6 Eylül 2010 Pazartesi

Medler-1

Ari özellik taşıyan ve bütün Aryanları bir bayrak altında birleştiren son imparatorluktu Medler.


Çağdaş bilim adamlarından Ufalvi, Huslap, Zabrowski, ve Oppert gibi düşünürlere göre: Elam, Hatti(Hitit), Mittani, Muşki, Horri, Xaldi(Urartu), Kassit, Someri(Sümer) ve Gotilerin aksine Zagroslar’dan inmeden gelişme gösteren tek Aryan imparatorluğu Medler’dir.


Bu toplulukların başlangıçta tek dil, din ve kültür öğelerini paylaştıkları, ancak süreç içinde dağıldıkları coğrafi alanlarda değişik isimlerle (egemen aşiret) adlandırıldıklarını vurgulamaktadırlar.


Asur kaynaklarında Urumiye Gölünün güney tarafını kapsayan Zagros Bölgesi Amadia, Madia, Mada, Mata, Mania ve Méd olarak isimlendirilmiştir.


Bugün hala Türkiye ve Irak Kürdistan’ı sınırları içinde aynı bölgede Méd, Mate, Muté, Amédi ve Amed gibi isimlerle tanınan bir çok köy, kasaba ve şehir bulunmaktadır.


Mahallinde yaptığım gözlemlerde bu yerleşim birimlerinin gerek nüfus ve gerekse tüm diğer yönleriyle her zaman Kurdi ve kısmen de Asuri özellikler taşıdığını fark ettim.


Herodot, ilk Med birliğinin Dayakku adlı bir bilge tarafından kurulduğunu (M.Ö.728-673) belirtir.


Dayakku altı büyük Aryan aşiretini Méd veya Madaiye aşiretinin önderliğinde birleştirerek Aryanları yeniden organize etmiştir.
Bu krallık doğarken Asur tahtında 2.Sargon bulunmaktaydı.


Yeni krallığı tehdit unsuru sayan 2.Sargon, Medya bölgesine saldırarak tüm bölgeyi işgal eder ve kral Dayukk’u sürgüne gönderir.
Sargon Medyayı işgal ettikten sonra kuzeye yönelerek Xaldi’nin kutsal kenti Musaşir’e (Gever) yönelir. Kenti ve Xaldi tapınağını yağmalayarak yerle bir eder. Xadilerin bilim ve kehanet kenti olan Musaşir/Gever’in yağmalandığını duyan Xaldi kralı 1.Rusa’nın bu haber üzerine intihar ettiği Asur anılarında yazılmıştır.


2.Sargon’un M.Ö.715 yılında yaptığı bu saldırı sırasında Medya da henüz kuvvetli bir merkezi otorite yoktu.

Asur ordusu Medya alanlarından çekildikten sonra Medler tekrar birlik sağlamaya çalışmışsa da kuzeyden gelen İskit ve Kimmer saldırıları sonucu bozguna uğramıştır.

Kuzeyden gelen İskit ve Kimmer akınları sonucu Xaldi tamamen dağılmış ve Medler de ikinci bir yenilgi almışlardı.

Bazı kaynaklarda Medya ve Xaldi krallıklarını çökertmek için İskitlerin Asurlularca davet edildiği yazılmaktadır.

Yapılan araştırmalara göre Asya kökenli olan İskitlerin hem Ural Altay, hem de İndo-Europan özellikler taşıdıkları belirtilmektedir. Bu nedenle bunların Turan mı, yoksa İndo-europan mı oldukları henüz kesinlik kazanmamıştır.

Ancak, İskitlerin Ön Asya’ya dağılmaları Asurluları da rahatsız etmiş ve Asur ordusu İskit tehlikesini bertaraf etmek için Medya alanlarına tekrar sefer düzenlemiştir.


