26 Kasım 2010 Cuma

Türk Basınından BDP'nin Yükselişine Karşı Psikolojik Yıpratma Kampanyası

Bir süredir Kürt legal demokratik siyasetinin değerli emektarlarından olan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir üzerinden Kürt legal siyasetine yönelik sistematik biçimde psikolojik bir yıpratma kampanyası başlatılmıştır. Bu kampanyanın bir süredir Türk basınınca aynı argümanlar üzerinden ve aynı zamanda yapılıyor olması bunun bir merkezden ve sistematik olarak yürütüldüğünü apaçık ortaya koyuyor. 

PSİKOLOJİK KAMPANYAYI AKP VE ONA BAĞLI MİT KOORDİNE EDİYOR

Bu kampanya çerçevesinde yürütülen psikolojik saldırılar direk olarak AKP ve hükümetine bağlı MİT koordineli olup Kürt Özgürlük hareketi içerisinde muğlâklık yaratarak zayıflatmayı ve tasfiyeyi amaçlamaktadır. Çünkü Baydemir ve ardından KCK’nin çok net olmasına ve kafalarda Türk basını tarafından yaratılmak istenen muğlâklığı giderici açıklamalarına rağmen AKP’nin Psikolojik savaş sözcülüğünü üstlenen Türk basının bu psikolojik savaş haberlerini gündemde tutmada ısrar etmesi birçok şeyi anlatmaya yetiyor. 

TÜRK BASININ BÜYÜK AHLAKSIZLIĞI

Türk basını tamamen MİT’ten aldığı talimatlarla hareket ederek Kürt legal demokratik siyasetine yönelik yine MİT tarafından kendisine servis edilen ve gerçekle bağlantısı olmayan yalan haberleri sürekli gündemde tutuyor. Bu tutumuyla hiçbir evrensel basın etik kuralıyla bağdaşmayan bir yaklaşım sergileyen Türk basını Kürt halkı ve yarattığı değerleri karşı büyük bir ahlaksızlığı yaşıyor. 

 ASIL AMAÇ KÜRTLERİN SEÇİME ZAYIF GİRMESİNİ SAĞLAMAK

Asparagas haberlerle 2011 seçimleri öncesi Kürt demokratik hareketinin gündemini saptırarak asıl gündemi olan seçim hazırlık çalışmalarını daha güçlü bir şekilde yapmasını engellemeyi amaçlıyor. AKP’ye yakın ve isminin açıklanmasını istenmeyen bir haber kaynağımızın anlattığına göre; ‘Kürt halkının psikolojik yıpratma kampanyasının amacının AKP’nin yaptığı son anketler sonrası BDP’nin yükselişe geçtiğini görmesi ardından Kürt demokratik hareketinin 2011 seçimlerine güçlü girmesini engellemek için tedbir aldığını belirtti. 

AKP UMUDUNU KARA PROPAGANDAYA BAĞLADI

AKP KCK’nin uzattığı eylemsizlik sürecini değerlendirerek Kürt sorunun demokratik çözümü için adımlar atacağına bütün umudunu Kürt Özgürlük hareketine karşı psikolojik savaş ve yıpratma kampanyasına bağladığı böylece anlaşılıyor. Bu nedenle AKP Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye konsepti temelinde kara propagandayı bundan sonra da Kürt halkının moralini düşürmek, beyin bulandırmak amaçlı çokça kullanacak.

Artım Roni

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zilan Katliamının Son Tanıkları

Ağrı Yanıyordu. Bir yandan Bro, bir yandan Xoybun’un askeri İhsan Nuri, Türk askerleriyle çarpışıyorlardı. Xoybun’un andı içilmişti: “Ümidinizi kaybetmeyiniz! Kürdistan bağımsızlığına kavuşacak ve Kürt ulusu bahtiyar olacaktır. Atalarımızın şu sözünü unutmayınız: ‘Bextê Romê Tüneye!’(Rom’un bahtı yoktur)”

Ağrı’da ateş sönmeyince ve Zilan’da başkaldırı patlak verince, Mustafa Kemal’in ordusu oraya yöneldi. Sonra 20. yüzyılın ilk toplu Kürt katliamı olan Zilan Katliamı yapıldı. Yıl 1930… aylardan Haziran… 

Dolunaylı bir gecede Zilan’nın vadilerinden atlılar koşturuyordu. Ağrı Cumhuriyeti Generali İhsan Nuri bir ferman göndermiş Zilan’a, savaşçıların 4 Temmuzda harekete geçmelerini istiyor ve ekliyor: “Her şeyden bizi kesinlikle haberdar edin.” Daha Haziranın 19’u ve Ağrı’nın hiçbir şeyden haberi yok. Qeşqedağ eteklerinde 507 tane çadır kurulmuş… Çadırların 10’nundan fazlası makkari marka tüfek ve mermiyle dolu… Diğerlerinde de savaşçılar kalıyor.

Akşam olduğunda teker teker atlara binip dağın eteğinde toplandılar… Atlarının yönlerini çevirdiler. Yön Çakırbeg yönüydü… Şebabê Misto ile Bekirê Qulîxan’ın destesi Çakırbeg üzerine gönderildi. Ve tarihte 1930 Zilan direnişi, devletin deyimi ile Zeylan İsyanı olarak yer alan Kürt başkaldırısı, İhsan Nuri’nin fermanda belirttiği 4 Temmuzu beklemeden yaklaşık 15 gün önceden, çok zamansız bir şekilde başlamış oldu.

15. SEYYAR JANDARMA ALAYI VE KUŞATILAN ŞEHİRLER

Sırasıyla Çakırbeg, Hesenevdal, Norşat karakollarında konuşlanan 15. seyyar jandarma alayı askerlerine baskınlar düzenleyen Kürt direnişçiler, alay namına bir şey kalmayınca, Erciş’i kuşattılar. Erciş Tayyare Taburu ile bazı mahalleler alındı. İdris Erdinç ve kardeşi Süleyman Erdinç adındaki şahıslar tarafından silahlandırılan Türkmenler, Kürt direnişçilere karşı koyunca işler değişti. Van’dan gelen kara birlikleri ile Ağrı’dan kalkan uçakların müdahalesiyle Kürt direnişçiler geri çekilmek zorunda kaldılar. Geri çekilirken de Erciş Tayyare taburundaki el konulmuş uçakları ateşe verdiler. Daha sonra Nadir Bey (Süphandağ) ile kardeşi Mehmet Bey tarafından Patnos kuşatıldı fakat alınmadı. Bargıri yani Muradiye ise alındığı halde korunamadı. Böylece Zilan, Ağrı Kürt Cumhuriyeti’ne dâhil edilemedi.

En önemlisi ise bütün bunlar olurken Ağrı’daki direniş komitesinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Bu habersizliğin bedeli ağır olacaktı.

TÜRK ORDUSU ZİLAN’DA YANGIN BOMBASI KULANDI
Türk ordusunun kitle imha silahlarını kullanma tarihi 1930 yılına kadar uzanır. Son yıllarda PKK gerillalarına karşı işlediği savaş ve insanlık suçlarıyla gündeme gelen Türk ordusu, aynı yöntemleri 80 yıl önce de Zilan’daki Kürt direnişçilere karşı kullanıyordu. Direnişçiler Zilan’a çekilirken onları takip eden Türk uçakları gökten ölüm yağdırıyordu. Yere düşen yangın bombaları, düştüğü yerle birlikte direnişçileri ve onlara iltica etmiş olan sivilleri kömürleştiriyordu.

Nitekim dönemin Cumhuriyet gazetesi bununla gurur duyuyordu: “Harp bu havalide pek müthiş şekilde cereyan etmekte… Şakiler tayyarelerimizin ateş bombaları altında inlemekte…”
Uçaklar sonra direnişçileri geçip Kürt köylerine yöneliyorlardı. Köylere ateş yağdırıyorlardı. O günleri yaşayan mele Ahmet yıldız: ‘’Gök kızıldı ve bulutlar ağlıyordu. Gözyaşları ise alev alevdi.” Diyordu… Bu mahşerden her canlı nasibini alıyordu. Kürtler koyun kılığına bürünüyorlar’’ diye koyun sürüleri bombalanıyordu. Ortasına bomba düşen koyun önce göğe savruluyor; sonra da yere düşüyordu.
27 KÖY BOMBALANDI

Ankara, binlerce kişilik bir orduyu Zilan’a gönderdi. Askerler Yekmal ve Arnês iskelelerinden Zilan’a ayak bastıklarında, Erciş Tayyare Taburu’ndan kalkan uçakların attıkları bombaların gümbürtüleri duyuluyordu. Patnos, Muradiye ve çaldıran sahalarında da 26 köy havadan bombalandı. Zilan’da toplam 80’e yakın köy yakılıp yıkıldı. Zilan vadisinin bütün giriş ve çıkışları tutuldu. Tenkil dedikleri katliamın boyutları korkunçtu. Milisler bölgeyi avuçlarının içi gibi biliyorlardı, bölgedeki herkesi tanıyorlardı. İlk etapta 1000’den fazla Kürt direnişçi öldürüldü. Temmuzdu, bazı Kürt köyleri yaylalara çıkmışlardı bazı Kürt köyleri ise sırtlarını dağlara dayamış, bekliyorlardı. Temmuzun eritici sıcağından alçak damlardaki kil, balçığa dönüşmüştü. Çakırbeg’de dama çıkmış, ayakları yarısına kadar kil balçığına batmış,
Şimdi yaklaşık 95 yaşında Hacı Şebab Kandemir o günleri:‘’15 binden fazla kadın, çocuk ve yaşlı birbirlerine bağlanarak mitralyöz ateşine tutuldular. Hamile kadınların karınlarındaki çocuklar süngülendi. Ekinler yakıldı, su kuyularına beton döküldü’’ diyerek anlatıyor.

Hacı Şebab Kandemir o günlerde daha çocuktu: “Köyün yanı başındaki ormana sığındık. Kurtulduğumuzu, her şeyin bittiğini sanmıştık ama yanılmıştık her şey yeni başlamıştı.”
Zilan’da tek bir canlı sağ bırakılmayacaktı. Onun için yaylalara çıkmış Kürtler, ‘nüfus sayımı yapılacak’ diye geri çağrılıyordu. Geri dönen Kürtler kurşunlanıyordu. Hala hayatta olan Cergeşin köyünden Übeyit Fidan: “Biz yayladan inerken (Komir köyü civarında) askerler bize kurşun yağdırdılar, güzergâhımız derin bir vadi olduğu için kurşunlar bize kadar ulaşamıyordu. Fakat Nazê‘nin oğlu Salih vuruldu. Salih öldü. 4 yaşlarında falandı. Koşamıyordu ya Nazê onu sırtına almıştı. Nazê’nin sırtında vuruldu. Salih öldü. Bırakıp kaçtık.”
Nazê 87 yaşında sürgünde öldü… Öldüğünde bile hala Salih’i unutmamıştı. Hesenevdal, Adaxeybê, Mılk, Newala Fedê, newala Kuştiya, Newala Bebo, Çakırbeg isimleri toplu katliamların yapıldığı derin vadilerin isimleridir artık. Onlarca köyün ahalisi bu vadilere toplanıyordu, beklemelerini söyleyip hemen yamaçlara çıkıyordu askerler ve mitralyözler ateşleniyordu.
O günlerde daha çocuk olan ve aldığı süngü darbesini hayatı boyunca taşıyan Heci Heyder Özer katliamdan sağ kurtulanlardan biriydi: ‘’Hepimiz oturduk. Bir kaç kız çocuğu beştaş oynuyorlardı, bazı çocuklar da mendil oyunu oynuyorlardı, hepsi de şen şakraktı. Tepelere xefif makineleri (mitralyöz) kurdular, yönlerini bize çevirdiler… İnsanların kafatasları vücutlarından kopup havaya uçuyorlardı, sonrada yağmur gibi gökyüzünden üzerimize et parçaları düşüyordu. Çığlıklar kesildikten sonra mitralyözler de durdu. Asker dağa vurup gitti” diyordu.
Katliamdan sağ kurtulan diğer bir tanık ise Reşit Akmaz’dı: “800, belki de 1000’den fazlaydık. Bizi teker teker tahta köprünün üzerinden karşıya geçirdiler. Hiç unutmam, 10 yaşlarında bir erkek çocuk oynaya oynaya güle güle yanımızda yürüyordu. Adaxeybê vadisine geldiğimizde, Birden bir ses yükseldi: ‘Ateş serbest!’diye. Yağmur gibi üzerimize mermi yağdı. Çığlıklar, Allahu ekberler, Kelime-i Şehaddetler, ağlamalar, inlemeler, bebek sesleri, çocuk ağlamaları birbirine karıştı.”

ZİLAN KASABI ALBAY DERVİŞ

Zilan katliamının komutası albay Derviş’teydi. 1886 yılında Vardar’a bağlı (Makedonya sınırları içinde) Yenice’de doğdu. Son görev yeri Erzincan’dı. Erzincan’dan Malazgirt hattı üzerinden Zilan’a geldi. Rütbesi Albay’dı. Zilan’da malum katliamı gerçekleştirdikten sonra, 30 Ağustos 1930’da rütbesi generalliğe yükseltildi. Madalya ile ödüllendirildi. 1932’de öldü. Kemal Derviş’in akrabası, Dersim kasabı Abdullah Alpdoğan’ın bacanağı, Koçgiri kasabı sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı. Sağ kurtulan çocukların öldürülmesini istiyordu.

Erciş’in Ziyareta Baso köyünden Hüseyin Yıldız, katliam döneminde 7. Kolordu’nun bünyesinde Diyarbakır’da asker olduğunu söylüyordu. 7. Kolordu, başkaldırıyı bastırmakla görevli 9. Kolordu’ya takviye birlikler gönderir. Bu birliklerin içinde Hüseyin Yıldız da vardır. Hüseyin Yıldız yerli er olduğu için Derviş Bey alayına verilir.
Çakırbeg (Çakırbey) köyünde şahit olduğu insanlık dışı bir öldürme olayını hayatı boyunca unutmadı: “Derviş Bey: ‘İçinizde bu kadının karnını deşip piçini çıkaracak bir gönüllü biri çıksın!’ diye bağırdı. Birkaç kez seslendi, askerlerden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine, bu işi gerçekleştirecek kişiye kırk gün mükâfat izni var dedi. Bir asker gönüllü olarak çıktı, iki kolundan kıskıvrak tutulmuş zavallı kadının karnını sün¬güyle yardı. Kadıncağız hemen öldü. Çocuk yaşıyordu. Derviş Bey: ‘Bakın bakalım piç, erkek mi kız mı?’ di¬ye sordu. Asker: ‘Erkek!’ diye cevapladı. Derviş Bey: ‘O piçin erkek olduğunu tahmin etmiştim’ dedi. Asker çocuğu da süngüleyip öldürdü.”

MİLİS ZULMÜ
Bütün bu katliamlara milisler de bizzat iştirak etmişlerdi, Milis süvari kumandanı Süleyman Bey (Erdinç) ve kravatlı, boynunda dürbünüyle Ağabey lakaplı idris (Erdinç), parlak çizmeleriyle Sidîqê Heso ile Feto. Askerlerle birlikte katliamı gerçekleştirdikten sonra milisler, köylülerin bütün mallarına el koyuyorlardı. Bütün aşiretleri yakından tanıyorlardı. Aileleri ve aralarındaki bağları ayrıntılı bir şekilde Derviş Bey ile İbrahim Bey’e anlatıyorlardı. Sağ kurtulanlara musallat olmuşlardı. Arkalarında yine çoğunluğu Ercişli Türkmenlerden oluşan bir milis ordusu vardı: İdris (Erdinç), Süleyman (Erdinç), Sidîqê Heso, Feto, Seydkili Şerifê Telal, Eliyê Evdi (çêloyi), Helîm Xoce (Helîm çelebi), Şeyh Taho (Şêx Tahir), Memê Hemze, Cindo, Refo (Nalbantoğlu), Mehmet Turan, Şewketê Wani (Vanlı şevket efendi), Muştak Efendi (Çavuşoğullarının Dedeleri), Abdullah Efendi, Hacı Ali (Albayrak), Ali Ağa (nazlı), Dahar Ağa (Xerginli), Purulli Mecit Efendi (Gazioğlu), Fırıncı Mevlüt (Hançer),Zortullu Murat Bey, Kasap Şerif Ağa (Bakak), muhtar Mevlüt Efendi (Aydın), Paketçi Şevket (Ceylan), Saracın Recep (Saraçoğlu), İmam Mehmet Efendi (Sancak),

Ömer Ağa (Kasımbağlı) ve adlarını sıralasak sayfaları dolduracak olan Xergin, Pülur, Pülumark, Yekmal ve Erciş yerli Türkmenleri…

TECAVÜZE UĞRAYAN, YAKILAN CENAZELER

Zilan’dan getirilen esirler, gündüz şehir camisine kapatılırdı. Akşam oldu mu Örene, Heyderbeg, Êrşat yolu kenarında kurşuna dizilirlerdi. Yeni bir yer bulundu. Aşê Davuda… Mevsim yazdır. Erciş de yemyeşildir.
Xerginli Misto Van Gölü’nün masmavi sahilinden baktığında iki rengin uyumsuzluğunu çok iyi görebiliyormuş. Çocukmuş. Aklında kalan tek şey de bu olmuş. Heci Şebab Kandemir de o günlerde daha çocukmuş, ceset gördükçe annesi gözlerini kapatmış: “Seyid camisinden Êrşat mezarlığına kadar yolun her iki tarafı kurşuna dizilmiş insan cesetleriyle doluydu. Yazın başlarıydı. Kanları toprağın üzerinde simsiyah bir tabaka oluşturmuştu; annem yine gözlerimi kapattı. Korkmamam için… Erciş’in büyük camisi (Kara Yusuf Cami) var ya işte orasını cezaevi olarak kullanıyorlardı. Askerler Gelîyê Zilan’daki insanları gündüz getirip bu camiye kapatıyorlardı. Akşam olunca da götürüp öldürüyorlardı. Aşê Davuda’da ve Aşê keşiş’e götürüp öldürüyorlardı. Heyderbeg (Haydarbey) yolu üzerinde öldürüyorlardı. Örene (Wêrane) yolu üzerinde öldürüyorlardı. Yekmal yolu üzerinde öldürüyorlardı. Bu şekilde abartısız günde 200 kişiyi öldürüyorlardı. Esir kafileleri Erciş’e getirildiği zaman benle ailem de içndeydik. Êrşat köyüne geldiğimizde bazı evler yakılmıştı. Hala yanıyorlardı.işte bu ateşin içine cesetleri atıyordu askerler.cenazeleri yakıyorlardı.”

Diğer bir tanık ise mele Ahmet Yıldızdı: ‘’Aşê Davuda ceset doluydu, Ağustos sıcağında cesetler şişmiş, kokuyordu. Askerler, genç kız ve kadınların cesetlerine tecavüz ediyorlardı: “Aşê Davuda (Davutlar değirmeni), Erciş kız yatılı ilköğretim bölge okulunun bulunduğu yerdir, Van –Erciş yolu üzerinde bulunuyor ya. En büyük toplu katliamlardan bir de orda yapıldı. ben o zamanlarda. Askerlere erzak taşırdım. Birkaç defa Aşê Davuda’da kamp kurmuş olan askerlere erzak götürdüm; kendi gözlerimle gördüm. Cenazeleri üstü üste kule şeklinde yığmışlardı. Hiç unutmam, askerler cenazelerin arasına girip güzel kadın ve kızların cesetlerine tecavüz ediyorlardı.”

REŞO DAĞLARIN PİRİ

Reşo ismi, halkın sempatisinden dolayı kısalttığı Reşit isminden gelir. Babasının ismi Süleyman’dır. Onun için de Reşê Silo diye anılır. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra gündeme gelen 1926 sürgününde Batı Anadolu’ya gönderilmek istenmiş, o da Bekirê Qulîxan gibi beylerle birlikte dağa çıkmıştı. O günden sonra da bir daha Zilan dağlarından inmedi. Zilan İsyanı vahşi bir katliamla sonuçlanınca, eşi Zeyno’nun öldürüleceğini hesap ederek onu yanına aldı. Zeyno da en az Reşo kadar cesaretli ve yiğitti. Reşo adamlarıyla birlikte 1931’in kışına kadar direnir, Zilan bölgesi boşalttığı için Reşo’ya bağlı direnişçiler arasında açlık başlar. Bunun üzerine Reşo birkaç akrabasıyla karısı Zeyno ile Zeyno’nun iki kardeşini yanına alarak Tendürek dağı yakınlarındaki Devetaş mevkisine çekilir. Reşoyê Silo, Zilan’daki Çakırbeg karakol baskınına katılan direnişçilerden biriydi. Yöredeki pek çok çatışmalarda Nadir Beyin yanında yer alan Reşo, Ağrı dağındaki direniş merkezinin dağılmasıyla birlikte sınırdaki dağlarda faaliyetlerini sürdürdü.

Reşo bir efsaneydi.1931 kışında, Reşo’nun Devetaş adında bir mağarada olduğunu duyan Türk askeri, milisler eşliğinde bölgeye operasyon düzenlerler. Reşo’nun silahı tutukluluk yapar. Reşo esir düşer. Askerlerin önünü düşüp mağaraya giderler. Tek derdi eşi Zeyno’dur.

O günü milis Şükrü Yardımcı İbrahim Bey şöyle anlatıyor: ‘Söz Reşo, gidelim eşin Zeyno da teslim olsun, size dokunmayacağım.’ Reşo önde biz arkada, Zeyno’nun saklandığı Tendürek dağındaki Devetaş mağarasına gittik. Mağarayı sardığımızda Zeyno bizi fark etti. Bir anda üzerimize kurşun yağdırdı. Reşo dayanmadı; ‘Zeyno beni yakaladılar, bundan sonrası fayda etmez, silahını bırak’diye bağırdı. Bunun üzerine Zeyno da: ‘Hani sen Emer ailesinin yiğidiydin, ölürüm de teslim olmam diyordun? Ne oldu, neden teslim oldun?’Reşo da: ‘Zeyno ben teslim olmadım, tüfeğim bana hainlik etti. Yoksa teslim olmazdım, bensiz mi savaşacaksın?’ Bu sözler üzerine Zeyno mağaradan çıkıp, tüfeğini yere attı. İbrahim Bey sordu: ‘Zeyno bak işte seni de, kocanı da yakaladım. Şimdi söyle bakalım ben mi yiğidim yoksa kocan Reşit Bey mi?’ Zeyno gülerek: ‘Sen Reşit beyin köpeği bile olamazsın. Bizi öldüreceksin biliyorum. Reşit beyin tüfeğini geri ver, 20 metre uzaklaşalım öyle vur’ dedi ve devam etti: ‘Emrinde yüzlerce asker ve milis var ve arkanda da bir devlet var. Benim kocamın da sadece bir tüfeği var. O tüfek de hainlik etti.’ Dedi ikisi de öldürüldü ”

Reşo efsanesi bitmemişti, yeni başlamıştı. Dengbêj Şakiro, Reşo’yu da stranlaştırdı. Bu stran da dilden dile dolaştı. Elime geçen fotoğraflar, sadece Reşo’nun katline ışık tutmuyor. Aynı zamanda bütün bir katliamın en net tanığı…yıllar sonra eski bir asker, İran’dan Reşonun ailesine bir mektup ile bir fotoğraf göndermişti… Mektup Arap harfleriyle yazılıydı… Mektupta Reşo’nun katline dair birkaç ayrıntı daha vardı : “İbrahim Bey Reşo’ya sordu:

-Seni nasıl öldürmemi istiyorsun?

Reşo da:

-Tüfeğim tutukluluk yaptı, o tüfeği ağzıma sık… dedi
Fotoğraftaki kişi Reşo’ydu. Ağzından kan geliyordu… Üzerinde pahalı olduğu ve İran’dan alındığı beli olan İngiliz kumaşından elbiseler vardı. Temiz yüzlü, saçları taralı bu direnişçinin kafasını keserlerken saçına bir de bez bağladılar, saçı yüzüne dükümlesin, herkes onu tanısın diye… Aynı şeyi ondan önce Beşiri’de Yado’ya, ondan sonra da Dersim’de Alişer’e yapıldı… Yani kafaları kesildi…

** Not: Yayınladığımız fotoğraflar Kürt katliamlarına dair en eski ve ilk fotoğraflardır. Çünkü bugüne kadar Kürt katliamlarına dair ilk fotoğraflar 1938 Dersim katliamına dairdir. Bu fotoğraflar Dersim katliamından 8 yıl öncesine aittir.

16 Kasım 2010 Salı

Ahmet Kaya'sız 10 yıl

    ‘Kendine iyi bak su akar yatağını bulur’ dizeleriyle yıllar önce adeta bu ülkenin yakın gelecek siyasi tarihinin seyir defterini çıkaran milyonların ‘bahtiyar’ı Ahmet Kaya’nın ölümünün üzerinden tam 10 yıl geçti. Kaya’yı adım adım sürgünde ölüme götüren nedenler ise bugün bizzat devletin en üst yetkililerinin açıktan konuştuğu olgular haline geldi.

    12 Şubat 1999’da düzenlenen Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde bütün salon birden ayaklanmıştı. Çatallar ve bıçaklarla beraber küfürler de aynı yere yönelmişti. Bir tarafta garsonların kurduğu barikatı aşmak isteyen ve hep bir ağızdan 10. yıl marşını okuyan onlarca faşist ‘sanatçı’dan oluşan bir güruh, ki bunların arasında yıllar sonra Kürtçe film ve müzikleriyle etrafta dolaşacak ‘Kürt’ isimler de vardı, bir tarafta ise olanlara oturduğu masadan bakan bir ‘vatan haini...’

    Ahmet Kaya “Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum. Bu şarkıyı yayınlayacak yürekli televizyonlar arıyorum” dedi ve demesiyle ölüm yolculuğuna çıkması bir oldu. Zira 10. yıl marşı eşliğinde çatal yağmuruyla linç edilmek istenen Kaya, ardından başlatılan soruşturma ve tutuklama girişimlerinin ardından yurt dışına çıkmak zorunda kaldı.

    Hakkında çıkan ve çıkaranlar tarafından bile doğrulanmayan iddialar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan Kaya gittiği Paris’te sürgün yaşamına fazla dayanamadı ve 16 Kasım 2000’de hayatını kaybetti.

    ‘KÜRT KELİMESİNİN YASAĞINDAN ÖCALAN İLE MÜZAKEREYE’

    Kaya’nın geride bıraktıkları ve özellikle de sürgüne gitmesine neden olan fikirleri ise ‘demokratikleşme’ veya ‘açılım’ söylemleri altında bugün bizzat Kaya’yı adım adım ölüme götürenler tarafından ağızdan düşürülmüyor. O gün, sadece Kürt lafından dolayı Kaya’yı ölümün dolaylı kergefine yollayan zihniyet, bu gün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Kürt sorununu müzakere edecek bir masaya oturdu. Öyle ya, dediği gibi şairin, ‘Hangi duvar yıkılmaz ki, sorular doğruysa?’

    ‘Diyarbakırlıymış kod adı Bahtiyar’ dizeleri okuduğunda konser salonlarını adeta bir miting meydanına çevirmeyi başaran, duruşuyla her daim kimliği ve Kürtlüğünü sahiplenmiş bir sanatçı olarak Kaya’nın yaşamı ve sanatsal icraatları da yeri asla doldurulamayacak nitelikler taşıyor.

    1957 yılında Adıyaman’ndan Malatya’ya göç etmiş Kürt bir baba ile Türk annenin beşinci çocuğu olarak doğan Kaya, ilkokulu Malatya'da okudu ve kendi hayatını anlattığı bir belgeselde müzikle altı yaşında babasının hediye ettiği bağlama ile tanıştığını anlatıyordu.

    Ailesinin geçim sıkıntısı çekmesi nedeniyle 1972 yılında İstanbul’a göç etmesinin ardından Kaya okulu bıraktı. İşportacılık ve çıraklık gibi çeşitli vasıfsız işlerde çalıştı. Bu dönemde küçük bir yerleşim yerinden, büyük bir şehre taşınmanın ve alışmanın sıkıntılarını yaşadı. Bu sıkıntılarını ‘Aynalar’ isimli belgeselde şöyle dile getirdi:

    ‘’Onlarla konuşmuyordum çünkü onlarla konuşamıyordum. Giyimleri başkaydı, konuşmaları başkaydı. Onlar gibi konuşmaya çalışıyordum. Mesela terziye gidip, onlar gibi pantolon diktirmeye filan başlamıştım. Terzinin yaptırdığı pantolonların üzerime uymadığını görüyordum. Onlara yakışıyordu bana yakışmıyordu. Bir kız vardı bizim okulda, herkesin bir aşkı vardır, çocukluk aşkı. Bir gün gittim dedim ki: ‘Biraz seninle konuşsak beş dakika, kaçıyorsun hep’. Bana dedi ki: Rica ederim. Öyle bir ağrıma gitti ki : Ben de sana rica ederim dedim. Ben o zaman anlamını bilmiyordum, yani onu bir küfür zannettim.’’

    Sonraki yaşamı tamamen siyasetin içinde geçecek olan Kaya, 16 yaşında yasak afiş basmaktan hapse atıldı. Daha sonra birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği’ni çalışmalarına katıldı. Bu çalışmaları sırasında çeşitli etkinliklerde bağlama çalmaya devam etti. 1 Mayıs 1977 yılında yaşanan olaylara tanık oldu. Boğaziçi Üniversitesinde yapılan bir etkinlikte Ruhi Su ile tanışma fırsatı buldu. Askerlik dönüşü Emine Kaya ile evlendi ve 1982 yılında kızları Çiğdem doğdu.

    İLK PROFESYONEL ÇALIŞMALARI

    İşsizlik ve parasızlık sebebiyle ekonomik zorluklar çeker. Bu sırada eşi kendisinden ayrılır. Bu ekonomik sorunlarından kurtulmak için kendi deyimiyle "sistemin tersine hareket" ederek hapse girmeye çalışır. Bunun için uzun uğraşlar sonucu çıkardığı ‘Ağlama Bebeğim’ albümünü 1985yılında yayımlar. İstanbul Şan Tiyatrosu’nda minik bir konser verir. Yayımlandığı yıl albüm toplatılır, fakat daha sonra sansürü kaldırılır. 1985’te ikinci albümü ‘Acılara Tutunmak’ için birinci albümde olduğu gibi Değişim stüdyosuyla anlaşır. Stüdyonun sahibi, o sıralarda Metris Askeri Cezaevi’nde olan Selda Bağcan’ın kardeşidir. Cezaevinde tanıştığı Gülten Hayaloğlu ile Ahmet Kaya'nın tanışmasına aracılık eder. Albüm yayınlandıktan sonra evlenirler. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkum olan Nevzat Çelik’in ‘Şafak Türküsü’ şiirini Ahmet Kaya'ya iletir.

    Yusuf Hayaloğlu ile tanışmasının ardından ‘Yorgun Demokrat’, ‘Başkaldırıyorum’, ‘Resitaller 1’, ‘İyimser Bir Gül’, ‘Resitaller 2’ ve ‘Sevgi Duvarı’ isimli albümlerini hazırlayan Kaya, ‘Şarkılarım Dağlara’ isimli albümüyle rekor kırarak, 2 milyon 800 bin adet satar. Ancak bu albümde yer alan ‘Özgür Çağrı’ isimli şarkıda geçen ‘Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım’ gibi sözler nedeniyle albümü toplatılır, konser vermesi yasaklanır.

    Kendine has müzik tarzı hiçbir kategoriye girmediği için ‘Devrimci Arabest’ olarak ya da protest müzik olarak tanımlanan Kaya, bu tanımlamaları kabul etmez.

    ‘BENİM HİÇ MERCEDESİM OLMADI’

    Yasal suçlamaların yanında, bazı topluluklar tarafından yoksulluk edebiyatı yapmak, lüks yaşam sürmek gibi konularda eleştiriler alır. Bu eleştirilere yanıtı:

    ‘Benim hiç mercedesim olmadı. Şimdiki arabam mercedesden daha pahalı, jeep olduğu için gözüne batmıyor insanların. Salaklaşmamak lazım bunlar önemli şeyler, yani.. Biz insanların yoksulluğunu savunmadık, bizler yaşamımız boyunca insanların zenginliğini savunduk...Yani ben jeepe binsem mercedese binsem bunlar önemli şeyler midir? Ben tarihin yüklediği misyonu yerine getiriyor muyum bu önemli...Tam 30 sene aç yaşadım bu ülkede, 30 yıl boyunca..Bütün lokantaların kenarlarına gidip, o lahmacunların nasıl çıktığına baktım...Artık ben bu saatten sonra bunu yerim ve kimse bunu engelleyemez.’’

    Toplumun değişik kesimlerince, hatta milliyetçi kesimlerce bile büyük bir tutkuyla dinlenen Kaya’nın ‘Yılın En İyi Sanatçısı’ seçildiği ödül töreni gecesinde yaptığı konuşmadı, “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum’’ dedi.

    DAVALAR, HAPİS CEZALARI, MANŞETLER

    Bu sözleri demesiyle başına gelenlerin bir olduğu Kaya, 1993 yılında Berlin’de Kürt İşadamları Derneği’nin düzenlediği bir gecede verdiği konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet gazetesinde yayınlanması üzerine "bölücü PKK örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hakkında İstanbul DGM’de toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı.

    Haziran 1999'da Türkiye'den ayrılan sanatçı, yargılamaların sonucunda toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Ancak yurt dışında olduğu için hapse girmedi. Daha sonra bu görüntülerin düzmece olduğu belirlendi.

    Bu arada Ordu Valiliği faşizan bir uygulamayla Kaya'nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı. 1999 yılında Münih'de düzenlendiği konserde ‘‘Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’ dediğini iddia eden Hürriyet gazetesi haberi için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı.

    3 TANE ŞEREFSİZ YÜZÜNDEN…

    9 Şubat 2000 yılında Zaman gazetesine yaptığı röportajda Ben "3 tane şerefsizin yüzünden ülkemde arabama bile binemedim" dedim diyerek yalanladı. Yine Almanya'da 1999 yılında Münih şehrinde Barış, Demokrasi ve Özgürlük Festivali isimli organizasyonda verdiği konserde ‘Kürdüz Ölene Kadar, Vallahi biz dostu özledik, Kürdüz sonuna kadar, Vallahi Apo'yu özledik" sözlerinin geçtiği şarkıyı söyledi.

Ahmet Kaya, 2000 yılında ‘Hoşçakalın Gözüm’ isimli albümünün kayıtlarını yaparken, Paris'in Porte de Versailles semtindeki evinde bir gece kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Bu albümde Karwan isimli şarkıyı seslendirdi. Cenaze merasimi Paris Kürt Enstitüsü'nde yapıldı.

    Ölümünden sonra, 2002 yılında Ahmet Kaya'nın şarkılarını 20 ünlü sanatçının söylediği ‘Dinle Sevgili Ülkem’ isimli bir albüm yapılmış, Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde duyurduğu Kürtçe Karwan (Kervan) parçasının ve klibinin de bulunduğu ‘Hoşçakalın Gözüm’, ‘Biraz da Sen Ağla’ albümü yayımlandı. Père-Lachaise mezarlığındaki mezarı 2003 yılında tekrar düzenlendi. Sürgünde ölen kaya geride büyük bir müzik mirası, milyonlarca insanın saygıyla eğildi devrimci bir sanatçı duruşu ve söylediklerinin yıllar sonra yasa olarak çıkacağı bir portre bıraktı. Açılım tartışmalarıyla birlikte hükümet Kaya’nın mezarını Türkiye’ye getirme teklifinde buluncu ancak eşi Gülten Kaya bu teklifi geri çevirdi.

11 Kasım 2010 Perşembe

'Kurtuluş Günü' Diye 90 Yıldır Halkı Kandırmışlar

Mardin'de her yıl 21 Kasım'da kutlanan "Kurtuluş Günü"nün aslında var olmadığı ortaya çıktı. 90 yıldır kutlanan "Kurtuluş Günü", Belediye Meclisi kararı ile değiştirilerek "Onur Günü" yapıldı.

Türkiye'de Cumhuriyet'in ilanında bu yana her yıl birçok il ve ilçede kutlanan "Kurtuluş Günleri"nden kaçının ne derece doğru olduğu tartışmaya açıldı. Mardin'de 90 yıldır kutlanan ve her yıl 21 Kasım tarihinde okul öğrencilerinin tek sıra halinde geçit törenine götürüldüğü, askeri birliklerin zırhlı araçlarla geçit yaptığı ve Cumhurbaşkanından, Başbakanına kadar birçok devlet yetkilisinin kutlama mesajları gönderdiği "Kurtuluş Günü"nün yalan olduğu ortaya çıktı.

Uzun bir zamandan beri tartışılan Mardin'in kurtulup kurtulmadığı kararına Mardin Belediye Meclisi karar verdi. Belediye Meclisi, Türk Tarih Kurumu'ndan da Mardin'in hiçbir zaman işgal edilmediği ve düşman işgalinden de kurtulmadığını onaylattıktan sonra, "Kurtuluş Günü"nü kaldırma kararı aldı.

Belediye Meclisi, "Kurtuluş Günü"nü bundan sonra "Onur Günü" olarak sembolik törenle kutlayacak. Konu hakkında açıklama yapan Mardin Belediye Başkanı Beşir Ayanoğlu, kentlerinin işgale uğramadığını ve böyle bir günü düzenlemenin de anlamsız olduğunu belirterek, Türk Tarih Kurumu'ndan aldıkları cevap üzerine 90 yıldır kutlanan "Kurtuluş Günü"nü oy birliğiyle kaldırdıklarını açıkladı.

Geçen yıl yapılan "Kurtuluş Günü" kutlamaları, Cumhuriyet alanındaki Atatürk anıtına çelenk konulması ve istiklal marşının okunmasıyla başlanmış, törene Vali Vekili A. Ferhat Özen, Garnizon Komutanı Tuğgeneral Selim Mert, Belediye Başkan Vekili Suphi Uslan katılmış, ardından askeri ve sivil erkan tebrikleri kabul etmişti.

90 YILLIK YALAN

Törende bir konuşma yapan Belediye Başkan Vekili Suphi Uslan şunları söylemişti: "Bugün Mardin’imizin kurtuluş günü, istiklal sevdamızı sonsuza dek sürdürme kararını alışımızın yıldönümüdür. Mardin'in kurtuluş günü bu güne hangi sıkıntılarla gelindiğinin hatırlandığı bir gündür. Aziz milletimizin kurtuluş mücadelesinin altında özgürlüğe olan inancımızı bir kez daha anımsatan bir gündür. Dört bir yanı işgal edilmiş vatanımızda özgürlük meşalesinin tutuşturulması sonucu aydınlanan topraklarımızda, özgürlüğe kavuşulan bu günde Mardin, dünya tarihine dehanın ve kararlı mücadelenin bir emsali olarak girmiştir. Eli silah tutan Mardinlilerin yurdun istiklali için muhtelif cephelerde akıllarıyla, bedenleriyle ve yürekleriyle çarpıştığı sırada şehirde kalan, yaşlı kadın ve askere alınmayan gönüllü mukavemet grubu kan dökülmeden derin acılar yaşamadan hürriyetine sahip çıkmıştır. Hepimiz ecdadımızın bin bir mahrumiyet içinde başlattığı ve zaferle sonuçlandırdığı milli mücadelemizin hatırasına özenle vakıf olmalıyız. Bugün içinde bulunduğumuz barış ve huzur ortamım sağlamak, namus ve şerefimizi korumak için, canlarım seve seve veren tüm aziz şehitlerimizi ve bu uğurda ömürlerinin kalan kısmında onur ve kahramanlık timsali olarak yaşayan gazilerimizi rahmet ve şükranla anıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti; Yüce Milletimizin öz ve değerli malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek sonsuzluğa kadar yaşayacaktır. Bu güzel vatanın ve cumhuriyetimizin kurucusu büyük insan Mustafa Kemal Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını saygıyla anıyoruz."

Mardin'in olmayan "Kurtuluş Günü" nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile Mardin milletvekilleri de telgraf göndermiş ve Mardin'lileri bu günleri nedeniyle kutlamıştı.

Zapatista Yerli Hareketi Uzerine

Yeni_Özgür_PolitikaCaracol’un kelime anlamını ‘’salyangoz evi’’ olarak çevirebiliriz. Zapatistalar kendilerini bununla çokça ifade ederler. Salyangoz gibi yavaş hareket ederler, yani kararları kapsamlı ve uzun bir süre tartıştıktan sonra alırlar, hiçbir şeyi aceleye getirmezler. ‘’Yavaş ama ileri (lento pero avanzo)“ diye ünlü bir sloganları da var, bu felsefe hayatlarına da kılavuzluk eder...’
1 Ocak 1994’de dünya Meksika’dan gelen bir haberle sarsıldı. O gün Meksika’nın Chiapas Eyaleti’nde kendine Zapatista diyen ve ağırlıklı yerli insanlardan oluşan bir siyasi hareket silahlı isyana kalkışmış ve bir kaç kenti ele geçirmişti. Yüzyılların haksızlığına karşı bu yoksul bölgede insanlar sömürü ve asimilasyona açıkça hayır dediler. Burada ilgi çekici nokta şuydu: Reel sosyalizm henüz yeni çökmüştü, çoğu sol/sosyalist hareket zayıflamıştı ve dünyada artık özgürlükçü sol gerilla hareketleri, birer birer mücadelelerini amaçladıklarına ulaşamadan bitiriyorlardı. Ancak buna rağmen Zapatista hareketi dünyada çok sayıda insanı ve grupları etkilemişti.

Meksika ve dünyada en kısa sürede gelişen büyük bir dayanışma hareketi sonucu Meksika hükümeti bir kaç hafta sonra askeri saldırılarını durdurdu ve Zapatistalarla görüşmelere başladı. 1996’da iki taraf arasında yapılan otonomi sözleşmesi parlamento tarafından onaylanmayınca, 2001 yılında görüşmeler durdu ve 2003 yılında Zapatistalar tek taraflı bu sözleşmeyi hayata geçireceklerini ilan ettiler. Bugün Zapatistalar taban demokrasisine dayanan özerkliği, birçok sorun ve saldırılara rağmen Chiapas Eyaleti’inin bin köyünde epey ilerletmişler. Bundan dolayı Zapatista hareketi halen büyük bir uluslararası dayanışmaya sahip.

Ortadoğu’dan Meksika’ya gitme imkanı doğunca, kendine çok özgün yanları olan Zapatista hareketini yakından tanıma fırsatını kaçırmamak için Chiapas’a gidebildim. Bu gezi bir kaç gün ile sınırlandırılmış olsa bile çok sayıda izlenim elde edebildim. Bunları burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tzotzil dilinde anadil eğitimi
Chiapas’ta bir dolmuşta yanıma oturan genç adamla konuşuyoruz. İspanyolca konuştuğunu sanıyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Oysa biri İspanyolca’yı tane tane konuştuğunda anlıyordum. Üstelik iki haftadır ülkede bulunduğum için epey pratik de yapmıştım. Ancak yanımdaki adamın anadilinin Tzotzil olduğunu ve İspanyolca’yı neredeyse hiç konuşmadığını iki dakika sonra ancak anlayabildim. Tzotzil’in Chiapas’taki büyük yerli dillerden biri olduğunu, bir kaç gün önce öğrenmiştim. Meksika’da yerlilerin onlarca dilleri olduğunu da... Bu sempatik adamın Bochil denilen bir küçük şehirde, Tzotzil dilinde ilkokul öğretmenliği yaptığını öğreniyorum. Bir kaç yıldır ısrarlı tutumları sonucu anadil eğitimi olanağını eyalet hükümetinden elde ettiklerini de aktardı. Yerli halkların yaşadığı yerlerde, binbir zorlukla bu tür adımlar atılıyormuş. Ancak yine de yerli diller kendilerini garantilemiş değiller.

Zapatistalar yerli halkları diriltti
Yerli halkların dilleri, 1994’de başlayan Zapatista isyanının büyük etkisiyle Meksika’nın gündemine girdi. Daha doğrusu Meksika, geçmişi ve öz kültürünü tanıma sürecine girdi. Zapatistalar sadece Chiapas’ta değil tüm ülkede yerlilerin örgütlenmesinin hızlandırılmasına neden oldular. Chiapas’ın yanında yerli halklar özellikle Oaxaca ve Guerrero eyaletlerinde yaşamaktadılar. Nüfusun çoğunluğunu ise „Mestizolar“ oluşturuyor, yani Avrupalı işgalci ve yerlilerın karışımı olan melez insanlar. Her yerde yerliler örgütlenmeye başladılar, haklarını talep ediyorlar, kültürlerini asimilasyondan kurtarmaya çalışıyorlar. Aynı şekilde melezlerin de bir kısmı kendi kökenlerini araştırmaya başlıyorlar. Toplumda birçok kesim, ülkenin geçmişini açıkça ortaya koymaya ve ayrımcı siyasi sistemi eleştirmeye başladılar.

Meksika patlamaya hazır bir bomba gibi
Ancak Meksika devleti halen büyük oranda şovenist özelliklerini taşımaya devam ediyor, devletin erki ağırlıklı beyazlardan oluşan üst sınıfın elinde. Ekonomik olarak yerliler ve alt sınıftakiler yoğun bir şekilde sömürülmeye devam ediliyor. Bundan dolayı da bugün Meksika’da toplam 16 gerilla hareketi var, Zapatistalar bunlardan sadece bir tanesi. Bunların çoğu küçük ve aktif bir savaş içinde olmasa da siyasi sistemin nasıl ayrımcı ve baskıcı olduğunu gösteriyor. Üstüne bir de Kuzey Meksika’daki büyük uyuruşturucu çeteleri sorununu eklersek, ülkedeki sorun ve çelişkilerin büyüklüğünü görürüz. Konuştuğum Octavio isimli bir profesör bu nedenlerden dolayı ülkesini her an patlamaya hazır bir bombaya benzetti.

Meksika korucularının köylülere zulmü!
„Demek ki burada da korucu var“ diye aklımdan geçti, bir grup yerliyi dinlerken. Chiapas’ın büyük kentlerinden San Christobal’da önemli insan hakları kuruluşu olan Freyba’da bulunurken, ondan bir hafta önce tutuklanan bir grup köylü geldi. Zapatistalara yakın duran bu köylüler, paramiliter güçler tarafından tutuklanıp askeriyeye teslim edildi. Bu grubun, Freyba yöneticileriyle yaptığı görüşmenin son kısmına katılma imkanı buldum ve neler yaşadıklarını birinci elden öğrenebildim. Paramiliter olarak tanımladıkları silahlı güç, bizim (Kürdistan) korucuların aynısı.

Zapatistalar 1994’de isyana kalkıştıktan sonra devlet, Zapatistalara ait olmayan bazı köylere silah dağıtıp, sürekli Zapatista köylerine saldırtıyor. Bu saldırılarda toprak ve evler köylülerin elinden alınıyor, tecavüzler uygulanıyor ve bazen de insanlar öldürülüyor. Devlet güçlerinin, doğrudan Zapatista köylerine saldırısı yok. Paramiliterler saldırınca, devlet sözde nötr güç olarak araya giriyor, ama Zapatistaların üzerine giderek..! Freyba’da konuşan köylüler bir kaç gün tutukluluktan sonra serbest bırakıldı, ama mahkemelik oldular. Bu baskıya rağmen köylülerde hiçbir sinme görmedim, tam tersi daha fazla kimlik ve toprak için mücadele azmini gördüm. Sonra Freyba çalışanları benim de söz alıp kendimi tanıtmamı isteyince, kısaca nereden geldiğimi, halk olarak neler yaşadığımızı anlatmaya çalıştım. Köylerin yakılmasının yanında, dilimiz üzerindeki baskı ve asimilasyona değindim. Bundan dolayı onların sorunlarını sadece anlamadığımı, aynı zamanda hissettiğimi de belirttim. Büyük ilgi ile dinleyen köylülerle güzel bir paylaşımdı bu an, gözlerinden bunu görebildim; kolay kolay unutamayacağım. Egemen şovenist rejimlerin halklar üzerindeki baskıları dünyanın değişik halklarını nasıl yakınlaştırabileceğini bizzat yaşamak apayrı bir duygu...

Meksika’nın özerk bölgeleri: Caracollar!
Bu görüşmeden bir gün önce bir „Caracol“a gittim. İfade edilirken Türkçe’deki karakol kelimesi ile aynı fakat anlamı tam tersi. Caracol’lar Zapatistaların kırsal alandaki merkezleri; toplam beş tane Caracol var. Bu beş Caracol, toplam 1000 Zapatista köyünün de bir nevi merkezi. Burada hastane, okullar, toplantı yerleri ve kooperatifler var. Kooperatiflerde, imal ettikleri ürünleri satıyorlar.

San Christobal’a araçla bir saat uzaklıkta olan Oventic Caracol’una gidiyorum. Gitmeden önce Zapatistaların yaklaşık iki yıldır kamuoyuna neredeyse hiç açıklama yapmadıkları ve genel olarak geri durduklarını biliyordum. Bu da dialogda bulunmayabilecekleri anlamına geliyordu. Ki öyle de oldu. Caracol yönetimiyle görüşmek için büyük ihtimalle bir hafta beklemek gerekirdi, ancak Chiapas’ta bu zaman olmadığı için hiç ısrarlı olmadım. Yine de oradaki insanlarla sohbet ettim ve Caracol’u gezebildim. Kıt olanak ve kısmi uluslararası dayanışma katkılarıyla gerçekleştirdikleri gerçekten görülmeye değer. Maxmur kampı seviyesinde bir yer olarak görebiliriz bu Caracol’u. Gezerken Caracol’da en çok dikkat çeken şey, yapılar üzerine yapılan resimler ve çizimler... Zapatista ya da diğer halkların mücadele sembollerini ve önemli kişiliklerini görmek mümkün. Bizim tanıdıklar arasında Che Guevara ve tam 100 yıl önce yaşamış olan Meksika devriminin lideri Zapata vardı.

‘Yavaş ama ileri’
Caracol’un kelime anlamını „salyangoz evi“ olarak çevirebiliriz. Zapatistalar kendilerini bununla çokça ifade ederler. Salyangoz gibi yavaş hareket ederler, yani kararları kapsamlı ve uzun bir süre tartıştıktan sonra alırlar, hiçbir şeyi aceleye getirmezler. Bu tarzlarıyla aynı zamanda sağlıklı bir şekilde sürekli de ilerlerler. „Yavaş ama ileri (lento pero avanzo)“ diye ünlü bir sloganları da var, bu felseyefeyi ifade eden...

San Christobal’de konuştuğum aktivistlere göre, Zapatistalar örgütlü oldukları 1000 köyde belki dünyanın çok az yerinde olmayacak şekilde taban demokrasisini uyguluyorlar. Gündeme aldıkları tüm konular, kapsamlı bir şekilde kolektif olarak da tanımladıkları köylerde tartışıldıktan sonra Caracol düzeyine geliyor. Ardından en üst düzeyde delegeler gelip tartışıyor ve nihai kararı alıyorlarmış. Böylece taban ve konsey demokrasisi karışımı bir sistem denilebilir. Tartışma süreçleri uzun ve zahmetli olduğu için yılda toplam 4 önemli karar alınırmış. Bu süreçlerde çok sayıda ve uzun toplantılar düzenlenirmiş. Bu modeli uygulamanın önündeki belki de önemli engeller; paramiliterlerin saldırıları ve neoliberal sistemin yarattığı yozlaşma.

Yerlilerin başkaldırısı...
Son yıllarda, özellikle 2003’den sonra, bu model bugünkü halini almış. Dikkat edilirse Subcommandante Marcos’tan ( son olarak adını Delegado Zero olarak değiştirdi) fazla bir şey duyulmuyor. Aktivistler, Zapatistaların şu anki suskunluğunu, bu modelden kaynaklandığını belirtiyor. Yani Marcos öyle sanıldığı gibi yüksek yetkiye sahip ve süreçleri ileri düzeyde belirleyen biri değilmiş. Daha önceleri öyle bir durumu olmuş olsa bile daha halkçı yönetimle, O tarihi rolünü oynadığını söylüyorlar. Ancak biliniyor ki bir toplum için tarihi rol oynayan liderler, aktif siyasetten geri çekilseler bile uzun süre önemli konumlarını sürdürürler ve bazen de tavsiye şeklinde görüşlerini bildirirler. Bu tavsiyeler tam uygulanmasa bile dikkate alınırlar.

Zapatistaların belli bir başarıyla uyguladıkları özerkliğin ve taban demokrasisinin tarihi nedenleri de var. Sıfırdan gelen bir durum değil bu. 500 yıl önce İspanyol kraliyeti Meksika’yı işgal ederken, Chiapas’taki yerliler köklü bir değişime gitmişler. Daha önce sınıflı toplum varken, bu neredeyse ortadan kalkıyor ve komünler şeklinde yaşamlarını yeniden düzenliyorlar. Bunu yapmasalardı çoktan fiziki olarak da yok olurlardı. Chiapas bölgesinde kentlerde beyazlar ve melezler ağırlıklı yaşarken; köylerin çoğunda yerliler bulunmaktaydı. Köylüler büyük yoksulluk yaşarken; kentlilerin ekonomik durumu her zaman daha iyiydi. Kentliler aynı zamanda çok şovenistlerdi, yerlileri hep aşağılarlardı. Hatta 1994 yılına kadar San Christobal’da bir kaldırımda bir yerli ve beyaz/kentli karşılaşınca yerlinin kaldırımdan caddeye inmesi normaldi. Bu aşağılanmaya ve yoksulluğa karşı 19. yüzyılda binlerce yerli San Christobal kentini sarıp, bu duruma son verilmesini talep edince, kısa süre sonra Meksika ordusu tüm bu yerlileri katliamdan geçirdi. 20. yüzyılın 70’li yıllarında özgürlük teolojisinden etkilenen San Christobal piskoposu, yerlilerin kendilerini örgütlemeleri için bazı küçük avantajlar sağlamaya başladı ve yerlilere kendilerini örgütlemelerini ısrarla vurguladı.

Ve Marcos geliyor
Sonra 1984’de başkentten 6 solcu –aralarında Marcos da vardı– gelir, Zapatista hareketine katılırlar. Bu 6 kişinin etkisiyle 1994’daki isyan hazırlanır. Yani tam on yıl boyunca 1 Ocak 1994’teki isyana hazırlanılır. Tabii buradaki tartışma noktası, 6 beyaz ve melezin gelmesi ve harekete belli düzeyde yön vermesidir. „Bu 6 kişi olmasaydı, Zapatistalar bu isyanı yapar mıydı“ sorusu çok sorulur. Bu soruya ilişkin yürüttüğüm tartışmalarda genelde „hayır“ cevabını aldım. Ancak bu 6 kişiden daha çok yerlilerin kendi köklü örgütlenmelerinin de belirleyici olduğu hep eklenir. 1994’den sonra hareket gelişmeye devam etti ve bugün bu 6 kişiye eskisi kadar ihtiyaç duyulmadığını belirtiyor, San Christobal’deki aktivistler. Yukarıda Marcos’un rolünü oynadığı konusunda da bunu kastetmiştim.

Zapatistalara uluslararası destek
Bugün dünyanın birçok yerinden yüzlerce insan gelip Chiapas’ta kalıyor, değişik faaliyetlerde bulunuyor. San Christobal kent merkezinde neredeyse Meksikalılar kadar başka ülkelerden gelen insanlar da var. Siyasi amaçlı gelenler arasında özellikle Avrupalı ve Kuzey Amerikalı’ya rastlayabiliyorsun. Gelenlerin çoğu aylarca –bazıları yıllarca- kalıyor.

Meksika’da başkentten sonra STK yoğunluğunun en fazla olduğu kent San Christobal. 150 bin kişilik şehirde onlarca STK’yı görmeniz mümkün. Bunların hepsinin amacı veya yönü aynı değildir. Hatta BM’nin bile bir ofisi var. Bir kısmı Zapatistalara yakın dururken, diğer kısmı daha liberal yaklaşıma sahip. Kaldığım kısa sürede birkaç tanesini kısmen tanıyabildiğim için kapsamlı yorum yapmam mümkün değil.

Rantçı örgüt ve partilere tavır
Ancak yaptığımız sohbetlerde bir kaç kişiden, kimi STK’ların, Zapatista hareketi üzerine siyasi rant sağlamak amacıyla kurulduğunu da duyuyorum. Bundan ve başka nedenlerden dolayı Zapatistalar 2-3 yıl önce bir çok STK ile mesafeyi açmışlar. Kendilerini sol/sosyalist olarak tanımlayan bazı Meksikalı STK’lar, daha önce Zapatistaları desteklerken bugün daha fazla olumsuz eleştiriyorlarmış. Zapatistalar da, rant ve kariyer peşinde koşan STK ve partilerden uzak duruyorlar. Son başkanlık seçimlerinde kendisini solcu olarak tanımlayan ama sosyal demokrat olan PRD’ye oy vermeme çağrısı bile yaptılar. Bunun nedeni ise PRD’nin bir taraftan Zapatistaları destekler gibi görünürken; aynı zamanda iktidarda olduğu eyaletler ve kentlerde baskıcı ve sömürücü sistemin devam ettirici rolüne girmesidir.
ERCAN AYBOĞA

9 Kasım 2010 Salı

Aborjinler;Avusturalya Yerlileri


  • Aborjin Avustralya kıtası yerlilerine verilen addır. Avustralya Yerlileri ifadesi de kullanılabilmektedir. Kelime Latince kökenden başlangıçtan gelen anlamında ab origine ifadesinden tüm yerli topluluklara izafe etmek için türetilmiş olmasına karşın 17.yüzyıldan itibaren özelde Avustralya yerlilerini genelde de yerli hakları tanımlamakta kullanılmıştır.
  • Aborjinler ifadesi genel olarak tüm bir Avustralya Tazmanya ve çevre adalarda yaşayan yerlileri tanımlamakta kullanılmakla birlikte bu isimlendirmenin dil ve yaşayış biçimi olarak ortak noktalarıyla birlikte farklılıklar da taşıyan geleneksel toplulukları işaret ettiği de unutulmamalıdır.
  • Yerli Aborjin topluluklarının dağılımı
  •  
  • Yerli kabilelerden bazıları; New South Wales ve Viktorya'da Koori Queensland'da Murri Güney Avustralya'da Noongar Merkezi Batı Avustralya'da Yamatji; Güneybatı Avustralya'da Nunga Kuzey Avusturya'da ve Kuzey bölgelerine komşu bölgelerde Anangu; orta Kuzey bölgede Yapa Doğu Arnhem topraklarında Yolngu ve Tazmanya'da Palawah kabileleri gibi.
  • En büyük gruplardan Anangu (Çölden gelen kişi anlamına gelmektedir) kabilesinin Yankunytjatjara Pitjantjatjara Ngaanyatjara Luritja ve Antikirinya şeklinde alt toplulukları bulunmaktadır.
  •  
  • Aborjin Nüfus
  •  
  • 2001 yılında Avustralya İstatistik Bürosu toplam yerli nüfusunu 458520 olarak vermiştir (bu rakam Avustralya'nın toplam nüfusunun %2.4'üdür). Bu nüfusun %90'ı Aborjin olarak %4'ü Torres Strait Islander geri kalan %4'ü hem Aborjin hem Torres Strait Islander olarak tanımlanmaktadır.
  • 2001 nüfus sayımına göre Aborjin Nüfusu:
  • Yeni Güney Galler New South Wales - 134888
  • Queensland - 125910
  • Batı AustralyaWestern Australia - 65931
  • Northern Territory - 56875
  • Victoria - 27846
  • Güney Avustralya South Australia - 25544
  • Tazmanya - 17384
  • ACT - 3909
  • Diğer bölgeler - 233
  •  
  • Kültür ve Din
  • Namadgi Ulusal Park'da bulunan bu Aporjin kaya çiziminde Kanguru Dingolar Kaplumbağa ve insanlar görülüyor
  • Avustralya kıtasında Avrupalılar gelmeden önce farklı dillere sahip pek çok kabile barındığı için tek bir kültürden ziyade birbirleriyle benzerlikleri de olan farklı kültürlerden bahsedilebilir. Pek çok büyük ve birbirlerinden farklı grupların kendi kültürleri inanç yapıları ve dilleri bulunmaktadır. Bu kültürler zaman içinde birbirleriyle az veya çok çakışmışlardır.
  •  
  • Aborjin Sanatı
  • Aborjinler suyla çeşitli kaya pigmentlerini karıştırarak elde ettikleri boyalarla kayalıklara veya ağaç kabuklarına ilkel fırçalar çubuklar ve parmaklarını kullanarak veya ağızlarına aldıkları boyayı püskürterek boyama yapmışlardır.
  • 1981'de Yeni Zelanda Nambassa Festival'indeki performanstan bir görüntü. Resimdeki enstrüman Aborjinlere özgü didgeridoo'dur.
  • Aborjin sanatında temalar Aborjinlerin mitolojik Rüyazamanı ile ilişkilidir öyleki günümüzde temasını amorjin maneviyatından almayan sanatların hakiki aborjin sanatı olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Aborjinlerin önde gelen sanatçılarından Wenten Rubuntja manevi anlamdan yoksun herhangi bir aborjin sanatı ile karşılaşmanın zor olduğunu söylemektedir.
  • Müzik ve dansın da Aborjin kültüründe önemli bir yeri vardır. Hemen her durum için aborjinlerin icra ettikleri şarkıları bulunmaktadır; av şarkıları cenaze şarkıları atalarla ilgili şarkılar mevsim şarkıları hayvan ve arazi ile ilgili şarkılar ve Rüyazamanı efsaneleriyle ilgili şarkılar. Aborjin müzikleri de kıtaya özgü enstrümanlarla (örneğin didgeridoo) icra edilirler.
  •  
  • Din
  • Gökkuşağı yılanının bir temsili
  • Avustralya yerlilerinin toprağa saygı ve Düşzamanı inancı üzerine kurulu şifahi gelenekleri ve manevi erdemleri bulunmaktaydı. Rüyalar düşler hem yaradılışın antik zamanı hem de günümüz gerçeğini ifade etmektedir.
  • Düş zamanı hikayelerinden bir versiyon:
  • Tüm dünya uykudaydı. Herşey sessiz hareketsizdi ve hiçbir şey büyümüyordu. Hayvanlar yeraltında uyumaktaydı. Bir gün gökkuşağı yılanı uyandı ve dünyanın yüzeyinde süründü. Herşeyi bir kenara itti ve bu onun tarzıydı. Tüm bir diyarı gezdi ve yorulduğunda kıvrılıp uyumaya başladı. Böylece heryere izini bıraktı. Sonra geri döndü ve kurbağalara seslendi. Onlar da su dolu kocaman mideleriyle ortaya çıktılar. Gökkuşağı yılanı onları gıdıklayıp güldürdü. Sular ağızlarından çıktı ve gökkuşağı yılanının izlerini doldurdu. Göl ve nehirler böyle yaratıldı. Daha sonra çimenler ve ağaçlar büyümeye ve yeryüzünü yaşam doldurmaya başladı.
  • 1996 nüfus sayımında Aborjinlerinin %72 oranında Hristiyanlığın çeşitli formlarını uyguladıkları %16'sının ise herhangi bir dini işaretlemediği bildirilmiştir. 2001 yılı nüfus sayımında Aborjin nüfusunun yüzde 0.03 kadarının Aborjin dini pratiklerini uyguladıkları tespit edilmiştir.
  •  
  • Tarih
  •  
  • Avustralya yerlileri kendilerinin hep Avustralya kıtasında bulunduklarına inanırlar. Yerlilerin kökeni ile ilgili elde hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Güneybatı Asya'dan bu kıtaya gelmiş olmalarına rağmen hiçbir Asya halkıyla herhangi bir bağlantıları olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır.
  •  
  • Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Gelişi
  •  
  • Aborjin el aletleri
  • Kaptan James Cook'un 1770'de adaya gelişine karşı duran yerlilerin gösterildiği bir gravür
  • İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya'da 250 bin ve 1 milyon arası bir nüfusun olduğu tahmin edilmektedir. Nüfus düzeyi muhtemelen binlerce yıldır aynı kalmaya devam etmiştir. Avustralya yerlilerinin çoğunlukla çöl sakinleri olduğu şeklindeki genel kanı aslında yanlıştır çünkü en yoğun yerli popülasyonunun olduğu bölgeler sahil bölgeleridir. En büyük nüfus yoğunluğu kıtanın güney ve doğu bölgelerinde özellikle de Murray Gölü vadisinde yer almaktadır. Bununla birlikte Avustralya yerlileri Tazmanya'nın soğuk ve nemli platolarından kıtanın kurak iç bölgelerine kadar tüm Avustralya'da doğa ile başarılı bir uyum sağlamışlardır. Yerlilerin kullandıkları teknikler yiyecek türleri ve avlanma biçimleri yerel koşullara uyum sağlamıştır.
  • Kıtanın Avrupalı yerleşimciler tarafından sömürgeleştirilmesi sonrasında sahil bölgelerindeki yerli nüfus hızla topraklarından edildiler ve geleneksel Aborijin yaşqam biçimini terketmeye zorlandılar. Avrupalıların yerleşmekten kaçındıkları kurak bölgelerdeki yerli topluluklar ise yaşam biçimlerini daha fazla korudular.
  •  
  • Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Etkisi
  •  
  • 1770 yılında Kaptan James Cook Avustralya'nın doğu sahillerini Büyük Britanya adına ele geçirdi ve burayı Yeni Güney Galler (New South Wales) olarak isimlendirdi. Avustralya'daki İngiliz sömürgeciliği 1788'de Sydney'de başladı ve kıtaya ilk gelen Batılı yerleşimciler çiçek suçiçeği grip kızamık gibi rahatsızlıkları da beraberlerinde getirdiler. Bünyeleri bu hastalıkları hiç tanımayan Avustralya yerlileri bu hastalıklara yakalanarak büyük ölçüde kayıplar verdiler ve nüfusları önemli ölçüde düşüş gösterdi.
  • İngiliz yerleşimcilerin ikinci etkisi arazi ve su kaynaklarını kendilerine ayırmaları olmuştur. Beyaz yerleşimciler avcı-toplayıcı olan yerli halkın kendi topraklarına sahip olma gibi bir kavrama sahip olmayan ve sürülecekleri herhangi bir yerde de mutlu yaşayabilecek göçmenler olarak görmüşlerdi. Oysa geleneksel arazilerini yiyecek ve su kaynaklarının kaybı yerliler üzerinde ölümcül etki yapmış ve hastalıklarla güçsüz düşmüşlerdi. Aynı zamanda beyaz adamlar Avustralya yerlilerinin arazileriyle derin ruhsal ve kültürel bağlara sahip oldukları gerçeğini görmemiş veya görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdi. Geleneksel dini pratiklerinden uzaklaştırılan bu halklarda doğum oranları hızla düşmüş alkol gibi yerlilere yabancı içkilerin kullanımı artmıştı. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler maruz kaldıkları hastalıklar topraklarının kaybı ve kendisini kıtanın efendisi ilan eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının yaklaşık %90'ını kaybettiler.
  •  
  • Avrupalı Sömürgecilerin Yerlilerle İlgili Görüşleri
  •  
  • Avrupalı beyaz adam kıtanın yerlileri üzerine uyguladığı soykırımı haklı çıkarmak ırki üstünlüğünü ve dolayısıyla kıta üzerindeki hakimiyetini gerekçelendirmek adına kimi zaman dönemin bilimini dahi kullanmış yerlilerin ne herhangi bir dine kültüre sahip ne de vatan bilinci gelişmiş insanlarlar olmadığına hükmetmişlerdir. Dönemin sömürgecilerin bazı ifadeleri de bunu açıkça göstermektedir. Örneğin 19. yüzyıldan bir yazar Avustralya yerlileri hakkında şunları söylemekteydi:
  • "Gelişme aşamalarının birbirlerinden büyük ölçüde farklı olduğu iki ırkın birbirleriyle teması sonucunda aşağı ırkın yok olması doğa kanunu gibi görünmektedir...Süreç doğa kanunuyla uyumlu görünüyor. Bu doğa kanununun daha uygun olanın hayatta kalmasını sağlayarak daha büyük insanlık ailesine hizmet ettiği açıktır. İnsani gelişme tamamen ilerici ırkın (progressive race) yayılması ve aşağı (inferior) olanlarının da yok olmasıyla kazanılmıştır...Avustralya aborjinlerinin neolitik ırklar aşamasının ötesine çok fazla geçmiş olabileceklerinden şüphe edilebilir...Bu sebeple onların yok oluşuna yas tutmamıza gerek yok.''
  • Bir diğer sömürgeci ise Aborjinlerin dinleri hakkında şunları ifade etmektedir:
  • "Önde gelen bir rahip tarafından dinin bazı izlerinin keşfedilmediği hiç bir ülke bulunmadığı iddia edilmişti. Bu insanlarla ilk tanışmamdan bugüne yaptığım gözlem ve araştırmalardan şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu insanlar bu görüşün bir istisnasıdır.''
  • Albert F. Calvert 1894 tarihli "The Aborigines of Western Australia" eserinde Aborjinlerin kötücül karakterleri olan mitolojilerine karşılık lütufkâr ve adil bir Tanrı hakkında herhangi bir bilgilerinin olduğunun şüpheli olduğunu söylemekte ve Hristiyanlığın "yabani" yerlileri medenileştirmeyi ve batıl inançlarından kurtaracağını söylemektedir.
  •  
  • Aborjin Soykırımları
  •  
  • Avusturyanın Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlardır. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi çoğunlukla hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilir.
  • Northern Territory Legislative Assembly'nin üyesi olan John Ah Kit 9 Ekim 2003 tarihli bir tartışmada şunları söylemektedir:
  • 1920'lerin sonlarının büyük bir kuraklık zamanı olduğu ve bu yüzden de bu ortamda Avustralya'da siyah/beyaz ilişkilerinin öncülerinin aralarından pek çok şey geçtiği unutulmamalıdır. Doğal kaynaklar üzerinde yoğun bir mücadele yaşanmaktaydı. Bir arazi ve onun halkı arası arasında; sığırlar ve beraberlerinde silahlar ve hastalıklar getirenler arasındaki bir çatışmaydı bu. Genellikle yanlış anlaşılan şey şu ki Coniston Katliamının tek bir olay değil polis gruplarının ayırım gözetmeden haftalarca öldürdüğü bir seri cezalandırıcı baskınlardan biri olduğudur." [4]
  • Aşağıda bunlardan birkaçı yer almaktadır:
  • Fremantle Batı Avustralya (1830): Batı Avustralya'daki Avustralya yerli halkına yönelik ilk resmi 'cezalandırma baskını' (punishment raid) bu girişim Yüzbaşı Irwin tarafından 1830 Mayısında gerçekleştirilmiştir. Fremantle'ın kuzeyindeki Aborjin kampına Irwin'in yönlendirdiği askerler tarafından pek çok Aborjin öldürülmüş ve yaralanmıştı.
  • Convincing Ground katliamı (1833-34) : Portland yakınlarındaki Victoria'da Victoria'daki kayıtlı en büyük katliamlardan biri yapılmıştı. Balina avcıları ve yerel Kilcarer Gunditjmara halkı balina teknelerini sahile çekme hakları için mücadele etmekteydiler.
  • Waterloo Creek katliamı (1838) : Waterloo Creek denilen yerdeki yerli kampına düzenlenen baskında aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 100-300 arasında Avustralya yerlisinin öldürüldüğü iddia edilmektedir.
  • Coniston katliamı (1928) : Avrupalıların Aborjinlere uyguladığı bilinen son katliamdır. Coniston'da bazı Aborjin aileleri Avrupalılar tarafından vurulmuştur. Katliam dingo avcısı Frederick Brooks'un 1928 Ağustosunda Yukurru denilen yerde bazı Aborjinliler tarafından vurulmasının intikamı adına işlenmiştir. Resmi kayıtlar 32 Aborjinin öldürüldüğünü ifade ederken tarihçiler en az altmış Aborjin erkek kadın ve çocuğunun katliamda öldürüldüğünü iddia etmektedirler. Brooks'un öldürülmesi üzerine yerel polis memuru William Murray intikam amacıyla birkaç hafta süreyle Aborjin kamplarına baskın düzenlemişti. Soruşturma kurulu Constable Murray'in eylemenin haklı olduğu hükmünü vererek beraat ettirmiştir.
  •  
  • Günümüzde Aborjinler
  •  
  • 1999'da Avustralya Anayasasının değiştirilmesi kabul edildi. Bu anayasaının giriş bölümünde Avustralya'da İngiliz Yerleşiminden önce Yerli Avustralyalıların kıtada yaşadığı kabul edilmekteydi.
  • 2004 yılında Avustralya Hükümeti Avustralya'nın en büyük yerli organizasyonu olan ATSIC'i (The Aboriginal and Torres Strait Islander Commission) kamufonlarının ATSIC'in başkanı tarafından kötüye kullanıldığı gerekçesiyle feshetti ve yerlilerle ilgili spesifik programlar başka hükümet departmanlarına aktarıldı ve hükümetle koordineli çalışan "Department of Immigration and Multicultural and Indigenous Affairs" altındaki "The Office of Indigenous Policy Coordination" kuruldu.
  • Avustralya Aborjin nüfusunun büyük bir kesimi şehirleşmiş ancak küçük bir kesimi eskiden kilise misyonu olan bölgelerdeki iskanlarda yaşamaktadır. Aborjin gençleri genel nüfusa oranla 11 kat daha fazla hapse giriyor ve polis gözetimi altında işlenen intihar oranları oldukça yüksek. İşsizlik sağlık ve yoksulluk problemleri aynı şekilde genel popülasyona oranla oldukça yüksek okul bırakma ve üniversiteye giriş oranları ise düşük seyretmektedir.
  • Eski ve mevcut hükümetler beyazların Aborjin topluluklarına yaptıklarından dolayı kendilerinden özür dilemeyi sürekli reddetmektedirler. Ayrıcak ATSIZ gibi Aborjinlerin en büyük organizasyonlarından birini yolsuzluk gerekçesiyle kapatmışlardır.
  •  
  • Suç Oranı
  •  
  • Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir: 
  • Yoksulluk
  • İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
  • Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
  • Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
  • Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir.
  •  
  • Aborjin mitolojisi
  •  
  • Avustralya Yerlileri pek çok klan ve dil grubuna ayrıldıklarından bir bütün olarak Aborjin mitolojisinden söz etmek imkansızdır. Buna rağmen genel olarak bu mitolojiler arasında benzerlikler bulmak mümkündür.
  • Avustralya Aborjin kültürü pek çok bakımdan doğaya dayalıdır. Mitolojik kahramanların çoğu hayvanlardır.
  • Ortak mitolojik temalardan biri Düşzamanıdır (Dreamtime)

Avustralyalılar Aborjinler için Referanduma Gidiyor

Türk devleti kuruluşundan bu yana Kürtlerin varlığını resmi olarak inkar etmeye devam ederken, Avustralya’da nüfusu 470 bin olan yerli halk Aborjinlerin anayasal olarak tanınması için referanduma gidiliyor.

Eylül ayında yapılan genel seçimleri az bir farkla kazanan kadın Başbakan Julia Gillard, “Bu fırsat her 50 yılda bir gelir” dedi. Parlamento ve halkın desteğini arkasında alan Gillard, “Duygusal ve pratik alanda değişimlerin gerekli olduğunu bilerek iktidara geldik” şeklinde konuştu.

Gillard, yerli Avustralyalıların olarak tanımladığı Aborjinler ve Tores Boğazı halklarının Anayasaca tanınmasının “bu yolculuğun ikinci aşaması” olduğunu ifade etti.

1901’DEN BU YANA 44 REFERANDUM

Avustralyalılar en son 1999’a referanduma gitmişti. Ülkenin bir Cumhuriyet olması önerisi bu referandumda reddedilmişti. 1901 yılından bu yana yapılan 44 referandumdan sadece sekizi halkın onayını aldı.

Aborjinlerin Anayasa’da tanınmasına ilişkin referandumdan önce uzman bir grup konuyu inceleyecek ve 2011 sonuna kadar raporunu sunacak. Referandumun 2013 genel seçimleri öncesi ya da sonrası yapılması bekleniyor. Avustralya basınına göre referandumun sonucunun olumlu çıkması için her iki tarafın da desteğini alması gerekiyor. Başarılı bir referandum için ulusal düzeyde ve eyaletler düzeyinde oyların çoğunluğuna ihtiyaç duyuluyor.

BAŞARISIZ BİR REFERANDUM ABORJİNLERE YENİ BİR HAKARET OLUR


 1999’da Anayasa’nın değiştirilmesi için gidilen referandumda Anayasa’ya Aborjinlere ilişkin bir giriş eklenip eklenmemesi sorulmuştu. Aborjinler için “Ülkemizin yaşamını zenginleştiren toprağa derin bağlılığı, eski ve canlı kültürüyle ulusumuzun birinci halkı” ibaresinin Anayasa’ya koyulmasının önerildiği referandum başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sydney Üniversitesi profesörü Larissa Behrendt, The Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, eğer referandum yeniden başarısız olursa bunun Aborjin toplumuna “çok kötü bir mesaj” göndereceğini belirterek, “Bir tanıma eylemi olması gerekirken yeni bir hakaret olacak” dedi.

2008’DA BAŞBAKAN RESMEN ÖZÜR DİLEDİ

Son yıllarda İşçi Partisi’nin iktidarında Aborjinlere yönelik “açılım” jestleri arttı. Şubat 2008’de Başbakan Kevin Rudd, parlamentoda yaptığı tarihi bir konuşmada ülkenin birinci sakinleri olan Aborjinlerden, iki yüzyıl boyunca maruz kaldıkları adaletsizliklerden dolayı özür diledi.
22 milyon nüfuslu Avustralya’nın 470 bini Aborjinlerden oluşuyor. Diğer Avustralyalılara kıyasla, Aborjinler arasında tutuklu, işsiz ve ağır hastalık oranları daha yüksek. Bir Aborjin, yerli olmayan bir erkek Avustralyalıdan ortalama 11,5 yıl, Avustralyalı kadından ise 9,7 yıl daha az yaşıyor.

Avustralya Aborjinleri, kıtanın ilk insanları olarak biliniyor. Tores Boğazı yerlileri ile birlikte bu Okyanusya Devleti’nin yerlilerini oluşturuyorlar. Aborjin kelimesi daha genel bir tanımla atalarının ilk olarak doğduğu toprakları ifade diyor.

Aborjinler tarih boyunca kendi topraklarında işgaller ve istilalar nedeniyle ağır baskılara ve göçlere maruz kaldı. Resmi anlamda Avustralya hükümetinin bakışına göre bir Aborjin, ataları Aborjin olanlar, kendisini Aborjin olarak tanımlayanlar ve Aborjin topluluğu tarafından tanınanlara deniyor. Aborjin olmak için bu üç kritere uygun olmak gerekiyor. Resmi olarak, “kısmen Aborjin” olmak hiçbir anlam ifade etmiyor. Diğer bir ifadeyle, “ya Aborjinsin ya da değilsin” demek isteniyor. Deri rengi bir kriter olarak sayılmıyor. Bazı Aborjinler, ataları siyahi olmasına rağmen beyaz bir görünüme sahip. Bu kriterler Tores Boğazı yerlilerine de uygulanıyor.