26 Nisan 2011 Salı

Dört Günlük Sarsıntı…


    18 Nisan’da Yüksek Seçim Kurulu’nun Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun 7 milletvekili adayı dahil 12 bağımsızı veto etmesi toplumsal bir depremin fitilinin ateşlenmesine sebep oldu. Sanırım, bu kararın alınmasını üstlenen 7 YSK üyesi aldıkları bu kararın ne böylesine devasa bir tepkiyle karşılaşacağını hayal ettiler, ne de itibarlarının yerle yeksan olabileceğini düşündüler.
12 Haziran seçimlerini, aldıkları bu kararla şekillendirmenin peşinde olan muktedirler, tabiri caizse saman altından su yürüterek hazırladıkları komplonun altında kaldılar. Peki neden, böylesi pervazısca bir komployu düzenlemek zorunda kalmışlardı? Bu sorunun cevabını seçime katılan partilerin ve bağımsız adayların isimlerinin açıklanmasıyla oluşan kamuoyu tepkisinde aramak gerekiyor. Sistemin yüzde 10 barajıyla yarattığı anti-demokratik seçim sistemini bağımsız adaylarla bir ölçüde aşma hedefiyle hareket eden Blok, açıklanan adaylarıyla, toplumsal muhalefeti Kürt’üyle, Türk’üyle, Alevi’siyle, Sünni’siyle, Çevrecisi’yle, Sosyalist’iyle temsili amaçladığını gösterdi. Ne AKP’nin statükoyu korumaya yönelik listesi, ne CHP ile MHP’nin Ergenekon hormonlu aday listesi, blok listesinin toplumda yarattığı olumlu heyecanın yanına yaklaşabildi. Bu durum, muktedir sınıfların kendi içlerindeki çıkar mücadelesini perdeleyen laik, anti-laik kutuplaşmasını teşhir edebilecek, alt sınıfları ve ezilenleri temsil eden bir üçüncü kutbun reel bir seçenek olarak doğduğunu işaret ediyordu. İşte, komplonun nedeni de tam bu gelişmeler oldu. Sistemin, Blok adayları listesinin kazandığı toplumsal meşruiyeti yıpratabilmek amacıyla yasal darbe yoluna başvurmaktan başka çaresi kalmadı, YSK’da fedailik rolünü üstlendi.

Türkiye’yi sarsan dört gün sonunda oyun bozuldu ve adaletsizliği üstlenen YSK feda oldu. Bu komplonun başarısızlığa uğramasını sağlayanın Kürt yoksullarının direnişi ve bu direnişi destekleyen Blok bileşenleri olduğunu tüm siyasi aktörler biliyor.
Sokağın gücü olmadan, kulislerde adaletin gerçekleşmeyeceğini bir kez daha gösterdi herkese, bu dört gün süren sarsıntı.

Kimse bize, YSK tarafından kararlaştırılan bu vetonun AKP’yi zayıflatmak amacıyla yapıldığını anlatmasın. Seçim taktiğini milliyetçi oyları kazanarak MHP’yi yüzde on barajının altına düşürmek üzere kurduğu söylenen AKP’nin, YSK tarafından vetoyla köşeye sıkıştırıldığını vaz eden bu masalın politikayı etik anlayıştan uzaklaştırdığı bir yana, hakikatle örtüşmediği unutulmasın. 12 Eylül darbecilerinin yüzde 10 barajının arkasına saklanan AKP’nin temsilde demokrasiyi katledişini yönetimde istikrar özrüyle meşrulaştırma çabasına girişenlerin, komplonun AKP’ye karşı olduğunu anlatmaları inandırıcılıktan yoksundur. Unutulmasın ki referandum sonucunda demokratikleşeceği söylenen Türkiye’de 2.000’i aşkın Kürt siyasetçi KCK davasından tutuklu bulunuyor.
Bu dört gün boyunca suskunluğa bürünen Erdoğan’ın bu tavrının, durumu kollayarak vaziyet almanın ötesinde bir izahı yok gözüküyor. AKP sözcülerinin kimilerinin yasalar ve kurumların kararlarına uymak gereğinden söz ederek zımnen YSK kararlarını savundukları, kimilerinin de karara karşı çıkmaları Erdoğan’ın susuş taktiğiyle örtüşmekteydi.

Kimse resmi ideolojinin sahipliğini üstlenen CHP’nin yakın geçmişte siyasi çözümü engelleyip, savaş kışkırtıcısı sicilinden sonra şimdi, YSK kararına karşı çıkıp parlamentoyu çözüm için toplantıya çağırmasının sorunu çözdüğünden de bahsetmesin.

Yine, kimse Abdullah Gül’ün devreye girmesiyle sorunun çözüldüğünü ileri sürmesin. Zira bütün bu siyasi aktörler Kürde karşı, emekçilere karşı, toplumun tüm ezilenlerine karşı sistemin yürüttüğü baskı ve inkar politikasında, ortaklaşan özneler olarak rol oynadılar.

Kuşkusuz, yaşanan bu süreç vesilesiyle, sistemin bu siyasi aktörlerinin dillerindeki zehirden bir miktarda olsa arınmış olmaları iyiye işarettir. Bütün bunlar halk üzerinde yarattıkları şovenizm ve ırkçılıkla yüklü ideolojik hegemonyanın artık delik deşik olmaya başladığını ve ezilenlerin mücadelesi karşısında etkisini yitirmeye başladığını gösteriyor.

Toplumsal sürecin öyle anları vardır ki, o kısacık zaman dilimi hakikati tüm çıplaklığıyla su yüzüne çıkartır. Bu yaşadığımız dört gün işte böyle bir moment oldu. Demokrasiyi ezilenler lehine geliştirebilmenin yukarıdan değil, alttan mücadeleyle mümkün olduğunu öğretti cümle aleme direnen kitleler. Ama yine bu dört gün içinde YSK aynı anti-demokratik nedenlerle veto ettiği Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin itirazını reddederek seçim dışı bıraktı. 

ÖDP’nin seçim dışı bırakılması kanunların muktedirlerin elinde nasıl eğilip bükülebildiğini gösterdiği gibi sisteme muhalif hareketlerin tek dayanağının alttan mücadelenin gücü olduğunu da gösterdi bizlere.
Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’u adaylarının veto edilmesi sonucunda dilleri çözülen sistemin siyasi aktörleri ÖDP’nin seçim dışı bırakılması karşısında sessiz kaldılar.

Demek ki, bütün bu süreçten çıkaracağımız ders, söyleyenin değil, söyletenin belirleyici olduğunun kavranması gereğidir.

Hiç yorum yok: