Türkiye’nin Yüksek Seçim Kurulu’nun önceki gün Leyla Zana ve Hatip Dicle başta olmak üzere BDP’nin desteklediği 7 bağımsız milletvekilinin adaylığını iptal etmesi bütün hesapları altüst etti.
Dengeler bir anda değişti. Karar Kürt sorununun barışçıl çözüm çabaları ve umutlarını deyim yerindeyse kökünden dinamitledi. İyimser beklentiler yerini kötümserliğe terk etti.
Karar öncesi kamuoyunun geniş kesimi iyimser beklentiler içindeydi. Çünkü, Türk devletiyle ‘’önderlik kurumu’’ adına görüşmeler yaptığını söyleyen PKK lideri Öcalan, İmralı görüşmelerinin tarihi sonuçları olacağını söylemiş, 2011 yılının ‘’çözümün gelişeceği yıl’’ olacağını belirtmiş ve seçimlerden sonra hangi hükümet kurulursa kurulsun Türkiye’nin anayasal çözüme gitme ihtimali olduğunun altını çizmişti.
Öcalan, görüşmeler yaptığı ekibin kendisine bu yönlü bilgi verdiğini ima da etmişti.
Aynı günlerde Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan da PKK lideriyle yapılan görüşmelere atfen, ‘’Devlet görüşür, devleti sevk ve idare eden kimdir, hükümetlerdir’’ demiş ve şimdiye kadar sahiplenmediği İmralı görüşmelerini açıktan sahiplenmişti.
Erdoğan ayrıca hazırladığı milletvekili listelerinde partisinin Kürt kimliği belirgin milletvekillerine yer vermemiş, Kürtleri temsil iddiasından vazgeçiyor mesajı vermiş, Kürt iradesini istemeden de olsa kabul eden bir tutum sergilemiş ve seçim beyannamesinde ‘sivil anayasa’ sözü vermişti.
Öte yandan iş dünyası da Kürt taleplerini benimser bir tutum sergilemiş, Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını içeren referandum seçeneğini dillendirmişti.
Merkez medya ise bundan önceki seçimlerin aksine bu seçim döneminde BDP adaylarına diğerleriyle eşit yer veren bir yayın politikası izleyeceği izlenimi vermişti.
Ana Muhalefet Partisi CHP de hareketlenmiş, Türk devletinin kuruluş felsefesini; Türkçülük tekelini esneten bir politika üreteceği mesajını vermiş, Kürtçe eğitimi ve ‘Genel Af’fı dillendirmiş, Hakikatleri Araştırmak Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiş ve ayrıca Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özel Şartı’na koyduğu çekinceleri kaldıracağını beyan etmişti.
İyimserlik esas olarak buralardan kaynaklanıyordu. Bugün (dün) Amed’de görülecek olan KCK Davası’ndan da tahliyeler bekleniyordu. Türkiye bu iyimserlik içinde seçime gidecek, seçimlerin ardından sıra sorunları tartışmaya ve Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Öcalan üçgeninde çözümler aramaya gelecekti.
Ne var ki anılan karar bütün bu hesapları altüst etti. Kürtler bir kez daha tahrik edildi. Kürt halkı sokağa çıkmaya, Kürt gençleri de dağlarda vuruşmaya davet edildi. Türk devletine egemen savaş lobisi yargıyı kullanarak Kürtlere açıkça savaş ilan etti.
Kürt halkının yükselen tepkilerine bakacak olursak açık savaş daveti kabul edildi. Halkın öfkesi burnunda, çoğu insan artık ne olacaksa olsun istiyor.
Kimi, ‘’bu fırsatı değerlendirelim, TC’den kopuşu gerçekleştirelim, savaşa yüklenelim’’ diyor, kimi Arap dünyasındaki gibi ayaklanma öneriyor; ‘’Kürdistan’daki valilikleri ve kaymakamlıkları çembere almaktan’’ söz ediyor, kimi ‘’birlikte yaşamın bittiğini’’ iddia ediyor ve ‘’kendi meclisimizi kendimizi kuralım’’ diyor.
Tepkiler dinmek bilmiyor. Kürt halkı soluğu tutmuş Kürt siyasetinin vereceği kararı bekliyor.
Halk, yüzde 10 barajına, 2 bin Kürt siyasetçisinin tutsak alındığı KCK Davası’na, askeri operasyonlara ve antidemokratik yasalara rağmen seçime katılan ve sisteme hak etmediği meşruiyeti kazandıran Kürt vekillerinin reddedilmesini hazmedemiyor. Bunun bir karşılığı olması gerektiğine inanıyor.
Bana gelince; ben de esaslı bir karşılık verilmesi gerektiğine inanıyorum ancak, bu karşılığın siyaseten verilmesinin uzun erimde halkımızın ve herkesin çıkarına olacağını düşünüyorum.
Şöyleki; bu açık savaş davetini bu kez elimizin tersiyle itelim. Bunun yerine ağırlığı devletin sandıklarını geri çevirmeye verelim. Sandıkları yüzde 70-80 dolaylarında ‘boş’ gönderelim.
Seçime katılma kararı verilecekse de bu arkadaşları yine de seçelim. Seçelim ve Türk Meclisi yerine DTK’ye gönderelim. Kendi meclisimize kendi vekilimizi bu kez de seçim yoluyla gönderelim.
Böylece hem savaş yanlısı kliğin hesaplarını altüst etmiş hem de sistemin meşruiyet krizini derinleştirmiş oluruz. Krizi böylesi bir fırsata dönüştürelim; Kürt halkının her kesimiyle ve Türkiye’nin barıştan yana bütün demokrasi dinamikleriyle birlikte etkili bir boykot siyaseti izleyelim.
Sarsıcı her krizin devrim durumu yarattığını görelim, bunu değerlendirelim ve bu kez siyasi bir devrim deneyelim derim. Bunun çok daha yararlı ve sonuç alıcı olacağını düşünmekteyim.
Demek istediğim bu kararla herşey bitmiş değil. Böyle bir duyguya kapılmaya gerek yok. Kürt halkı çaresiz değil ve mücadelesini sürdürüyor. Kürt krizi derinleşen Türk devletinin de çözümden kaçmasının imkanı bulunmuyor.
gunayaslan@hotmail.de
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder