Okuyucu başılığa bakınca, bu da nerden çıktı diyebilir. Ama yazı okununca mesaj anlaşılır. Son günlerde yeni bir hamle olarak kürdlerin başlattıkları sivil itaatsılığın bir parçası olan Cuma namazlarının çadırlarda-alanlarda kılınmasıyla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. Bunu iki açıdan ele alacağım. Biri, belki bazıların kafasında soru işareti oluşur, dört duvar dışında Cuma mı olur diye; dini açıdan buna açıklık getireceğim.. Bir diğeri ve en önemlisi de devlet imamlarının camilerde vermeğe çalıştıkları mesajla, çadırlarda-alanlarda verilen mesajların, islami açıdan karşılaştırmalarını yapacağım. Aslında 18 Nisan günü YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili verdiği karardan sonra bambaşka bir gündem oluştu. Ama olsun; ben yine de konuyu işleyeceğim.
Bilindiği gibi ‘Sünni’ diye bilinen dört mezhepten ancak ikisinin mensupları Türkiye’de var. Türkler, Ebu Hanife türktür diye(halbuki türk de değildir) onun mezhebine bağlılar; kürdler de zaten baştan beri hep ‘Şafii mezhebine mensup. Madem Türkiye’de ancak bu iki mezhebi benimseyenler var, ben de konuyu Şafii ve Hanefi mezheplerine göre ele alacağım.
Bilindiği gibi ‘Sünni’ diye bilinen dört mezhepten ancak ikisinin mensupları Türkiye’de var. Türkler, Ebu Hanife türktür diye(halbuki türk de değildir) onun mezhebine bağlılar; kürdler de zaten baştan beri hep ‘Şafii mezhebine mensup. Madem Türkiye’de ancak bu iki mezhebi benimseyenler var, ben de konuyu Şafii ve Hanefi mezheplerine göre ele alacağım.
Bir hadisle giriş yapmak istiyorum. Hz. Muhammed, “Yeryüzünün hepsi bizim için camidir” diyor. Bu söz bütün hadis kaynaklarında işlenmiştir[1]Tabi ki bir de bunun detayı var; açıkalayacım.
İlkin Hanbeli mezhebinin görüşünden başlayayım. İbni Küdame,”el-Müğni” adlı meşhur kaynağında, “Cuma namazının cami-i’de, veya herhangi bir binada kılınma şartı yoktur” şeklinde özel bir başlık açmış, detay kısmında uzun uzadıya anlatıyor. Burada ayrıca Şafi-i ve Hanefi mezheplerinin de görüşü böyledir diye ekstradan bilgi de veriyor[2].
Şafi-i mezhebinin konuya bakışı şöyle: En başta İmam Nevevi ve İbni Hacer Heytemi bu konuda çok net olarak, Cuma namazının ev ve cami dışında, yerleşim biriminin herhangi bir alanında, kılınabilir şeklinde hüküm bildirmişlerdir. Hatta Heytemi daha sivri örnekler vererek, ’Cuma namazı için şart olan sayı diyelim kırk kişi ise ve bunlardan 39’u hutbeyi temiz bir yerde dinleyip yalnız bir kişi tüvaletten dinliyorsa, acaba tüvalet gibi temiz olmayan bir yerde dinliyor diye biz onu sayabilir miyiz, cumaya herhangi bir sakıncası var mı? şeklinde bir soruya, “Bunda herhangi bir sakınaca yoktur” yanıtını veriyor. Ayrıca her dört mezhebin konuya bakışını irdeleyen Abdurrahman Cezeri, “el-Fıkh-ü ala-l- Mezahibi-l Arb’a” adlı kitabında bir başlık açıp Şafii ve Hanefi’ye göre ittifak vardır ki, cami ve binalar dışında açık havada, meydanlarda,herhangi bir yerde Cuma namazı kılınabilir bilgilerini veriyor. Burada, Habneli mezhebinin de görüşü aynıdır diye ekliyor. Zaten Hanbeli’in görüşünü az önce İbni Küdame’den özetle aktardım[3]
Tabi ki Cuma namazının bir yerleşim biriminin herhangi bir sokağında, alanında kılınabileceğine ilişkin Hz. Muhammed döneminden kalma somut örnekler var. Yoksa durup dururken bu alimler böyle bir karar almamışlardır. Mesela Medine’ye 2 km uzaklıkta bulunan “Nekiu-l Hadamat” adlı bir yerde Esat bin Zürare adındaki kişi, müslümanlara Cuma namazını kıldırmıştır. Bunu, Hz. Muhammed zamanında ve onun emriyle yapmıştır. Ki burada su toplanıyordu, abdest almak kolay oluyordu. O yüzden Cuma namazlarını o suyun toplandığı bölgede kılıyorlardı ve inşa edilen herhangi bir cami de yoktu; bunlar açık bir yerde namazını kılıyorlardı. Bu örnek, birçok islami kaynakta işlenmektedir.
Burada önemli olan ibadet edilecek yerin konforlu olması değil; asıl önemli olan mesajdır. Mesela İbni Hazm ve İmam Kurtubi gibi birçok islam düşünürü, yeter ki namaz kılınan yer maddi pislikten temiz olsun; namaz için sorun yoktur diyorlar. Kurtubi, namaz manastırda, kilisede ve benzeri yerlerde kılınabilir ve bu, cumhurun görüşüdür diyor. Tabi ki yüzünü kendi kıblesi olan Ka’be’ye çevirir; bu ayrı.[4]
Şu not da önemli! Cuma namazı köle olanlara farz değildir[5]. Artık kürdler özgür insanlar statüsüne mi tabi, yoksa köle statüsüne mi girer; bunun tartışmalarına girmiyorum. Yanlız bir hatırlatma olarak Cuma namazlarının kölelere düşmediğini belirtmek istedim!.
Buraya kadar, Cuma namazının dört duvar dışında da pekala kılınabileceği kanıtlarını sundum. İşin usul tarafı böyle. Peki o zaman neden devlet bundan rahatsız ve hatta belki de çadırlarda namaz kıldıran hocaları bir gecede toplayıp göz altına da alır: PKK’nin şehir yapılanması veya başka bir adla! Artık Türkiye’de istenilenleri göz altına almak için herhangi bir örgüt ismi takmak zor değildir. Evet; neden devlet bu namazlara karşı? Sorunun yanıtı bundan sonraki açıklamalarda var.
Sanırım burada devletin İmam-Hatip okullarında yetiştirip atadığı din görevlilerin nasıl eğitildiğini bilmek lazım. Diyanet’te çalıştığım için mekanizmanın nasıl işlendiğini çok iyi biliyorum. Kaldı ki zamanımızda biraz daha iyiyiydi; şimdi ise daha da beter olmuş. Anlatacağım.
Bir kere Kur’an dışında(belki şu an Kur’an’a da yazmışlar; haberim yok) İmam-Hatip liselerinde okutulan bütün dini derslerin(Siyer,fıkıh, kelam, tefsir, hutbe, akaid vs) hemen ilk sayfalarında ya istiklal marşı, ya da Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi yazılıdır. Bu şu demektir: Gelecekte imam, müezzin, üniversiteye devam edip bitiririlerse bu durumda müftü, vaiz, öğretmen, çeşitli kurumlarda amir veya memur olacak bu insanlar, “Ne mutlu türküm diyene, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevctttur” düşüncesini ta bu okullarda iyice özümledikten sonra yurt sathına dağılırlar.
En önemlisi, devletin atadığı imamlarla ilgili son günlerde medyada bir haber işlendi. Meğer ki din görevlilerinin de özel yeminleri varmış. Demek ki onlar da tek millet, devletin bekası gibi noktalar üzerine yemin ettikten sonra ancak göreve başlayabiliyorlarmış.
Daha beteri, medyada çıkan haberlere göre, bir de kürd bölgesine gönderilen din görevlilerinin Kayseri, Bolu dağ komandosunda ve diğer istihbarat merkezlerinde özel eğitim aldıktan sonra iş başı yapmaları ve sürekli ilgili mercilerle irtibat halinde oldukları söz konusu.
Bunları anlatırken, yıllar önce şahit olduğum bir olay hatırıma geldi; onu da eklemek isterim.
Ben İlahiyatta öğrenciyken türk bir öğrenci arkadaşım vardı, biraz demokrattı. Birgün onun arabasıyla giderken bir not defteri çıkarıp bana gösterdi. İçinde bazı kürdçe kelimeler vardı. Bu da ne diye sordum? Bana dedi ki, ben sizin kürd bölgesinde(ilin adını da verdi) askerdim ve rütbem de çavuş. Birgün komutan bana dedi ki, sen hep camilere git, imamları, orada yapılanları izle, not et ki, bilelim neler yapıyorlar. Komutan bana ayrıca, bu imamlar çok saftır; hele sen bir çavuş olarak camiye gitsen, onlarla haşir-neşir olsan çok sevinirler, dedi. Ben de bir casus/istihbarat görevlisi gibi sık sık onlara uğrardım. Ama çok üzgünüm ki onlar sadece arap graneriyle(Nahiv-Sarf) ilgileniyorlardı, onlarda siyaset, ideoloji söz konusu değildi. İşte o iyi niyetli, dürüst insanlar içine casus göreviyle gittiğim için vicdan azabı duyuyorum ve bunu hiç de unutamıyorum dedi. Hele onun asker olduğu yıllar da 1975-77 ki, o zaman henüz bugünkü kürd hareketi de yoktu.(Arkadaş askerken imam Hatip okulundan mezunmuş). İşte devlet özellikle kürd bölgesine bu niyetle kalifiye eleman, din görevlileri gönderiyor.(çünkü bunlar özel merkezlerde eğitildikten sonra buralara atanıyor. Bu yüzden kalifiye eleman diyorum!)
Bunları anlatırken, Kenan Evren dönemini canlandıran bir film izlemiştim; tam da buraya uyuyor. Filmin ismi, “Beynelmilel” ve sanırım yönetmen de Sırrı Süreyya Önder idi. O dönem cenaze bile mezarlığa götürülürken bando takımı eşliğinde götürülüyor. Yine mezara konarken İstiklal marşı veya Atatürk’ün Gençliğe Hitabesiyle indiriliyor. Bunlar yapılırken tabi ki müslüman halkın zoruna gidiyor; ancak bir şey de diyemiyorlar. Sadece birbirlerine bakıp mimik ve jestleriyle olumsuz tepkilerini belirtiyorlar. Sanki adeta,”Hey Allah’ım,hangi günlere düştük” dercesine. İşte devletin atadığı din görevlilerin misyonu bu. Zaten Türkiye’deki İmam-Hatip liselerin istatistiklerine bakıldığında en çok Kenan Evren döneminde açılmıştır.
Bir de bunların bir kere dini bilgiden haberleri yoktur. Kur’an ve diğer dini kaynaklardan anlayabilmek için evvela arap gramatiğini iyi bilmek lazım. Biz sadece gramatik için özel medreselerde yaklaşık 15 yıl okuyorduk. Buna rağmen çoğu arkadaşlar yine anlamazlardı. Çünkü zor bir dil. Bu, Türkiye’de ilahiyatlardan mezun olup çeşitli kurumlarda görev alanlar için de geçerli. Çünkü bunlar fakültede bir yıl hazırlık sınıfında Arapça okuyup geçerler. Bu, hiçbir şeyi öğrenmemiş demektir. Yani devletin atadığı din adamları, gerçek dini bilgi bakımından da sıfır noktasındalar.
Yalnız kafaları türk-İslam zenteziyle doldurulmuş. Bir futbol takımını tutar gibi bunu iyi biliyorlar. Ben burada devletin atadığı din görevlilerini eleştirmiyorum. Onların kusuru yok. Müfredata göre onlara ne verilmişse almışlar. Burada gayem devlet ne veriyor, niyeti ne, imamlardan beklentisi ne; bunu belirlemeğe çalışıyorum..
Bir diğer önemli husus, Türkiye’de Cuma günlerinde tüm camilerde aynı hutbe okunur. Diyanet 1-2 gün önce müftülüklere hazır bir metin faksla bildirir, bu hazır hutbe çoğaltılarak tüm cami görevlilerine imza karşılığı dağıtılır. Her görevli bu hazır metni okumak zorunda. Burada somut bir örnek vereyim. Prof. Selahattin Yazıcıoğlu’nun Dicle üniversitesi rektörü olduğu bir sırada hastane camii imamının başından geçen bir olay. O sırada ben bir din görevlisi olarak Diyarbakır’da çalışıyordum. Yine Diyanet’ten faksla gelen hutbeler okutuluyordu. Bir Cuma için belirlenen konu verem.. Yani bir imam kalkıp bir tıp camiasına üniversitede verem anlatacak. Kaldı ki Selahattin bey zaten verem dalında prof. Cami hocası akıllı biri, üniversite mezunuydu(ismini vermeyeyim), hemen minberde açıklama yapıyor: Muhterem cemaat! Bana gelen resmi hutbeye göre bugün siz tıp camiasına buradan verem anlatacakmışım. Ancak ben verem hastalığına yakalansam size koşarım; bunu size anlatmak benim haddim değildir diyor ve hazır konu yerine başka bir konu seçip işliyor. Bundan dolayı adamı sürgüne gönderdiler. Daha sonra başına neler geldi bilemiyorum.
Bunları anlatırken, sanki konu dağılır gibi anlaşılabilir; ancak sonunda hepsini bağlarım.
Bilindiği gibi Saddam, Nisan 1988’deyaklaşık 200 bin kürdü canlı olarak çukurlara doldurup üstlerini kapatmak suretiyle katletti ve bu operasyonun adını “Enfal” koydu. Enfal, Kur’an’da bir sure/bölümün adı. Bunun anlamı, bir savaşta müslümanların karşı taraftan ele geçirdikleri mal-köle-cariye, ganimet ne varsa hepsine Enfal denir ve müslümanlara helladır, onlara dağıtılır. Saddam da kürdleri katlederken, bunun adını “Enfal” koyuyor. Ona göre kürdler müslüman değillerdi, katilleri vacip ve her şeyleri de ona ve yandaşlarına helladı. Ayrıca bunu yapan Saddam’ın bayrağında “Allah-ü Ekber” vardı. Hatta televizyonlarda gördük ki belinde tabancası ve o haliyle namaz da kılıyordu.
1798’de Fransız general NapolyonMısır’ıişgal edince, kazasız belasız, zorluklar olmadan Mısır’ıkontrol altına alayım diye şunları yapıyordu. Hz. Muhammed’in kutlu doğum etkinliklerine katılıyor. Ben asla size zarar vermeyeceğim, yakın zamanda Mısır’da büyük bir cami yaptıracağım ve en önemlisi, tüm dünyaya müslüman olduğumu ilan edeceğim. Şu an çoğu zamanımı Kur’an öğrenmekle geçiriyorum diyor. Bunları arap şeyhlerine anlata anlata inandırıyor ve öyle biran geliyor ki Mısır uleması bildiri üzerine bildiri dağıtıp halka anlatıyorlar: Bu adam bize Allah’ın bir lutfudur; sakın kimse onun aleyhinde bir şey yapmasın, ordusuna karşı direnmesin. Allah daha da onun fütuhatlarını artırsın ki adaletini dünyaya yaysın. Napolyon adeta bir adalet meş’alesidir. Hatta onun Mısır’a girmesi bile Allah’ın emriymiş şeklinde vaaz verip açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunların başını şeyh Halil el- Bekri çekiyordu. Halbuki Napolyon’nun kendi açıklamaları var: Gittiğim her yerde kendimi onların dininden lanse etmeğe çalıştım. Ben hiçbir dine inanmıyorum. Mısır’da kendimi müslüman gösterdim, başka bir yere gitsem onlar katolikse ben bu sefer onlardan olacağım. Bu, benim siyasetimin gereğidir diyor.
Napolyo’nun bu taktiğini Mussolini kuzeyAfrika’yı işgal ederken kendisi de uygulamış: Sakın korkmayın, ben islamın dostuyum, müslüman olacağım gibi abartılı laflarla din sömürüsü yapıp onları bu şekilde kandırmağa çalışyordu. Amaç, kısa yoldan,fazla zayiat vermeden hakimiyeti ele geçirmek.
Filozof Seneca’ın, “Din sıradan insanlar için gerçek, aydınlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır” sözü ve özellikle son şıkkı insanlara karşı çok kullanılmış ve hala da kullanılmaya devam edilmektedir. Özellikle Türkiye bu konuda şampiyondur demek abartı değildir.
Devletin tayin ettiği din görevlilerin misyonundan kısa bazı bilgiler verdim. Şimdi de çadırlarda dini vecibelerini yerine getiren kürd imamların isteklerine bir göz atalım; bakalım aralarında fark var mı!
Bir kere her şeyden önce bunlar bildiklerini anadilleriyle anlatıyorlar. Bu güzel bir şey.
Konfuçyus’tan sormuşlar, sen yetkili olsan ilk acil eylem planın ne olacak diye? Yanıtı şu olmuş: Ben ilkin dili düzeltirim. Çünkü öyle insanlar var ki filosoflar; ancak dil bilmedikleri için meramlarını anlatamıyorlar. Bir kere çadırdaki kürdçe yapılan vaaz-u nasihattan her dinleyici kürd anlayabiliyor. Ama camilere gidip devletin resmi görevlisinin Türkçe olarak verdiği vaazdan, hutbeden yaşlı amcalar, köyü, evi yakılıp yıkılan ve sonradan şehre yerleşen ihtiyarların çoğu bir şey anlamazlar. Ama çadırlarda kürdçe olarak verilen hutbelerden, hemen hemen her kürd anlar. Bir de malum kadınlar cumalara gidemiyorlar. Tabi ki dışarda olsa ayrıca onlar için de bir avantaj, onlar da dinleyebiliyorlar. Bu işin bir yanı.
Diğer taraftan bu hutbelerde; okullarda, belediyede, adliyede, valilikte, hayatın her kademesinde anadille hayatı sürdürme isteği var. Evrensel hukuk, uluslararası sözleşmeler, insanhakları beyannameleri bir yana; olaya sadece Kur’an penceresinden bakılsa bile, kürdler böylece Kur’an’ın gereğini yerine getiriyorlar. Bunu inkar edenler Kur’an’a göre suçlu oldukları gibi, bunu yapmayan kürdler de suçlu duruma düşer. Tabi ki inanan kesim için böyle. Nedenini hemen belirteyim.
Kur’an’da, “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerinden/büyüklük kanıtlarındandır“ deniliyor[6]. Peki bu durumda eğer insanlar bir taraftan biz müslümanız deyip de diğer taraftan başkasının bu hakkına yasak getiriyorlarsa, bu ayetin neresine sığar. Başka bir değimle, Allah’ın, insanlar arasındaki renk ve dil farklılıkları benim isteğimdir, varlık kanıtlarımdandır ayetine karşı ne gibi yanıt verilebilir! Ancak şunu diyebilirler: Biz dine inanmıyoruz; ancak dini siyasete alet ediyoruz. Zaten doğrusu olanı da budur.
Daha bitmedi; ilginç bir hadis aktaracağım! Hz. Muhammed’in bu soy/etnisite/kimlik inkarıyla ilgili çok sert ve ağır açıklamaları var. Eş'as İbn-i Kays anlatıyor: "Kinde’den bir heyetle Hz. Muhammed’e geldik. Yanımdaki arkadaşlar beni kendilerinden üstün görürlerdi. Bu, Hz. Muhammed yanında da hissediliyordu. Ben bu arada, "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bizden değil misin?" dedim. O şu yanıtı verdi: "Ben, Benî Nadr İbni Kinâne’denim, aslımı inkar etmem. Ne isem oyum ve soyuma bağlıyım" diyerek kızdı ve çok sert bir karşılık verdi.
Kabile reisi Eş'as b.Kays bunun üzerine daha sonra şunu diyor: Ben, insanın kendi ırkını, soyunu inkar etmesinin dinde bu kadar kötü bir şey olduğunu bilmiyordum. Şayet duysam ki Hz. Muhammed soyundan biri günün birinde kökünü inkar ederse ben Eş’as olarak mutlaka ona ifitira cezasını uygularım( onu kırbaçlarım) diyor.. İlginçtir ki Tirmizi bu hadisi özel bir başlık olan, ”Kişinin bağlı olduğu etnisitesini inkar etme” başlığı altında veriyor.[7]
Bazen Tv kanallarında hayvanları seyrederken, yılan fareyi yutunca, su kenarında timsah bir hayvanı alıp suya çekince, kurt hayvanlara saldırıp birini yakalayınca psikolojikmen rahatsız olurum. Hele insan öldürmek hiç felsefemde yoktur. Şu hadisi, cinayeti meşrulaştırmak için yazmıyorum; kürdlerin ne kadar haklı olduklarını, başka bir değimle ne kadar mazlum ve mağdur olduklarını vurgulamak için yazıyorum. Adamın biri Hz. Muhammed’den soruyor. Şayet biri malıma, mukaddesatıma tecavüz ederse ne yapmam gerekir? Hz. Muhammed, ona karşı koyacaksın, onunla savaşacaksın diyor. Peki, ya o sırada adam elimden vurulsa ne olur? Hz. Muhammed, sana herhangi bir ceza yoktur karşılığını verir. Peki ben vurulsam ne olacak? O zaman sen şehitsin karşılığını verir[8].
Kürdler her bakımdan haklı ve kaybedecekleri hiçbir şeyleri yoktur.Kahire’nin nüfusu yaklaşık 18 milyon. Tahrir meydanında zar-zor bir milyon insan toplanmadı. TC başbakanı Erdoğan, “Hüsnü Mübarek halkın sesine kulak vermeli” dedi. Ama Amed 18 milyon değil; yaklaşık 2 milyondur ve hepsi ayakta. Tabi ki bütün Kurdistan ayakta. Ama kimseden ses-seda yok. Hatta ben bu yazıyı yazarken, ABD heyetiyle mevcut TC hükumeti arasında 6 milyar dolarlık savaş uçakları, helikopterler sözleşmesi imzalanıyordu. Bunlar kime karşı, sanki artık savaş mı var? Tabi ki kürdlere karşı kullanılmak üzere alınıyor ve bu para aynı zamanda türk halkının da cebinden gidiyor.
Kur’an’da şöyle meşhur bir olay var; onu da özetleyeyim. Hz.Muhammed Mekke’den Medine’ye göç edince Medine’ye yakın bir yerde bir cami yapıyor. Hz. Muhammed’i devirmek isteyen Medine müslümanlarından bir grup Kuba denilen yerde başka bir cami yapıyor ve liderleri Ebu Amır adındaki kişiyi bekliyorlar. Tabi ki onların hedefi, camide silah yığmak, hazırlık yapıp uygun bir zamanda Hz. Muhammed ve arkadaşlarına karşı taarruza geçip onları ortadan kaldırmak, yok etmek. İşte bununla ilgili Tevbe suresinde birkaç ayet iniyor.
Ayetlerin içeriğinde şu var:
“Bir de zarar vermek, kafirlik etmek, mü'minlerin arasına tefrika sokmak ve daha önce Allah ve peygamberine karşı savaş açan bir herife pusu, gözcülük yapıvermek için tuttular bir mescit yaptılar. Üstelik, "İyi niyetten başka bir maksadımız yoktur!" diye yemin edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.Sen(ey Muhammed)asla o camide namaz kılma” diyor Kur’an[9]. Bugün devletin Kürdistan’da yapmak istediği camiler ve atadığı din görevlileri bu ayetten uzak değiller.
Bir hadisi kudside Cenab-ı Hak, “Ben ergeç zalim ve ona yardım edenlerden mazlumun hakkını alacağım, onların cezasını vereceğim” diyor[10]. Hem müslümanım deyip hem de AKP’ye oy verip zulme ortak olan insanlarımıza hayret ediyorum. Kürdçe bir atasözü var: “Mırına bı êlêre davete”.Yönetimin bu zulmüne karşı birlik olmak lazım. Allah katında da, insanlık açısından da en uygun ve makul olanı budur.
Aslında Fethullah Gülen cemaatıyla ilgili konu çok zengin. Yani burada birkaç cümleyle atlatılacak gibi değil. Ancak bir yönüyle ona da kısa değinmek istiyorum.
Bu cemaatin bağlı bulunduğu Sait Nursi hakkında kısa bir bilgi vereyim. Çünkü konuyla yakından alakalı. Bu zat çeşitli kürd aktivitelerinde görev alır. Bir ara padişah A.Hamit’ e müracaat ederek Van’da, eğitimi Kürtçe olan bir üniversite ve ona bağlı yine eğitimi Kürtçe olan Yüksekova ve Şemdinli gibi merkezlerde de fakültelerin açılmasını talep eder. Padişah, şimdiki yöneticiler gibi ona karşı sert davranır, isteğini kabul etmediği gibi, üstelik talimat verir, delidir diye İstanbul Topbaşı’ndaki deli hastanesine gönderir. Bu olay, Sait Nursi’nin Osmanlıca olarak yazdığı iki ciltlik ”Asar-i Bediiyye” adlı eserinde anlatılmaktadır. Tabi ki Nurcuların hesabına gelmediği için bunu öz Türkçe’ye çevirmek istemiyorlar. Sait Nursi, gençliğinde ta 1924 Şeyh Sait isyanı hazırlığına kadar kürdçüydü. Belki o da Şeyh Sait hareketine katkı sunar diye, devlet yetkilileri onu 1924’ten itibaren Van’dan alıp sürgüne tabi tutar.
Sürgün hayatında devlet yetkilileri onun adına bambaşka kitaplar piyasaya sürdüler. Bir de ona yeni bir lakap taktılar: Yeni Sait. Bu şu demek: Eski Sait kürdçülük yapıyordu, yeni Sait ise eski davasından vazgeçtiğini, sayın başbakan Erdoğan’ın dediği gibi kürd-mürd meselesinin olmadığını ve bu iddianın yanlış olduğunu söylüyormuş. Devlet yetkilileri böyle bir yakıştırmayla onun asıl projesinin içini boşaltmayı hedefliyordu. Nitekim bu yeni Sait’le ilgili kitapları o zaman başbakan olan Adnan Menderes, dönemin Diyanet işleri Başkanına talimat verip bunların basılmasını ve halka bedava dağıtılmasını ister. Tabi ki o zaman kürdler şimdiki gibi örgütlü olmadıkları ve medya, teknoloji de bugünkü gibi ileri seviyede olmadığı için ve o da tek başına olduğu için devlet başardı diyebiliriz.
İşte bugün bu sahte, Bediuzzaman’la hiç ilgisi olmayan proje mensupları devletin her kademesine hakim. Araştırıyorlar, nerde fakir ve zeki bir kürd çocuğu varsa onu alıp dersanelerine götürüyorlar ve ilerde de kürdlere başbelası, devşirme bir kürd olarak onlara karşı kullanıyorlar. Ben Türkiye’de Batı tarafında bir ilde kalıyordum. Birgün çocuklar dediler ki, bizim lisede bir hemşehrimiz de var; ama Fethullah Gülen’e ait yurtta kalıyor. Merak ettim ve birgün onunla buluşup konuştum. Gerçekten zeki biriydi. Diyarbakır ili, Hani İlçesi ve Nêrıbê Axa köyündendi. İşte gidip tespit etmişler ve yurtlarında eğitip ilerde istedikleri yerde kullanırlar. Kim bilir belki şu an bir polis şefidir.
Demokrasinin gelişmesi için bu cemaatten daha tehlikeli bir yapılanma olamaz. Burada Güney Kürdistan yönetiminin yapmış olduğu ciddi bir hatayı hatırlatmak istiyorum. Bunlar, bu cemaatın Hevler’de Işık adı altında bir üniversitenin açılmasına müsaade ettiler. Bu çok tehlikelidir. İlerde orayı istihbarat merkezi yapıp huzuru de bozacaklar. Bunlarda para çok. Fakir-fukara çocukların yardım adı altında satın alıyorlar. O paranın da nerden geldiğini çok iyi biliyorum.
Konuyu, Kur’an’da kaç yerde tekrarlanan bir ayetle noktalayayım. “Allah dileseydi hepinizi tek bir millet yapardı”.[11]diyor. Allah’ın bile tek tip yapmadığı ve çok çeşitlilik istediği halde, bu 21. asırda farklılıkları ortadan kaldırmaya yeltenen, adeta ağaçları aşılar gibi insanı zorla başkalaştırmaya çalışan yönetimler var.Ancak bu aşamadan sonra hala bunda direnmek zaman kaybından başkası değildir.
meleemin@hotmail.com
[1]-a)Buhari, Namaz, kıble bölümü, bab-ü kevli Nebi...no: 427.
b)Müslim, Mesacid, no: 373 ve sonrası.
c)Ebu Davud, Kitab-ü Salat, babün fi-l mevadi-illeti la tecuzü fihesselat. No:489 ve sonraki hadisler.
d)İbni Mace, Camiler ve cemaatler kısmı, no: 745.
e)Nesai, Mesacid, bab 42, no: 815, cilt 1/267
f)Tirmizi, Namaz bölümü, Sıfat-isalat, no: 317
[2]-İbni Küdame, “el-Müğni”, c.3/206 vd. Namaz bölümü, Cuma nazı kısmı, bab-ü salati-l Kura kısmında.
[3]-İbni Hacer Heytemi, “el-Fetava el- Kubra el- Fıkhiyye” 1/234.
İmam Nevevi, “el-Mecmu’ şerhü-l Mühezzeb” 4/368, bab-ü Sıfati-l Eimme.
A.Rahman Cezeri, Dört mezheple ilgili fıkıh kitabı, Cuma bölümü, 1/351-352.
[4]-Kurtubi, Tevbe suresi 110. ayet açıklamasında. İbni Hazm, Muhalla 2/400
[5]-Ebu Davud, Babü-l cemaati fi-l kura, no: 1067. Ayrıca, Hakim, Beyhakı ve tabi ki fıkıh kaynakları da bunu
anlatıyor.
[6]-Rum suresi, 22. ayet.
[7]-Tirmizi, Hudut, 37, no: 2612. Elbani, “İrva...’”, no: 6368
[8]-Müslim, İman, no: 140. İbni Mace, Hudut, no: 2580
[9]-Tevba suresi, 105-110
[10]-Tecrid-i Sarih, no: 619
[11]- Maide 48, Hud 118, Nahl 93 ve Şura 8
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder