26 Nisan 2011 Salı

Herşey bitti mi?


Türkiye’nin Yüksek Seçim Kurulu’nun önceki gün Leyla Zana ve Hatip Dicle başta olmak üzere BDP’nin desteklediği 7 bağımsız milletvekilinin adaylığını iptal etmesi bütün hesapları altüst etti.
Dengeler bir anda değişti. Karar Kürt sorununun barışçıl çözüm çabaları ve umutlarını deyim yerindeyse kökünden dinamitledi. İyimser beklentiler yerini kötümserliğe terk etti.

Karar öncesi kamuoyunun geniş kesimi iyimser beklentiler içindeydi. Çünkü, Türk devletiyle ‘’önderlik kurumu’’ adına görüşmeler yaptığını söyleyen PKK lideri Öcalan, İmralı görüşmelerinin tarihi sonuçları olacağını söylemiş, 2011 yılının ‘’çözümün gelişeceği yıl’’ olacağını belirtmiş ve seçimlerden sonra hangi hükümet kurulursa kurulsun Türkiye’nin anayasal çözüme gitme ihtimali olduğunun altını çizmişti.
Öcalan, görüşmeler yaptığı ekibin kendisine bu yönlü bilgi verdiğini ima da etmişti.

Aynı günlerde Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan da PKK lideriyle yapılan görüşmelere atfen, ‘’Devlet görüşür, devleti sevk ve idare eden kimdir, hükümetlerdir’’ demiş ve şimdiye kadar sahiplenmediği İmralı görüşmelerini açıktan sahiplenmişti.

Erdoğan ayrıca hazırladığı milletvekili listelerinde partisinin Kürt kimliği belirgin milletvekillerine yer vermemiş, Kürtleri temsil iddiasından vazgeçiyor mesajı vermiş, Kürt iradesini istemeden de olsa kabul eden bir tutum sergilemiş ve seçim beyannamesinde ‘sivil anayasa’ sözü vermişti.

Öte yandan iş dünyası da Kürt taleplerini benimser bir tutum sergilemiş, Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını içeren referandum seçeneğini dillendirmişti.
Merkez medya ise bundan önceki seçimlerin aksine bu seçim döneminde BDP adaylarına diğerleriyle eşit yer veren bir yayın politikası izleyeceği izlenimi vermişti.

Ana Muhalefet Partisi CHP de hareketlenmiş, Türk devletinin kuruluş felsefesini; Türkçülük tekelini esneten bir politika üreteceği mesajını vermiş, Kürtçe eğitimi ve ‘Genel Af’fı dillendirmiş, Hakikatleri Araştırmak Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiş ve ayrıca Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özel Şartı’na koyduğu çekinceleri kaldıracağını beyan etmişti.

İyimserlik esas olarak buralardan kaynaklanıyordu. Bugün (dün) Amed’de görülecek olan KCK Davası’ndan da tahliyeler bekleniyordu. Türkiye bu iyimserlik içinde seçime gidecek, seçimlerin ardından sıra sorunları tartışmaya ve Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Öcalan üçgeninde çözümler aramaya gelecekti.
Ne var ki anılan karar bütün bu hesapları altüst etti. Kürtler bir kez daha tahrik edildi. Kürt halkı sokağa çıkmaya, Kürt gençleri de dağlarda vuruşmaya davet edildi. Türk devletine egemen savaş lobisi yargıyı kullanarak Kürtlere açıkça savaş ilan etti.
Kürt halkının yükselen tepkilerine bakacak olursak açık savaş daveti kabul edildi. Halkın öfkesi burnunda, çoğu insan artık ne olacaksa olsun istiyor.

Kimi, ‘’bu fırsatı değerlendirelim, TC’den kopuşu gerçekleştirelim, savaşa yüklenelim’’ diyor, kimi Arap dünyasındaki gibi ayaklanma öneriyor; ‘’Kürdistan’daki valilikleri ve kaymakamlıkları çembere almaktan’’ söz ediyor, kimi ‘’birlikte yaşamın bittiğini’’ iddia ediyor ve ‘’kendi meclisimizi kendimizi kuralım’’ diyor.
Tepkiler dinmek bilmiyor. Kürt halkı soluğu tutmuş Kürt siyasetinin vereceği kararı bekliyor.

Halk, yüzde 10 barajına, 2 bin Kürt siyasetçisinin tutsak alındığı KCK Davası’na, askeri operasyonlara ve antidemokratik yasalara rağmen seçime katılan ve sisteme hak etmediği meşruiyeti kazandıran Kürt vekillerinin reddedilmesini hazmedemiyor. Bunun bir karşılığı olması gerektiğine inanıyor.

Bana gelince; ben de esaslı bir karşılık verilmesi gerektiğine inanıyorum ancak, bu karşılığın siyaseten verilmesinin uzun erimde halkımızın ve herkesin çıkarına olacağını düşünüyorum.
Şöyleki; bu açık savaş davetini bu kez elimizin tersiyle itelim. Bunun yerine ağırlığı devletin sandıklarını geri çevirmeye verelim. Sandıkları yüzde 70-80 dolaylarında ‘boş’ gönderelim.

Seçime katılma kararı verilecekse de bu arkadaşları yine de seçelim. Seçelim ve Türk Meclisi yerine DTK’ye gönderelim. Kendi meclisimize kendi vekilimizi bu kez de seçim yoluyla gönderelim.
Böylece hem savaş yanlısı kliğin hesaplarını altüst etmiş hem de sistemin meşruiyet krizini derinleştirmiş oluruz. Krizi böylesi bir fırsata dönüştürelim; Kürt halkının her kesimiyle ve Türkiye’nin barıştan yana bütün demokrasi dinamikleriyle birlikte etkili bir boykot siyaseti izleyelim.

Sarsıcı her krizin devrim durumu yarattığını görelim, bunu değerlendirelim ve bu kez siyasi bir devrim deneyelim derim. Bunun çok daha yararlı ve sonuç alıcı olacağını düşünmekteyim.
Demek istediğim bu kararla herşey bitmiş değil. Böyle bir duyguya kapılmaya gerek yok. Kürt halkı çaresiz değil ve mücadelesini sürdürüyor. Kürt krizi derinleşen Türk devletinin de çözümden kaçmasının imkanı bulunmuyor. 

gunayaslan@hotmail.de

Askeri Vesayeti Kürt Hareketi Kırdı


AKP’nin dokuz yıldır iktidarda kalmasını sağlayan en önemli vaadi Türkiye’nin kemikleşmiş sorunlarını çözmekti. Bunların başında da “Kürt sorunu”, kişi hak ve özgürlükleri ile askeri vesayetin kaldırılmasıydı. Bir kez daha iktidara gelme hazırlığındaki AKP’nin dokuz yıl sonra neredeyse yine aynı vaatlerle oy isteyebilmesini sağlayan faktörlerin sosyolog ve sosyal psikologların analizine ihtiyaç bırakması ayrı bir gerçek. Daha görünür olanı ise; Kürt halkının taleplerine bugün de gaz bombaları ve coplarla karşılık verilmesi, milletvekillerinin yerlerde sürüklenmesi, gazetecilerin tutuklanması, kitapların yasaklanması ve AKP karşıtı herkesin bir gün bir “terör örgütü” çuvalına sokulacağı endişesi taşıması.

Böyle bir ortamda seçim sürecine girerken, Ragıp Duran’ın “Kürt gazeteciliğinde milat” diye tanımladığı Özgür Gündem gazetesi, 17 yıl sonra yeniden hayat buldu. Yine Duran’ın ifadeleriyle “siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber, çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan” yaygın medyaya rağmen, ezilenlerin, ötekilerin sesi olmak üzere yerini aldı. Tam da düşünce ve ifade özgürlüğünün, Kürt halkının taleplerinin zor ve baskıyla engellenmeye çalışıldığı bir dönemde, Özgür Gündem’in ilk genel yayın yönetmeni Ragıp Duran’la konuşmadan olmazdı. Halen Lübnan El Müstakbel Gazetesi ile Liberation gazetesinin Türkiye muhabirliğini sürdüren Duran’ın “iktidar kibri” ile açıkladığı AKP’nin bugün geldiği noktayı, “apoletli medya”nın şimdiki üniformasını ve elbette 90’lı yıllarla bugün arasındaki farklılıkları konuştuk.

- Demokrat Yargıçlar Derneği Eşbaşkanı, “İmamın Ordusu” kitabına ilişkin yasakları “Muhtıra” olarak niteledi. Düşünce ve ifade özgürlüğü açısından bu kadar ağır bir durumla mı karşı karşıyayız?

Evet, sert bir deneme yaptılar. Gazetecilerin yürüyüşü ve kamuoyunda doğan tepki bu sürecin önünü kesti. Ayrıca AKP ve iktidar yanlılarını da böldü, adeta Zaman tek başına kaldı. Tutsaydı çok daha vahim olur, o uygulama her alana yayılırdı. Onlar için bir talihsizlik de seçim dönemine girmiş olmamız. Erdoğan’ın da bembeyaz bir suratla “bunu bize fatura edemezsiniz” demesi, ardından F tipi cemaat ya da nebula her neyse, onların da hafif bir özeleştiri tutumuna girmesi kamuoyu etkisini gösteriyor.

- Savcının değiştirilmesi ifade ve düşünce özgürlüğü açısından pozitif bir değişimin olacağının göstergesi sayılır mı?
 
Savcının aslında terfi ettirilmesine rağmen, özel yetkilerinin alınması ve bu davadan uzaklaştırılması; hizmet ettiği ya da hizmet etmesi beklenen çevrelere sunduğu aşırı hizmetten doğan bir bumerang etkisi. Bundan sonra, soruşturmayı yürütecek savcılara belirli bir limit gösterilmiş oldu. Çok katı biçimde “okuyan da yanar, onu da terör örgütüne yardımdan içeri alırım” anlayışı kimin eseri? Bu zihniyetin mimarı kim? Edward Said’in ABD için veciz biçimde özetlediği “emperyal kibir” neyse buradaki “iktidar kibri” de o. Belli ki basın özgürlüğüne yönelik adım adım planlanmış, organize bir girişim. KCK operasyonunda da aynı zihniyetin izlerini görüyoruz, Devrimci Karargah’ta da. Bu aslında bizatihi, kendileri iktidarda olmamalarına rağmen (F tipinden söz ediyorum) çeşitli bürokratik kademe, mevki ve unvanları ele geçirmiş olmak nedeniyle, bu iktidar kibriyle, “ne istersem yaparım” psikolojisine kapılmış olmalarıyla açıklanabilir.

- Basın tarihi açısından bakıldığında, basına yönelik son uygulamaları karşılaştırabileceğiniz bir örnek var mı?
 
Ben bunu şuna benzetiyorum. Bizim tarihimizde iki önemli kayıt var. 1925’de devlet Şeyh Sait isyanını bastırmak için Takriri Sükun kanunu çıkartıyor, 7 satırlık bir madde bu. Yürütmeye olağanüstü yetkiler veren, savunma hakkını rafa kaldıran bir kanun. Ama bu kanun sadece Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi olanlara değil, 12 ittihatçı geçmişi olan, aralarında Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu gazetecileri de kapsayacak şekilde uygulandı. Dolayısıyla devlet refleksinde “hazır yol açılmışken, eskiden sorunumuz olanları da katalım” anlayışı var. İkincisi; otorite tesis etmek için her iktidar bir hayalete, çoğu zaman da hayali bir tehdide ihtiyaç duyar. Bugün de muhalif herkesi itibarsızlaştırma, “Ergenekon”u bu amaçla kullanma politikası yürütülüyor.

- Ogün Samast bile medyayı suçladı. Bu sözleri medyanın yarattığı zemin açısından değerlendirdiğinizde nasıl bir sonuç çıkıyor?

Elbette eline silahı alıp vuran insanın bu tür bir gerekçe öne sürmeye hakkı olmaması gerekir. Ama, katil zanlılarının bile kendini savunmak için bir araç haline gelmesini bizzat medyadaki herkesin düşünmesi lazım. Bu trajik bir durumdur.

Şu yapılabilir: Ruanda’da nefret söylemini yaygınlaştıran pek çok gazeteci uluslararası mahkemelerde etnik nefreti körüklemekten yargılandı. Mesela Hürriyet mağdurları da -Gülten Kaya, Rakel Dink gibi, eşlerini, çocuklarını, yakınlarını, sevdiklerini kaybeden Kürt halkı gibi- mahkemede değil ama somut bir şekilde haberin toplum üzerinde oluşturduğu yargıları teşhir ederek, kamu vicdanında mahkum ederek medya üzerinde baskı oluşturabilirler.

- Dün Hürriyet’in yerine getirdiği işlevi, dengelerin değişmesiyle birlikte üstlenen bir başka gazete oldu mu sizce?

Bugünkü süreci derin devletin kabuk ve aktör değiştirmesi olarak algılayanlar, medyanın da buna göre yapılandırıldığını düşünüyor. Ki somut bütün işaretler bunu gösteriyor. Zaten ipuçlarını medya açısından Zaman ekibi ve Hüseyin Gülerce verdi. Gülerce “tasfiyeler olacak” dedi. Eskiden askeri iktidar ağırlıktaydı. Şimdi ise devletin önemli pek çok kurumunu ve ideolojik aygıtlarını -bunların içinde medya da var- AKP ele geçirdi. Henüz devletin tüm kademelerini, tüm aparatlarını ele geçirmiş olmasa da çizdikleri yol belli. AKP artık 2002 öncesi, varoşları, mütedeyyin insanları temsil eden, iyi niyetli, anti-Amerikancı AKP değil. Bu 9 yıl içerisinde AKP, devleti kadrolarıyla ele geçirmeye çalışırken kendisi devletleşti. Totaliter bir anlayışla bütün kurumları kendi ideolojileri doğrultusunda yapılandırmaya çalışıyor.

- Askeri vesayeti yıkma, devleti sivilleştirme iddialarının hiç karşılığı yok mu?

Silah baskısıyla kurulmuş olan askeri vesayet öyle seçimle falan kaldırılmaz. Bunu Kürt hareketi çok daha somut biçimde, çok önceden görüp aynı yöntemle, AKP’den çok daha önce zayıflatmaya başlamıştı. 1984’te başlayan o silahlı mücadele olmasa 2002’de AKP iktidara zor gelirdi. Kürt hareketi askeri vesayeti çok önce, Özgür Gündem’le başlatmıştı değiştirmeye
Bunu yaparken askeri vesayetin yerine kendi vesayetlerini oluşturma meselesi göz ardı ediliyor. Oysa, yakın tarihe baktığımız zaman askeri vesayeti zayıflatanların 2002 yılında iktidara gelen AKP değil, somut olarak çok daha ciddi ve maalesef kanlı bir şekilde 1984’den bu yana mücadele eden Kürt hareketi olduğunu görüyorum.

Silah baskısıyla kurulmuş olan askeri vesayet öyle seçimle falan kaldırılmaz. Bunu Kürt hareketi çok daha somut biçimde, çok önceden görüp aynı yöntemle, AKP’den çok daha önce zayıflatmaya başlamıştı. 1984’de başlayan o silahlı mücadele olmasa 2002’de AKP iktidara zor gelirdi.

- Medyanın Kürt meselesini algılama ve yansıtmasında bugün, 2000 öncesine göre farklılık var mı?

Bana göre büyük ölçüde yok. Gerçekten soru ilginç. İrdelenmesi gereken şöyle bir şey var: O dönemin gazete manşetleriyle bu dönemin gazete manşetlerini üst üste koyup, bir döküm yaptığımız zaman çok net ortaya çıkar. 90 öncesi manşetleri askeri yanı ağır basan iktidar kaplıyordu. Bugün baktığımız zaman belki askeri yanı öne çıkmıyor ama, yine siyasi iktidar var.

Ezilenler, yurttaşlar, kamu açısından bakıldığında gene sürekli olarak hem medyayı hem kamuyu egemenlik alanında tutmaya çalışan bir güç var. Bu gücün rengi ve adı değişti.

Apoletli medya olmak için illa da haki olması gerekmiyor üniformanın. Haki veya yeşil emir-komuta zinciriyle çalışan basın-yayın kuruluşu anlamına gelir. Savcıdan, başbakandan aldığını ve neredeyse emir üzerine yayınlayan kurum da aynı kavrama girer.
Devletin üç gücünü; yasama, yargı ve yürütmeyi kamu çıkarı adına izleyip, aksaklıkları dile getiren kişi değil artık gazeteci. Gazeteci artık, siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber, çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan bir dördüncü güç olarak, karşısında değil yanında durur hale geldi.

- Yandaş medya tanımına katılıyor musun?

Demokrat Parti döneminde ‘besleme basın’ tabiri vardı.

- Bu daha mı uygun bir tabir?

E besleniyorlar çünkü. Sadece yandaş değiller. (Kahkahalar) Dolayısıyla bunlara temel görev olarak anamuhalefet partisini eleştirmek düşüyor. Esas görevleri iktidarı övmek ama akıllı olanları bunu dolaylı bir şekilde yapıyorlar.

Bugün artık TSK’nin -belki de sevindirici tek olumlu yan budur- öyle darbe yapacak gücü kalmadı. Ama bugün güçlenen başka bir akım var. AKP, cemaat denen kesimin borusu ötüyor. Ve medyanın esas olarak sessizlerin sesini yansıtmak, güçsüzleri korumak, kamu çıkarını gözetmek gibi asli görevlerinin hiç yapılmadığını görüyoruz.

- Medyanın sivil itaatsizlik eylemlerini de adeta bir şiddet eylemi gibi yansıtması, iktidarın Kürt politikasının medya üzerinden yansıması mı?

Büyük ihtimalle. Sivil itaatsizlik; yasal olduğu halde gayrı meşru telakki edilen şeyleri yasayı çiğneyerek ortadan kaldırmaktır. (Bu tanımı söyleşi sırasında ya ben yanlış söyledim ya da teyp çözümünde bir yanlışlık, bir yanlış anlama olmuş. Doğrusu, ‘Sivil itaatsizlik, meşru olmasına rağmen yasak olan bir eylemi yaparak, yasayı çiğnemek ve o eylemi yasal hale getirmeye çalışmak’ olmalıydı. Düzeltiyorum-RD) Halbuki bugün Kürt hareketinin yaptığı, meydanlarda toplanmak, çadırda durmak. Bunun kanuna aykırı bir yanı yok. Kanuna aykırı şey, vergi vermemektir, yasaklanmış kitabı dağıtmak, satmaktır mesela. Bence bugün yapılan çok barışçı bir eylem türü.

- Sorun ne o zaman?

Kürt halkının siyasi bilinci, talepleri Türk devletinin sınırlamaya çalıştıklarını çoktan aşmış durumda. Bu devlet açısından çok büyük bir endişeyi oluşturuyor. Kürt meselesinin çözümü Türkiye’nin ötekiyle ilişkisinin irdelenmesine, Türkiye’nin idari yapısının çözülmesine yol açacak. Merkeziyetçi yapının işlemediği ortaya çıkacak. Ellerinde iktidarı tutanların buna razı olması mümkün değil. Çünkü o zaman kendi kuyularını kazmış olacaklar. Bütün iktidar, bu adaletsizlikler ve haksızlıklar üzerine kurulu. O bakımdan da mevcut statüko, çözülmemesi için, çözümün ipuçlarını gördüğü zaman şiddetli tepki göstermek durumunda. Dolayısıyla kalkıp Hürriyet gazetesinin de Zaman’ın da Kürtlerin hakları üzerine manşet atmasını beklemiyoruz.

- İktidar-medya ilişkisi, yargının medyayla ilişkisine nasıl yansıyor?

Bugün de hem medyayı hem kamuyu egemenlik alanında tutmaya çalışan bir güç var. Bu gücün rengi ve adı değişti. Apoletli medya olmak için illa da haki olması gerekmiyor üniformanın. Gazeteci artık, siyasi veya ekonomik iktidarla, ideolojik veya askeri iktidarla beraber ve çoğu zaman bu üç gücün hoperlörü olan bir dördüncü güç olarak yanında durur hale geldi.

AKP öncesi de yargının tam bağımsız olduğunu ileri sürmek mümkün değildi. Ama yargı bugün eskiye oranla çok daha fazla siyasi iktidarın denetiminde, yönlendirmesinde. Dolayısıyla bence medya- yargı ilişkisi, medya-iktidar ilişkisinin sadece bir parçası. Eskiden de farklı değildi ama bugünkü gibi de değildi.

Erdoğan “Ben yargının işine karışmıyorum, o da benim işime karışmasın” dedi. Bir başbakan bunu söyleyebilir mi? Söyler, diktatörlüklerde mümkündür. Hakime “sen kimsin” diyebilir. Yargıçlar cumhuriyetini de kimse savunmuyor. Ama yargının yürütmenin işine karışmaması demek, cahil cüretidir. İlk tanımında yargının, yürütmeyi denetlemekle sorumlu olduğu aşikar. Bu tabi sadece cahilce bir şey de değil. AKP beyinlerinin tahayyülünde Amerika ile Abu Dabi karışımı bir yönetim şekli var. Kapitalist görünümlü, feodal bir diktatörlük.

- Gündem gazetesinin saldırıların hedefinde olduğu 90’lı yıllarda gazetenin yönetim kadrosundaydınız. Gündem gazetesi yeniden çıkınca ne hissettiniz?

Dönem dönem bazı yayınlar çıkmış olmasına rağmen, Özgür Gündem günlük gazete olarak bir milattır.

Gündem’in ilk çıktığı yıllarla bugün arasında tek fark, baskı yöntemlerinin değişmesi. Ama bu yöntemlere karşı gelmek, ötekine karşı gelmekten daha kolay. Çünkü muhabirimiz öldürülmediği sürece haber yapmaya devam edebiliriz. Cenazeye gitmeyelim de mahkemeye gidelim razıyız. Bu söylediklerimin de ne kadar vahim olduğunun farkındayım. Yani hapishaneye evet, diyoruz şu anda
Kürt karşıtlığının çok koyu olduğu bir ortamdı. Prestijli, adı sanı bilinen bazı aydınlara köşe yazmaları için teklifte bulunmuştuk. Kimisi görüşmeyi bile kabul etmedi. Bildiğimiz, yakınlarımızdaki insanlardı. Kimi de “hele bir çıksın” falan diye geçiştirdi. Tabii, Haluk Gerger gibi talepte bulunulmasa bile destek verecek isimlerden bahsetmiyorum.

Dolayısıyla o dönemle şimdiki ortam çok farklı. Hani AKP’ye “Akşam olmuş, günaydın” diyeceğim. Askeri vesayeti, senden çok önce Özgür Gündem’le başlatmıştı değiştirmeye Kürt hareketi.

- Özgür Gündem’in bugün, o yıllarla kıyaslandığında tamamen yeni bir sürece doğduğu söylenebilir mi?

Bu gazete sürekli isim değiştirmek zorunda kaldı. Sürekli kapatılmak, yasaklanmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Çalışanları öldürüldü. Ben topu topu üç dört ay çalıştım. Ben o dört ayda 3 kere muhabirlerimizin cenazesine gittim. Eskiden gazetecileri vurarak basın özgürlüğünü engellemeye çalışıyorlardı.
Ama bugün de Kürt düşmanlığı, -Bursa’da, Söğütözü’nde, Sakarya’da gördük- toplumun derin hücrelerinde yerleşmiş ve medya tarafından da hala kışkırtılmaya açık. İki dönemin hangisinde Kürt düşmanlığının daha az olduğunu tespit etmek zor. Baskı bugün de var. Yöntemleri değişti. Bu yöntemlere karşı gelmek, ötekine karşı gelmekten daha kolay. Çünkü muhabirimiz öldürülmediği sürece haber yapmaya devam edebiliriz. Cenazeye gitmeyelim de mahkemeye gidelim razıyız. Bu söylediklerimin de ne kadar vahim olduğunun farkındayım. Yani hapishaneye evet, diyoruz şu anda.

Dört Günlük Sarsıntı…


    18 Nisan’da Yüksek Seçim Kurulu’nun Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun 7 milletvekili adayı dahil 12 bağımsızı veto etmesi toplumsal bir depremin fitilinin ateşlenmesine sebep oldu. Sanırım, bu kararın alınmasını üstlenen 7 YSK üyesi aldıkları bu kararın ne böylesine devasa bir tepkiyle karşılaşacağını hayal ettiler, ne de itibarlarının yerle yeksan olabileceğini düşündüler.
12 Haziran seçimlerini, aldıkları bu kararla şekillendirmenin peşinde olan muktedirler, tabiri caizse saman altından su yürüterek hazırladıkları komplonun altında kaldılar. Peki neden, böylesi pervazısca bir komployu düzenlemek zorunda kalmışlardı? Bu sorunun cevabını seçime katılan partilerin ve bağımsız adayların isimlerinin açıklanmasıyla oluşan kamuoyu tepkisinde aramak gerekiyor. Sistemin yüzde 10 barajıyla yarattığı anti-demokratik seçim sistemini bağımsız adaylarla bir ölçüde aşma hedefiyle hareket eden Blok, açıklanan adaylarıyla, toplumsal muhalefeti Kürt’üyle, Türk’üyle, Alevi’siyle, Sünni’siyle, Çevrecisi’yle, Sosyalist’iyle temsili amaçladığını gösterdi. Ne AKP’nin statükoyu korumaya yönelik listesi, ne CHP ile MHP’nin Ergenekon hormonlu aday listesi, blok listesinin toplumda yarattığı olumlu heyecanın yanına yaklaşabildi. Bu durum, muktedir sınıfların kendi içlerindeki çıkar mücadelesini perdeleyen laik, anti-laik kutuplaşmasını teşhir edebilecek, alt sınıfları ve ezilenleri temsil eden bir üçüncü kutbun reel bir seçenek olarak doğduğunu işaret ediyordu. İşte, komplonun nedeni de tam bu gelişmeler oldu. Sistemin, Blok adayları listesinin kazandığı toplumsal meşruiyeti yıpratabilmek amacıyla yasal darbe yoluna başvurmaktan başka çaresi kalmadı, YSK’da fedailik rolünü üstlendi.

Türkiye’yi sarsan dört gün sonunda oyun bozuldu ve adaletsizliği üstlenen YSK feda oldu. Bu komplonun başarısızlığa uğramasını sağlayanın Kürt yoksullarının direnişi ve bu direnişi destekleyen Blok bileşenleri olduğunu tüm siyasi aktörler biliyor.
Sokağın gücü olmadan, kulislerde adaletin gerçekleşmeyeceğini bir kez daha gösterdi herkese, bu dört gün süren sarsıntı.

Kimse bize, YSK tarafından kararlaştırılan bu vetonun AKP’yi zayıflatmak amacıyla yapıldığını anlatmasın. Seçim taktiğini milliyetçi oyları kazanarak MHP’yi yüzde on barajının altına düşürmek üzere kurduğu söylenen AKP’nin, YSK tarafından vetoyla köşeye sıkıştırıldığını vaz eden bu masalın politikayı etik anlayıştan uzaklaştırdığı bir yana, hakikatle örtüşmediği unutulmasın. 12 Eylül darbecilerinin yüzde 10 barajının arkasına saklanan AKP’nin temsilde demokrasiyi katledişini yönetimde istikrar özrüyle meşrulaştırma çabasına girişenlerin, komplonun AKP’ye karşı olduğunu anlatmaları inandırıcılıktan yoksundur. Unutulmasın ki referandum sonucunda demokratikleşeceği söylenen Türkiye’de 2.000’i aşkın Kürt siyasetçi KCK davasından tutuklu bulunuyor.
Bu dört gün boyunca suskunluğa bürünen Erdoğan’ın bu tavrının, durumu kollayarak vaziyet almanın ötesinde bir izahı yok gözüküyor. AKP sözcülerinin kimilerinin yasalar ve kurumların kararlarına uymak gereğinden söz ederek zımnen YSK kararlarını savundukları, kimilerinin de karara karşı çıkmaları Erdoğan’ın susuş taktiğiyle örtüşmekteydi.

Kimse resmi ideolojinin sahipliğini üstlenen CHP’nin yakın geçmişte siyasi çözümü engelleyip, savaş kışkırtıcısı sicilinden sonra şimdi, YSK kararına karşı çıkıp parlamentoyu çözüm için toplantıya çağırmasının sorunu çözdüğünden de bahsetmesin.

Yine, kimse Abdullah Gül’ün devreye girmesiyle sorunun çözüldüğünü ileri sürmesin. Zira bütün bu siyasi aktörler Kürde karşı, emekçilere karşı, toplumun tüm ezilenlerine karşı sistemin yürüttüğü baskı ve inkar politikasında, ortaklaşan özneler olarak rol oynadılar.

Kuşkusuz, yaşanan bu süreç vesilesiyle, sistemin bu siyasi aktörlerinin dillerindeki zehirden bir miktarda olsa arınmış olmaları iyiye işarettir. Bütün bunlar halk üzerinde yarattıkları şovenizm ve ırkçılıkla yüklü ideolojik hegemonyanın artık delik deşik olmaya başladığını ve ezilenlerin mücadelesi karşısında etkisini yitirmeye başladığını gösteriyor.

Toplumsal sürecin öyle anları vardır ki, o kısacık zaman dilimi hakikati tüm çıplaklığıyla su yüzüne çıkartır. Bu yaşadığımız dört gün işte böyle bir moment oldu. Demokrasiyi ezilenler lehine geliştirebilmenin yukarıdan değil, alttan mücadeleyle mümkün olduğunu öğretti cümle aleme direnen kitleler. Ama yine bu dört gün içinde YSK aynı anti-demokratik nedenlerle veto ettiği Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin itirazını reddederek seçim dışı bıraktı. 

ÖDP’nin seçim dışı bırakılması kanunların muktedirlerin elinde nasıl eğilip bükülebildiğini gösterdiği gibi sisteme muhalif hareketlerin tek dayanağının alttan mücadelenin gücü olduğunu da gösterdi bizlere.
Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’u adaylarının veto edilmesi sonucunda dilleri çözülen sistemin siyasi aktörleri ÖDP’nin seçim dışı bırakılması karşısında sessiz kaldılar.

Demek ki, bütün bu süreçten çıkaracağımız ders, söyleyenin değil, söyletenin belirleyici olduğunun kavranması gereğidir.

"Kaymakam Ermeniydi, Öldürdüler..."

 
Bir coğrafyadan Eşhasını ve Eşrafını söküp atarsanız; geriye kalan sadece hüzündür. Bir de virane baykuş yurdu sahipsiz mekânlar... 

İşte yıkık bir Ermeni kilisesine ya da hâla sahibinin adıyla müsemma eski ve bazalt bir "gâvur evine" vardığımda, beni karşılayan ve içime işleyen bu duygu hâlidir. Bu sebeple "asra beş kala" tarihe bir kanlı gömlek bırakan kan çanağı yüzünüz / gözlerinizle yüzleşin. Yüzleşin ki aynaya bakacak yüzünüz olsun...

Tarık Ziya Ekinci Lice'den Paris'e Anılarım* kitabında anlatıyor: Diyarbakır Valisi Reşit Paşa 1915'te (İttihatçı) hükümetin tehcir kararını çok katı biçimde yorumlayıp uygulatmıştır. Lice'nin o dönemdeki Kaymakamı Ermenileri katliamdan korumuş.
Katliamdan çıkar bekleyen kesimlerin Vali'yi haberdar etmeleri üzerine Kaymakamın da infaz edilmesini emretmiş Vali. Bir emirle Diyarbakır'a davet edilen Kaymakam yolda öldürülmüş. Tarık Ziya Ekinci anılarında; Lice yolunda Kâraz mevkiinde, eskiden "Tirba Qeymaqam" diye bir mekânın olduğundan söz ediyor.

Bu bilgiler üzerine kitabı benim gibi okuyan Oral Çalışlar geçtiğimiz ay Newroz nedeniyle Diyarbakır'a gelmişken anılan bölgeye de gitmek istediğini söyledi. Mıgırdiç Margosyan ve Ragıp Duran da Diyarbakır'da iken Sur Belediye Başkanı ve kendisi de Liceli Abdullah Demirbaş'ın organizasyonuyla Kâraz'a gittik. Sağ olsun Kâraz Belediye Başkanı ev sahipliğinde kusur etmedi.

Kaymakam Türbesi ya da Kaymakam Mezarı olarak anılan, Kâraz Köyü ile Qetîn Köyü arasındaki hafif tepelik ve eski Lice yolu üzerindeki mekâna hep birlikte gittik.

Sorduk yaşlı köylülere; büyüklerinden duyduklarını ve "Kaymakam'ın Ermeni olduğunu, Ermenileri katledilmekten koruduğunu, bu sebeple devlet görevlileri tarafından öldürüldüğünü" ifade ettiler. Ne bir mezar yeri vardı Kaymakamın, ne de mezarı çağrıştıran bir taş. Ama hafıza ve tarih, halkın zihninde kayıt altına alınmıştı.

O yol güzergâhındaki yükseltinin olduğu bölge "Tirba Qeymaqam"dı. Din âlimlerine ve bilginlerine atfedilen mezar kimliği, bir devlet görevlisine halk tarafından verilmişti ve "Türbe" olarak anılıyordu.

Bu kadar bilgi doğrusu yetmiyordu. Dönemle ilgili çok geniş bir tarihsel anı ve anlatı kitabı yazan Lice'nin Serdê Köyünden Hasan Hişyar'ın Görüş ve Anılarım** kitabına başvurdum.

İşte Hasan Hişyar Serdê'nin paylaştıkları: "Bir gün Lice Kaymakamı Serdê'ye gelip ne kadar Ermeni aile varsa aile reislerinin köy camisinde toplanmasını ister. Erkekler önceden katliam korkusuyla amcam tarafından uzak yerlere gönderildiğinden sadece kadın ve çocukların olduğu söylenir (kaymakama). Kaymakam da 'bugünden sonra artık hepiniz Müslümansınız. Kadınlar Müslüman erkeklerle evlenecek', der. Köylülerimiz aralarında konuşurlar ve bu evliliklerin gerçekleşmemesi halinde bütün Ermenilerin katledileceğini anlarlar. Köyün yaşlıları Ermeni kadınlarını nikâhlarlar. Ama kadınlarla dokunmamak ve onları kardeş bilmek kaydıyla! 

Bu durumdan bir süre sonra köyün etrafı askerlerle sarılır. Bütün Ermeni kadın ve çocukları amcamla birlikte götürülürler. Birkaç gün sonra amcam tek başına köye döner. Ermenileri katletmişler. Sonradan bize anlattılar ki; Kaymakamın evinde Müslüman bir hizmetçi kadın varmış, Ermenileri öldürmek üzere Lice'den toplu olarak götürdüklerinde Kaymakam evinin bir köşesinde sessizce ağlıyormuş. O hizmetçi kadın tanık olmuş bu duruma. Hizmetçi, gördüklerini tanıdıklarıyla paylaşır ve bu söylentiler devletin de kulağına gider. Kaymakam hakkında inceleme başlatırlar. Kaymakamın soyağacı incelenir. Ermeni olduğu tespit edilir. Diyarbakır Valisi Kaymakam'a Diyarbekir'e gelmesi için haber yollar. Yolda, Dîyarbekir-Lice arasında Qetîn köyü yamacında Kaymakam pusuya düşürülüp öldürülür. Cesedi de yol kenarında bir çukura atılır."

Doğrusu Hesen Hişyar'ın paylaştığı bilgileri okuduğumda Lice Kaymakam'ını düşünedururken, Diyarbakır'a bir başka işi için gelmiş olan Gazeteci Burçin Gerçek'in epey bir süredir üzerinde çalıştığı "Celal Bey ve Diğerleri" adını koymayı düşündüğü "1915 Katliamında görev almayanları" araştırdığı çalışmasından haberdar oldum. Burçin Gerçek'in çalışmasında da 1915'teki Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi'nin adı geçiyordu.

Giritli Fatinzadelerden Mektebi Sultani ve Mülkiye mezunu Hüseyin Nesimi genç yaşlarından itibaren Bektaşi geleneği ile yetişmiş ve "Girit Muhibbi İnsaniyet Cemiyeti"nin kurucuları arasında yer almış biri. Yani insanı merkeze oturtan bir felsefeye sahip olduğu, oğlu Abidin Nesimi'nin anlatılarında yer alıyor.

Zaten bu yaklaşımı, katliamda dönemin Dîyarbekir Valisi Dr. Çerkez Reşid ile çatışmasına yetiyor da artıyor bile! Sürgün ve katliam emirleri Lice'ye de gelince Kaymakam Hüseyin Bey, "önce kafilenin yola çıkmasını geciktirir". Daha sonra da hazırlanan ilk sürgün kafilesine "belli bir noktaya kadar eşlik ederek çetelerin saldırılarına engel olmaya çalışır". Kaymakam'ın itaatsizliği, Vali Reşid'e bildirilir. Dîyarbekir'e çağrılması uzun sürmez. Yolda başına gelecekler artık Dr. Reşid'in alışılmış yöntemlerindendir.

Kaymakam, 29 Haziran 1915'te Lice'nin Kâraz köyü yakınlarında Çerkez Harun ve çetesi tarafından pusu kurularak katledilir. Resmi kayıtlarda ölümü 'Eşkıya takibi sırasında (Ermeni) çetelerinin taarruzuna uğrayarak şehit edildi' şeklinde geçer. Ancak cenazesi ailesine teslim edilmeyip öldürüldüğü yerde bir çukura gömülür.  Liceliler kaymakamlarını sahipsiz bırakmaz.

Kaza ileri gelenlerinden Selim ve Mahfuz Bey'ler gömüldüğü yere bir mezar yaptırır ve 'Tırba kaymekam' (Kaymakam türbesi) adıyla uzun yıllar ziyaret edilmesine vesile olur. 1915'te Lice'de Düyûn-ı umumiye müdürü olarak görev yapan Naman Efendi de kaymakamın öldürülüşünü ve mezarını ailesiyle birlikte ziyaret ettiğini Katolik Keldani Papazı Joseph Naayeim'e anlatır.
                                          
                                              ***
Burçin Gerçek'in yine iki Liceli Selim ve Mahfuz Beylerden söz etmesi ve bu şahsiyetlerin kimler olduğuna henüz ulaşamaması, araştırmacı yanımı tetikledi ve birkaç yoklamadan sonra Lice Beylerinden "Işık Ailesi"ne mensup olduklarını öğrendim.
2004 yılında "İsyan Sürgünleri" kitabım için kendisiyle sözlü tarih çalışması yaptığım Lice Kaymakamlığı eski Yazı İşleri Müdürü Nihat Işık Beyle, Burçin Gerçek'in de katılımıyla bir öğlen sonrası evinde görüştük. Ve tabii ki bu vesileyle açıkta kalan noktalar da aydınlanmış oldu.

Nihat Işık Beyin derin hafıza kayıtları ile aşikâr olur ki; Selim ve Mahfuz Beyler Işık ailesindendirler. Nihat Beyin amcalarıdırlar. Kaymakam Hüseyin Bey Lice'de Selim Beyin evinde kiracıdır. O ev 1975 yılındaki Lice depreminde yıkılır. Kaymakam Hüseyin Bey, Vali Reşid'in şifahi olarak tehcir emrine karşılık önce yazılı bir emir ister. Sonra da, "Bu günaha ortak olmam" der. Bunun üzerine çok kızan Vali dr. Reşid Paşa, Hani ilçesinden olanlardan bir müfreze oluşturur. Başlarına da Çerkez milisleri görevlendirir.

Nitekim yıllar sonra 1950'lerde o müfrezede görev yapan ve olayın tanığı olan Hanili Süleyman adında bir eski asker, Nihat Beyi Lice'de görev yaptığı kaymakamlık makamında bulup 'vicdan azabı' çektiğini ve kaymakamın katledilişini paylaşır.

Qetîn ile Kâraz köyleri arasındaki Selim Beylere ait olan Berbejnê (Akçagöz) köyünün Dîyarê Îso mevkiinde katlederler Lice Kaymakamı Hüseyin Beyi. Sonra da "Ermeni fedaileri katletti" diye zabıt tutarlar. Dönemin Lice Belediye Başkanı Zekeriya Bey de Işık Ailesinden ve Nihat Beyin dedesidir. O da "Bu mezalimi kabul etmem" diyenlerdendir.

Hüzün bütün aileyi kuşatmıştır. En az 25 Ermeni çocuğunu bir şekilde koruyup gizleyerek katliamdan kurtarırlar. Belediye reisi Zekeriya Beyin iki kızı vardır Adviye ve Hayriye Hanımlar. Küçük yaşta ölen Adviye'nin mezar taşı anlamlıdır. "Gark ile dünyadan gittim, ey peder / Cenneti alaya vardım, asla etmeyin keder."
Evinde kiracı olarak birçok anıyı ve ortak duyguları paylaştığı Kaymakam'ın katledilişi Zerraqîlerden Selim Beyi çok üzer. Selim Bey yanına köyünün imamını ve köylülerini da alarak anılan yere gider ve kaymakamını defneder bir de mezar yaptırır. 

                                                 ****

İşte Kürt halkı arasında "Çaxa Fermana Fillan" denilen bir "Büyük Felaket"in yıldönümünde İttihatçı paşaların katliam emirlerine biat etmediği için katliamdan kurtulamayan sivil ya da kamu görevlisi şahsiyetlerin de olduğu gerçeği ile yeni bir tarih yüzleşmesine ihtiyaç olduğuna yürekten inanarak; 1915'in 29 Haziranında katledilen Lice Eski Kaymakamı Hüseyin Nesimi'nin madem Tirba Qeymaqam olarak mezar yeri biliniyor, o halde oraya Qetîn'le Kâraz arasındaki tepeye bir anıt mezar yapılmalı ve bu tarihsel gerçeklik de olduğu gibi yazılmalı: Burada, Tirba Qeymaqam'da Lice Ermenilerinin katledilmesine "Evet" demeyen bir "İnsan" evladı yatıyor...(ŞD/EÖ)
*T.Ziya Ekinci, Lice'den Paris'e Anılarım, sayfa 43, İletişim Yayınları 2010, İstanbul.
**Hasan Hişyar Serde, Görüş ve Anılarım, syf 127-128, Med Yayınları 1994,.
***Burçin Gerçek. Henüz yayınlanmamış  "Celal Bey ve Diğerleri" kitabından.
****Nihat Işık Beyle Diyarbakır'daki kendi evinde Mart 2011'de yaptığımız görüşmeden...

Urfa Şehrinin Ermeni Katliamı ve Suç Ortaklığı

Bugün 24 Nisan. 1915’de Osmanlıyı yöneten İttihad ve Terakki çetesinin büyük Ermeni Soykırımını başlattığı gün. Aslında 1915’te, o güne gelene kadar Abdulhamit yönetiminin ve İttihatçı çetelerin onlarca Ermeni katliamı var. Ermeniler aslında en büyük katliamları 1895, 1896 ve 1909’da yaşıyorlar. 1915 katliamı önceki katliamlardan arta kalanların silinip süpürülmesidir.
 
Kürt şehirlerindeki Ermeni katliamlarını incelerken, 1895 yılında Urfa’da yapılan katliam tüylerimi diken diken etti. 27 ve 28 Ekim tarihinde, Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları 900 Ermeniyi öldürürler. Bu katliama rağmen Urfa’nın Türk yönetimi silahlarını teslim etmek koşuluyla Ermenileri koruma altına alacağını söyler.  Ermeniler, onca kayıba rağmen buna safça inanırlar. Çoğu silahlarını teslim eder ve yaralarını sarmaya çalışarak işlerinin başına dönerler.
 
Türk yönetimi altındaki katliam mekanizması bir kez harekete geçmiştir. Yeniden kıpırdayacak ve sonuna kadar gidecektir. Urfa yönetimi 28 Aralık tarihinde sözde güvenliği sağlamak üzere Halep’ten bir Redif Taburu getirtir. Sözü burada Fransız yazar Yves Terno’nun Ermeni Tabusu adlı kitabına bırakalım.
 
“Tabur, Ermeni mahallesini çembere alır ve şehrin giriş çıkışlarını tutar. Öğlen vakti, peşinde silahlanmış Müslümanlar (siz bunu Kürtler ve Türkler olarak anlayın. HB) bulunduğu halde Redif Taburlar dört değişik noktadan Ermeni mahallesine saldırıya geçerler. Evlerin kapıları baltayla parçalanarak içindekilerin boğazları kesilir. Plan kesindir, önce katliam, sonra yağma…”
 
“Bir şeyh, yüz genç Ermeniyi getirterek bunları sırt üstü yere yatırtır ve tıpkı koyun kurban ederken yapıldığı gibi, Kuran’dan okunan ayetler eşliğinde Ermeni gençlerin başları gövdelerinden kesilerek ayrılır. Gün batımında borazanın çalışıyla birlikte katliam birlikleri geri çekilir. 29 Aralık Pazar şafağında borazan bir kez daha çalar. Katliam yeniden başlamış ve kurban eksikliğinden dolayı öğlen üzeri sona ermiştir. Yine de hala öldürülecek insan mevcuttur. Bir önceki gün üç bin kişi kiliseye sığınmıştır. Türkler kiliseye saldırır ve kurbanları teker teker öldürmeye başlarlar. Ama bir süre sonra daha çabuk sonuç getirecek bir çözüm tercih edilecektir. Eşya ve halılardan oluşmuş bir yığının üzerine gaz dökülerek ateşe verilir. Koridora ve binanın ahşap aksamına yayılan yangın sonunda sadece çatıya sığınmış elli kadar kişi sağ kalacaktır.”
 
İngiliz Konsolos Fitzmaurice iki gün süren Urfa katliamı ile ilgili şunları söylemiştir:
 
“Yaptığım titiz araştırmalara dayanarak, iki gün süren katliam sonunda sekiz bin Ermeninin katledilmiş olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ikibin beşyüz ya da üç bin kadarı katedralde öldürülmüş veya yakılmışlardır. Eğer bir süre sonra bu sayının gerçeğe daha ykın olan dokuz ya da on bin kişi bulduğu ortaya çıkarsa, hiç şaşırmayacağım.”
 
Yıllara yayılmış Ermeni soykırımı, aynı zamanda yalan, aldatma, reform ve anayasa oyalamaları altında sürdürülmüştür. İttihad ve Terakki’nin Selanik komitesi 1908’de bir hükümet darbesi gerçekleştirir ve Meşrutiyet ilan eder. Şimdi AKP’yi veya her dönemin yeni Türk yönetimlerini destekleyen Kürtler gibi, o zaman da Ermeniler önemli bir kısmı İttihad Terakki’nin yönetime gelmesini özgürlük sarhoşluğuyla karşılarlar. Bugünden yarına düşmanlıklar ve ırklar arası ayrımlar kalkmış gibi göründü. Osmanlı topraklarında haftalar boyunca büyük bir kardeşlik bayramı yaşandı. Bu ani dönüşüm karşısında şaşkınlığa düşen Avrupalı gazeteciler, Fransız Yazar Yves Ternon’a göre, birbirleriyle yarışırcasına değişik şenlikleri betimiliyorlardı:
 
“Bu gösterilerden en dikkat çekici ve en önemli olanı, ön sıralarında daha henüz serbest bırakılmış mahkumların yürüdüğü uzun bir kortejin İzmir sokaklarında akıp gittiği, 3 Ağustos akşamı yapılan yürüyüştür. Çiçek tarlası gibi süslenmiş bir araba üzerinde çok güzel bir Ermeni kızı birbirinin elini tutmuş bir Türk askeriyle bir Ermeninin başlarına çelenk takıyor; diğer bir araba üzerindeyse, bir Müslüman, bir Ermeni, bir Rum ve bir Yahudi başka bir sempatik grup oluşturuyorlardı. Bunlar çok yeni, tıpkı özgürlük, eşitlik, kardeşlik sözcüklerinin yazılıp çizilmesi gibi, askeri bando tarafından çalınan Marseillaise  marşı gibi, üç haftadan beri Meşrutiyet Türkiyesi’nde görülüp işitilen her şey gibi yeni olaylardı.”
 
Fransız yazarın kitabında şu notlar da var:
 
“En heyecan verici olanı 9 Ağustos Pazar günü İstanbul’da gerçekleşen gösteriydi: Harp Okulu öğrencilerinin çağrısı üzerine kalabalık bir halk topluluğu Feriköy Ermeni mezarlığını doldurdu ve 1896 katliamları kurbanlarının cestelerinin gömülü olduğu mezarların önünde saygı duruşunda bulundu.(Yüz on beş yıl sonra Kürt mezarları hala Türk devleti tarafından yıkılıyor.H.B). Bu soylu harekete Ermeniler, 13 Ağustos Perşembe Günü, Sultan Abdulaziz’in otuz yıldır yasaklı olan Özgürlük Marşı ile Osmanlı Ulusal Marşını kendi aksanlarıyla söyleyerek Ermeni halkını Taksim Meydanı’na çağırmakla yanıt verdiler. Burada ard arda yapılan konuşmalarda Türk ve Ermeni şehitleri yan yana anılarak(yüz yıl sonra Türk ölüleri şehit, Kürt ölüleri terörist olmaya devam ediyor. HB)dayanışma ve kardeşliği yücelten konuşmalar yapıldı. Sürgünde bulunduğu Paris’ten dönen(biz Ermeni katliamının yüzüncü yılında hala sürgünden dönemiyoruz. HB) Ermeni Avukat Zahrob ve bir önceki gün Şam sürgününden dönmüş olan Mareşal Fuat Paşa uzun uzun alkışlandılar. Haykırılıyor, sevinç çığlıkları atlıyor,(Yüz yıl sonra Kürtler Kürtçe şarkı söylediğinde Türkler tarafından linç ediliyor. HB)gözyaşları dökülüyor, kucaklaşılıyordu.”
 
Bu göz yazaşrtıcı kardeşlik, kucaklaşma ve sarılmadan birkaç ay sonra, yani 1909 yılının Nisan ayında önemli bir Ermeni nüfusun yaşadığı Kilikya’da, yani Adana, Mersin, Tarsus’ta Osmanlı Yönetimi ve İttihad ve Terakki çetelerinin Ermeni katliamı başlar. 1908 yılındaki kucaklaşma, sevinç gözyaşları, çiçekli gösterlerin hepsi Ermeni halkı gevşetip, kesin imhayı sağlamak içinmiş meğer:
 
“Askerler ve yağmacı çeteler, sakinleri 16 Nisan’daki ateşkesten beri silahsız olan(Türk devleti PKK’nin silahsızlandırılmasını özellikle bunun için istiyor. HB) Adana’daki Ermeni mahallelerine dalarlar. Bitişik nizamda inşa edilmiş evlere yangın bombaları fılatılır. Alevler, bir çok ailenin sığınmış olduğu okul binalarına kadar yayılır. Kaçmaya çabalayanlar kurşunlanmış, boğazlanmış, kolları bağlanarak üzerlerine gaz dökülmüş ve adeta bir meşale gibi yakılmuışlardır. Derisi yüzülerek kasap çengeline asılmış asılmış cesetler; karnı kazıkla yarılmış, kapı ve döşemelerede çarmıha gerilmiş insanlar; ölesiye dövülerek kemikleri kırılmış kadınlar, parça parça edilmiş çocuklar,(Çocuk öldürmek Türk devlet alışkanlığıdır. Son yirmi yılda Türk devletinin öldürüdüğü Kürt çocuklarının sayısı 400’den az değildiri. HB), elleri kesilmiş bebekler, kuyum hırsıları tarafından koparılmış el, parmak ve kulaklar… Ganimet savaşı yirmidört saat kesintisiz devam eder. Adana’nın üzerinden gerçek bir kan ve ateş tufanı geçmiştir…”
 
Kilikya Katliamında sonuç: 20 bin ölüdür…
 
Kürdistan’ın ve Türkiye’nin bütün şehirlerinde Ermeni halkına karşı katliam ve soykırım suçu benzer metodlarla işlenir. Türkler ve Kürtler katliam ve soykırım suçunda ortaklık yaparlar. Ermeni soykırımını insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük namusuzluğu olarak adlandırmak isabetlidir. Eğer şimdiye kadar kimse bu kavramı kullanmamışsa, ben kullanıyorum. Namusuzluk, komşunun canına, malına, karısına, kızına göz dikmek ve el koymaktır.  Kürdistan’da ve Türkiye’de Ermenilere karşı yapılan budur. Hem de binlerce, onbinlerce aileye yapılmıştır. Uçkur ve mal düşükünü namusuzlar, kocalarını ve kardeşlerini öldürdükleri Ermeni kadınlarını ve kızlarını koyunlarına almışlar, bunun adını da daha sonra “çocukların ve kadınların korunması” olarak adlandırmışlar. Bir kadın için babasını, kocasını veya kardeşini öldürenin koynuna girmekten daha kötü ne olabilir? Bunu kendi kişiliğinde sınamayan insan, insan değildir.
 
Ermeniler, bugün Kürdistan ve Türkiye olarak adlandırılan ve aslında ortak vatan olan kendi topraklarında öldürüldüler, yağmalandılar, tecavüze uğradılar. Bundan yüz yıl kadar önce nüfusu iki milyondan fazla olan bu halk şimdi yok. Türk ve Kürt ortaklığıyla buharlaştı gitti.
 
Ermeni halkının bu soykırımdan kurtulma şansı var mıydı? Şimdiye kadar okuduklarımdan çıkardığım kesin sonuç şu: Kürtler Türklerle suç ortaklığı yapmasalardı, Ermenilerin en azından Kürdistan topraklarında soykırıma uğraması mümkün değildi. Çünkü dağlarda bir çok Ermeni fedasi vardı. Bazı Ermeni köy ve kasabalarına Osmanlı birlikleri giremiyordu. Fakat Kürtler suç ortaklığıyla Türk yönetiminin işini çok kolaylaştırdı. Tabii bu noktada, Ermeni soykırımı suçu karşısında Kürtlerin Türklere göre tek avantajı var. Kürtlerin kendilerine ait bir yönetimi yoktu. Soykırım suçunu Osmanlı tebası olarak işlediler. Bu anlamda Kürtlerin vereceği hukiki bir hesap yok.
 
Tabii bu durum suç ortaklığını ortadan kaldırmaz. Kürtler yardım etmeseydi bu soykırım bu şiddette gerçekleşmez ve belki Osmanlının içinden Kürdistan ve Ermenistan adında iki devlet daha ortaya çıkardı.
 
Türk devleti, soykırım suçu işlemiş bir devlettir. Bu devletle işbirliği yapmak, bu devletin suçlarını gizlemek suçtur. Kürtlere ve Ermenilere karşı işlenmiş olan soykırım suçunun hesabı verilmeden bu devtle yapılacak anlaşmaların ve düzenlemelerin bir geleceği olmayacaktır. Tarih, soykırım suçu işlemiş hiçbir devlete yaşama hakkı tanımadı.
 
Bugün, 1915 son Ermeni soykırımının başladığı zamanın yıl dönümü. Her yıl bu zamanda suçlu genlerini aldığım Türk ve Kürt atalarımın işledikleri suç ve Ermeni halkına karşı yaptıkları namusuzluklar karşısında ezilirim.
 
Hiç kimsenin soykırım kurbanı Ermenilerden af ve özür dilemeye hakkı yoktur. Atalarımızın soykırım ve namusuzluk suçu karşında katliam ve soykırım kurbanı Ermenilerin anıları önünde ancak utanç içinde diz çökülür.
 
Ben diz çöküyorum.
 
bildiricihasan@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir 

İnsanın Normal Hali ve 32 Rakamı

      
    Önceki gün yazdığım “Şimdiye kadar yaşananlar yetmedi mi?„ adlı yazımın altına Şervan isimli bir arkadaşımız not düşümüş. Yazdığı notu olduğu gibi buraya alıyorum.

 “Sn. Bildirici, sizin bircok yazılarınız ilgimi eskiden beri cekiyor, doğru bulduğum ve yanlış bulduğum yanları vardır. Genelikle tespitlerinize katılıyorum. Ancak bu tespitlerden yola cıkarak ulaştığınız sonuclara aynı ölcüde katılamıyorum. Cünkü benim şahsi algılamama göre bu sonuclar objektıf ve analitik bir düşünceden ziyade sizin ruh halinizi yansıtıyor gibi. Bakıyorsun bir gün kürt halkının mücadelesini göklere cıkarıyorsunuz, ertesi gün herşeyi kapkara boyalara boyuyorsunuz. Daha cok bu bana manik depressiv bir ruh halini andırıyor. Peki böyle olmaya hakınız yokmu? Var tabii...sıradan bir vatandaş icin var. Ama kendine bir siyasal sorumluluk yüklemiş ve okuyucunu etkiliyebilen bir mücadele insanı ve aydını icin bunu doğru bulmuyorum. Okuyucularınız sizinle beraber hop hopluyur ve yine sizinle beraber sonra yerin dibine cöküyor, Bakın sız bir çelik parcasını veya bir kayayı bir an buz gibi soğutursanız ertesi an ateşle kaynatırsanız, onlar bile catlar. İnsan nasıl dayansın? Saygılar."

 Şervan arkadaşımız benim normal biri olmadığımı sanıyormuş. Sanmasına gerek yok, ben hiçbir zaman normal biri olduğumu iddia etmedim. Normal insanlar normal rejimlerde yetişir. Bebekten katil yetiştiren ve bütün farklılıkların anasını ağlatmış bir sistemin muhalifi olmak için kişide bazı tuhaflıkların bulunması gerekiyor. Çünkü normal insan, normal davranan insandır. Günlük sekiz saat çalışır, evine gider, çocukları varsa onları sever, bahçesi varsa bir şeyler eker. Dil yasağı, kültür yasağı, hayat yasağı tanımaz… Birazdan evi basılarak öldürüleceği korkusu olmaz. Yolda yürürken enseden kurşun yememek için iki de bir dönüp arkasına bakmaz. Sınıfta cinsini ve cibilyetini gizlemez. Normal olmadığımızı anlatmak için daha başka neler sayayım?

Eğer bu kadarı Şervan arkadaşımız için yeterli değilse, başka örnekler de vereyim. Örneğin Türk kalasıyla kafatasımın boydan boya çatladığını, sonra kendiliğinden iyileştiğini yıllar sonra kafa filmini çeken Avrupalı doktorumdan öğrendim. Yıllarca o vuruşun hangi zamana ait olduğunu çıkarmaya çalışırım. İlk yakalandığımda dipçikle kafamı dağıtmışlardı. Sonra Antep Askeri Cezaevinde eritilmiş beyaz plastikten yapılmış bir kalas darbesi hatırlıyorum. Vurduklarında kafayı bir çırpıda dağıtması için plastik sopanın ucu özellikle topuzdu. Tam kafamın arka kısmını bulmuştu. Ayıldığımda kan içindeydim.

Sonra Mersin’de İstiklal Marşı okumadığım için hücrede birçok kalas yemiştim. Biri vardı ki, iki parmağımın içine gireceği kadar kafamı yarmıştı. Kafatası çatlaklığını bu vuruşların hangisinden edindiğimi çıkaramıyorum. Şimdi bana kafadan çatlak diyeceksiniz. Sorun değil. Bir insanın kafatası ağır bir vuruşla çatladığında, bu durumun o insanda yarattığı sarsıntının niteliğini hiç kimse bilemez. Doktorum da bilemedi. Herhalde bu kalaslardan biri Türk devletine dair bütün iyimserliğimi aldı götürdü.

12 yıllık cezaevi yaşantımda açlık grevi ve ölüm oruçlarının toplam üç yıldır. Bir ayda döşek çürüten hücrelerde yıllarca kaldım. Birinde, bir şubat günü hücre kapımı kiltilediler, bir yıl sonraki şubat ayında gelip kapımı açtılar. Bir çok arkadaş yaşadı benzer şeyleri…
Şervan arkadaşımız bizden normal bir rejimde veya koşullarda yaşamış normal insan davranışları bekliyorsa beklesin. Hakkıdır. Normal davranmaya çalışıyorum, ama yolda yürürken ensemden Türk kurşunu yememek için ikide bir geri dönüp arkaya bakmamayı beceremiyorum. Doktorum bunun tedavisinin olmadığını söyledi. Hafta birkaç kez rüyamda vurulur, kendi cenaze törenime katılırım. Mezarda soluksuz kalmak üzere iken uyanmamın iyi bir şey olduğunu doktor söylüyor. Bu rüyaların birinden uyanamazsam; bu durum soluksuz kalıp ölmem anlamına gelecekmiş… İhtimal dışı olmayan bir durummuş bu. Bu travmayı da faili devlet olan cinayetler döneminden almışım.

Ayrıca çelişkili şeyler söyleyen sadece ben değilim. Hayatın kendisi bir çelişkiler yumağıdır. İnişli ve çıkışlıdır. Umut ve umutsuzluklarla doludur. Siyasetçilerimizin görüşleri de haftalık ve aylık değişmiyor mu? Gerçek bir yazar yazılarını kendiyle tartışarak yazar. Okuyanları ikna etmek için yazılmış yazılar boş yazılardır. Kaypaktır. Çıkar yazılarıdır. Okurlar zaman içinde kendine ve görüşlerine yakın yazarlar tespit ederler. O yazarın karekterini satır aralarında bulup çıkarırlar.

Şervan Arkadaşımıza diyeciğim şu ki, Türk devletinin her türlü çıldırtıcı metodlarına rağmen iyimserliğimiz, kötümseriliğimiz, heyecan ve tutkularımızla gayet normal olmaya çalışıyoruz… Şimdiye kadar yazdığım hiçbir yazmın ağırlığı altında kalmadım. Kürt sorunu ne ise biz de oyuz. Yazar insanın sabit fikirli olmaması iyidir. Yazarın umut ve umutsuzluklarını paylaşmasından ürkmemek gerekir. Ürküntü duyulması gereken şey, satır arası yamukluklardır. Yağcılıktır. Çıkar yazıları yazmaktır.

Ama ben bu yazımda normal olmayan Türk rejiminin 32 rakamını anlatacaktım. Bugün yolda yürürken aklıma geldi. 1982 yılında açılışını yaptığımız Mersin E Tipi Cezaevinin havalandırmasında koğuşça sıraya geçirilmişiz. Sayım yapılacak. Daha doğrusu işkence başlayacak da, işkenceye başlamak için gardiyanlar ayıp olmasın diye bir bahane arıyor. 42 kişiyiz. Baştan başlayarak arkadaşlar 1… 2… 3… diye saymaya başladılar. Ben 41. Sıradayım. En sonda, 42. sırada Ahmet Çitfçioğlu isminde bir arkadaş var. Gardiyanlar on kez sayımı tekrar ettirdi. Her defasında tempomuzu artırıyorlar ki, birimiz rakamı şaşıralım da işkence faslı başlasın.

Sıra yine bana gelmişti. 41 dedim. Yanımdaki Ahmet Çiftçioğlu 42 diyeceğine, 32 dedi.

"Duymadınız mı!” diye bağırdı bir gardiyan. "Adam 32 diyor. Vurun lan!"

Facebook adresimde kayıtlı olan Ahmet Çitfçioğlu ile o gün işkence nedeni olan 32 rakamını konuşuyorduk. Ama Türk devleti tamamıyla budur. Türk devletinin memur görevlilerinden okulda, askerde, sorguda, sokakta ve hapiste dayak yememiş biri var mıdır? Bu metodları elinden aldığınız zaman ortada Türk devleti denen bir şey kalmayacağını biliyor muydunuz?
***
Kürdistan halkının ve dostlarının direnişi sonucu YSK’li Türk devleti geri adım attı. Yedi bağımsız adaydan altısının seçime katılabileceğini bildirdi. Türk devleti budur. Adaletsizliklerini suratına çarpan güçlü direnişler karşısında işte böyle eli ayağı birbirine dolaşır. Adil olan devlet güçlüdür. Adaletsiz olan zayıftır. Türk devleti adil olmadığı için zayıf bir devlettir. Zayıflıklarını baskı, şiddet ve cinayetlerle geçiştirdi şimdiye kadar. Türk devletinin elinden zulmü, işkenceyi, cinayeti ve biber gazını alırsanız Kürdistan’da ondan geriye hiç bir şey kalmaz.

Sömürgeci eller Bismil’de Halil İbrahim Oruç’u katletti. Bu cinayetlere verilecek en iyi karşılık, Türk devletinin olmadığı bir yaşam düşlemek ve bu uğurda mücadele etmektir. Hiçbir toplumsal hayat, Türk devletinin hakimiyeti altında Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani veya gerçek bir Türk muhalifi olarak yaşamaktan daha kötü değildir.

Kürdistan halkının ve Oruç ailesinin başı sağ olsun!
 

Devlet İmamlığı, Özel Timden de Tehlikelidir


    Okuyucu başılığa bakınca, bu da nerden çıktı diyebilir. Ama yazı okununca mesaj anlaşılır. Son günlerde yeni bir hamle olarak kürdlerin başlattıkları sivil itaatsılığın bir parçası olan Cuma namazlarının çadırlarda-alanlarda kılınmasıyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Bunu iki açıdan ele alacağım. Biri, belki bazıların kafasında soru işareti oluşur, dört duvar dışında Cuma mı olur diye; dini açıdan buna açıklık getireceğim.. Bir diğeri ve en önemlisi de devlet imamlarının camilerde vermeğe çalıştıkları mesajla, çadırlarda-alanlarda verilen mesajların, islami açıdan karşılaştırmalarını yapacağım. Aslında 18 Nisan günü YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili verdiği karardan sonra bambaşka bir gündem oluştu. Ama olsun; ben yine de konuyu işleyeceğim.
Bilindiği gibi ‘Sünni’ diye bilinen dört mezhepten ancak ikisinin mensupları Türkiye’de var. Türkler, Ebu Hanife türktür diye(halbuki türk de değildir) onun mezhebine bağlılar; kürdler de zaten baştan beri hep ‘Şafii mezhebine mensup. Madem Türkiye’de ancak bu iki mezhebi benimseyenler var, ben de konuyu Şafii ve Hanefi mezheplerine göre ele alacağım.

     Bir hadisle giriş yapmak istiyorum. Hz. Muhammed, “Yeryüzünün hepsi bizim için camidir” diyor. Bu söz bütün hadis kaynaklarında işlenmiştir[1]Tabi ki bir de bunun detayı var; açıkalayacım.
İlkin Hanbeli mezhebinin görüşünden başlayayım. İbni Küdame,”el-Müğni” adlı meşhur kaynağında, “Cuma namazının cami-i’de, veya herhangi bir binada kılınma şartı yoktur” şeklinde özel bir başlık açmış, detay kısmında uzun uzadıya anlatıyor. Burada ayrıca Şafi-i ve Hanefi mezheplerinin de görüşü böyledir diye ekstradan bilgi de veriyor[2].

     Şafi-i mezhebinin konuya bakışı şöyle: En başta İmam Nevevi ve İbni Hacer Heytemi bu konuda çok net olarak, Cuma namazının ev ve cami dışında, yerleşim biriminin herhangi bir alanında, kılınabilir şeklinde hüküm bildirmişlerdir. Hatta Heytemi daha sivri örnekler vererek, ’Cuma namazı için şart olan sayı diyelim kırk kişi ise ve bunlardan 39’u hutbeyi temiz bir yerde dinleyip yalnız bir kişi tüvaletten dinliyorsa, acaba tüvalet gibi temiz olmayan bir yerde dinliyor diye biz onu sayabilir miyiz, cumaya herhangi bir sakıncası var mı? şeklinde bir soruya, “Bunda herhangi bir sakınaca yoktur” yanıtını veriyor. Ayrıca her dört mezhebin konuya bakışını irdeleyen Abdurrahman Cezeri, “el-Fıkh-ü ala-l- Mezahibi-l Arb’a” adlı kitabında bir başlık açıp Şafii ve Hanefi’ye göre ittifak vardır ki, cami ve binalar dışında açık havada, meydanlarda,herhangi bir yerde Cuma namazı kılınabilir bilgilerini veriyor. Burada, Habneli mezhebinin de görüşü aynıdır diye ekliyor. Zaten Hanbeli’in görüşünü az önce İbni Küdame’den özetle aktardım[3]

     Tabi ki Cuma namazının bir yerleşim biriminin herhangi bir sokağında, alanında kılınabileceğine ilişkin Hz. Muhammed döneminden kalma somut örnekler var. Yoksa durup dururken bu alimler böyle bir karar almamışlardır. Mesela Medine’ye 2 km uzaklıkta bulunan “Nekiu-l Hadamat” adlı bir yerde Esat bin Zürare adındaki kişi, müslümanlara Cuma namazını kıldırmıştır. Bunu, Hz. Muhammed zamanında ve onun emriyle yapmıştır. Ki burada su toplanıyordu, abdest almak kolay oluyordu. O yüzden Cuma namazlarını o suyun toplandığı bölgede kılıyorlardı ve inşa edilen herhangi bir cami de yoktu; bunlar açık bir yerde namazını kılıyorlardı. Bu örnek, birçok islami kaynakta işlenmektedir.

     Burada önemli olan ibadet edilecek yerin konforlu olması değil; asıl önemli olan mesajdır. Mesela İbni Hazm ve İmam Kurtubi gibi birçok islam düşünürü, yeter ki namaz kılınan yer maddi pislikten temiz olsun; namaz için sorun yoktur diyorlar. Kurtubi, namaz manastırda, kilisede ve benzeri yerlerde kılınabilir ve bu, cumhurun görüşüdür diyor. Tabi ki yüzünü kendi kıblesi olan Ka’be’ye çevirir; bu ayrı.[4]

     Şu not da önemli! Cuma namazı köle olanlara farz değildir[5]. Artık kürdler özgür insanlar statüsüne mi tabi, yoksa köle statüsüne mi girer; bunun tartışmalarına girmiyorum. Yanlız bir hatırlatma olarak Cuma namazlarının kölelere düşmediğini belirtmek istedim!.
Buraya kadar, Cuma namazının dört duvar dışında da pekala kılınabileceği kanıtlarını sundum. İşin usul tarafı böyle. Peki o zaman neden devlet bundan rahatsız ve hatta belki de çadırlarda namaz kıldıran hocaları bir gecede toplayıp göz altına da alır: PKK’nin şehir yapılanması veya başka bir adla! Artık Türkiye’de istenilenleri göz altına almak için herhangi bir örgüt ismi takmak zor değildir. Evet; neden devlet bu namazlara karşı? Sorunun yanıtı bundan sonraki açıklamalarda var.

     Sanırım burada devletin İmam-Hatip okullarında yetiştirip atadığı din görevlilerin nasıl eğitildiğini bilmek lazım. Diyanet’te çalıştığım için mekanizmanın nasıl işlendiğini çok iyi biliyorum. Kaldı ki zamanımızda biraz daha iyiyiydi; şimdi ise daha da beter olmuş. Anlatacağım.

     Bir kere Kur’an dışında(belki şu an Kur’an’a da yazmışlar; haberim yok) İmam-Hatip liselerinde okutulan bütün dini derslerin(Siyer,fıkıh, kelam, tefsir, hutbe, akaid vs) hemen ilk sayfalarında ya istiklal marşı, ya da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi yazılıdır. Bu şu demektir: Gelecekte imam, müezzin, üniversiteye devam edip bitiririlerse bu durumda müftü, vaiz, öğretmen, çeşitli kurumlarda amir veya memur olacak bu insanlar, “Ne mutlu türküm diyene, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevctttur” düşüncesini ta bu okullarda iyice özümledikten sonra yurt sathına dağılırlar.

     En önemlisi, devletin atadığı imamlarla ilgili son günlerde medyada bir haber işlendi. Meğer ki din görevlilerinin de özel yeminleri varmış. Demek ki onlar da tek millet, devletin bekası gibi noktalar üzerine yemin ettikten sonra ancak göreve başlayabiliyorlarmış.
Daha beteri, medyada çıkan haberlere göre, bir de kürd bölgesine gönderilen din görevlilerinin Kayseri, Bolu dağ komandosunda ve diğer istihbarat merkezlerinde özel eğitim aldıktan sonra iş başı yapmaları ve sürekli ilgili mercilerle irtibat halinde oldukları söz konusu.

Bunları anlatırken, yıllar önce şahit olduğum bir olay hatırıma geldi; onu da eklemek isterim.

     Ben İlahiyatta öğrenciyken türk bir öğrenci arkadaşım vardı, biraz demokrattı. Birgün onun arabasıyla giderken bir not defteri çıkarıp bana gösterdi. İçinde bazı kürdçe kelimeler vardı. Bu da ne diye sordum? Bana dedi ki, ben sizin kürd bölgesinde(ilin adını da verdi) askerdim ve rütbem de çavuş. Birgün komutan bana dedi ki, sen hep camilere git, imamları, orada yapılanları izle, not et ki, bilelim neler yapıyorlar. Komutan bana ayrıca, bu imamlar çok saftır; hele sen bir çavuş olarak camiye gitsen, onlarla haşir-neşir olsan çok sevinirler, dedi. Ben de bir casus/istihbarat görevlisi gibi sık sık onlara uğrardım. Ama çok üzgünüm ki onlar sadece arap graneriyle(Nahiv-Sarf) ilgileniyorlardı, onlarda siyaset, ideoloji söz konusu değildi. İşte o iyi niyetli, dürüst insanlar içine casus göreviyle gittiğim için vicdan azabı duyuyorum ve bunu hiç de unutamıyorum dedi. Hele onun asker olduğu yıllar da 1975-77 ki, o zaman henüz bugünkü kürd hareketi de yoktu.(Arkadaş askerken imam Hatip okulundan mezunmuş). İşte devlet özellikle kürd bölgesine bu niyetle kalifiye eleman, din görevlileri gönderiyor.(çünkü bunlar özel merkezlerde eğitildikten sonra buralara atanıyor. Bu yüzden kalifiye eleman diyorum!)

     Bunları anlatırken, Kenan Evren dönemini canlandıran bir film izlemiştim; tam da buraya uyuyor. Filmin ismi, “Beynelmilel” ve sanırım yönetmen de Sırrı Süreyya Önder idi. O dönem cenaze bile mezarlığa götürülürken bando takımı eşliğinde götürülüyor. Yine mezara konarken İstiklal marşı veya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesiyle indiriliyor. Bunlar yapılırken tabi ki müslüman halkın zoruna gidiyor; ancak bir şey de diyemiyorlar. Sadece birbirlerine bakıp mimik ve jestleriyle olumsuz tepkilerini belirtiyorlar. Sanki adeta,”Hey Allah’ım,hangi günlere düştük” dercesine. İşte devletin atadığı din görevlilerin misyonu bu. Zaten Türkiye’deki İmam-Hatip liselerin istatistiklerine bakıldığında en çok Kenan Evren döneminde açılmıştır.

     Bir de bunların bir kere dini bilgiden haberleri yoktur. Kur’an ve diğer dini kaynaklardan anlayabilmek için evvela arap gramatiğini iyi bilmek lazım. Biz sadece gramatik için özel medreselerde yaklaşık 15 yıl okuyorduk. Buna rağmen çoğu arkadaşlar yine anlamazlardı. Çünkü zor bir dil. Bu, Türkiye’de ilahiyatlardan mezun olup çeşitli kurumlarda görev alanlar için de geçerli. Çünkü bunlar fakültede bir yıl hazırlık sınıfında Arapça okuyup geçerler. Bu, hiçbir şeyi öğrenmemiş demektir. Yani devletin atadığı din adamları, gerçek dini bilgi bakımından da sıfır noktasındalar.
Yalnız kafaları türk-İslam zenteziyle doldurulmuş. Bir futbol takımını tutar gibi bunu iyi biliyorlar. Ben burada devletin atadığı din görevlilerini eleştirmiyorum. Onların kusuru yok. Müfredata göre onlara ne verilmişse almışlar. Burada gayem devlet ne veriyor, niyeti ne, imamlardan beklentisi ne; bunu belirlemeğe çalışıyorum..
Bir diğer önemli husus, Türkiye’de Cuma günlerinde tüm camilerde aynı hutbe okunur. Diyanet 1-2 gün önce müftülüklere hazır bir metin faksla bildirir, bu hazır hutbe çoğaltılarak tüm cami görevlilerine imza karşılığı dağıtılır. Her görevli bu hazır metni okumak zorunda. Burada somut bir örnek vereyim. Prof. Selahattin Yazıcıoğlu’nun Dicle üniversitesi rektörü olduğu bir sırada hastane camii imamının başından geçen bir olay. O sırada ben bir din görevlisi olarak Diyarbakır’da çalışıyordum. Yine Diyanet’ten faksla gelen hutbeler okutuluyordu. Bir Cuma için belirlenen konu verem.. Yani bir imam kalkıp bir tıp camiasına üniversitede verem anlatacak. Kaldı ki Selahattin bey zaten verem dalında prof. Cami hocası akıllı biri, üniversite mezunuydu(ismini vermeyeyim), hemen minberde açıklama yapıyor: Muhterem cemaat! Bana gelen resmi hutbeye göre bugün siz tıp camiasına buradan verem anlatacakmışım. Ancak ben verem hastalığına yakalansam size koşarım; bunu size anlatmak benim haddim değildir diyor ve hazır konu yerine başka bir konu seçip işliyor. Bundan dolayı adamı sürgüne gönderdiler. Daha sonra başına neler geldi bilemiyorum.
Bunları anlatırken, sanki konu dağılır gibi anlaşılabilir; ancak sonunda hepsini bağlarım.

     Bilindiği gibi Saddam, Nisan 1988’deyaklaşık 200 bin kürdü canlı olarak çukurlara doldurup üstlerini kapatmak suretiyle katletti ve bu operasyonun adını “Enfal” koydu. Enfal, Kur’an’da bir sure/bölümün adı. Bunun anlamı, bir savaşta müslümanların karşı taraftan ele geçirdikleri mal-köle-cariye, ganimet ne varsa hepsine Enfal denir ve müslümanlara helladır, onlara dağıtılır. Saddam da kürdleri katlederken, bunun adını “Enfal” koyuyor. Ona göre kürdler müslüman değillerdi, katilleri vacip ve her şeyleri de ona ve yandaşlarına helladı. Ayrıca bunu yapan Saddam’ın bayrağında “Allah-ü Ekber” vardı. Hatta televizyonlarda gördük ki belinde tabancası ve o haliyle namaz da kılıyordu.

     1798’de Fransız general NapolyonMısır’ıişgal edince, kazasız belasız, zorluklar olmadan Mısır’ıkontrol altına alayım diye şunları yapıyordu. Hz. Muhammed’in kutlu doğum etkinliklerine katılıyor. Ben asla size zarar vermeyeceğim, yakın zamanda Mısır’da büyük bir cami yaptıracağım ve en önemlisi, tüm dünyaya müslüman olduğumu ilan edeceğim. Şu an çoğu zamanımı Kur’an öğrenmekle geçiriyorum diyor. Bunları arap şeyhlerine anlata anlata inandırıyor ve öyle biran geliyor ki Mısır uleması bildiri üzerine bildiri dağıtıp halka anlatıyorlar: Bu adam bize Allah’ın bir lutfudur; sakın kimse onun aleyhinde bir şey yapmasın, ordusuna karşı direnmesin. Allah daha da onun fütuhatlarını artırsın ki adaletini dünyaya yaysın. Napolyon adeta bir adalet meş’alesidir. Hatta onun Mısır’a girmesi bile Allah’ın emriymiş şeklinde vaaz verip açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunların başını şeyh Halil el- Bekri çekiyordu. Halbuki Napolyon’nun kendi açıklamaları var: Gittiğim her yerde kendimi onların dininden lanse etmeğe çalıştım. Ben hiçbir dine inanmıyorum. Mısır’da kendimi müslüman gösterdim, başka bir yere gitsem onlar katolikse ben bu sefer onlardan olacağım. Bu, benim siyasetimin gereğidir diyor.

     Napolyo’nun bu taktiğini Mussolini kuzeyAfrika’yı işgal ederken kendisi de uygulamış: Sakın korkmayın, ben islamın dostuyum, müslüman olacağım gibi abartılı laflarla din sömürüsü yapıp onları bu şekilde kandırmağa çalışyordu. Amaç, kısa yoldan,fazla zayiat vermeden hakimiyeti ele geçirmek.

     Filozof Seneca’ın, “Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır” sözü ve özellikle son şıkkı insanlara karşı çok kullanılmış ve hala da kullanılmaya devam edilmektedir. Özellikle Türkiye bu konuda şampiyondur demek abartı değildir.

     Devletin tayin ettiği din görevlilerin misyonundan kısa bazı bilgiler verdim. Şimdi de çadırlarda dini vecibelerini yerine getiren kürd imamların isteklerine bir göz atalım; bakalım aralarında fark var mı!
Bir kere her şeyden önce bunlar bildiklerini anadilleriyle anlatıyorlar. Bu güzel bir şey.

     Konfuçyus’tan sormuşlar, sen yetkili olsan ilk acil eylem planın ne olacak diye? Yanıtı şu olmuş: Ben ilkin dili düzeltirim. Çünkü öyle insanlar var ki filosoflar; ancak dil bilmedikleri için meramlarını anlatamıyorlar. Bir kere çadırdaki kürdçe yapılan vaaz-u nasihattan her dinleyici kürd anlayabiliyor. Ama camilere gidip devletin resmi görevlisinin Türkçe olarak verdiği vaazdan, hutbeden yaşlı amcalar, köyü, evi yakılıp yıkılan ve sonradan şehre yerleşen ihtiyarların çoğu bir şey anlamazlar. Ama çadırlarda kürdçe olarak verilen hutbelerden, hemen hemen her kürd anlar. Bir de malum kadınlar cumalara gidemiyorlar. Tabi ki dışarda olsa ayrıca onlar için de bir avantaj, onlar da dinleyebiliyorlar. Bu işin bir yanı.

     Diğer taraftan bu hutbelerde; okullarda, belediyede, adliyede, valilikte, hayatın her kademesinde anadille hayatı sürdürme isteği var. Evrensel hukuk, uluslararası sözleşmeler, insanhakları beyannameleri bir yana; olaya sadece Kur’an penceresinden bakılsa bile, kürdler böylece Kur’an’ın gereğini yerine getiriyorlar. Bunu inkar edenler Kur’an’a göre suçlu oldukları gibi, bunu yapmayan kürdler de suçlu duruma düşer. Tabi ki inanan kesim için böyle. Nedenini hemen belirteyim.