Bu sırada Medyada birliği yeniden kuran Dayukk’un oğlu Fratoes (Fırat) Asur saldırılarına karşı gelerek Asur topraklarının bir kısmını da işgal eder. Ancak savaş sırasında öldürülünce Medya ordusu Zagroslar’a geri çekilmek zorunda kalır.


Fratoes’in öldürülmesinden sonra oğlu QEYSER (Batılı kaynaklara göre Kyaksares) Medyanın başına geçer.


Medyanın yeni kralı İskitleri ve diğer düşmanları ülkesinden kovmak için öncelikle aşiretler arası birliği sağlamaya çalışır. İlk başlarda başarısız olmasına rağmen daha sonraki girişimlerinde oluşturduğu güçlü ordusu sayesinde başarılı olur.


Herodot’a göre Qeyser bir eğlence partisinde İskit komutanlarını gafil avlar ve hepsini kılıçtan geçirerek İskitleri Medyadan kovar.


İskit terörü sona erdikten sonra bu sefer de Asurlulara karşı harekete geçer.

Afrika’nın barbar kavmi Akad’ın devamı olan Asurlar Ön Asya’da ölüm makinesi gibi Aryan boylarına büyük katliamlar yapmıştı.
Bu ölüm makinesini durdurmak için güçlü ve büyük bir orduya ihtiyaç vardı.

"Ayrı gruplar halinde kendi başına buyruk yaşayan topluluklar ancak milli bir zulüm karşısında birleşebilirler.” S.M.Toli.
Qeyser öncelikle dağınık olan Aryan aşiretlerini bir araya getirip güçlü ve büyük bir ordu kurması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden aşiretler halinde yaşayan Aryan boylarını birleştirmek için yoğun bir çaba sarf eder.

Bu sırada Hindistan’dan gelen çalgıcı, gaspçı, Çingene Parseklerin ( Farslar) talan ve saldırılarla Medyada huzuru bozduğunu haber alan Qeyser, öncelikle bu sorunu hal etmeye yönelir.


Asur belgelerinde " Parsuma" (Farslar) olarak adlandırılan bu kavmin Hindistan yöresinden doğu Zagroslar’a göç ettikleri, bunların dilencilik, dans ve gösteri yaparak hayatlarını kazandıkları, bu yüzden Aryanların bunlara "Parsenk" (Kürtçe dilenci, sığıntı demektir) adını verdikleri yazılır.

Herodot,, Ari halktan dil, din, giyim ve diğer kültür öğeleri farklı olan bu Hint-İranlılara "Artés" demiştir.

Çağın yüksek kültür düzeyine erişmiş bulunan Aryanların "Hint göçebelerine "Parsenk" ismini verdikleri ve Qeyser’in bu göçebe halkı ıslah etmek için Mezopotamya’nın Elam’daki çorak topraklara yerleştirdiği yine Asur belgelerinde geçmektedir.

Parsekler daha sonra ünlü Pers imparatorluğunu kuracak olan günümüzdeki Farslar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Pers sarayında doktor olarak çalışan Ctesias, "Perslerin damarında Med kanı bulunmamaktadır.” Der.

Rus tarihçisi Griyeft ise, Perslerin başta dil olmak üzere tüm kültür öğelerini Med Ariler’den aldığını yazmaktadır.


Halen Aryanda göçebe olarak dolaşan ve kendilerine Mitruh – Mıtrıb adı verilen ve fiziki olarak farklı, fakat diğer tüm olguları ve dilleriyle günümüzdeki Aryaların niteliğini kazanan (Parsenkler) Farsların orta Asya göçmeni Turancılar ve Afrikanes Araplar kadar Aryan toprakları ve kültürünü talan ettiklerini öğrenmiş bulunuyoruz.


Tarihin bilgi kaynaklarından anlaşılıyor ki, Afrika kökenli Araplar, Orta Asya bozkırının göçebe Turancıları ve Hint menşeli Farslar binlerce yıldır Aryan yurdunu ve kültürünü talan ederek kendilerine yeni yaşam alanları yaratmaya çalışmışlardır. Bu nedenledir ki, Aryan mirasçıları olan Kürtler, barbar talancı toplumların arasında pazarlık konusu olmuş ve ittifakla yok edilmeye çalışılmıştır.


Kısacası, çölden gelen göçebe talancılar uygarlığın efendilerini derdest etmişlerdir.


Bu nedenle Rus bilgin Halfin der ki; Kürtler, atalarının kadim zamanda yaşadıkları üstün kültürün ve İslam’daki “din kardeşliği” prensibinin etkisinde kalarak diğer halklarla barışık yaşamayı tercih ettiler, ancak bu onların devletsiz kalmalarına sebep oldu”


Ünlü İtalyan siyaset adamı Makyavelli bile ;” Medler o kadar uygarlaştılar ki, erkekleri bile güzel görünmek için kadınlar gibi bakım yapıyorlardı.” Der.


Bugün bile Irak Kürdistan’ında erkekler bakımlı olmak için eskiden kalma bazı alışkanlıklarını hala devam ettirmektedirler.

Qeyser, Parsenk /Farsları ıslah ettikten sonra esas düşmanı Asur’a yöneldi.


Çağın barbar ölüm makinesi olan Asur imparatorluğunu yok etmek için Medya birliğini sağladı ve bir başka Aryan boyu olan Lolobi hanedanını kendine bağlayarak Asur’a giden yolu güvenceye aldı.

Bu dönemde Asur tahtında kral Şin-Şar-İşkun bulunuyordu.
Aynı zamanda Babil devleti de Asurun yıkılmasını hedefliyordu fakat Asura karşı yaptığı tüm seferlerde başarısız olmuştu.


M.Ö.615 yılında Med kralı Qeyser Kerkük bölgesini ele geçirerek Ninova’yı (Musul) kuşatır. Ninova kuşatması uzun sürünce Med ordusu güneye yönelerek diğer Asur kentlerini ve Asurun başkentini ele geçirir.


Güneyde bulunan Babil devleti bu savaştan zarar görmemek için Asur’u işgal eden Med ile akrabalık ve ittifak kurarak Asur’a karşı büyük bir güç oluşturulmasını sağlar. Bazı kaynaklarda Babil ordusunun Medlere yardım ettiği bu ittifak ve akrabalık ilişkisine dayandırsa da bunun doğruluğunu gösteren belgelere henüz rastlanmadığı bildirilmektedir.

Bu savaş sonrası Asur imparatorluğu tümden Medlerin eline geçer, ancak Harana kaçan Asur asilzadelerinden Asurbalit’in yeniden devlet kurmaya çalıştığı haberi üzerine Qeyser, Harran üzerine yürüyüp Kargamış’ı ele geçirir. Asurbalit’in yardımına akraba Mısır ordusu gelir, ancak müttefik ordular Med ordusu karşısında büyük bir yenilgiye uğrar ve Asur uygarlığı tarih sahnesinden silinir. 


Bundan sonraki dönemde Qeyser’in Medya içindeki sorunlarla uğraşıp iç huzuru sağlamaya çalıştığı ve imarla ilgilendiği Herodot, Ctesias ve Herxfeld tarafından bildirilmektedir. (Medler devam edecek)

Fikret YAŞAR

KAYNAK;
*Arya Uyg.Kürt. S.M.TOLİ
*Kurdistan Tarihi - E.XEMGİN
*TORİ
*HEREDOT


Medler-2 'yi okumak için tıklayın;

Zihinler de kirlendi !

Yeni_Özgür_Politika ‘’Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını üstten ve üstünkörü okuyunca/dinleyince ‘Aaa bir Türk başbakanı ilk defa Kürtlerin yaşadığı acıları telaffuz ediyor’ denilebilir. Bu haliyle de alkışlamak gafletine düşülebilir.Bana göre Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması tam anlamıyla ‘icraatın içinden’ programı oldu’’.
3 Eylül günü, Recep Tayyip Erdoğan karargahın yeni şefi Işık Koşaner’le Ankara’da 50 dakika konuştu ve ardından asker korumasında Amed’e gitti. Ablukaya alınmış Kürtlerin bu politik kentinde ‘bindirilmiş kıtalar’ ve yandaşlarına 63 dakika konuştu. Erdoğan Ahmet Arif’ten şiirle başladı, geçmişte yaşananlara vurgu yaptı, acıdan söz etti ve 63 dakikalık konuşmasında bir tek vaat dillendirdi: ‘Eskisini yıkacağız ve yeni cezaevi yapacağız’ dedi.

Sonra, Kürt çocuklarını serbest bıraktıklarını söyledi ama Kürt çocuklarını kendisinin hapse attığına vurgu yoktu. ‘Kadında olsa çocukta olsa güvenlik güçleri gereğini yapacaktır’ sözünden sonra Ceylan Önkol, başta olmak üzere onlarca Kürt çocuğunun katledildiğini hatırlamadı bile...



‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz’ dedi. Ancak Bulanık’ta Necmi Oral, Amed’te Aydın Erdem’i, Muğla’da Şerzan Kurt’un kendi döneminde öldürüldüğünü saman altı ediverdi.

Ape Musa’dan söz etti ama 2005 yılında 70 yaşında ki Hasan Şahin’in kendi döneminde infaz edildiği gerçeğini ise ustalıkla sakladı. Liste uzayıp gidiyor...

Ne yapacağız? Erdoğan’ın söylediklerine mi, yaptıklarına mı inanacağız. Durum bu. Bende bu durumu gazeteci yazar Nazım Alpman’la konuştum.

Erdoğan Diyarbakır’a gitmeden Işık Koşaner’le bir araya geldi. Bu bir mesaj mıydı?
Bu konuda özel bir bilgiye sahip değilim. Ancak söz konusu ziyaret edilecek yer Diyarbakır ise bir siyasinin genelkurmay başkanı ile gündem dışı görüşme yapması elbette spekülasyona açıktır.

Erdoğan Diyarbakır’da yol, elektirik ve sağlık ocağından söz etti. Konuşmasında OHAL ve DGM’leri kaldırdığını ifade etti. Ancak OHAL yerine ‘Geçici Güvenlik Bölgeleri’, DGM’lerin yerine de ‘Özel Yetkilerle’ donatılmış mahkemelere geçildiğini atladı ya da atlamak istedi....Bölgede kan ve savaş var iken tuhaf kaçmıyor mu bu söylem?
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını üstten ve üstünkörü okuyunca/dinleyince ‘Aaa bir Türk başbakanı ilk defa Kürtlerin yaşadığı acıları telaffuz ediyor’ denilebilir. Bu haliyle de alkışlamak gafletine düşülebilir. Ki, Türk medyası böyle bir bakış açısıyla Erdoğan’a yine kocaman bir ‘bravo’ çaktı! Bana göre Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması tam anlamıyla ‘icraatın içinden’ programı oldu. Tarım kredilerine kadar Hükümet’in imza attığı her şeyi, sanki Kürtlerin kazanımları gibi sundu. Bir anlamda aslında vermemiz gerekiyordu ama verdik, demeye getirdi. Bu haliyle de geleneksel ‘Ankara/Türk bakışının’ dışına çıkmadı. İnsan hakları konusunda Başbakan’ın sözleriyle bölge gerçekleri birbirleriyle 180 derece açı oluşturuyor.

Erdoğan’ın icraatlarından biri de acılardan bahsetmek ve ağlamak oldu son zamanlarda. Diyarbakır cezaevinden bahsederken bile kendi döneminde 1700 siyasetçinin tutuklandığını umarsamayan bir aymazlıkla zulümden ve işkenceden söz etti... Bunu nasıl izah etmeli?
Hapishaneler, işkenceler, geçmişte çekilen acılar, yaşanan zulümler… Bunların tümü sanki geçmişte kalmış gibi anlatılıyor. Oysa Diyarbakır’da eski ile günümüz arasında çok fazla mesafe bulunmuyor. Daha dün halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri plastik kelepçelerle savaş esirleriymişçesine sıraya dizildiler. Hapse atıldılar. Hala da serbest bırakılmadılar. Başbakan Erdoğan’ın dili ile eli arasında da fark var. Ninni söylerken çocuğunu döven hoyrat bir ebeveyne benziyor.

Erdoğan, demokrasi yolunda adım attık diyerek; Kürt çocukları için yasa çıkartık ve serbest kaldılar dedi. Ama çocukların hapse atılmasına neden olan yasayı kendisinin çıkartığını söylemedi.
Ben de tam bu gibi iki yüzlü yaklaşımdan söz ediyorum. Taş atan çocukların terörist kabul edilecekleri önceden ilan edildi, sonra yasa çıkartıldı. Ardından da küçük çocuklar hapishaneleri doldurdular. Referandum öncesinde insan hakları açısından bu hilkat garibesi durumu düzelttiler. Çocuklar tahliye oldu. Başbakan da çıkıp çocukları biz hapisten çıkarttık diyor. Peki onları kim hapse atmıştı? Diyarbakır’da Başbakan’ı öven kalemlere bunu sormak gerekiyor.

Şu cümleye ne dersiniz: ‘Gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.’ Dedi. Bu doğru ama Bulanık’ta Necmi Oral, Aydın Erdem, Şerzan Kurt güpe gündüz öldürüldü. Bu da Erdoğan dönemiydi.
Genelde Güneydoğu Anadolu özelde de Kürtler söz konusu olduğunda insan hakları ihlalleri ‘normalmiş’ havası var Türkiye’de… Tıpkı dağda ölenler arasındaki ayrım gibi… Gerilla öldüğünde ‘normal’ kabul edilen insan kaybı, asker öldüğünde tam tersi bir atmosferde ilan ediliyor. AKP’nin iktidar yılları ile 12 Eylül sonrasındaki bütün iktidarlar arasında bu anlamda hiçbir fark bulunmuyor.

Bin yıllık kardeşlik dedi ama süren savaşı nasıl durduracağını söylemedi.
Bunu söylemeye yetkili olmadığı gibi bir izlenim veriyor. Bütün mesele muhataplık konusunda düğümleniyor. Savaşırken, çatışırken muhatap olan PKK barış ortamı için muhatap kabul edilmez deniliyor. Peki muhatap değilseniz o zaman dağda da çatışmaya girmeyin! Bu nasıl kaçınılmaz bir gerçek ise barış için de PKK ile masaya oturulması öyle bir gerçektir. Devlet bugüne kadar kaç kez pazarlık yaptı. Sendikalarla oturup toplu sözleşme pazarlığı yapıyor. Saat ücretleri üzerinden kuruş pazarlığı bile yapılıyor. Bunu yaparken devletin onuru zedelenmiyor, ölen canlar için masaya oturup pazarlık yapmak ağırına gidiyor. Kardeşlik meselesine gelince… Eğer Kürtler kendilerine verilen her şeye razı olurlarsa o zaman iyi kardeş oluyorlar. Eşitlik istediklerinde ise ortada ne kardeşlik kalıyor ne arkadaşlık…

Erdoğan Diyarbakır’dan önce Ağrı’daydı. O gün iki de gerilla cenazesi Ağrıdaydı. Erdoğan analar ağlamasın dediği saatlerde iki anne ağlıyordu.
Sanıyorum bu soruyu bir önceki yanıtımla yanıtladım. Kürtlerin evlatları, evlat acıları Türkler kadar değerli kabul edilmiyor. Acı ama ne yazık ki böyle!

Şimdi Erdoğan Diyarbakır’da konuştu ve döndü. Geride çözüm bekleyen Kürt sorunu kaldı. KCK’nin eylemsizlik kararı 20 Eylül’de son buluyor ve hükümetten adım yok. Sizce bu kez de fırsat kaçtı mı?
Eğer eskimiş bakış acısıyla yola devam edilecekse öyle sanıyorum ki, bu ateş-kes süreci de heba edilecek… Geçmişte PKK pek çok barışa fırsat tanıdı. Ama bu tavrı doğru dürüst kamuoyuna aktarılmadı. Türk medyası bu önemli adımları ya görmedi, ya da genelkurmay süzgecinden geçmiş halde gördü: Sözde ateş-kes dedi. Şimdi bu durum eskilerden biraz daha faklı oldu. PKK ateş kesi siyasi bir tavır olarak Türk kamuoyu ile yaygın medya tarafından paylaşıldı. Hatta bu tavrın önemli olduğunun altı çizildi. Geçmişte böyle ateş-kesleri görmezden gelen köşe yazarları değerlendirmeler yaptılar. Ama bir de şu var: Türkiye’de hem parlamento içinde hem de dışında son derece gerici bir muhalefet var. Kendilerini solcu olarak tanımlayan bazı siyasi akımlar bile düpedüz faşist bir çizgiye geldiler. Milliyetçileri saymıyorum artık… Bu durum Türkiye’nin talihsizliğidir.

KCK’nin dört talebi vardı. Bu taleplerden biri yüzde on barajıydı, operasyonun durması, 1700 Kürt siyasetçinin serbest bırakılmasıydı. Ama Erdoğan genel afa karşı çıkıyor. Kollektif haklar yok bireysel haklar var diyor. Peki sorun nasıl çözülür?
Çözülmez! Bu bakış açısıyla katiyen çözülmez. Kürtlerin, Kürtler tarafından yönetilmesini hazmedemeyen geleneksel Türk siyaseti ülkeyi cehenneme çevirdi. Bu durum yeni de değil. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren böyle… Eskiden Kürt yoktu, şimdi Kürt var ama Kürt yönetici yok! Kısıtlı imkanları kullanıp seçim sandıklarından çıkarlarsa o zaman da ya enselerinden tutulup parlamentodan atılıyorlar, ya da bileklerine kelepçe vurulup hapse konuluyorlar. Kürt hazımsızlığı olarak açıklanabilir.

Cüneyit Ülsever bir yazısında diyor ki: ‘Erdoğan sorunu çözmek istiyorsa PKK ve Öcalan’la görüşmek zorunda. Sorun ancak böyle çözülür. Yok sayarak çözülmez diyor. Siz katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Kesinlikle doğru bir yaklaşım.

BDP’nin demokratik özerklik projesini nasıl buluyorsunuz? Bu sorunun çözümü için bir yol olabilir mi?
Türkiye’nin çok ilersinde bir siyasi proje olarak değerlendiriyorum. O kadar ki kendilerini çok ilerici çok demokrat olarak belletip, topluma kabul ettirmiş olanların bile ezberleri bozuldu. Bu bir talep… Kürtlerin ortaya attığı bir siyasi proje… Birlikte tartışalım. Ama öyle olmadı, çok ürpertici geldi herkese… Ben genel olarak böylesi siyasi açılımlara olumlu bakıyorum. Dünyada pek çok devlet var federasyon biçimde örgütlenmiş. Türkiyelilerin ikinci büyük nüfusu oluşturdukları Almanya’da kaç tane hükümet var değil mi? Almanya parçalanıyor mu? Tam tersine büyüdü bile… İki ayrı Almanya vardı, ikincisi birincine katıldı. İspanya da böyle… Türkiye kamuoyu konu hakkında bilgisiz olduğu için Kürtlerin çağdaş yönetim önerilerini dünyanın sonu gibi algılıyorlar.

Seçimlerle Kürt sorunu ipotek altına alınmış deniyor. Katılıyor musunuz? Zira hükümet hep bunu öne sürdü.
Örgütlü siyasi yapıların gücü kitleleri yönlendirebilmeleriyle doğru orantılıdır. Bu yetenek en fazla Kürt siyasi hareketinde var gibi gözüküyor. Bu da eleştiriliyor. Oysa bir başka partinin bu yöndeki kabiliyeti alkışlanıyor. Mesela AKP’nin 2007 Seçimlerindeki başarısı tabanına hakim oldu diye alkışlandı. Bunu Kürtler yapınca ‘ayıp’ oluyor!

Nazım Bey, projektörü daha geniş tutarsak karşımıza şu çıkıyor; Erdoğan sadece Kürtlerin sorununu değil, herkesin sorununu çözecekti ama çözmedi. Oyalama ve kandırmaca ile hesaplanan nedir?
Gerek Tayyip Erdoğan gerekse başında bulunduğu AKP demokrasiyi özümsemiş bir hareketten gelmiyor. Biat kültürünün egemen olduğu bir siyasi geçmişe sahipler. Bu yüzden demokrasi istemleri ancak kendi hedefleriyle sınırlı kalıyor. Kendileri de mağdur iseler o zaman diğerlerinin taleplerini benimsiyormuş görünebiliyorlar. Ama kendileri paçayı kurtarınca o zaman kimseleri gözleri görmüyor. Kürt sorununa da böyle bakıyorlar. Biz buradan oy alabilecek miyiz? Kürtleri AKP’ye monte edebilecek miyiz? Yoksa kendi başlarını alıp gidecekler mi? Bu soruların yanıtları AKP’nin siyasi manevra alanını belirliyor.

Gazeteciler, yazarlar ve aydınlar Kürt meselesini ne kadar bağımsız ele alabiliyor? Halen ‘kötülüğün kaynağı’ Kürtlerdir, diyenler çoğunlukta. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Genel olarak 1984 sonrasında yaşanan çatışmalı ortamlar milliyetçiliği körükledi. Savaş herkesi kirletir denilir ya, işte bunu en çok Türkiye’de görüyoruz. Savaş sadece askeri araç gereç mühimmat alıp satan kapitalist sistemi ve ondan beslenenleri kirlenmişliğiyle bırakmıyor, uzaktan bakanları içine alıyor. Zihinler de kirleniyor. Türkiye’de böylesi bir zihin kirliliği de söz konusu… Bu kadar çok insanını kaybetmiş bir ulusu böylesine hoyratça eleştirebilmek için başka türlüsüne imkan yok.

Peki sizce ne yapılması gerekiyor?
Ben siyasetçi değilim. Zaten böylesi konularda siyasi hareketlere rota çizecek kadar haddimi aşmış biri hiç olmadım. Bu yüzden ne yapacağız sorusuna doğru kesin vereceğim bir yanıt olmayabilir. Ama ‘’ne yapmamalıyız” konusunda -yaşadıklarımdan çıkartabildiğim- söyleyecek sözüm vardır sanıyorum.

Nedir o söz?
O söz şu; hepsinin önünde sosyalistlerin temel mücadele doğrularından kuşku duymamamız gerekiyor. Biz başta barış, demokrasi ve insan hakları gibi insanlığın evrensel değerlerini savunmak konusunda asla geri adım atmamalıyız. Deniliyor ki, bunlar geçen yüzyılın modasıydı, geçti. Bir hastalığa geçen yüzyılda şifa olmuş ve onu ortadan kaldırmış bir ilaç için modası geçti diyebiliyor muyuz? Tedavi yöntemleri başarıya ulaşmışsa o yöntemin eskiliğini tartışıyor muyuz? Bu yüzden en başa barışı koymalıyız. Barış ortak payda olduğunda diğerleri kendiliğinden gelecektir. 20. Yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de sol içinde Türk-Kürt farkı fark edilmiyordu. Yine öyle olmalıyız. Barış ve Demokrasi Partisi, TBMM’de grup oluşturabilmeyi başarmış bir yapı olarak bütün Türkiye solunun partisi olarak kucaklayıcı işlevselliğe sahip olabilir. Halkın istekleriyle solun istekleri arasında fark olmamalıdır. Halkın en önde gelen isteğiyse kirli savaşın bir an önce sona ermesidir. Bu yüzden “barış” en önde gelen şiarımızdı, yine öyle olmalıdır.

ERDAL ER

rojrost@hotmail.com

Wallerstein: Türk devlet modeli miadını doldurdu

Ünlü düşünür Immanuel Wallerstein, Demokratik Özerkliğin Türkiye'deki Kürt sorunu için en ideal çözüm olabileceğini söyledi.

Özgür Politika gazetesinden Meral Çiçek’in görüştüğü Immanuel Wallerstein, Türk devlet modelinin miadını doldurduğunu belirterek, Kürt özerkliğinin gerçekleşmesi halinde üniter devletin sürdürülemeyeceğini söyledi.

'Dünya Sistemler Teorisi'nin sahibi düşünür Wallerstein, bir ülke içindeki başlıca etnik grupların kültürel ve siyasal özerkliğini, bunu ciddi bir şekilde isteyip kendi nüfusları içinde de önemli bir desteğe sahip olması durumunda desteklediğini belirtti.

Bu durumların tek tek analiz edilmesi gerektiğini vurgulayan ünlü sosyolog, "Türkiye somutunda bunun en uygun çözüm olabileceğini düşünüyorum" dedi.

"Üniter devlet içinde Demokratik Özerklik mümkün mü" sorusunu da yanıtlayan Immanuel Wallerstein, Türk devlet biçiminin miadını doldurduğuna işaret etti.

Wallerstein şunları söyledi: "Kürt özerkliğin Türkiye içinde bir realite haline gelmesi durumunda, Türkiye'nin şimdiye kadar ki haliyle üniter devlet olmayı sürdüremeyeceği aşikardır. Ancak üniter devletler, her yerde yararlılığını yitirmiş bir jakoben modele dayanıyorlar. Fransa bile artık bildiğimiz anlamda bir üniter devlet değil. Aynısı Belçika, İspanya, İtalya ve İngiltere için de geçerlidir."

Wallerstein, konuyu evrensel düzeyde yaşanan değişimlerle de bağlantılandırdı. Hiçbir şeyin tarihin sonuna kadar sürmeyeceğinin altını çizen düşünür, modern dünya sisteminin yaşadığımız bu zamanda esaslı bir geçiş devresini yaşadığını ifade etti ve ekledi: "Bu sürecin sonunda devletlerin nasıl görüneceği henüz net değil ve bu konuda öngörüde bulunmak da kolay değildir. Hepimiz, her yerde bunu derinlemesine düşünmek, tartışmak ve içinde yaşanılabilecek en adil yapılara ulaşmak için mücadele etmek durumundayız"

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) öncülüğünde, Meksika devletine rağmen Chiapas'ta geliştirilen özerklik deneyimini de yakından takip eden Wallerstein, Zapatistaların fiilen özerk olan yapılarından yola çıkarak, Demokratik Özerkliğin toplumsal değişimin sadece çerçevesi değil aracı da olabileceğine dikkat çekti.

Fakat bu konuda da uyarıda bulunmayı ihmal etmeyen Wallerstein, şunların altını çizdi: "Kendi başına özerk topluluklar sosyal değişimin aracı olmaz. Kendi kararlarını alırlar. Ama bu kararların toplumsal hiyerarşiyi aşmaya tasarlanmış olması gibi bir zorunluluk yok. Özerk toplulukların toplumsal değişimin aracı olabilmesi için, bir adım daha ileriye gidip aktif bir şekilde ve çok yönlü yollardan toplumsal hiyerarşiyi aşmaya çalışmaları gerekir. Neo-Zapatistalar bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak her 'özerk topluluk' bu hedefe sahip değil veya sahip olmayacaktır."