vurgulamıştı. ABD’nin politikasında stratejik bir değişiklik yok taktik aşamalar var.

Başta Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari olmak üzere Amerikan güçlerini ülkede kalmasına yönelik Iraklı yetkililerin yaptığı açıklamalar Washington’dan bağımsız değil. Bunlar 2011’deki tam çekilmeyi önlemeyip özellikle Kerkük ve Musul’daki ABD askeri varlığını kalıcılaştırmayı amaçlıyor.

HÜKÜMET İÇİN EN BÜYÜK ENGEL TAHRAN

ABD Askerlerinin bir kısmının çekilmesi ciddi otorite boşluğu yaratmayacaktır ama bu yapılırken yeni bir hükümetin kurulamaması ve Şii siyasi yapıları arasındaki çelişkilerin sürmesi diğer grupların amaç ve aktiviteleri dinamik sürecin devam etmesine yol açacaktır.

Yeni hükümetin kurulmaması sadece gruplar arasındaki etnik, dini, politik ve ideolojik çelişkilerden kaynaklanmıyor aynı zamanda oluşumları karakterini şekillendirmeye yönelik dış müdahalelerin de önemli etkisi var. ABD Mart seçimlerinde - müdahalenin başından beri desteklediği Şii Laik liberal lider Iyat Allavi’yi önemli bir güç yapmayı başardı. Ancak onu gerçek anlamda hükümetin başına koymayı henüz başaramadı. Nuri El Maliki'nin başında bulunduğu Irak Milli İttifakı’nın girişimlerini ise kurulacak geniş tabanlı bir Şii yönetimin Tahran’ın etkisine girebileceğini düşünerek engelliyor.

Maliki'nin ikinci dönem görevde kalması konusundaki ısrarı dayandığı ittifak tarafından da fazla benimsenmediğinden hükümet kurma çalışmaları yılın sonuna kadar sürebilir. Washington Allavi’nin ve Hukuk Devleti Partisinin öncülüğünde ülkede kontrolü sağlayabilecek ve en önemlisi Tahranın ve Şam gibi merkezlerden gelen müdahalelere karşı koyabileceğini düşünüyor.

Ancak ulusal bir hükümet kurmadaki gecikme ülkedeki güvenliği ciddi anlamda riske ettiği ve ciddi belirsizliklere yol açtığı açıktır. Son dönemlerde yapılan kanlı saldırılarda bunun göstergesi. Ancak bunun (kendiliğinden) potansiyel bir aç savaş çıkacağına ilişkin kaygılar için erken sayılabilir.

Ama ülkedeki ekonomik durum için son dere önemli

Şüphesiz ki savaş bu ülkeyi enkaza çevirmiş durumda. Devlet enerji gelirleriyle ayakta durmaya çalışıyor Üç milyondan fazla insan devlette istihdam edilerek canlı tutulmaya çalışılıyor. Gelen petrol gelirlerinin bir kısmı bunlara, emeklilere harcanırken bir kısmı yoksullara yönelik uygulanan gıda programını finanse etmeye gidiyor. Ülkedeki ekili tarım arazisi büyük oranda küçülmüş durumda. Alt yapı, elektrik son derece kötü, eğitim ve sağlık kurumlarının rehabilitasyonuna yönelik çalışmalar son derce zayıf.

Şiddet siyasal ve toplumsal çelişkilerle örülü yolsuzluklar devam ediyor. Eğer hükümet kurulamazsa bu sorunların giderilmesi de mümkün değil.

BÖLÜNMÜŞLÜK SÜRÜYOR

Irak dinamikleri riskli ve kaygılı ruh hallerini koruyorlar. Her birisinin diğerine karşı beslediği korku nefret ve belirsizlik ilişiklilere damgasını vuruyor. Örneğin Suniler korkuyorlar, çünkü çekilmeden sonra kendilerinin geleneksel düşmanları Şiilerin kaderine terk edildiklerini düşünüyorlar. Öfkeliler çünkü ekonomik ve politik olarak dışlandıklarını düşünüyorlar. Bu yüzden daha saldırgan hem de tedirgin bekleyişlerini sürdürüyorlar. Ama Suni Apar kimliği yerine Irak milliyetçiliğini savunan Baasçıların kurduğu direniş grupları, radikal İslami eğilimleriyle Irak El Kaide’si ve ABD’yi destekleyen aşiretlerden oluşan Uyanış Konseyleri grupları arasında ideolojik olarak bölünmüş, gerçek bir liderlikten yoksun ve yasal temsil konusunda oldukça zayıf düşmüş haldeler.

Şiiler demografik avantajları ve Tahran’ın da desteği ile Irak’ı yönetmekte ısrarlılar. Ülkenin tarihindeki siyasal katılım ve iktidar tecrübeleri yetersiz, henüz kurulmaya çalışılan liberal demokratik işleyişten ve kültürden yoksunlar. Ayrıca aralarındaki politik bölünmelerle güçlü bir iktidarın oluşumunu engelliyor. Sivil politik zemindeki durumları bu iken Sunilerden gelebilecek yeni bir saldırı dalgasına karşı Mehdi ordusunu hayaletlerini de yeryüzünde tutuyorlar.

KÜRTLER TARİHİ FIRSATI DEĞERLENDİREMİYOR

Kürtler Irak savaşına haklılık kazandıran(az sayıdaki) motiften en güçlü olanıdır. Ancak onlar stratejik olarak temel haklarını ve tartışmalı halde tutulan kendi topraklarını kalıcı olarak elde etmek yerine pratik olarak ekonomik gelirlerini artırarak Mimari ve kurumsal bir inşa sürecini daha fazla önemsiyorlar. Kerkük ve Musul gibi kendi tarihi topraklarını elde etme konusunda yeterince cesur davranmadılar. Yine kendi bölgelerindeki ulusal bütünlüklerini bile oluşturmada yetersiz kaldılar. Tarihsel olarak dışlanan Ezidi ve Şii Kürtler (Lor’lar) ile kültürel ve ideolojik bir bütünleşme sağlamaya ve onların güvenlikleri sağlamada inandırıcı olamadılar. Oysa örneğin Şii Kürtlerin mezhepsel farklılıklarına rağmen güçlü ulusal duyguları mevcuttur. Yine Ezidi Kürtlerine mezhepsel tepkileri giderip bütünleşmelerini sağlamada gerekli başarıyı sergileyemediler. Oysa bu Kürdistan’ın koparılmaya çalışılan önemli bazı bölgelerin politik entegrasyonu için de son derece önemliydi. Hatta kendi içlerinde güçlü bir demokratik kültür yaratmak yerine yeni politik bölünmeler yaşama riskleri taşıyorlar.

Şüphesiz ki Kürtler bu günkü güçlü pozisyonlarını- reel politik bir yorumla- Irak içindeki Sünni ve Şiilerin dağınık örgütsüzlüklerinden alıyor. (Tıpkı daha önce tersinden yaşandığı gibi) Bu onların Kürtlere karşı gerçek düşmanlıklarını hayata geçirecek güçten yoksun tutuyor.

Elbette ki bu ilelebet sürmeyecek. Ama Kürtler işgalin başından beri yaptıkları hatayı sürdürüyorlar. Yani Kürdistan için yaşamsal anlamı olan bölgelerinin yönetimini ele almada ve Bağdat’taki pozisyonlarını güçlendirerek federasyon yasalarını güçlendirmede yetersizlik yaşıyorlar. Ekonomik kalkınma politik ve hukuksal dayanaklardan geleceği olmayan bir lüksten ibarettir. Bütün bunları bu halkın tarihi özelliklerine yorumlayabiliriz ancak Kürtler bu yanlış kaderi ret edecek doğru zamandadır.

Diğer devletler Kürtlerin enerji politikasını kabullenmelerine rağmen ulusal özerkliklerini güçlendirecek girişimlere mesafeli yaklaşıyor. Bölgesel güçler ise Kürtlere karşı tarihsel düşmanlıklarını sürdürüp sürekli taciz ve müdahalelerle istikrasızlaştırma ve zayıflatma çabalarını sürdürüyor.

Bunlar Kürtlerin ABD güçlerine bağımlığını sürmesine ve geleceğinde belirsizliklere yol açıyor. Elbette ki PKK’nin varlığı ve diğer parçalar için olduğu gibi Güney Kürdistan için de önemli ve doğal bir teminat yaratıyor. Ancak Kürtlerin Bağdat’ta kurulacak iktidara gerçek bir ortak olmayı, kendi doğal sınırlarını ulaşmayı ve dış müdahalelere karşı dayanıklı askeri ve siyasi bir kurumlaşmayı ortaya çıkarmaya mecburdurlar.

ÇATIŞMALAR SÜRECEK

Irak direnişi yayılma hızı, büyüklüğü ve yarattığı sivil kayıplar açısından dünyanın en farklı direnişlerinden birisiydi. Bu ülkedeki çelişkiler çatışma potansiyelini diri tutuyor. Kırılgan dengeler üzerine kurulmuş ordu, politik yapı ve kurumlar sokaktaki güvenliği ve dış müdahaleleri önleyebilecek durumda değil. Sünniler Irak hükümeti ve Şii gruplara karşı büyük bir saldırı başlatacaklarına dair çok sayıda tahmin yapılıyor.

Hükümet kurma girişimlerindeki başarısızlık doğal olarak saldırıları tetikledi. Temmuz ayında 535 kişi öldürülmesi ve 1000'den fazla kişinin yaralanması bu ayki rakamların ise şimdiden bunu geçmesi çok şey anlatıyor. ABD’nin son yıllarda doğu toplumlarının sosyo- politik yapısı, örgüt ve ekip eğilimlerinden, liderlik rolleri üzerine yorumlar yapıp hedef olarak belirledi. Ancak bunda istediği sonuçları alamadı. El Kaide sorumlularından Zarkavi’ye yönelik saldırıda belli bir sonuç alsa da El Masr El Bağdadi'nin öldürülmesi aynı sonuçları doğurmadı. Bu taktiği sadece birinci derecedeki liderlikleri değil bölge komutanlarını da hedefledi. Bunlardan 32’sini vurdu. Ama hızlı örgütlenen otonom hücreler, aynı hızla eylem inisiyatifi alarak bunun başarılı olmasını engelledi. Bizzat ABD askeri yetkilileri bu örgütlerin yapılan saldırılardan sonra çok hızlı şekilde toparlandığını ve saldırılarını sürdürdüklerini itiraf etti.

Irak’ta zafer hiçbir zaman tam olarak askeri taktik teknoloji ve niceliğe bağlı olmadı. Ortadoğu’da savaş orduların klasik caydırıcı gücüyle belirlenmiyor. Siyasal ve toplumsal çelişkilerin doğasında başlıyor ve orda bitiyor. ABD bu çelişkileri savaşı derinleştirmek, hedefleri karıştırmak için kullandı ama önlemek için kullanmada başarılı olur mu bilinmez?

ANF NEWS AGENCY

BDP PKK Açılımı Yapmalıdır

Kürdistan, referandum süreci ve sonucundaki boykot tavrıyla Türk Cumhuriyetini tanımamıştır. Bu aynı zamanda Özerk Kürdistan açılımının siyasi meşruiyetini de sağlamıştır. Boykotla birlikte Kürdistan siyasi özerkliğini elde etmiştir.

Ayrıca geliştirilen boykot tavrıyla birlikte PKK`nin meşruiyeti de Kürt halkı tarafından oylanmış ve onanmıştır.

Sayın Abdullah Öcalan`ın siyasal, askeri, ekonomik, diplomatik, hukukî ve kültürel olarak temellendirdiği Özerk Kürdistan açılımının siyasi boyut kapısı açılmıştır. Bence bu fevkalade büyük bir fırsattır. Çünkü artık aralanan şu kapıdan içeri girip diğer açılmamış kapıların açılması mümkün ve kolay hale gelmiştir.

Demokratik Toplum Kongresiyle kısa süre önce fikri ilanı yapılan Özerk Kürdistan şu saatten sonra fiili ilana geçmelidir.

Bunun nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili aslında yeni bir şey yazmaya gerek yoktur. Bu yazıyı yazmamın sebebi sadece bu konuyu çok önemli bulmam ve tekrar güdeme gelmesini sağlamaktır.

Sayın Hasan Bildirici Kosova ve Kürdistan başlıklı yazısında Kosova pratik örneğinde şöyle ifade etmektedir:

Örneğin Özerk Kürdistan ilan edileceği söyleniyor. Özerk Kürdistan ilanı nerede ve kimler tarafından yapılacak?

Özerk Kürdistan ilanı, savaş ilanı değildir. Silahlı bir eylem de değildir. Her şeyiyle baskı altında olan bir ulusun kendisi olarak yaşama beyanıdır. Bu beyanı, dünyaya BDP ve Kürt Belediye başkanları açıklamalıdır. Onlar seçilmiş insanlardır. Bu açıklama, Diyarbakır merkezli yapılmalı ve PKK de Diyarbakır merkezli yapılan bu açıklamaya uyacağını söylemeli, bu iradeye yönelik yapılacak saldırıları karşılama niyetinde olacağını açıklamalıdır. (Hasan Bildirici,
http://www.kurdistan-post.org/Niviskar-op-viewarticle-artid-2315.html)

Sayın Abdullah Öcalan da açıklamalarında üç pratik öneriden bahsetmektedir:

1- Birincisi Kürtlerin karar mekanizması olacak, parlamento benzeri bir kurum.



2- Bunun bir de icra ve yürütmesi olmalıdır, ikinci önerim budur.



3- Üçüncüsü ortak bir özsavunma gücünün oluşturulmasıdır. Bu da çok önemlidir.

(1, 2, 3
http://www.kurdistan-post.org/modules.php?name=News&file=article&sid=37259)

Evet aklın yolu birdir sözünden yola çıkarak, bir an önce bir Kürt Ulusal Konseyinin kurulması gerekmektedir. Siyasal meşruiyetini elde eden Kürt iradesi için bunun tam zamanıdır.

BDP, bir an önce halk desteği ve diğer Kürdistani kuruluşların da desteğiyle Özerk Kürdistan parlementosunu Diyarbakırda kurmalı ve PKK`yi Kürt halkının ve Özerk Kürdistanın resmi Halk Savunma Gücü olarak tanımlamalı ve duyurmalıdır.

Kürt halkı ve topraklarına karşı yapılacak her saldırının illegal olduğu ve buna karşı Özerk Kürdistan Savunma Güçlerinin özsavunma ve karşı saldırı hakkının olduğu resmi Özerk Kürdistan Parlementosu kararı olarak alınmalıdır.

Türkiyede yapılan referandumla birlikte PKK de meşruiyet referandumuna tabi tutulmuştur. Ve netice de 5 milyona yakın Kürt halkı BDPyle aynı tabanı ve siyaseti paylaşan PKKyi desteklemiştir. 5 Milyonluk bir nüfüs bugün bir çok avrupa devletlerinin nüfüsundan çok daha yüksek bir sayıdır. Dolayısıyla 5 milyon halk desteği olan bir örgütü, terör örgütü olarak nitelemek hiç kimsenin haddi değildir.

BDP, PKK nin halk destekli bir savunma örgütü olduğunu, yapılacak saldırılara karşı meşru özsavunma hakkının olduğunu ve silah bırakmak bir yana barış olsa bile, onun kurulacak Özerk Kürdistanın savunma gücü olacağını bütün bir açıklıkla duyurmalıdır.

Özerk Kürdistan açılımına paralel olarak PKK açılımı başlatılmalıdır. BDP, kendisiyle aynı tabanı paylaşan PKKyi kendi şahsında meşrulaştırmalıdır.

İnşallah siyasi boyutu tamamlanan Özerk Kürdistanın, askeri boyutu da gerçekleştiğinde Kürt halkının özgürlüğünün önünde bir engel kalmayacak.



Yakup Özbey
yakup_oezbey@hotmail.de

Referandum Sonucu

Oylama yapılmadan önce referandum üzerine yazdığım yazılara ters düşecek hiçbir sonuç çıkmadı. 26 Ağustos 2010 tarihinde yazdığım "evetçiler" adlı makalede şöyle demiştim.

http://www.kurdistan-post.com/modules.php?name=Niviskar&op=viewarticle&artid=2364
"Size şimdiden referandum oylamasının sonuçlarını söyleyeyim. Eğer gerçekten BDP referandumu boykot ederse, En yüksek "evet oyu" Kürdistan’da çıkacaktır. Çünkü Kürdistan’da "hayırcılar" yoktur. Türkiye’de ise en yüksek "evet" oyu Türk gericiliğinin hakim olduğu Sakarya, Konya, Trabzon, Gümüşhane, Rize, Bursa… gibi yerlerden çıkacaktır…Her yer Sakarya olacaktır yani."
Boykot oyları çıktıktan sonra en yüksek evet oyu, Kürdistan’dan çıkmıştır. Söylediğimiz gibi, Kürdistan’da "hayırcılar" yoktur. Örgütlü olan muhafazakar Türklüktür. Türk devletinin dinsel ve ırksal muhafazakar kanadı orduyu Kürdistan’da tetikçi olarak kullanmaktadır. Referandumun birinci sonucu budur.
En çok evet oyu çıkacağını söylediğim Türk şehirlerindeki evet oylarının miktarı şöyledir:
Sakarya % 67 evet
Konya %78 evet
Trabzon % 68 Evet
Gümüşhane % 78 Evet
Rize % 76 Evet
Bursa %56 Evet
Buna bir de %78 evet oyu ile MHP’nin kalesi Yozgat eklenmiştir.
Gördüğünüz gibi, 26 Ağustos tarihli yazımda verdiğim tablo tamamdır. Bir yanılgı yok. Muhafazakar ve milliyetçi bir Türk olsaydım kesinlikle referandumda bende evet oyu kullanırdım…
Kürdistan, bildiğiniz gibi... Türk muhafazakarlarının anayasası için oy kullanmamak bir Kürt hakkıdır. Kürtler, bu hakkı kullanmışlardır. Onaylandığı gün eskimiş olan Türk anayasasına bakış açımız, Ahmet Altan ve Cengiz Çandarların bakış açısı olamaz. Onlar bu düzenin baronlarıdır. Türklüğün ve Türk devletinin çıkarlarının nerede olduğunu çok iyi bilir ve ona göre davranırlar. Tek sıkıntıları, Türk çıkarları içine Kürtleri sıkıştırmaya çalıştıklarında ortaya çıkıyor. Onun da formülünü bulmuşlardır. O sıkıntılarını da iki Diyarbakır, bir Güney Kürdistan, bir de fırsat olursa Kandil turu yapmakla atlatıyorlar…
Referandumun galibi AKP şahsında dinci-muhafazakar Türklükle, ona yatırım yapmış Türk liberalleridir.
Kürdistan’da ise BDP’dir. BDP ve PKK çizgisi, Türk hakimiyeti dışındaki Kürt kitlelerinin davranışını kontrol altında tuttuğunu bir kez daha fazlasıyla kanıtlamıştır. Bu, Kürdistan’ın direnen vücudu ve beynidir. BDP ve PKK ne istemişse, bu halk onu yapmıştır. Boykot davranışı aynı zamanda kendi anayasasını istemektedir. İstenmekte olan anayasanın Türk devletini ilgilendiren, bir de Kürtleri ilgilendiren yanı vardır… Türk devletiyle ilişkilerin yeniden belirlenmesi süreci çok zaman alacak ve çok zorlu geçecektir. Fakat bu, Kürdün yaşam ve ulusal yasalarının hayata geçirilemeyeceği anlamına gelmez…
Kürtler için artık Türk devletine bakmadan ilan edecekleri ve devreye sokacakları haller vardır…
Birincisi Kürt dili… Kürdistan’da, Kürtçeye saygılı olmayan, bu dilin okullarda eğitim dili olarak okutulmasına karşı olan güçler Kürdistan’a "saygısız güçler" olarak ilan edilmelidir. Bu tespit, askeri veya sivil, bütün güçler için geçerli olmalıdır… Kürdistan çocuklarının, Türklük yemini yapılan okullara gitmesinin lüzumu kalmamıştır…
İkincisi Türk askerinin durumudur… Türk ordu güçlerinin yerleşim alanlarındaki varlığına karşı çıkılmalıdır. Kürt halkını öldürecek şekilde konumlanmış askeri birliklerin en azından şimdilik toplumun görmeyeceği alanlara çekilmesini istemek, Kürt hayatının bundan sonraki taleplerinden en önemlisi olacaktır…
Üçüncüsü Kürdistan Konseyi’dir… DTK, bütn Kürt kesmlerinin temsilini bulacağı Kürdistan Konseyi'ne dönüştürülebilir. Kürdistan Konseyi, Kürt halkının vazgeçilmez organlarından biri olmalıdır. Yasal çalışmalı, varlığını yasal ilan etmelidir. Konsey aynı zamanda yerel Kürt parlamentosunun kuruluşuna öncülük etmelidir.
Dördüncüsü güvenliktir… Askerden arındırılacak Kürt topraklarında Kürt veya Türk yaşamına saygılı olacak, kanunları herkes için eşit uygulayacak, fikir özgürlüğünü, demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini koruyup kollayacak yeni bir güvenlik teşkilatı kurulmalıdır… Bu güvenlik teşkilatı ırkçılığı ret edecektir. Hangi milletten ve etnik kökenden olursa olsun, Kürdistan’da yaşayan ve yukarıda saydığımız özelliklere sahip herkes böyle bir güvenlik biriminde çalışmak için başvurusunu yapabilmelidir… Kürdistan Güvenlik Güçleri olarak anılacak bu gücün korumasının olduğu bir yerde, dağlarda gerilla bulundurmaya gerek kalmaz.
Bu yukarıda saydıklarımız, Türk devletinin ve halkının aleyhine olan şeyler değildir. Coğrafya isminin kullanılması, insanlarının ana dilinin resmi dili olması, güvenliğin yerel güçler tarafından sağlanması Türklerin de hayatını rahatlatacaktır…
BDP ve PKK’den beklediğimiz, Kürt halkının gücüne, koşullarına, uluslar arası durumlara uygun özerk kararlar almalarıdır…
Halk boykot demişse, boykot diyen halkın talepleri doğrultusunda siyaset yapmak, PKK ve BDP’lilerin görevidir…

Referandum ve Sonuclari

Sıcağı sıcağına, hızlı bir değerlendirme yapmak gerekirse şu hususların altını çizmek istiyorum:

1-AKP’nin, yerel seçimlerde yaşadığı düşüşten sonra böyle bir sonuç elde etmesi başlıbaşına bir başarıdır.

2-Kim ne derse desin bu referandum hükümetin güven oylaması şeklinde geçti. Dolayısıyla halk AKP hükümetine güvenoyu vermiş oldu. Bu açıdan bakıldığında muhalefet partilerinin baştan yanlış bir strateji izledikleri anlaşıldı.
3Bu referandumun ilk galibi, hiç tartışmasız, yerel seçimlerde olduğu gibi kampanyayı büyük ölçüde tek başına sürükleyen Başbakan Erdoğan’dır. Bu tartışmasız zaferin ardından cumhurbaşkanlığı arzu ve kararlılığının daha da arttığını, zira bu referandumun, onun için önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin provası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

4-Referandumda evet ve hayır cepheleri karmakarışıktı. Bu sonuçlar ışığında, evet cephesinin temellerinin daha sağlam, hayır cephesininkiyse daha arızalı olduğu ortaya çıktı.

5-Referandumun en önde gelen galiplerinden biri de Fethullah Gülen ve cemaatidir. Gülen belki de ilk kez bir seçim/halk oylaması öncesi aleni ve kararlı bir şekilde bir tarafa angaje olarak kendisini riske atmıştı. CHP ve MHP başta olmak üzere hayır cephesinin şimşeklerini üzerine çeken ve Hanefi Avcı’nın kitabıyla dikkat ve kuşkuları üzerinde toplayan Gülen ve cemaati oynadığı kumardan kârlı çıkmışa benziyor. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun kullandığı tabire başvurarak Gülen’e teşekkür etmesi, bir “ilk” olarak tarihe geçti.

6-Referandumun en büyük mağlubu, hiç tartışmasız MHP’dir. İl il sonuçlara baktığımızda, MHP ve lideri Bahçeli’nin, İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de, son seçimlerde desteğini kazanmış oldukları seçmenlerin ciddi bir bölümünü “hayır” demeye ikna edememiş olduklarını görüyoruz.

7-MHP referandum kampanyasını Kürt açılımını eleştirme üzerine bina etmişti. Yine sonuçları detaylı olarak incelediğimizde görüyoruz ki, geleneksel olarak Türk milliyetçiliği konusunda hassas olduğunu bildiğimiz seçmen, MHP’nin suçlama ve uyarılarını ya önemsemedi ya da bu Anayasa paketiyle ilgisi olmadığına hükmetti.

8-BDP’nin sandığı boykot stratejisinin büyük ölçüde başarıya ulaştığını, bu partinin rüşdünü ispatladığını gördük. Artık, Güneydoğu çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerde BDP’nin (dolayısıyla PKK’nın) çok güçlü bir kitle tabanı olduğu gerçeğini kimse inkar edemez.

9-Güneydoğu oy kullanan seçmenin neredeyse tümünün evet oyu kullanması, boykotun evet’in aleyhine bir karar olduğunu gözler önüne serdi. Bununla birlikte evet’in ülke çapında ulaştığı oran nedeniye boykotun referandum sonuçlarına herhangi bir etkisi olduğu söylenemez.

Bundan sonra?

“Bundan sonra ne olabilir?” sorusuyla ilgili olarak da bazı hızlı değerlendirmeler yapmak isterim:

1. Evet için ortaya çıkan koalisyon, moralli bir şekilde yoluna devam edecektir.

2. Şu andan itibaren ülke genel seçim atmosferine girmiştir ve seçim ne kadar erken olursa AKP o kadar kârlı, CHP ve özellikle de MHP o kadar zararlı çıkacaktır.

3. MHP çok ağır bir yara almıştır. Bu yenilginin faturasını parti yönetiminden birileri ödeyebilir ama en geç 10 ay sonra yapılacak genel seçimlere MHP’nin hangi formülle güçlü bir şekilde girebileceği kuşkuludur.

4. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin de beklentileri karşılayamadığı ortadadır. Bu parti içinde de, bir süredir askıya alınmış olan iç tartışma ve çekişmelerin yeniden ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz.
5. Boykotun başarılı olmasıyla BDP’nin güven kazanması normal. Şimdi PKK’nın eylemsizlik kararının sona ereceği 20 Eylül sonrası için bastıracaklardır. Fakat daha önce belirttiğimiz gibi, boykot, referandum sonuçlarına hiç etki yapmadığı için elleri bekledikleri kadar güçlü değil.

6. AKP hem Türk, hem Kürt milliyeçiliğinin etkili olduğu yerlerde güçlü çıktı. MHP ve BDP’nin ayır ayrı eleştirilerine rağmen elde ettikleri bu sonucun ardından demokratik açılımı kaldığı yerden sürdürmeleri için herhangi bir engel kalmadığı kesindir.

7. Aynı şekilde Başbakan’ın sözünü verdiği “yeni ve sivil anayasa” için de engel kalmamışa benziyor. Herhalde önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin temel sloganı bu olacaktır.

Son bir not: Türk ve Kürt milliyetçiliğinin karşılıklı olarak birbirlerini beslediğini söylerdik. Bu tespitin doğru olduğuna hâlâ inanıyorum. Ancak MHP’nin kaybedip BDP’nin kazanmasa bile kaybetmediği bir referandumun yol açacağı gelişmeleri hiç hafife almamak gerek.

Kürt Sorununun Bilinçaltı Yansımaları-2


Türkiye toplumunun bu hale gelmesinden ve Kürt sorununun bugüne değin çözülememiş olmasından 68 kuşağının yiğit devrimci önder kadrosu dışında...
Türkiye toplumunun bu hale gelmesinden ve Kürt sorununun bugüne değin çözülememiş olmasından 68 kuşağının yiğit devrimci önder kadrosu dışında Türkiye solunun da ulus-devlet anlayışını çözememesi nedeniyle direk sorumluluğu vardır. Bugün geçmişteki o hataları telafi etmeye çalışan bazı sol çevreler varsa da, bu henüz yeterli bir çaba ve örgütlenmeye dönüşmüş değildir. Bu bölümde belirteceklerimiz daha çok eski anlayışta ısrar eden ya da kafa karışıklığı yaşayan çevrelere dönüktür. 
Geçmişte sistemin TİP ve DEV-GENÇ önderliğinde gelişen öğrenci gençlik, işçi ve emekçi muhalefetini nasıl provoke ettiği, hukuk dışına iterek “Moskova uşağı” diye alçakça nitelendirmelerle tasfiye ettiği unutulmuş değildir. Ancak bu deneyime rağmen 12 Mart 1971’de ABD’nin direktifiyle taşeron Türk ordusunun darbesi sonucu en çok önder kadrosunu yitiren Türkiye solu, yenilik özelliğini yitirerek ulus-devlet paradigması içerisinde soruna yaklaşmış, ideolojik ve siyasal açılım yapamamıştır. Dolayısıyla tek tipleştiren ulus-devlet (Kemalizm denilen ve M. Kemal ile alakası bulunmayan şey) paradigmasıyla Türkiye toplumumun sorunlarına yaklaşmış, böylece Kürt halkı ve aleviler başta olmak üzere diğer inkar edilen kimliklerin mücadelesi ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendi özgün örgütlülüğünü yaratmaya çalışan ve bunu ortaya çıkaran Kürt Özgürlük Hareketi,  “proletarya ve devrimci mücadeleleri parçalayıcı, bölücü, ırkçı” gibi kavramlarla algılayan Türkiye solunun ezici çoğunluğu Kürdistan Özgürlük Hareketini de TKP’nin yönlendirmesiyle bu algı içerisinde değerlendirmiş ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni MHP ile aynı kefeye koymuştur. Bugünde bazı (bu mücadeleyle oluyor) esnemeleri olsa da önemli bir kesimi hala bu paradoksun içinde yalpalanmaktan ve Türkiye’nin bugün geldiği durumdan dolayı sistemi temsil eden güçlerle aynı nakarattan dem vurmaktan hala kurtulmuş değildir. Öyle ki sanki Kürt Özgürlük Hareketi şiddet sevdalısıymış gibi, savaşta askerlerin ölümünden acı duymak adına çok yakışıksız değerlendirmeler yapıyor. 68 kuşağının devrimci gençlik önderlerine; Mahirlere, Denizlere, Hüseyinlere, İbrahimlere onların anılarına, miraslarına saygılı ve bağlı olduklarını iddia eden bu çevrelerin; K.Ö.H (Kürt Özgürlük Hareketi)’nin varlığından, mücadelesinden, bugün bile kendini ve halkını savunmak için mücadelenin silahlı boyutuna başvurmak zorunda kalmasından rahatsızlık duymaları iddia ettikleri değerlere bağlılıkla ne kadar örtüşüyor? Bugünkü konumları onlarla bir çelişki arz etmiyor mu?
Yani Mahirlere, Denizlere, İbrahimlere bağlı olanlar nasıl K.Ö.H.’ni sistem gibi değerlendirebiliyorlar? Bunlarla sistem arasında ciddi bir paradigma ve yaklaşım farkı olması gerekmiyor mu? Neden K.Ö.H’nin varlığı yenilmemiş olmasından bu kadar sıkıntı duyuluyor? Tabi bu noktaya gelmiş olmanın temelinde şu gerçek vardır. 70’li yılların başında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakayaları ve onlardan öncesi Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’nin yapmaya başladıkları devrimci paradigma açılımın sürdürülmemiş olması ve 12 Eylül karşısında yenilmiş olmalarıdır. Bu nedenle bu yenilgi durumu asla o canlı değerlere bir bağlılığı içermemektedir. Tam tersine bir teslimiyeti içermektedir. Bugün bile Kürt sorunun çözümünde çok gerçekçi bir tanım yapamamak başka nasıl izah edilebilir?
Eğer vicdanlı biri algılayıp olursa çok iyi anlaşılır ki, K.Ö.H, Mahirlerin Kızıldere’de, Sinanların Nurhaklar’da, Denizlerin darağacında, İbrahimlerin işkencelerdeki özgürlük haykırışlarının, onların geliştirdikleri direniş mücadelesinde verdikleri mesajların ardında bıraktıkları mirasın ürünüdür. K.Ö.H, onların anılarına bağlılık, onların hayal ve özlemlerine sahip çıkarak gerçekleştirmek temelinde yola koyulduğunu hangi vicdanlı yürek duymazlıktan gelebilir? Yani K.Ö.H’nin kendini savunmak durumunda kalmasından bu kadar yakınmak ne için? Sorunun çözümü için pratik anlamda doğru bir çaba içerisinde olamayanlar, Kürt halkının özgürlük ve barış talepleri üzerinden yürütülen tasfiye planlarına karşı durmayanlar, nasıl oluyor da K.Ö.H’ni ve Önderliğini bu kadar tersten ve haksız yorumlayabiliyorlar?
Bugün Türkiye toplumunun devletiyle gelmiş olduğu yol ayrımına bakıldığında Türkiye solu da bundan bağımsız değildir. Bu gerçeklikle Türkiye solu kendine yeniden bir paradigma, strateji ve politika belirlemek durumundadır. Geçmişte bütün çağrı ve çabalarına rağmen K.Ö.H ile ortak mücadeleye ve ittifaka gelmeyen Türkiye solunun bu tutumundan dolayı tüm mücadele alanı sisteme bırakılmış ve bu boşlukları iyi değerlendiren 12 Eylül askeri cunta yönetimi, bugüne değin vahşi uygulamalarıyla Türkiye toplumuna büyük kaybettirmiştir. Şimdi bu kaybın neresinden dönülürse iyidir. Kürt sorununun barışçıl ve siyasal çözümü genel toplumun demokratikleşmesi için hukuki ve demokratik zeminlerin yaratılması için Türkiye solunun ortak mücadele cephesinde yerini alması halklarla kardeşliğinin en acil bir gereğidir. Türkiye solu yıllarca K.Ö.H ile ittifakı PKK’nin kuyrukçuluğu olarak yorumlama handikabından vazgeçerek ortak mücadele cephesiyle ülkenin kaderinde geleceğinde söz sahibi olabilmelidir. Aksi halde egemenlerin, tekelci kapitalistlerin, AKP’nin ülkeyi ve toplumu nasıl bir felakete sürüklediği ortadadır. 
Bu felaketi hepimizin dur demesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Halkların kardeşliğini, öz kimliğiyle karşılıklı saygı temelinde özgür birlikteliğini sağlamak öncelikli olarak K.Ö.H ile Türkiye sol ve demokrasi hareketinin ittifakından tüm sistem mağduru emek, demokrasiden yana toplum kesimlerini örgütlemek, örgütlenmiş ama parçalı olan örgütlemeleri bu ittifaka dâhil olmaktan geçer. Bu tarihi fırsat kaçırılmamalıdır.
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümünde diğer bir önemli potansiyel güçte Alevilerdir, ama görünen odur ki, Alevilerin büyük çoğunluğunun kafası karma karışıktır. Özellikle CEM VAKFI ve çevresi yıllardır sistemin işbirlikçiliğini yapıp, Aleviliği iktidardaki Sünni Muaviye İslamlığına yamalanmayı, Alevileri de K.Ö.H.’den uzak tutup devletin uşaklığına yatırmayı görev bellemesine rağmen yine de devlet katında birazcıkta olsa bir ciddiyetleri bulunmamakta, talepleri ciddiye alınmamaktadır. Dolayısıyla devlet 90 yıldır yasakladığı alevi kültürünü inkâr ve asimilasyonla imha etmeye devam etmektedir. Tabi işi yapan, CEM Vakfı gibi aynı çizgide olan birçok kesim vardır ki, onlarda yaptıkları bu işbirliklerinden dolayı sorumluluktan kurtulamazlar. Devletin Kürt açılımındaki sahtekâr ve tasfiyeci yüzü, alevi açılımında da kendini göstermiştir. Alevi toplumunun hiçbir talebi karşılanmamıştır. Nedeni Kürt ve alevi sorununun çok iç içe, ikiz kardeş gibi olmasındandır. Dahası Alevilik gerek kültür olarak gerek felsefi olarak gerek yaşam tarzı gerekse de bağrında taşıdığı inanç öğeleri bakımından Kürt ve Kürdistan orijinlidir. Köken olarak Zerdüştlüğe oradan da yine bu topraklar üzerinde “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” yaşayan despotik devletçi uygarlık öncesi kadın eksenli doğal topluma dayanmaktadır. Alevi kültür ve yaşam felsefesinde ana ve kadının, çocukların, ayın, güneşin, suyun, ateşin, doğanın, toprağın kutsal sayılması; özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı olması renkli bir dünya ve yaşamı öngörmesi boş yere kavgayı zahmet bilmesi, iktidar ve devlet dışı bir kültür olması ve iktidara karşı hep muhalif olması bu nedenledir. İktidardaki Muaviye İslamcılığının ve genelde bütün iktidarların Aleviliği demokratik ve komünal özünden dolayı komünizmle eş değerde görmesi, katli vacip diye bundan sonuç çıkarması bu tarihi gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Yine Mazdek’te, Ebu Müslim Horasani, Babek’te, Babailer(İlyas ve İshak)’de, Şeyh Bedrettin’de, Pir Sultan’da, Seyit Nesimi’de, Hallac-ı Mansur’da, Suhreverdi’de baş gösteren hakikat ve hakikatli toplum anlayışı ve mücadelesi de özü itibarıyla demokratik ve komünal topluma dayanmaktadır. İslamiyet’in çıkış dönemindeki komünalite Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve sonrası ehlibeyt tarafından İslam örtüsü altında temsil edilen bu kültürün kalıntısıdır ki, iktidarın lanetliliğini çok iyi fark edip ret etmiştir. Bu gerçekliğe rağmen sistemin uşaklığına soyunan bu çevrelerin, Aleviliği götürüp iktidardaki suni Muaviye İslamlığına, oradan da Orta Asya Şamanizm'ine bağlamaları inkârcı, asimilasyoncu ve zorlamalı bir stratejinin hayal ürünüdür. Bu da Kürt halkının inkârı için uydurulan “Kart kurt” hikâyelerinin bir benzeri olmaktan başka bir şey değildir. Alevilik Ehlibeyt şahsında temsil edilen İslam’ın özünü, İslam örtüsü altındaki komünal değerleri (ahlakı, adaleti, haksızlığa boyun eğmemeyi, toplumsallığı) almış kendi kültürüyle harmanlamıştır, ama İslam değildir, Şaman’da değildir. Aleviliğin tanımındaki bu kafa karışıklığı, iktidar sisteminin Muaviye İslamcılığının Aleviliği yozlaştırmasına, sistem içinde eriterek tasfiye etmesine neden olmaktadır.
Bugüne kadar iktidarı amaçlayan partilerin kuyrukçuluğunu yapan çevreler, sadece Alevilerin kıyımdan geçirilmesine katkı sunmuşlardır. Yıllarca sürdürülen CHP işbirlikçiliği, Alevi kültürünün doğasına ihanet kadar bir karşıtlık içerirken, yine de Alevi kimliğinin üzerindeki inkâr, imha politikasını esnetememiştir. Dolayısıyla iktidarı amaçlayan devletçi partilerin oy temposu ve kuyrukçusu olmak, Alevilerin hem kendilerine hem Alevilik kültürüne çoğunlukla bilmeden yaptıkları en büyük kötülük olmuştur. İktidar partileri şahsında iktidara yönelmek, ulus-devletin sömürgeci kapitalist sistemi içinde yer edinmeye çalışanlar ve yer edinenlerin Alevilik adına söyleyecekleri hiçbir şeyleri olamaz. Çünkü Alevilik devlet ve iktidar dışı toplumsal muhalif bir kültürdür. Dolayısıyla adı üzerinde Kılıçdaroğlu, yani (zulmün, sömürünün inkâr ve imhanın oğlu) kendi ulusal ve kültürel, inançsal kimliğinin kar etmiş, zulmün kılıcı olmuş bir siyasi parti liderinden ve partisinden Alevilere zulüm sömürü, oyalama, aldatma dışında bir şey gelmeyecektir. Kaldı ki bu Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt ve alevi(Yezidi) sorunu hakkında gıkı bile çıkmıyor. Yalandan eski hikâyelerle yola devam ediyor. Dolayısıyla Alevilik ile iktidar birbiriyle yüzde yüz zıt şeylerdir. Ya Alevilik kültüründe ya iktidar kültüründe karar kılacaksın. İktidara ve sistemine yamalayarak Aleviliği yozlaştırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Alevilik adına yola çıkan kesimlerin gerek Aleviliği özüne uygun anlayamaması tanımlayamaması gerek sistemin çözümlememesi ciddi bir dost ve düşman bulanıklığına yol açmış durumdadır. Yani belki de her “Aleviyim” diyenin sarf ettiği “Gelin canlar bir olalım” neyle, kiminle, nasıl sorusu burada can alıcıdır. Pir Sultan bu çağrıyı haykırırken o dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğu ve kiminle birlik olup, kiminle olmayacağı noktasında netti. Peki, Alevilerin bir kısmı net mi? Hz. Hüseyin’in Kerbela ızdırabı için acı duyup yas tutanların İmralı’daki kuyuda tutulan Kürt halkının Önderi Öcalan’a, Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt sorununa yaklaşımlar nasıldır acaba? Bu durumda izlediğimiz kadarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Genelde Alevi oluşumlarına bakıldığında sadece kendi sorunlarıyla yetinip Kürt sorununun bunun dışında görme durumuna düşüyorlar. Özellikle CEM VAKFI ve o paralelde olan çevreler Muaviye iktidarlarının ağzıyla Kürt Halk Önderliğini ve Özgürlük Hareketi’ni lanse etme gafletindedir. Bugün çok rahat ve çok az bedelle de olsa Aleviler örgütlenebiliyorlarsa bunu her açıdan Kürt Halk Önderliğine, K.Ö.H mücadelesine borçludurlar, çünkü cumhuriyetin kuruluşunda Aleviler asli kurucu öğe olmalarına rağmen cumhuriyetin kurulmasının hemen sonrasında Kürt kimliği gibi inkâr edilip imhaya tabi tutuldular. Aleviler, bu faşizan uygulamaların sonucunda Koçgiri, Dersim sonrası Maraş, Çorum, Sivas olmak üzere hem kıyımlardan geçirildiler hem de bunun dışında sürgün, zindan, ayrımcılık, hakaret, baskı, işe alınmama, gibi birçok mağduriyet durumunu yaşadılar. Onlara kendi inançlarını yaşamaları, bu inançlarını telaffuz etmeleri dahi yasaklanıp baskı, işkence, zindan reva görüldü. Sadece serbest bırakılan Hacı Bektaşi Veli dergahıdır ki, o yüce insanın ismi manevi etkisi kullanılarak (ta Osmanlının kuruluşundan bu yana yapıldığı gibi) Alevi Bektaşi toplumunu sisteme entegre etmek, denetim altında tutmaktı amaç... Bunun dışında her şey inkâr ve imhaya vacipti.
1984 yılına geldiğimizde Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin başlatmış olduğu 15 Ağustos hamlesi 12 Eylül darbesinin belini kırmış, Alevilerden, Türkiye solundan, Kürt solundan, hatta ülkücü faşistlerden o güne değin yapılan idam cezalarını durdurmuştur. Buna rağmen askeri darbeyle işbirliği yapıp ordu partisi kuran ve bununla 1983 seçimlerine katılan İzzettin Doğan’ın da öncülük ettiği bir kesimle görüşen devlet, Aleviler hakkında ikili politika belirlemiştir. Bu politikanın bir yüzünde gelişen Kürdistan Özgürlük Mücadelesiyle Alevilerin bütünleşip Ulusal Birlik oluşturmasını engellemek varken, öte yüzünde bu haram sofrasından nasiplenmiş işbirlikçi kesimleri devreye koymuştur. Kürt halkının ulusal demokratik birliğini ve mücadelesini parçalama görevi karşılığında korsan vari (bugünkü CAŞ TV gibi) hiçbir yasal güvenceye alınmadan Alevi dergileri, dernekleri, cem evlerinin açılmasına onay vererek bu etkinliklerle Alevi kitlesi K.Ö.H.’den uzak tutmak, devletin, sistemin hizmetine koşturulmak istenmiştir. Öte yandan bu politikaya gelmeyenlere yine kıyım reva görülecekti. Devlet o yıllarda Alevilere karşı şeker ve kamçı politikası uygulayarak haklarını tanımadığı Alevilerin; varlığını, kimliğini işbirlikçilik karşılığında söylemde kabul etmiştir, ama özünde inkâr ve imhayı alttan alta, daha da incelterek devam etmiştir. Bugün Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kazanımları tüm toplumsal kesimlere yansımıştır. Alevilerde belli örgütlemelere gitmişlerdir. Ancak Alevi örgütlenmeleri hem kendi içinde hem de dışındaki toplumsal muhalefet ile ilişkilerinde yeterince bir ittifaka kavuşmuş olmaktan uzaktır. Kendisine en yakın olan Kürt siyasal hareketiyle bile çok mesafeli durmaktadır. Bunu da Aleviliğin felsefesinde “ayrımcılığa yer yoktur” ilkesine dayandırıyorlar. O halde devletin resmi dili adı altında Kürt halkına ve diğer etnik azınlıklara 90 yıldan beri uygulanan ve 12 Eylül’le tırmandırılan inkâr, imha ve asimilasyon terörünü “ayrımcılık yoktur” diye meşru mu göreceğiz? O halde devleti, dini “suni İslam’dır” adı altında tüm farklı inanç ve kültürlere dayatılan terörü de meşru görmemiz anlamına gelir ki, bunun içinden nasıl çıkacağız? Yine Kürtlerin kendi Aleviliklerine sahip çıkması (gerekir de) Kürtleri mi böler. Alevilerin kendi etnik kimliğine kültürüne sahip çıkıp onunda mücadelesini vermesi neden Aleviliği bölsün ya da yaptığı ayrımcılık olsun? Bütün bu tartışmalardaki yersiz kaygıların temelinde Aleviliğin ayrımcılığa karşı çıkan ilkesi değil, at gözlüğüyle dünyayı, yaşamı tek tipleştiren ulus-devlet paradigması vardır. Bu at gözlüğü bakışıyla Aleviliği yorumlamak son derece tehlikelidir. Alevilerin gerçek dost ve ittifaklar edinmenin önünde de engel oluşturmaktadır. 
K.Ö.H’nin bu Muaviye sistemine boyun eğmemesi tam bir Hz. Ali tavrı ve Kerbela’da katledilen Hz. Hüseyin tavrı olarak görülmesi gerekirken, bundan onur duyma yerine yakınma vardır. İşte Alevilikte “eline sahip ol” ilkesi ile bunu izah etmek sağlıklı bir yorum değildir. Bu dünyada Kürt Halk Önderliği Sayın Öcalan ve Kürt hareketi kadar barışçı bir hareket ve Önder yoktur. Ama sorun barıştan ne anlaşıldığıdır. Unutmayalım ki, Hz. Ali’de Muaviye ile barış yaparken arkadan hançerlendi. Hz. Hasan yine onunla barış yapmasına rağmen karısı eliyle zehirletilerek öldürüldü. Kerbela yalnızlığında 7 bin kişilik orduyla kuşatılan Hz. Hüseyin’e Yezit’e barış önermişti, fakat neydi bu barış? Elbette ki teslimiyet, komplo, entrika ve tasfiyeydi. Bu durumda Hz. Hüseyin o barış önerisini kabul mü etmeliydi? Öyle olsaydı eğer biz bugün onu anar, bir sembol olarak yüreğimizde yaşatır mıydık? Onun Kerbela çölünde yalnız bırakan İslam âlemi, onun şahadetinden bu yana onun yasını çekiyor. Kendi gafletinin azabını yapıyor. Muharremlerde Şiilerin kendilerini kırbaçlamaları bu vicdan azabının neticesidir. Gel gör ki bugün Aleviler Pir Hüseyin gibi İmralı kayalıklarına çivilenen Sayın Öcalan’ı o direniş, o baş eğmeyen kültürünün günümüzdeki temsilcisini göremiyor, anlayamıyor, bunun yanlışlığına sahip çıkamıyor. Bu çok yaman bir çelişki değil mi? Yani Kürt gerillasının kendi Önderini bırakıp bu imhadan başka bir şey tanımayan Muaviye düzenine teslim olmasını mı istiyorsunuz? Pir Sultan Abdal “Gelin canlar bir olalım, zalime kılıç çalalım, mazlumun hakkını alalım” demişti. Peki, Alevilerin ne kadarı birlik olabiliyor. Oluyorsa da ne kadarı zalimin zulmüne kılıç çalıyor, mazlumun hakları için savaşıyor? Yani o kılıç çalmada, mazlumun hakkını almada hiç kan dökülmemiş miydi? Zalimin zulmü başına her defasında bir gürz gibi inerken sen buna boyun mu uzatacaksın? Bütün bunları niçin belirtiyorum? Alevilerin tavırlarındaki, Aleviliği yorumlamalarındaki tutarsızlıkları izah etmek için tabii... Oysa sistemin inkâr ettiği, imha etmeye çalıştığı; bütün dilerin, inançların, kültürlerin, siyasal ve sosyal farklılıkların özgürlüğünü yaşama ve örgütlenme hakkı için mücadele etmek ve bütün kimliklerin özgürce ifadesi ve bu temelde gönüllü birlikteliğini sağlamak ve savunmak Aleviliğin, demokratik özünün gereğidir. Gerçek bu iken Aleviliği, ulus-devleti tanımlar gibi tanımlamak, onun demokratik, komünal, özgürlükçü ve çok renkli doğasından anlamamak demektir. Alevilik kültürünü, onun tarihin derinliğinden gelen felsefesini, ana tanrıçanın belirlediği yaşam özelliklerini siyah beyaza bürümek demektir. Lütfen Aleviliğe bunu yapmayın. Koşullar ne olursa olsun bütün zamanlarda demokratik-komünal kültür ve bu kültürün içinden doğan Alevilik zalimin zulmüne, sömürüsüne boyun eğmemiş, eğmemeyi de hak görmüştür. K.Ö.H.’de kültürün tanıdığı bu doğal hakkı kullanmak durumunda kalmışsa bunda yadırganacak bir durum olmasa gerek, çünkü modernde olsa kölelik yararlanabilir bir şey değildir. Bedenden öte beyin ve yüreklerin bu kapitalist sistemde köleleştirilmesi kölelikte en tehlikeli olanıdır. Kürt halkı bu devletçi uygarlık tuzağına gelmeyecektir. 
Dolayısıyla Alevi hareketinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bağımsızlıkçı bir duruma gelmesi için Kürt siyasal hareketiyle ittifak yapması ve bu ittifakı diğer demokrasi güçleriyle büyütmeleri en sağlıklısıdır. Bu olumsuz gidişata Alevilerde kendi cephesinde “dur” diye bilmelidirler. Kürdistan Halk Önderliği ve hareketine dair sistemin geçmişte enjekte ettiği ve bilinçaltına yüklediği ön yargılar, güvensizlik durumları bir tarafa bırakıldığında mevcut Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın ve Özgürlük Hareketi’nin Alevi kültürüne ne kadar yakın hatta onun üst zirvede yaşadığını çok rahat anlayabilir. Bu anlamda en büyük savaş kendini bilme temelinde kendimize karşı yürüttüğümüz savaş olmalı ve Türk ordusunun İngiltere, ABD ve İsrail’e dayanarak yürüttüğü savaşa karşı halkların kardeşliğini, özgür birlikteliğini pekiştirmekte Alevi muhalefetinin önemi niteliği açısından belirleyici olacaktır. Ancak sistemin ve sistem partilerinin kuyruğuna takılmaya devam ederlerse, bunda tüm Türkiye halkları geçmişte olduğu gibi kaybedecektir. Oysa tüm demokratik ve sistem mağduru ezilen emekçi güçlerle demokratik güç birliği yaparak yeni bir Demokratik Türkiye toplumu yaratabiliriz.

Azat Welat Dersim

Yerelden ve Yerinden Yönetim -1



Britanya ve İspanya'da yerel yönetimler

Dünyada son iki yüzyılda bilim, teknik, ulaşım ve iletişimdeki gelişmeler büyük toplumsal değişim ve dönüşümlere yol açmıştır. 19. yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi, buharlı makinelerin icadı ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte devlet sistemlerinde, üretim ilişkilerinde, teknikte ve toplumsal hayatta ciddi değişimler yaşanmıştır. Yaşanan bu değişimlerde devletlerarası ilişkiler ve siyasal hayat önemli ölçüde etkilenmiştir.

Çok-uluslu imparatorlukların ve şehir devletlerinin ortadan kalkmasıyla yaygınlık kazanan ulus devlet anlayışı iki farklı şekilde anlaşılabilir. Artık çağdışı olarak medeniyet dışında kaldığını söyleyebileceğimiz anlayışa göre 'ulus-devlet,' yurttaşlık ile etnisite (soy) ya da kültürün örtüştüğü devlet biçimidir. Burada 'ulus' (millet) ya etnik bakımdan tek bir milletten oluşacaktır ya da toplum asimilasyon (kültürel eritme) yoluyla tekleştirilecektir.

Örnek verirsek; Yani, ulus-millet ya sadece Türklerden oluşacak ya da Türk olmayanların Türkleştirilmesini gerektirecektir. Türkiye'deki sistem partilerinin ortaklaştıkları 'ulus' ve 'ulus-devlet' anlayışı da budur.

Öteki ise çağdaş medeniyetlere uygun 'ulus-devlet' anlayışı ise, hiçbir modern devletin kültürel bakımdan homojenliğin-tekliğin olamayacağını kabul eder. Burada 'ulus,' yurttaşların etnisite (soy) ya da kültürel türdeşliğine değil, ulusal topluluğa gönüllü bağlılıklarına dayanır. Yani kültürel değil siyasal bir ulus söz konusudur. Ulus, kültürü değil, yurttaşlığı ve onun getirdiği haklarla yüklediği sorumlulukları paylaşanlardan oluşur. Demokratik ulus olarak da ifade edilebilinir.

Ancak Türkiye'nin farklı ve çoğulcu kültürel yapısına rağmen bu gerçeklik göz ardı edilerek tekçi zihniyet anlayışında ısrar edilmekte bunu da devletin üniter yapısı ile yani birlik ve bütünlüğün bozulabileceği kaygısı ile gerekçelendirmektedir.

Oysa çağdaş ülkelerde farklı kimlikler, farklı kültürler; ayrıştıran, bölen, parçalayan değil birleştiren, bütünleştiren birer zenginlik olarak görülür. Farklı kimliklere özgürlükleri tanımak üniter yapıyı bozmadığı gibi demokratik birliği güçlendirmektedir.

Devletler, ülke bütünlüğünü sağlamak ya da korumak için farklı idari yapılara bürünebilir. İdari yapılanmanın bilinen üç temel biçimi var: Üniter devlet, federasyon ve konfederasyon.

Coğrafi bakımdan geniş bir alana yayılan, daha küçük devletlerin (eyaletlerin) bir araya gelmesiyle oluşan ya da çok-uluslu, yani birden fazla ulusun ya da etnik-dinsel grubun mevcut olduğu devletler, genellikle federasyon şeklinde örgütleniyor.

Eyaletlerine içişlerinde geniş özerklik tanıyan federal devletler, ABD ve Almanya örneklerinde idari nitelikte olabildiği gibi; Hindistan, Rusya, Kanada, Belçika, İsviçre, Irak vs. örneklerinde olduğu gibi etnik-dinsel temelli de olabiliyor.

Federal devletler gibi, üniter devletler de tektip değil. Üniter devletleri, merkezin ne denli güçlü olduğuna bağlı olarak üç tipe ayırmak mümkün:

1) Merkeziyetçi yapıda olanlar: Türkiye'nin belki en aşırı örneğini oluşturduğu bu kategoriye, yüzölçümü olarak küçük ve kültürel bakımdan yüksek derecede türdeş Portekiz, Yunanistan ve İrlanda da giriyor.

2) Ademi-merkeziyetçi yapıda olanlar: Yani yerel yönetimleri güçlü olduğu; eğitim, sağlık, polis gibi hizmetlerin belediyelere bırakıldığı üniter devletler. Kuzey Avrupa ülkeleri İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya bunlara örnek. Bir zamanların aşırı merkeziyetçi yapısıyla Türkiye'ye de model olan Fransa bile 1982'de her biri kendi meclisine sahip 26 bölgeye ayrıldı; en geniş yetkiler de farklı bir etnik yapısı olan Korsika'ya tanındı.

3) Devolüsyon yapanlar: Yani merkezi hükümetin bölgelere değişik ölçüde yetki devri yaptığı türden üniter devletler. Bunlara örnek İspanya ve Britanya. Tabii, üniter iken önce devolüsyon yapan, sonra da federasyonu kabul eden Belçika örneği de unutulmamalı.

'Üniter devlet' çok farklı yapılara bürünebildiği gibi, tek bir resmi dili zorunlu kılmıyor. Kastilyan, İspanya'nın ortak resmi dili, ama geniş özerkliği olan Bask, Katalan ve Galiçya tarihi bölgelerinde yerel diller de yarı-resmi statüye sahip. 'Üniter devlet' kamu okullarında anadil eğitimine de engel değil. İsveç'in resmi dili İsveççe, ama okullarında 100'den fazla dilde seçmeli anadil dersi veriliyor.

BRİTANYA'DA YETKİ DEVRİ

Parlamenter demokrasiyle yönetilen bir meşruti (anayasalı) monarşi olan Birleşik Krallık (BK), toplam nüfusu 61 milyon olan dört parçadan oluşuyor. En büyük parça İngiltere (nüfusu 51 milyon). Onu İskoçya (5 milyon), Galler (3 milyon) ve Kuzey İrlanda (2 milyon) izliyor. K. İrlanda hariç BK'ye Britanya deniyor. Her parçanın BK'ye dahil olmasının ayrı bir tarihi var. Ancak BK 1990'ların sonlarında kabul edilen düzenlemelerle, etnik bakımdan farklı olan bölgelerine devolüsyon, yani yetki devri yaptı. Yeryüzünde bölgelerine devolüsyon yapan sadece iki ülke var: BK ve İspanya. Devolüsyon, üniter ile federal devlet yapısı arasında, ikincisine daha yakın bir tür idari yapılanma. Devolüsyonla federalizm arasındaki en önemli fark, birincisinde bölgelere farklı ölçülerde özerklik tanınırken, ikincisinde bütün eyaletlerin eşit yetkilere sahip olmaları.

İrlanda Cumhuriyeti 1922'de ayrılıp bağımsızlığını kazanırken, K. İrlanda özerk bir bölge olarak BK'ye bağlı kaldı. Özerk statüsü, BK'ye bağlı kalmak isteyen Protestanlarla İrlanda'ya katılmak isteyen Katolikler arasında 1968'de patlak veren iç çatışmalar üzerine, 1973'te askıya alındı. 1998'de iki taraf arasında varılan Hayırlı Cuma ya da Belfast Antlaşması ile 1999'da, BK Parlamentosu'na ayrılan yetkiler dışında geniş yetkilere sahip K. İrlanda Meclisi (Assembly) kuruldu. K. İrlanda, kısaca, bütün partilerin ve toplum kesimlerinin hükümette temsil edilmesi ilkesine dayanan bir iktidar paylaşımı sistemiyle yönetiliyor.

İşçi Partisi Lideri Tony Blair, Mayıs 1997'de yapılan seçime, ayrılıkçı akımların teskin edilmesi amacıyla İskoçya ve Galler'e devolüsyon vaadiyle girdi. Eylül 1997'de yapılan referandumlarla her iki bölgenin de Londra'daki iki kamaralı BK (Westminster) parlamentosundan ayrı birer yasama meclisine sahip olmaları kabul edildi. İskoçya Parlamentosu, eğitim, sağlık, tarım, adalet ve ulaştırma konularında yetkili olduğu gibi (bugüne kadar kullanmadığı) ek vergi salma yetkisine de sahip. Yine 1999'da toplanan Galler Meclisi'nin ise vergi salma yetkisi bulunmuyor. İskoçya, Galler ve K. İrlanda'nın hepsi ayrı meclislere sahip oldukları gibi, BK Parlamentosu'na da temsilci seçiyorlar.

İSPANYA'DA YEREL YÖNETİMLER

İspanya, parlamenter bir sisteme ve yarı federal coğrafi ademi merkeziyetçiliğe dayalı bir meşrutiyettir. 1978 Anayasası'nı hazırlayanlar, onlarca yıl boyunca diktatörlük rejimi altında yaşadıktan sonra demokrasiye geçişin gündeme getirdiği çok sayıda tartışmalı konuyu ele almak durumunda kaldılar. Bunlar arasında tarafların birbirinden en çok ayrıldığı mesele, tarihten bu yana hassasiyetini korumuş olan bölgesel ya da ulusal özerklik konusuydu. İspanyol devleti, bölgesel farklılıklarının boyutu ve derinliği açısından sıradışı bir devlettir. İspanyol toplumu, her biri ülkenin geri kalanından kültür ve dil olarak ayrılan farklı grupları (Basklar, Katalanlar ve Galiçyalılar) barındırır. Bölgesel aidiyet duygusu o kadar güçlüdür ki, pek çok yerde vatandaşlar kendilerini İspanya'dan daha çok kendi bölgeleriyle özdeşleştirirler. Bu nedenle de demokratik reformların en belirgin özelliği, bölgelere daha fazla yetki ve sorumluluk devredilmesi olmuştur. Bu, yalnızca geçmişte bir ölçüde özerk olmuş bölgeler (Galiçya, Bask Bölgesi ve Katalonya) için değil, İspanya'nın geri kalanı için de gerçekleştirilmiş bir uygulamadır.

Anayasa tüm milliyetlerin ve bölgelerin özerklik haklarını tanımakta ve koruma altına almaktadır. 1978 Anayasası, bir taraftan, İspanya'nın tek ulus olduğunu ve tek bir kolektif kimliğin egemenlik hakkını kullanacağını söylerken, öte taraftan da milliyetleri ve bölgeleri tanımaktadır. Anayasal metin milliyet ve ulus arasındaki farkı belirtmemektedir, fakat meclis tartışmaları milliyeti 'kültürel ve dilsel topluluk'a indirgemiştir.

Anayasanın giriş kısmının ikinci maddesine göre, 'Anayasa, İspanyol ulusunun ve tüm İspanyolların anavatanının bölünmez bütünlüğü üzerine kurulmuştur. Milliyetler ve bölgeler için özerklik hakkı garanti altına alınmıştır.' Ayrıca, İspanyol ulusunun bütünlüğü üzerinde durulurken milliyete tüm metin boyunca başka hiçbir atıfta bulunulmamıştır.

İspanya'da on yedi özerk topluluk bulunmaktadır ama güçleri bakımından bu bölgeler birbirine denk değildir. İspanya'nın isminde 'federal'lik olmamasına karşın 1978 Özerk Topluluklar sistemi ile İspanya pek çok federal nitelik kazanmıştır. Anayasada federal kelimesine yer verilmemesi, sadece muhafazakar milliyetçilerin demokratik reformlara tepkisini önlemek içindir. İspanyol federalleşme süreci mevcut etnik-dilsel yapılara uyum sağlayacak şekilde kurumların tasarlanması yönünde ilerlemektedir. İspanyol federalizminin asimetrik yapısı büyük bir anayasal tasarımdan ziyade zaman içinde parça parça oluşmuştur. Örneğin, Katalonya, Bask ülkesi ve Galiçya kendi eğitim sistemini uygulamaktadır. Geri kalan on dört Kastilya dilini konuşan bölge de kendi eğitim politikalarını standartlaştırmış ve bu sistemin yürütülme görevini merkezi hükümete bırakmışlardır. Medya için de aynı durum geçerlidir. 31 Aralık 1982'de Bask kamu yayıncılığı kurumu ETB kurulmuştur. Bunu 1983'te Katalan TV3'ü ve 24 Temmuz 1985'te Galiçyalı yayın kurumu izlemiştir. Bu arada Kastilya dilini konuşan İspanyollar TVE'ye bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Bu özelliklerinden dolayı İspanyol Özerk Toplulukları asimetrik federalizm modeline örnek gösterilmektedir.

ÇEŞİTLİLİK İÇİNDE FARKLILIK

1978 Anayasası ile çizilen sınırsal çerçeve, İspanyol milliyetçiliğinin yeniden oluşturulmasını gerekli kılmıştır. İspanyol milliyetçiliği tezi ilk zamanlarda halkın gündeminden düşmüştür. Bu da İspanyol milliyetçiliğinin, özellikle liberal ve solcu kesimler arasında meşruluğunu yitirmesiyle ilintilidir. Dikta rejiminin izlerini silmeye çalışan İspanyollar Franco'nun ölümü ve hızlı bir demokratikleşme ile bunu başarmaya çalışmışlardır. AB üyelik perspektifinin bu ilerlemede önemli payı olduğu söylenebilir. Ancak İspanyol elitlerinde, özellikle de sol kesimde, Franco'dan kaynaklanan bir aşağılık kompleksi söz konusu olmuştur. Bu etki, milliyetçiliğin demokratik bir yüze sahip olmaya çalıştığı Franco'nun son yıllarında ve demokrasiye geçiş döneminde kendini göstermiştir. O dönemde İspanyol milliyetçiliğine herhangi bir açık atıf gayrimeşru sayılmış ve Francoculuğun savunduğu eski görüşlerle denk tutulmuştur. İspanyol solu Franco rejiminin suçluluk hissiyle İspanya milliyetçiliği konusunda ürkek bir tavır sergilemiş; 'Ulusal' ve hatta 'İspanyol' terimlerini kullanmaktan kaçınmıştır. 'Milliyetçi' ya da 'milliyetçilik' etiketlerinin reddedilmesinden yana olan entelektüeller 1980'lerin ortalarından itibaren azınlıkların taleplerine de karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu yeni strateji, milliyetçiliğin tüm türlerini totaliter, etnomerkezci, dışlayıcı kabul etmekte ve küçümsemektedir. İspanyol ulusunun toprak bütünlüğünün savunulması artık solcu liderler ve entelektüeller tarafından da milliyetçilik olarak değil 'yurtseverlik' ve 'anayasaya sadakat' olarak görülmektedir. Böylece, 1960 ve 70'lerde reddedilen söylemler, 1980 ve 90'larda yeniden işlerlik kazanmış, azınlık milliyetçiliklere tanınan hoşgörü yürürlükten kalkmıştır.

1980'lerin ortalarından itibaren, İspanyol sağ entelektüelleri İspanyol tarihini yeniden yazma görevini üstlenmişlerdir.

Amaçları, İspanya'yı 'çeşitlilik içinde farklılık' (variety within diversity) örneği olarak sunmak ve böylece 1978 Anayasal formülüne ulaşmaktır. Bu bakış açısına göre, Romalılar döneminden beri İspanya farklı insanların ve kültürlerin mozaiği olmuştur, ortak bir kaderde birleşmiş ve Orta Çağ'dan beri birlikte bir siyasi birim oluşturma isteğiyle birleşmiş insanlardan oluşmaktadır. Geleneksel 'çeşitlilikte birlik' (unity in diversity) fikri 19. yüzyıldan beri İspanyol gelenekçi düşünürleri tarafından savunulmuştur. Bu fikir, 'farklı İspanyalar' fikrini de doğurmuştur. Yeni muhafazakarlar İspanya'yı tek ama çok kültürlü bir ulus olarak görme eğilimindedir.

Bu arada ülkede birden fazla İspanyol milliyetçiliği bulunduğunun unutulmaması gerekir.

İspanya örneğinde, toplumu en çok bölme potansiyeline sahip sınıfsal ve dinsel kimliğin zayıfladığı görülmektedir.

Bunun yerine, bölgeselcilik güç kazanmıştır. Milliyetçi taban desteğinin temelinde de belirgin bir sosyal sınıfın varlığından söz etmek güçtür. Bu arada, 'İspanyol kimliği' Franco rejimini çağrıştırmasından korkulduğu için epey zayıf hatta çelişkili bir biçimde kendini göstermektedir. Öte yandan İspanyol ulusal kaynaşmasının bazı geleneksel araçları, özellikle ulusal simgelere işaret eden her şey, diğer tüm ülkelere oranla daha zayıf kalmıştır. Örneğin, İspanya, milli marşının güftesi olmayan birkaç ulus-devletten biridir. İspanya ayrıca 1978'e kadar tüm politik solun üzerinde tartıştığı bir bayrağa (kırmızı ve sarı) sahip olan birkaç ulus-devletten biridir.

Bazı solcu lider ve entelektüeller, İspanya'nın tek kültürel ve siyasi ulus olarak vurgulanması gerektiğini, böylelikle sınırları içinde sosyal dengenin sağlanabileceğini ve toplumu değiştirmede -sosyal reform aracı olarak güçlü bir merkezi yapılanma ile- devletin kapasitesinin kullanılabileceğini savunmuştur. Ancak azınlık milliyetçileri güçlü bir dayanışmanın kendilerinin aleyhine olacağı düşüncesiyle sosyal devlet anlayışına karşı çıkmışlardır; zira İspanya'nın fakir bölgelerine mali destek sunmayı istememektedirler.

HAFTAYA:
- Özerk bölgeler
- I. Katalonya,
- Başkent: Barselona

* Tüm Bel-SEN Diyarbakır Şubesi (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) Eğitim Komisyonu'nun Britanya ve İspanya'daki yerel yönetimler diğer adıyla özerk bölgeler üzerine yaptığı araştırmayı güncelliğini koruyan Demokratik Özerklik tartışmalarına katkı sunacağı inancıyla bu sayfamızda üç bölüm biçiminde yayınlayacağız.

Kuşaktan kuşağa kaybedilen Anadil


Bir toplum hakkında düşünmek ya da o toplumun içinde varolmak o toplumun içinde barındırdığı sesler hakkında düşünmeyi gerektirir. Oradaki dili öğrenmek o toplumun şebekesine sızmak anlamına gelir. Orada o toplumun ruh hallerini, ideallerini, felsefelerini yani yaşam tarzlarını çözmek mümkündür. Bir nevi o mantığı öğreniriz. Çünkü her dilin kendine has bir mantığı vardır. Onunla yeniden düşünürüz. Ama farklı bir şekilde. Örneğin farklı dillere çevirisi yapılmış bir kitabı düşünelim ve biz bu dillerin hepsini bildiğimizi varsayalım... Kitabı okurken dikkatimizi çeken kısımlar her dilde ayrı olacaktır. Bu anlatılan olay farklı olduğu için değil dilin kendi mantığı düşünceyi kendine has kıldığı için böyledir. Ama varsayılan anadilinde yazılmış bir kitap ise orada anlatılmak isteneni birçok yönüyle kavramak daha kolay olacaktır. Kısacası her dilin dünyaya açılan bir penceresi vardır. Ve dil her öğrenildiğinde yeniden keşfedilir.

EĞİTİM-SEN'İN ANADİL HARİTASI

Türkiye'de resmi dil olan Türkçe dışında Kürtçe, Lazca, Hemşince, Arapça başta olmak üzere çok sayıda dil konuşuluyor. Bu oran yüzde 17 civarında. Bütün korumasızlığına ve dezavantajlarına rağmen Türkiye'de bu kadar dilin konuşulması bu ülkenin çok kültürlülüğünü gösteriyor. Ama Eğitim-Sen tarafından yapılan ve kamuoyuna açıklanan Türkiye'nin Anadil Haritası araştırması çarpıcı bir gerçeği ortaya koyuyor. Buna göre Türkiye'deki anadiller yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Kendi anadillerini sürdürenlerin anne babalar düzeyinde oranı yüzde 20,4. Mevcut nüfus içinde anadilini sürdürme oranı ise yüzde 16,9'a düşmüş durumda. Araştırmaya göre anne-babalara düzeyinde 3,5 puanlık (yüzde 20,4'ten yüzde 16,9'a düşüş) kayıp, oransal olarak Türkçe dışında bir anadiline sahip olanların yüzde 27'sinin tek kuşakta bu anadilini kaybettiğini gösteriyor. Anadilin kullanımında her kuşakta yüzde 27 oranında bir azalma görülmesi de durumun vehametini ve Türkiye'deki anadillerin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

ŞEKİLLENMENİN YAPITAŞI DİL

Zengin bir yaşam tayfının içinde yaşıyoruz aslında. İnsan dillerini ve kültürlerini taşıyan bir tayf... Yaşamımızın özünü ve de biçimini temsil eden... Burada her dil yaşayan bir müzedir. Bütün insanların birikmiş bilgeliğinden oluşan, zengin bir kaynaktır. Taşıyıcısı olduğu her kültür için bir anıttır. Her kültür de bir gelecektir. Çünkü zaman kültürdür. İnsani tecrübeleri devralan bir yaşamdır. Aslında dillerin, kültürlerin korunması; insanların, doğanın korunmasıyla çok yakından bağlantılıdır. Çünkü diller insan ekolojisinin bir parçasıdırlar. Bir dilin yok olması; bir yaşam biçiminin, bir felsefenin yok olması demektir. Bu ölüm belirtisidir. Soluduğumuz havanın kesilmesi gibidir. Nasıl ki kanaryaların tehlikeye düşmesi madencilere çevredeki tehlikenin işaretini veriyorsa dillerin tehlikeye düşmesi de insanlara yaşamlarının tehlikeye düştüğünün işaretini verir. O yüzden eko sistemin içinde her şeye rağmen kendine yeterliliklerini sağlamış dilsel toplulukların korunması bütünselliğimizin korunmasının temel bir boyutunu oluşturur. Çünkü her dil insana özgü zengin yaşam deneyimleriyle, bir felsefeyle yüklüdür. Bu aynı zamanda insan zihninin doğal yetileriyle de bağlantılı olan bir durumdur. Çünkü dilin zihinsel tasarımdan ayrı bir varolma durumu yoktur. Noam Chomsky'inin dediği gibi, 'Dil zihnin özelliklerini anlamamızı sağlayan bir anahtardır.' Burada ses ile anlam buluşur ve bu da eko sisteme katılımda uyumlu bir bütünlük sağlar. Türkiye'de kuşaktan kuşağa anadilin kaybolması Türkiye'nin çok kültürlü yapısı açısından bir ölüm belirtisidir. Kendi dilinin, kültürünün de yara almasıdır. Bugün birçok gelişmiş ülkede ikinci bir dil eğitimi, çocukların anadillerini kusursuz bir şekilde öğrenebilecekleri eğitim düzeyi ve yaş sınırından sonra verilmektedir. Tüm bu çabaların tek bir amacı vardır, o da insanların kendi kimliklerini yara almadan oluşturmalarını sağlamaktır. Çünkü dil, kimliği oluşturan en önemli aidiyet aynı zaman da ruhsal şekillenmenin yapıtaşıdır.

İNSAN YAŞADIĞINI KONUŞUR

Çünkü doğuşundan itibaren insan dünyayı ilk olarak anadiliyle algılamaya başlar. Dünyaya ilk merhaba, ilk sesleniş kendi diliyle gerçekleşir. Öyle ki dilin genlerle aktarılan biyolojik bir boyutu olduğu, bu nedenle ayrı bir aklın içinde de doğsan ait olduğun halkın ruhsal dünyasını, karakterini taşıdığı bilim tarafından da h‰l‰ tartışılmakta, genetik bilimin çözmeye çalıştığı bir konudur. Bu nedenledir ki insan yaşadığı gerçeğe göre konuşmakta, konuştuğu dilin tadında yaşamaktadır. Anadil diğer aidiyetlere tonunu veren temel rengin kendisidir. Halkların tarihsel bellekleri anadilleri sayesinde oluşmuştur. Anadilini konuşamayan bir insanın belleği tarih mezarlığı gibidir. Geçmişe ait her şey ruhsuz, cansız, puslu ve de sislerin altındadır. Bellek yaralanmıştır, nisyan ile malüldür. Kendisini başka bir dille ifade ediş belki geleceğini biçimlendirir ama yabancılık duygusunu hiçbir yere ait olamamanın getirdiği korkuyu aşmaya yetmez. Amin Maalouf, 'Hiç kimse önüne her kitap açtığında, her konuştuğunda, her tartıştığında ya da düşündüğünde zihinsel olarak yurdunu terk etmek zorunda kalmamalıdır' der. Böylesi bir terk ediş başta anadilinden kopmayla başlar. Ama tamir edilemez bir yitimle sonuçlanır. Başkasının diliyle konuşmak başkasının gerçeğini yaşamak dünyayı onun gözleriyle, bakışıyla görmek, algılamaktır. Sana ait olmayan ile terk ettiğin yurdun arasında sıkışıp kalmak, her sözcükte benliğinin kimliğinin parçalara ayrılması demektir. Bu anlamda bir insanı diline bağlayan bağlardan kopardığınızda bu bir felaket halinde bütün bir kişilikte yankılanır. Sarsılan, kişinin tüm dünyası olur. Bundan etkilenmeyecek tek bir aidiyet yoktur. Kimliğin bu kırılgan parçalanmasının kişilikte yarattığı bozukluğu en derininden Kürt insanı da yaşamıştır. Ama son 30 yılda yarattıkları benzeşerek değil bütünleşerek varolmaya çalışma anlamında devrimsel önemdedir.

ANADİL HAKİKATİN YURDUDUR

Sonuç olarak Me'lerin derinliği, Tevrat'ın doğallığı, Gılgamış'in yalınlığı, Dante'nin dile yüklediği tutkusu, Ehmedê Xanî'nin toprağında ölümsüzleştirdiği aşkının büyülü ifadesi, Dostoyevski'nin insani ruh hallerini vermedeki ustalığı, Virginia Woolf'un imgelemdeki derinliğiyle bir ana sığdırdığı iç dünyaları ve daha nicelerinin sanatına sinen düşsel ifadelerin hepsi anadillerinde yakaladıkları anlamla bağlantılıdır... Çünkü her hakikat doğal yaşam dinamikleriyle birebir bütünleşmiş olan anadilde vardır. Yani her hakikat anadilde yansımasını bulur. Anadil hakikatin yurdudur. Bu hakikat kendisi olduğu kadar başkasının da olmayı başarabilen bir hakikattir. Taşıdığı renkler ve motifler yerel olsa da kavram ve anlamları evrensel olabilen bir hakikattir. Sonsuzdur ama değişmez değildir. Kendi özel renklerini, nüanslarını, vurgularını yaratır. Duru, temiz, insani sıcaklığı olan mesajları iletir. Çünkü dil insani mesajlara inanır. Bunun ruhunu duyumsar. Ve sözle, anlatıyla, insani öyküyle, eskinin membasında büyüyen yeniyi kurgular. Tarihi böyle anlatır. Anlatıyı böyle yaşamın tanığı yapar. Ve her tanıklıkta yeni bir insani öykünün temelini atar. Bunların yok olması, anadillerin konuşulmaması ölüm belirtisidir sahiden de.

Nagihan AKARSEL
***
Hawara min ji bo Azadiya Welatê min e

Şüphesiz şimdiye kadar özgür basının maruz kaldığı baskılarla ilgili birçok kez yazı kaleme alınmıştır. Bu konu hakkında defalarca basın açıklaması yapılmıştır. Beni bu yazıyı yazmaya iten neden etraflıca bir değerlendirme değil; sadece son iki hafta içerisinde Türkiye'de günlük Kürtçe yayın yapan Azadiya Welat gazetesinin maruz kaldığı baskı ve hukuksuzluğu paylaşmak isteğidir.

Bu yazıda Kürdistan gazetesi ile başlayan 112 yıllık Kürt gazeteciliğinin maruz kaldığı baskılardan söz etmeyeceğim. Kürdistan gazetesinin İstanbul'a, Şam'a ve Kahire'ye varan sürgün hayatından da bahsetmeyeceğim. 1994 yılında 'Gizli ibareli yazı: Bertaraf edin' belgesi ile Özgür Ülke gazetesinin bombalanmasından da söz etmeyeceğim.

Azadiya Welat gazetesinin eski Yazıişleri Müdürü Vedat Kurşun'a 166 yıl 6 aylık rekor ceza verildiğini ve yine aynı gazetenin Yazıişleri Müdürü Ozan Kılınç için verilen 21 yıl artı 6 yıl ceza istemi, artı devam eden davalarından ve şu anda Diyarbakır Cezaevi'nde tutuklu olmalarını da hatırlatmayacağım. Ve aynı şekilde Hawar gazetesinin Yazıişleri Müdürü Bedri Adanır'ın da yaklaşık 50 yıl hapis cezası istemiyle şu an Diyarbakır Cezaevi'nde tutuklu olduğunu da bilmem hatırlatmaya gerek var mı? Şu an mahkeme kayıtlarında Kürt gazetelerinin yazıişleri müdürleri için verilen yüzlerce yıllık cezayı da hatırlatmaya gerek yok. Çünkü hepsi resmi tescillidirler. Mahkeme tutanakları, yüzlerce yıllık verilen cezalar ve Kürt basınının karşı karşıya kaldığı haksızlığı araştırma konusu yapmak isteyenler için birinci elden kaynaklardır ve kapı gibi belgelerdir.

Hele 30'dan fazla basın şehidinden hiç bahsetmeyeceğim. Her ne kadar faili meçhul olarak kayıtlara geçseler de Kürt halkı, o gazetecilerin kimlerin emri ile ve nasıl öldürüldüklerini çok iyi biliyor. Zaten tarih, bu insanların kimler tarafından katledildiklerinin tanığı, şahidi ve bizzat davacısıdır. Miting meydanlarında pragmatist bir yaklaşım ile Apê Musa'yı anarak da kimse günah çıkaracağını sanmasın. Ne büyük bir çelişkidir ki miting meydanında Apê Musa'dan bahseden Tayyip Erdoğan döneminde Kürt basınının karşılaştığı baskılar, Apê Musa dönemini aratır hale geldi. Birilerinin artık 'kral çıplak' demesi gerekmiyor mu?

EVET'E GİDEN HER YOL MÜBAHTIR

Gazetemizin okurlarına ulaşması iki haftadır çeşitli bahaneler ile engelleniyor. Arkadaşlarımız gazeteyi çıkarmak için başvuruyor, her seferinde bir bahane ile geri çevriliyorlar. Gazete arşivlerini biraz karıştırınca Türkiye gündeminin en hassas olduğu dönemlerin gazeteye en çok ceza verilen dönemler olduğu görülüyor. Bence bahaneler öne sürerek gazetemizin çıkarılmasını engelleyenler açık yüreklilikle demeliler ki; Valla bilindiği gibi ülkemizde halen oynanmakta olan bir 'Evet', 'Hayır' yarışması var ve lütfen yarışmadan sonra başvurun. Yani bahaneler öne sürmenin ne alemi var. Birçok şehirde AKP imzalı afiş ve billboardlarda neden 'Evet' denilmesi gerektiği ile ilgili yazılar var. Bence AKP'liler şunu da eklemeliler; Kürtçe gazetenin çıkarılmasının engellenmesine 'EVET.' Ya da şöyle formüle edebiliriz; Boykot haberlerini yapmayan gazetelere Evet. Zira AKP için 'Evet'e giden her yol mübahtır.

Bilindiği gibi Azadiya Welat gazetesi 2006 yılında yayın hayatına başladı. Günlüğe geçtiğinden beri şimdiye kadar birçok kez kapatıldı ve bu gazeteye alternatif olarak Hawar, Welat, Rojev ve Dengê Welat gazeteleri yayınlandı.

Yukarıda da bahsettiğim gibi son iki hafta içerisinde gazete çalışanlarının başından geçen hukuksuzluktan bahsetmek istiyorum.

21 AĞUSTOS A. WELAT KAPATILDI

Cumartesi günü her zamanki gibi arkadaşlarımız büyük bir özveri ile haberlerini hazırlayıp, sayfaya yerleştirdikten sonra manşet toplantısı yaptık ve manşetimizi belirledik. Bilmeyenler için hatırlatmak istiyorum, gazetemizi saat 17:00'ye kadar bitirip baskı için matbaaya gönderiyoruz. Saat 16:00'da baskı için hazır hale gelmek üzere olan gazetenin son bir iki sayfasının mizanpajı yapılmaktayken bir aylık ceza aldığına dair faksı aldık. Faksta İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, gazetenin bütününü 1 aylık kapatma gerekçesi olarak görmekte ve yayınını toplatma kararı vermekteydi. Böylece arkadaşlarımızın gün boyu verdiği emek bir faks ile heba edildi. Hakikaten sormak lazım, madem ceza verecektiniz neden saat 16:00'ya kadar beklediniz? Haftasonu olduğu için ancak pazartesi yeni bir gazete çıkarmak için başvurabilecektik. Ertesi gün gazetemizin kapatılmasını kınayan bir metin hazırlayıp basın kuruluşlarına gönderdik. Pazartesi günü başvuru yapmamıza rağmen ancak çarşamba gününe yetiştirip Rojev gazetesini çıkardık.

28 AĞUSTOS ROJEV KAPATILDI

Rojev gazetesinin ömrü sadece 4 gün ile sınırlı kaldı. Yine cumartesi günü her zaman olduğu gibi arkadaşlarımız haberlerini hazırlayıp sayfalara yerleştirdiler ve manşetimizi belirledik. Yine saat 16:00'da gazete bitmek üzere baskıya gönderilecekken Rojev gazetesinin de 1 aylık kapatma ve o günkü sayının toplatılma cezası aldığı haberi geldi. Ne ilginçtir ki savcılar ceza vermek için yine saat 16:00'ya kadar beklediler. Malumumuz yine haftasonu ceza verildiği için hafta başını bekledik.

Arkadaşlarımız yine gerekli başvuruları yaptılar fakat cuma gününe kadar oyalandılar ve 'gerekli araştırmaların yapılmasından sonra' pazartesi günü başvurulabileceği bilgisi arkadaşlarımıza iletildi.

6 EYLÜL PAZARTESİ

Bu sefer de Welat ismiyle gazete çıkarmayı kararlaştırdık. Arkadaşlarımız pazartesi günü başvurularını yaptı ve bu sefer kesin engellenmez, yani bu kadar da olmaz diyerek gazeteyi hazırlamaya koyuldular. Başvurumuzu yaptığımızda bize saat 16:00'da cevap vereceklerini söylediler ve yine aynı şekilde gazete baskı için matbaaya gönderilme aşamasındayken 'Welat gazetesinin isim hakkı Ozan Kılınç'ta olduğu için bu isimle gazete çıkaramazsınız, bu isimle çıkarabilmeniz için Ozan Kılınç'tan yazılı izin almanız gerekmektedir' denildi.

Devlet biz Azadiya Welat gazetesi çalışanlarına hazırlanıp da çıkarılması çeşitli nedenlerle engellenen üç gazete borçludur. Bu yazıyı yazdığım saatlerde bir yandan sayfa için haber hazırlarken bir yandan da bu yazıyı yazmaktayım. Arkadaşlarımız farklı bir isimle gazete çıkarmak için başvuruyorlar. Bakalım yine saat 16:00'ya kadar bekletecekler mi ve bu sefer ne bahane bulunacak çok merak ediyorum.

Bu yazıyı yazarken o 'Taraf'lardan bu taraflardan medet ummadığım için Günlük gazetesine göndermeye karar verdim. Kürtçe yayın yapan bir gazetenin çalışanı olarak yazıyı Kürtçe bir cümle ile bitirmek istiyorum. 'Hawar'a min ji bo 'Azadiya Welat'ê min e, ji bo 'Rojev'a 'Welat'ê min e û ji bo 'Dengê Welat'ê min e.

Çetin ALTUN
* Çığlığım, ülkemin özgürlüğü içindir.

AKP için deniz bitti!..


Sekiz yıllık iktidarı döneminde AKP hükümeti, Türkiye toplumunun can alıcı sorunlarına çözümler geliştirme yerine tali gündemlerle kamuoyunu oyalayıp durdu. Önceki hükümetler farklı olarak AKP iktidarı döneminde tüm toplumsal sorunlar gündeme gelerek tartışıldı, topluma umut verildi...

Ancak tüm toplumsal sorunlar 8 yıl önce hangi aşamadaysa bugün yine aynı biçimde sürmektedir. Belki daha da dejenere olmuş, laçkalaştırılmış ama kesinlikle daha da derinleşmiş bir halde ortada durmaktadır...

AKP hükümeti, toplumsal sorunları itelemek, bu arada kendi iktidarını sağlamlaştıracak dinamiklerini oluşturup güçlendirmek için hep yapay gündemlerle toplumun beklentilerini manipüle etti. Özellikle de oluşturduğu basın tekeliyle toplumu bugüne kadar yarattığı beklentilerin peşinde sürüklemeyi başardı...

Kürt sorununun çözümü konusunda da aynı taktikleri uyguladı ve kendi açısından başarılı olduğu da söylenebilir...

Geçmişteki Türk hükümetleri, Kürt sorunu konusunda katı tutumlarını direkt baskı ve zulüm politikalarıyla uyguladıkları için Kürtler tarafından teşhir olmaları fazla zaman almıyordu. Geçmiş hükümetlerin Kürtlere yönelimi bundan dolayı daha belirgin bir baskı ve şiddet politikasıyla gerçekleşiyordu ve doğalında da Kürtler tarafından deşifrasyonu da fazla zaman almıyordu.

AKP ise daha sinsice ve truva atı yöntemleriyle Kürtlerin bir kısmında bugüne kadar bir çözüm getirecekmiş umudunu hep canlı tutmasını bildi.
Kürt hareketinin tek taraflı ilan ettiği ve sonlanmasına bir hafta kadar bir zaman kalmış olan eylemsizlik kararında da olduğu gibi, çeşitli dönemlerdeki taktik hamlelerle Kürt hareketine karşı da manipülatif yeteneğini sergilemede bir anlamda kendi açısından başarılı oldu denebilir...
Ama deniz tükendi!..
AKP hükümeti, Kürtlere karşı düşmanlık ve Kürt halkının statüsüzlüğünü sürdürmede önceki hükümetlerden daha gözü kara olduğunu tüm pratikleriyle ayan beyan sergiledi. Vahşette sınır tanımadığını ve tanımayacağını hem söylemi hem de eylemiyle açıkça sergiledi...

En son Colemêrg’de, bizzat AKP hükümetinin talebi doğrultusunda Kürt hareketinin aldığı eylemsizlik kararı gereği, çatışma yaşanmayacak alanlarda konumlanmış Kürt gerillaların hem de AKP’nin ticaretini yaptığı dini içerikli bir bayramda katledilmesi, AKP zihniyetinin Kürtlere karşı nasıl gözü kara bir düşmanlık içinde olduğunun görülmesi açısından son örnektir...

Artık ağzıyla kuş da tutsa; AKP hükümeti ve onun Başbakanı Recep T. Erdoğan, Kürtleri, yarattıkları sahte umutların peşinde sürükleyemeyecektir... AKP, bu referandum süreciyle de toplumu bir süre daha palyatif bir gündem etrafında oyalamasını ve acil sorunların çözümünü ötelemesini becerebildi. Ve nihayet referandum da sonlandı...

Şimdi ise bir sonraki seçime bir yıl var. Herhalde AKP hükümeti bu bir yılı da seçim sonrasında sözde yeni ve ‘demokratik’ bir anayasanın hazırlanması için umut verme manevralarıyla geçirecek...
Ama deniz bitti...
Kürtler bir yıl daha AKP’ye katlanmayacak ve onun yarattığı sahte umutların peşine takılmayacak gibi görünüyor...
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, son görüşmesinde avukatlarına AKP hükümetine son kez şans tanıdıklarını belirtiyor. Burdan da hareketle, AKP son bir haftada Kürt sorununun çözümü ve tansiyonu yüksek bu sürecin barışçıl bir aşamaya evrilmesi için somut adımları gündemleştirmediği takdirde, Kürtlerin AKP’nin değil, yalnızca kendi gündemlerini uygulamaya çalışacağı artık bir sır değil.

Nitekim Kürt hareketinin ve Türkiye’deki yasal siyasi ve toplumsal kurum ve örgütleri de aynı konuda net tavır içinde...
Elbette arzulanan, Türk devleti ve hükümetinin Kürt sorununun çözümü konusunda inkar ve imhacı mantıktan vazgeçip, Türkiye halklarının demokratik bir sistemde özgür, eşit ve adil koşullarda birlikte yaşamasından yana; ancak AKP hükümetinin bugüne kadar sergilediği söylem ve pratik, ondan zulüm dışında bir şeyin beklenemeyeceğinin görülmesi için herkese yeterli gerekçeler sunuyor...

Kurdistan Ulusal Konferansi Birliğin Temelidir

Yeni_Özgür_Politika’’Konferans, Kürtlerin bulundukları ülkenin sınırlarıyla bir sorunu olmadığı esası üzerinden gerçekleşecek. Ulus devlet modeli dışında bir modelle Kürt sorununu çözmeyi hedefleyen konferansa tüm Kürdistani partiler katılacak.’’
Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir dönem başlıyor. Herşey çok hızlı değişiyor. Kürtler kendi geleceklerini inşa ediyor ve sorunlarının çözümü için çağa uygun modeller oluşturuyor. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP’nin Demokratik Özerklik Projesi ve Ulusal Konferans önerisi bunlardan biri. Bu amaçla DTK, BDP heyeti geride bıraktığımız günlerde Güney Kürdistan’a gittiler. Heyet içinde yer Alan BDP Grup Başkan vekili Bengi Yıldız’la bu geziyi, ulusal konferansı, Kürtler arası birliği ve bundan sonrasını konuştuk.

Bengi Bey, BDP ve DTK heyetleri olarak Güney Kürdistan’a gittiniz ve temaslarda bulundunuz. Gezinizin amacı neydi?
Evet DTK heyetinin bir üyesi olarak Güney Kürdistan’a gittik. Bildiğiniz gibi DTK bir çatı örgütlemesi. Tüm Kürt kurumlarını ve şahsiyetlerini şemsiyesi altında buluşturmayı amaçlayan bir yapı. Bu nedenle bu heyet BDP-DTK heyeti değildi. DTK heyeti olarak gittik.gezinin amacı öncelikle Kürt konferansını gerçekleştirmek için görüş alışverişinde bulunmaktı. Bilindiği gibi önce ki ayda sayın Berzaniyi ziyaret etmiştik. O ziyarette Berham Salih ve KDP polit büro üyeleriyle de görüşmeler yaptık. Yine kalıcı bir barış için ateşkesin yol açacağı olası sonuçları değerlendirdik. Bu geziden amaçladığımız bir diğer sonuç, Kürtler arasında diyalog ortamını süreklileştirmek, Kürtlerin asgari müştereklerini belirlemek ve ortak paydalarda buluşmak. Çünkü Kürtlerin en önemli sorunu birbirine değer vermemek,ortaklaşmamak ve özgücünü küçümsemektir.

Kimlerle görüştünüz?
Belirtiğim gibi önceki görüşmelerde sayın Mesut Barzani, Behram Salih ve KDP polit bürosu ile görüştük. Son ziyaretimizde ise sayın Talabani, içişleri Bakanı Kerim Sincari,eski kültür bakanı Kakai ve Kürdistan’ın dört parçasındaki PÇDK ve Zahmetkeşler gibi partilerle görüştük. Sayın Neçirvan Barzani’nin de daveti vardı ama gittiğimiz sırada kendileri ABD ‘de bulundukları için görüşme imkanı olmadı.

Görüşmeleriniz verimli geçti mi?
Heyet olarak yaptığımız değerlendirmede ilk kez samimi ve gerçekçi bir yaklaşım olduğu sonucuna vardık. Özellikle komşu ülkelerin sınırlarıyla bir problemimiz olmadan bir halk olmaktan kaynaklı haklarımızın yani halkların kendi geleceğini belirleme konusundaki evrensel hakların tavizsiz savunulması konusunda bir ortaklaşma vardı. Ve Kürt sorununun uluslararası bir sorun olduğu, her parçanın özgün koşullarına uygun bir çözüm modeli bulunması gerektiği, Kuzey kürdistanda bir çözüm gelişmeden diğer alanlardaki kazanımların kalıcı hale gelmesinde sıkıntı doğar görüşünde ortak bir yaklaşım oluştu.

Bu ilk gezi değil; ama bu tür görüşmeler Kürdistan parçalarını birbirine yakınlaştırıyor ve ortak siyaset üretme olanakları sunuyor görüşü var. Katılıyor musunuz? Amacınız bu mu?
Şüphesiz diyalog ortaklaşmanın olmazsa olmazıdır.“Kürtler ne istiyor“ sorusuna cevap olarak Kürtler „evrensel ölçülerde diğer halkların hakkı neyse onu istiyor“ cevabını vermelidir. Bunun için de öncelikle Kürtler kendi aralarında ne istediklerini,ne istiyebileceklerini daha doğrusu „istemek“ değil, ‘haklarının ne olduğu’ konusunda ortaklaşmalıdır. Eğer „Kürtler ne istiyor „sorusuna tüm Kürtlerin ortak bir cevabı yoksa uluslararası camiada gücüne ve varlığına bir değer biçilmiyor. Tüm alanlarda haklı mücadelenin siyasetinin ve diplomasisinin oluşturulması gereği ortaya çıktı.

Savaşın son bulması Kürt sorununun çözümünü konuştunuz. Peki sayın Barzani ve Talabani bu konuda ne düşünüyor?
Kürtlerin meşru müdafa hakkının olduğu ama 21.yüzyılda mümkün oldukça barışçıl ve demokratik siyasetin ön plana çıkarılması gerektiğini, Kürtlerin bu anlamda bir çok kazanımı elde ettiğini; ama bir çözüm gerçekleşmeden silahların bırakılması talebinin gerçekçi olmadığı noktasına vurgu yapıldı. Silah bırakma meselesinden çok ,meşru müdafa çizgisinde kalarak demokratik siyasetin sonuna kadar zorlanması gerektiğine vurgu yaptılar..

PKK yetkilileriyle de görüşeceğiniz yazıldı. Bu doğru muydu?
Bizim PKK ile görüşmemizden daha doğal bir şey olamaz. Ancak bu programda olmadığı için görüşmedik.

PKK ile görüşecek misiniz?
DTK, PKK ile resmi bir görüşme talebinde bulunma kararı aldığı için önümüzdeki tarihlerde bu görüşme gerçekleşebilir.

Gözler ulusal konferansta. Görüşmeleriniz de bu konu konuşuldu mu ve çıkan sonuç ne?
Evet önemli bir mesafe alındı. Bir konferans hazırlık komitesi oluşturma kararı alındı. Önümüzde ki günlerde oluşacak bu komisyon konferansın yeri, zamanı ve katılımcılarını netleştirecek.

Peki ulusal konferans ne zaman yapılabilinir? Ahmet Bey: ‘’yapılacak’’ dedi.
Belirttiğim gibi zamanını komisyon kararlaştıracak. Ancak fazla zamana yayılmayacağını düşünüyorum. Çünkü sayın Barzani bu konferansın yapılabilmesi için yaklaşık iki yıldır talepte bulunduklarını ve gerçekmesi için istekli olduklarını söyledi.

Konferansın temel amacı ne olacak, siz ne bekliyorsunuz? Nasıl bir konferans. Kürdistan’ın dört parçasından temsilciler mi olacak?
Kürtlerin bulundukları ülkenin sınırlarıyla bir sorunu olmadığı esası üzerinden „demokratik ve barışçıl çözüme tüm kürtlerin ve dostlarının güç vermesi ve ortaklaşması şiarıyla“ gerçekleşecek konferansın ulus devlet modeli dışında bir modelle kürt sorununu çözmeyi hedefliyecektir. Katılımcıları tüm Kürdistani partiler olacak.

Dört parçanında kendine özgü sorunları var. Nasıl olacak?
Bu devletlerin öncelikle bir demokrasi sorunu var. Bu ülkelerin demokratikleştirilmesi gibi bir problemimiz var ki bu bağımsız bir devlet kurmaktan daha zor. Ancak zor da olsa daha az sayıda insanın yaşamına ve halkların birbirini boğazlamasının önüne geçebilecek bir seçenek. Hiç bir ülkenin değişime ve Kürt gerçekliğine direnebilme gücü olamaz. Kürtlerin ortaklaşması ve demokratik çözüm modeli çağdaş dünyada kabul görecektir.

Konferansın önceliği ne olacak?
Birlik. Ortaklaşma. Korkutmadan çözüm üretmek!

Çözüme gelelim. Önümüzde genel seçimler var. Sizin demokratik özerklik projeniz var. Nasıl bir çözüm düşünüyorsunuz?
Demokratik özerklik kurulmaz, yaşanır. Nasıl yaşamak istersen öyle yaşarsın. Bu bir kültür ve yaşam biçimidir. Demokratik özerklik bir yaşam tarzıdır. Bir halk nasıl yaşamak isterse öyle yaşar. Nitekim Kürtlerin geçmişinde yüzlerce yıllık otoritesiz dönemler vardır.yüzlerce yıllık özerklik deneyimi vardır. Birlikte yaşama kültürüne en uygun halk Kürtlerdir.

Çalışmalarınız bundan sonra devam edecek mi?
Güney Kürdistanla ilişkiler artık sürekli hale gelecek. Hewlerdeki BDP bürosu bu konuda önemli bir rol oynayacak. Güncel sorunları anında değerlendiren, paylaşan bir yaklaşım kaçınılmaz. Kürtlerin yaklaşımını başkalarından değil birbirinden öğrenme meselesi ertelenmiş bir olaydı zaten.

Eylemsizlik kararı var ama askeri operasyonlar durmadı. İşte Hakkari’de ki can kayıpları bir infale neden oldu. Bu durumun sorumluluğu kime ait?
Bu işin sorumluluğu BDP,DTK ve çağrı yapan sivil toplum örgütleri ile aydınlara aittir. Bir olay olgunlaşmadan belirli beklentilere girmek, beklenti yaratmak sorumluluk gerektirir. Devlet ve hükümetin bir talebi olmadan ateşkes talep etmek her zamanki gibi tek taraflı sonuçlara yol açar. Şüphesiz soran ve sorgulayan bir toplum olunsaydı en büyük sorumluluğun Hükümette ve devlette olduğu gerçeği anlaşılırdı. Ancak PKK’yi eleştiren aydın, yazar, çizer kadronun, sivil toplum örgütlerinin sessizliği dikkat çekicidir. „Bir insanın yaşamını yitirmesini bağımsız Kürdistana yeğlemem“diyen Miroğlu gibi şahısların 20’nin üzerindeki PKK militanı yaşamını yitirmesi üzerine bir yazı yazmaması, bunun yerine „yetmez ama evet“ sologanına sığındığını görmek de ayrıca ibret vericidir. PKK’lilere laf yetiştirmeye çalışarak „Cesur aydın“pozisyonu şimdilik yeterli oluyor sayın yazara.

Hükümetten bir beklentiniz var mı?
Makyevelizmin 21.yüzyıldaki en iyi uygulayıcısı AKP ve Erdoğandır. Ülkenin tüm sorunlarını sadece oy devşirme potansiyeli olarak gören bir siyasetten bir çözüm çıkmaz. Erdoğanın tek beklentisi Cumhurbaşkanı olmaktır. ANAP ve Özal siyaseti tekerrür ediyor. Cumhurbaşkanı olduktan sonra ömrü bitecek bir AKP gerçekliği. Bu nedenle bir beklentimiz olmasını gerektirecek bir siyasal kadro yok AKP’de. Günlük ve sistemin bir kaç kullanımlık araçlarıdırlar.

Hükümet güven vermiyor. Laf değil eylem bekliyoruz dediniz. Peki nasıl bir eylem? Hükümet ne yapmalı?
Hükümet ya tüm riskleri göze alarak anadolu halk gerçekliğine sırtını dayayarak çözüm üretecek ya da bitecek. Ancak bu hükümetin sistemi değiştirme ve dönüştürme arayışı yok. AKP’nin sistemden pay kapma gibi bir derdi var. Burdanda özgürlük ve demokrasi çıkmaz.!

Bayram da iki ayrı Türkiye gördük. Türkiye eğlendi ve bayramlaştı. Kürtler ise yas tuttu, ağladı. Sizde parti olarak bayramlaşma programlarını iptal ettiniz. Neden?
Aslında halkların kardeşliği bir ideal, bir arayıştır. Pratikte hiç bir yerde böyle olmadı. Çünkü sistem halkların kardeşliğ üzerine değil, karşıtlığı üzerinden işliyor. Türkiyede iki halkın son yıllardaki durumu duyguda, düşüncede, tasada ve kıvançta buluşmayan tam tersine birinin sevincine diğerinin sinirlendiği bir gerçeklikte. Bunu görmeden sadece „yaşasın halkların kardeşliği“ sloganı sonumuzu Ermenilere ve Rumlara benzetebilir. Çünkü kimse kardeşinden bir tehlikenin gelmesini beklemez.

Eylemsizliğe rağmen 9 gerilla katledildi. Bu kanlı katliamın zamanlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Zamanlaması dikkat çekicidir. İki yönlü dikkat çekicidir. ‘Derinciler’ ateşkesin bozulmasını istiyor olabilir. İkincisi ise sayın Öcalanla görüştükleri için oy kaybettiğini düşünen AKP’nin milliyetçi cepheye bir selamı da olabilir. Yani bu eylemin işlerine geleceğini düşünebilirler. Ancak bence bu eylem AKP’nin sonunu getirecek bir eylemdir.

Bu katliam karşısında susanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sonsuza kadar sussunlar!


ERDAL ER rojrost@hotmail.com