     Kur’an’da, “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden/büyüklük kanıtlarındandır“ deniliyor[6]. Peki bu durumda eğer insanlar bir taraftan biz müslümanız deyip de diğer taraftan başkasının bu hakkına yasak getiriyorlarsa, bu ayetin neresine sığar. Başka bir değimle, Allah’ın, insanlar arasındaki renk ve dil farklılıkları benim isteğimdir, varlık kanıtlarımdandır ayetine karşı ne gibi yanıt verilebilir! Ancak şunu diyebilirler: Biz dine inanmıyoruz; ancak dini siyasete alet ediyoruz. Zaten doğrusu olanı da budur.

     Daha bitmedi; ilginç bir hadis aktaracağım! Hz. Muhammed’in bu soy/etnisite/kimlik inkarıyla ilgili çok sert ve ağır açıklamaları var. Eş'as İbn-i Kays anlatıyor: "Kinde’den bir heyetle Hz. Muhammed’e geldik. Yanımdaki arkadaşlar beni kendilerinden üstün görürlerdi. Bu, Hz. Muhammed yanında da hissediliyordu. Ben bu arada, "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bizden değil misin?" dedim. O şu yanıtı verdi: "Ben, Benî Nadr İbni Kinâne’denim, aslımı inkar etmem. Ne isem oyum ve soyuma bağlıyım" diyerek kızdı ve çok sert bir karşılık verdi.

     Kabile reisi Eş'as b.Kays bunun üzerine daha sonra şunu diyor: Ben, insanın kendi ırkını, soyunu inkar etmesinin dinde bu kadar kötü bir şey olduğunu bilmiyordum. Şayet duysam ki Hz. Muhammed soyundan biri günün birinde kökünü inkar ederse ben Eş’as olarak mutlaka ona ifitira cezasını uygularım( onu kırbaçlarım) diyor.. İlginçtir ki Tirmizi bu hadisi özel bir başlık olan, ”Kişinin bağlı olduğu etnisitesini inkar etme” başlığı altında veriyor.[7]

     Bazen Tv kanallarında hayvanları seyrederken, yılan fareyi yutunca, su kenarında timsah bir hayvanı alıp suya çekince, kurt hayvanlara saldırıp birini yakalayınca psikolojikmen rahatsız olurum. Hele insan öldürmek hiç felsefemde yoktur. Şu hadisi, cinayeti meşrulaştırmak için yazmıyorum; kürdlerin ne kadar haklı olduklarını, başka bir değimle ne kadar mazlum ve mağdur olduklarını vurgulamak için yazıyorum. Adamın biri Hz. Muhammed’den soruyor. Şayet biri malıma, mukaddesatıma tecavüz ederse ne yapmam gerekir? Hz. Muhammed, ona karşı koyacaksın, onunla savaşacaksın diyor. Peki, ya o sırada adam elimden vurulsa ne olur? Hz. Muhammed, sana herhangi bir ceza yoktur karşılığını verir. Peki ben vurulsam ne olacak? O zaman sen şehitsin karşılığını verir[8].

     Kürdler her bakımdan haklı ve kaybedecekleri hiçbir şeyleri yoktur.Kahire’nin nüfusu yaklaşık 18 milyon. Tahrir meydanında zar-zor bir milyon insan toplanmadı. TC başbakanı Erdoğan, “Hüsnü Mübarek halkın sesine kulak vermeli” dedi. Ama Amed 18 milyon değil; yaklaşık 2 milyondur ve hepsi ayakta. Tabi ki bütün Kurdistan ayakta. Ama kimseden ses-seda yok. Hatta ben bu yazıyı yazarken, ABD heyetiyle mevcut TC hükumeti arasında 6 milyar dolarlık savaş uçakları, helikopterler sözleşmesi imzalanıyordu. Bunlar kime karşı, sanki artık savaş mı var? Tabi ki kürdlere karşı kullanılmak üzere alınıyor ve bu para aynı zamanda türk halkının da cebinden gidiyor.

     Kur’an’da şöyle meşhur bir olay var; onu da özetleyeyim. Hz.Muhammed Mekke’den Medine’ye göç edince Medine’ye yakın bir yerde bir cami yapıyor. Hz. Muhammed’i devirmek isteyen Medine müslümanlarından bir grup Kuba denilen yerde başka bir cami yapıyor ve liderleri Ebu Amır adındaki kişiyi bekliyorlar. Tabi ki onların hedefi, camide silah yığmak, hazırlık yapıp uygun bir zamanda Hz. Muhammed ve arkadaşlarına karşı taarruza geçip onları ortadan kaldırmak, yok etmek. İşte bununla ilgili Tevbe suresinde birkaç ayet iniyor.

     Ayetlerin içeriğinde şu var:
“Bir de zarar vermek, kafirlik etmek, mü'minlerin arasına tefrika sokmak ve daha önce Allah ve peygamberine karşı savaş açan bir herife pusu, gözcülük yapıvermek için tuttular bir mescit yaptılar. Üstelik, "İyi niyetten başka bir maksadımız yoktur!" diye yemin edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.Sen(ey Muhammed)asla o camide namaz kılma” diyor Kur’an[9]. Bugün devletin Kürdistan’da yapmak istediği camiler ve atadığı din görevlileri bu ayetten uzak değiller.

     Bir hadisi kudside Cenab-ı Hak, “Ben ergeç zalim ve ona yardım edenlerden mazlumun hakkını alacağım, onların cezasını vereceğim” diyor[10]. Hem müslümanım deyip hem de AKP’ye oy verip zulme ortak olan insanlarımıza hayret ediyorum. Kürdçe bir atasözü var: “Mırına bı êlêre davete”.Yönetimin bu zulmüne karşı birlik olmak lazım. Allah katında da, insanlık açısından da en uygun ve makul olanı budur.

     Aslında Fethullah Gülen cemaatıyla ilgili konu çok zengin. Yani burada birkaç cümleyle atlatılacak gibi değil. Ancak bir yönüyle ona da kısa değinmek istiyorum.

     Bu cemaatin bağlı bulunduğu Sait Nursi hakkında kısa bir bilgi vereyim. Çünkü konuyla yakından alakalı. Bu zat çeşitli kürd aktivitelerinde görev alır. Bir ara padişah A.Hamit’ e müracaat ederek Van’da, eğitimi Kürtçe olan bir üniversite ve ona bağlı yine eğitimi Kürtçe olan Yüksekova ve Şemdinli gibi merkezlerde de fakültelerin açılmasını talep eder. Padişah, şimdiki yöneticiler gibi ona karşı sert davranır, isteğini kabul etmediği gibi, üstelik talimat verir, delidir diye İstanbul Topbaşı’ndaki deli hastanesine gönderir. Bu olay, Sait Nursi’nin Osmanlıca olarak yazdığı iki ciltlik ”Asar-i Bediiyye” adlı eserinde anlatılmaktadır. Tabi ki Nurcuların hesabına gelmediği için bunu öz Türkçe’ye çevirmek istemiyorlar. Sait Nursi, gençliğinde ta 1924 Şeyh Sait isyanı hazırlığına kadar kürdçüydü. Belki o da Şeyh Sait hareketine katkı sunar diye, devlet yetkilileri onu 1924’ten itibaren Van’dan alıp sürgüne tabi tutar.

     Sürgün hayatında devlet yetkilileri onun adına bambaşka kitaplar piyasaya sürdüler. Bir de ona yeni bir lakap taktılar: Yeni Sait. Bu şu demek: Eski Sait kürdçülük yapıyordu, yeni Sait ise eski davasından vazgeçtiğini, sayın başbakan Erdoğan’ın dediği gibi kürd-mürd meselesinin olmadığını ve bu iddianın yanlış olduğunu söylüyormuş. Devlet yetkilileri böyle bir yakıştırmayla onun asıl projesinin içini boşaltmayı hedefliyordu. Nitekim bu yeni Sait’le ilgili kitapları o zaman başbakan olan Adnan Menderes, dönemin Diyanet işleri Başkanına talimat verip bunların basılmasını ve halka bedava dağıtılmasını ister. Tabi ki o zaman kürdler şimdiki gibi örgütlü olmadıkları ve medya, teknoloji de bugünkü gibi ileri seviyede olmadığı için ve o da tek başına olduğu için devlet başardı diyebiliriz.

     İşte bugün bu sahte, Bediuzzaman’la hiç ilgisi olmayan proje mensupları devletin her kademesine hakim. Araştırıyorlar, nerde fakir ve zeki bir kürd çocuğu varsa onu alıp dersanelerine götürüyorlar ve ilerde de kürdlere başbelası, devşirme bir kürd olarak onlara karşı kullanıyorlar. Ben Türkiye’de Batı tarafında bir ilde kalıyordum. Birgün çocuklar dediler ki, bizim lisede bir hemşehrimiz de var; ama Fethullah Gülen’e ait yurtta kalıyor. Merak ettim ve birgün onunla buluşup konuştum. Gerçekten zeki biriydi. Diyarbakır ili, Hani İlçesi ve Nêrıbê Axa köyündendi. İşte gidip tespit etmişler ve yurtlarında eğitip ilerde istedikleri yerde kullanırlar. Kim bilir belki şu an bir polis şefidir.

     Demokrasinin gelişmesi için bu cemaatten daha tehlikeli bir yapılanma olamaz. Burada Güney Kürdistan yönetiminin yapmış olduğu ciddi bir hatayı hatırlatmak istiyorum. Bunlar, bu cemaatın Hevler’de Işık adı altında bir üniversitenin açılmasına müsaade ettiler. Bu çok tehlikelidir. İlerde orayı istihbarat merkezi yapıp huzuru de bozacaklar. Bunlarda para çok. Fakir-fukara çocukların yardım adı altında satın alıyorlar. O paranın da nerden geldiğini çok iyi biliyorum.

     Konuyu, Kur’an’da kaç yerde tekrarlanan bir ayetle noktalayayım. “Allah dileseydi hepinizi tek bir millet yapardı”.[11]diyor. Allah’ın bile tek tip yapmadığı ve çok çeşitlilik istediği halde, bu 21. asırda farklılıkları ortadan kaldırmaya yeltenen, adeta ağaçları aşılar gibi insanı zorla başkalaştırmaya çalışan yönetimler var.Ancak bu aşamadan sonra hala bunda direnmek zaman kaybından başkası değildir.

meleemin@hotmail.com

[1]-a)Buhari, Namaz, kıble bölümü, bab-ü kevli Nebi...no: 427.
b)Müslim, Mesacid, no: 373 ve sonrası.
c)Ebu Davud, Kitab-ü Salat, babün fi-l mevadi-illeti la tecuzü fihesselat. No:489 ve sonraki hadisler.
d)İbni Mace, Camiler ve cemaatler kısmı, no: 745.
e)Nesai, Mesacid, bab 42, no: 815, cilt 1/267
f)Tirmizi, Namaz bölümü, Sıfat-isalat, no: 317
[2]-İbni Küdame, “el-Müğni”, c.3/206 vd. Namaz bölümü, Cuma nazı kısmı, bab-ü salati-l Kura kısmında.
[3]-İbni Hacer Heytemi, “el-Fetava el- Kubra el- Fıkhiyye” 1/234.
İmam Nevevi, “el-Mecmu’ şerhü-l Mühezzeb” 4/368, bab-ü Sıfati-l Eimme.
A.Rahman Cezeri, Dört mezheple ilgili fıkıh kitabı, Cuma bölümü, 1/351-352.
[4]-Kurtubi, Tevbe suresi 110. ayet açıklamasında. İbni Hazm, Muhalla 2/400
[5]-Ebu Davud, Babü-l cemaati fi-l kura, no: 1067. Ayrıca, Hakim, Beyhakı ve tabi ki fıkıh kaynakları da bunu
anlatıyor.
[6]-Rum suresi, 22. ayet.
[7]-Tirmizi, Hudut, 37, no: 2612. Elbani, “İrva...’”, no: 6368
[8]-Müslim, İman, no: 140. İbni Mace, Hudut, no: 2580
[9]-Tevba suresi, 105-110
[10]-Tecrid-i Sarih, no: 619
[11]- Maide 48, Hud 118, Nahl 93 ve Şura 8
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir