13 Eylül 2011 Salı

Alevilerin Tasfiyesi

Fuat Doğansoy

Sisteme muhalefet kimliğini koruyan Aleviler tarihsel olarak en önemli dönemeçlerinden birini yaşıyor. Alevilerin 1960’lı yılların sonuna doğru kentlere yerleşmesiyle kendilerini sol kesimde ifade etmeye başladılar. Bu durum sistem için ciddi bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Alevilerin kentleşmesiyle beraber ekonomik, sosyal. iktisadi farklılaşma ve gelişmelerini gören sistem Alevilere karşı 1980’den itibaren bir tasfiye stratejisi uygulamaya başladı.

Bu stratejiye göre Aleviler arasında çok belirgin bir parçalanma yaratmak ve daha sonra devletle, bütünleştirerek etkisizleştirip Aleviliğin tarihsel ve toplumsal dinamiklerini silerek Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak üzerine inşa ettiği stratejisini son yapılan seçimlerle tamamladı.

DARBELER DÖNEMİ

Aleviler 1965’lerde doruk noktasına ulaşan ekonomik sorunlardan dolayı kırsal kesimlerden kentlere göçler olmuş ve kaçınılmaz olarak yeni kentsel ifade biçimleri dayatmıştı. Hızlı kentleşme Aleviliğin toplumsal yapısında köklü dönüşümlere yol açmıştı. Aleviler eğitim düzeylerinin yüksek olması ve geleneksel feodal toplumsal bağları kısmen kırmış olmaları nedeniyle kentin ekonomik-politik ilişkilerine uyum sağlamada ciddi bir sorun yaşamadılar.

1970-80 yıllarda Alevi kitlesi, sol hareket içinde önemli bir ağırlık oluşturdu. Ülkede yaşanan sol öğrenci eylemlerinin Alevi tabanıyla birleşmesini engellenmek için sistem Sivas, Çorum, Maraş gibi şehirlerde Alevilere yönelik sivil faşist uzantılarını kullanarak katliamlar gerçekleştirip Alevileri sindirilmeye çalıştı.

Sol hareketlerin ağır yenilgisinden sonra, tarihsel olarak ilerici bir potansiyel taşıyan ve geleneksel olarak sisteme muhalif gücü oluşturan bir toplumu etkisizleştirmek için çok kapsamlı politikalar geliştirdi. Bunun için yeni oluşmaya başlayan Alevi burjuvazisi sistem tarafından kurumsallaştırıldı.

ALEVİ BURJUVAZİSİ VE MİSYONU

ANAP iktidarında Alevilerin içerisinde ekonomik olarak gelişen ve önemli bir güç haline gelen Alevi burjuvası oluşmaya başladı. Alevi burjuvazisinin kurumsallaşmayı başaramamasından dolayı kemalist sistemle ilişkilerinin yürütecek ve ona yardımcı olacak hem tüm siyasi bürokrasinin hem de askeri bürokrasinin sorun çıkarmayıp benimseyeceği bir Alevi entelektüeline ihtiyaç duyuldu. Bu noktada cemevlerini, camiiler gibi İslami kurumlar olarak ve Alevileri devletin yedek gücü haline getirmeyi planlanıp Alevi-İslam sentezini savunan İzzettin Doğan devreye sokuldu.

Alevi burjuvazisinde Süzer Holding, Ege Seramik, Polat Holding, Kale Kilit gibi büyük sermaye grubu arasında yer alırken, yoğun şekilde orta ölçekli sermaye grubunu oluştu. Böylece sınıfsal farklılaşması ile Aleviler arasındaki ekonomik-politik çelişkiler çok daha belirgin olarak ortaya çıktı.

Özellikle 1984’lerden sonra, Alevi kurumları arasında oluşmaya başlayan farklılıkların arka planında, Alevi kökenli sermaye gruplarının devletle olan ilişkilerine yeni bir yön vermeleri yatıyordu.

Sistem oluşmaya başlayan Alevi burjuvazisine devlet kurumlarıyla işbirliği yaptırarak geliştirme stratejisi izletmeye başladı. Büyüdükçe sistemle çıkarları çakışan sermaye gruplarından hiç şüphesiz ki sistemin de önemli bir beklentisi oldu. Sınıfsal çıkar ilişkileri çok belirgin olarak ön plana çıktı. Sözkonusu sermaye grupları da devletin planları doğrultusunda, Alevi toplumunu sistemin içerisine çekmede önemli bir rol oynamaya başladılar. Bu noktada 1990 sonrası yapılan cemevlerinin seramik ve inşaat malzemelerinin Polat Holding tarafından karşılanması hemen çok manidardır.

SİVAS KATLİAMI VE ETKİSİ

2 Temmuz 1993 yılında Sivas’taki Pir Sultan şenliklerine katılan sistem karşıtı muhalif ozanlar, yazarlar, sanatçılara karşı sistemin desteğiyle gerici faşistler tarafından katliam yapıldı. Sivas katliamı, Alevi halkın düzene karşı tepkilerinin büyümesine neden oldu. Sistemin bu katliamları himaye eden bir konumda olması nedeniyle Aleviler düzenden en azından "ruhen" bir kopuş içine girdi. Bu kopuşun kendini ifade edebileceği tek yer Kürt özgürlük mücadelesiydi. Diğer yandan hem laik kesim hem de Alevi kesim kendilerinin yeni Neo İslami eğilimin tehdidi altında hissederek siyasal islamcılığın yükselişi karşısında kurulan derneklerle oluşan tepkiselliği örgütlemeye çalışıldı.

Sistem Sivas katliamıyla Alevilerde oluşan tepkiselliği tasfiye etmek için MİT, TSK, Valilikler, Müsteşarlıklar gibi stratejik kurumlarda yer alan Alevi sayısı sınırlıyken birden bu politikasında belirli bir değişime gitti. Özellikle Alevi burjuvazisi tarafından burs adı altında devşirilip okutulan yoksul Alevi öğrenciler MİT ve TSK’ya eleman olarak alınmaya başlandı.

‘Devlet Alevilere üst düzeyde görev vermeye başladı’ biçimindeki propaganda Alevilerin önemli bir kesimi içinde memnuniyetle karşılandı ve devletin Alevilerle barışması olarak gösterilip desteklendi.

Bu gelişme karşısında sistem esnek bir manevra yaparak Alevi stratejisinde değişikliğe gitti. Daha önce sistem Alevi kurumlarına yardımı merkezi düzeyde örtülü ödenekten ve siyasi partiler üzerinden vakıflara ve derneklere yapılırdı. Farklı kesimlere hitap eden Alevi derneklerin ve vakıfların hızla Anadolu’nun her il ve ilçesinde yayılmaya başlamasıyla beraber yapılan cemevleri inşaatlarının yapımına, sistem mülkü idari amirler valiler kaymakamlar ve belediye başkanları aracılığıyla yardımlar yapmaya başlandı. Bu noktada yararlanılan ilişkiler daha sonra içişleri bakanlığına bağlı etnik ve mezhep araştırma bölümüne devredildi.

KILIÇDAROĞLU DÖNEMİ

Sistem, daha önce CHP-Karaoğlan solculuğu ile başlayarak, genelde toplumsal muhalefetin bütünü, özelde Alevileri etkilemeyi başarmıştı. Oysa CHP solculuğu, toplumsal muhalefetin düzen sınırlarına taşmasını engellemek ve kitleleri sisteme yedeklemek için geliştirilen bilinçli bir politikanın ürünüydü. Bu gerçeğin kitleler tarafından bilince çıkarılamaması CHP'ye 'ilerici', 'demokrat', 'Alevileri koruyan' gibi gerçek dışı payelerin biçilmesine yol açtı. Fakat bu durum Deniz Baykal döneminde sekteye uğradı. Özellikle Kürt Ulusal önderliğinin, BDP'ye "Sadece Kürtlerin değil Türkiye'nin partisi ol" ve "feminist, çevreci ve dürüst Alevileri partiye dahil" edilmesini istemesi BDP’nin batı illerinde ve Alevilerin yoksul ve devrimci dinamizmini taşıyan kesimiyle buluşmak için politikalar üretmesinden korkan sistem CHP’de kaset operasyonu olarak kamuoyunda bilinen olayla CHP’nin başına Dersim Alevisi Kemal Kılıçdaroğlu getirildi. Devlet bu operasyonla Alevi oylarının CHP’de kalmasını sağlayıp partiden dışlanan kesimleri de içine alacak şekilde yeniden dizayn edilerek BDP politikalarının batıda 12 Haziran seçimlerinde boşa çıkarılmaya çalışılıp kısmen de başarılı olundu.

AKP iktidarı özellikle Alevi Çalıştayı adı altında yapılan toplantılar Alevilere yönelik olarak devletin en son hamlesi olarak işlev görmektedir. Sistem Alevileri islamın bir alt kolu olduğu tezinin görsel medya ve yazılı medyayı kullanarak uygulamaya sokarak Alevileri İslamlaştırmak için uğraşmaktadır. Bütün bunlara karşı Alevi toplumunun ilerici kesimleri, devrimcileri, sosyalistleri ve demokratları ise henüz sistem karşıtı bir politika oluşturabilmiş değil.

Karayılan: Sıra İran'a Geliyor

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ''Suriye’nin durumunu görüyoruz. Sıra İran’a da geliyor. Füze kalkanın Türkiye’ye konuşlandırılması İran'a dönük bir saldırı hazırlığının ilk adımlarıdır'' dedi. İran’a karşı uluslararası konseptte taraf olmak istemediklerini belirten Karayılan, PJAK ile İran arasında ateşkesin uzun süreli olması hedeflediklerini söyledi.

Sorunun İran-Irak sınırı arasındaki tartışmalı olan bazı stratejik tepelerden kaynaklandığına dikkat çeken Karayılan, PJAK’ın silahlı mücadeleden ziyade siyasal ve örgütsel faaliyetlere ağırlık vermesinin daha doğru olacağını belirtti.

ANF’ye konuşan Karayılan’ın mesajları şöyle:

‘’’Daha önceden planlanan bir konsept temelinde İran Devleti’nin 16 Temmuz’da Kandil’e dönük başlayan harekatını çeşitli açılardan değerlendirmek mümkündür. Biz bunu daha önce de anlattı. O zaman 12-13 gün süren bir çatışma yaşandı. Daha sonra bazı dostlar araya girdi, birtakım görüşmeler yapıldı. O görüşmeler belli bir sonuca ulaşmadı. Bu sefer daha farklı kesimler aracı olmak üzere araya girdiler. Onların da sürdürdüğü görüşmeler nihayetinde belli bazı yerlerde tıkandı.

SORUN TARTIŞMALI STRATEJİK TEPELER

Esasen sorun, İran-Irak sınırı arasında tartışmalı olan bazı stratejik tepelerdir. Orada da tekrar tıkanma olunca İran yeniden 2 Eylül’de Kotaman ve Casusan alanlarına dönük yüksek tekniğe dayalı silahlarla saldırılar başlattı. Bir kez daha üç gün boyunca çok yoğun bir çatışma yaşandı. Bütün bu çatışmalar boyunca PJAK’ın HRK gerillaları komutan Şehit Simko şahsında gerçekten çok kahramanca direndiler, büyük bir direniş sergilediler.

HPG SON ÜÇ GÜN ÇATIŞMALARA KATILDI

 
Son üç günkü çatışmaya HPG’nin de bir kısım güçleri katıldı. Çünkü biz sınırı giderek HPG güçlerine devretme sürecindeyken bu saldırı gelişti. O açıdan biraz daha geride olan HRK güçleri de katılmış oldular. Esas olarak HPG güçleri de cevap vermek durumunda kaldılar. Biz resmen İran’a karşı savaş pozisyonunda olmamamıza rağmen gelişen saldırılar karşısında böyle bir savunma vaziyeti ortaya çıkmış oldu. Şimdi bir bütün olarak Kürdistan özgürlük gerillasının burada göstermiş olduğu performans çok yüksek bir performanstır. Bir kez daha görüldü ki hiçbir güç ve hiçbir ordu zorla Kürdistan özgürlük gerillasına bir şey dayatamaz. Dayandığı otuz yıllık bir tecrübe vardır. Çok sağlam bir askeri tarzı söz konusudur. Aslında İran devletinin güçleri de savaşkan güçlerdir, bir hayli cesaretli çıkışları oldu. Ama özgürlük gerillasının direnişi mevzilerin korunmasında başarı sağladı.

İRAN’LA SAVAŞ İSTEMİYORUZ
Böyle önemli tarihsel bir direnişin ardından PJAK’ın, dostların ve aracıların araya girmesiyle ateşkes ilan etmesi çok önemlidir. Çünkü sorunlar şiddetle değil, diyalogla, barışçıl yöntemlerle çözülebilecek sorunlardır. Sorunları barışçıl yöntemlerle çözmek gerekiyor. Onun için biz de KCK olarak bu ateşkesi hem destekliyoruz hem de bizzat geliştirilmesinde rol almış bulunuyoruz. Çünkü bizim de orada güçlerimiz var. Dolayısıyla biz bu ateşkesin başarılı olmasını diliyoruz. Özellikle biz hareket olarak İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı çatışmalı vaziyette olmak istemiyoruz. Neden? Çünkü hem bizim üzerimizde bir konsept var, bu konsepti uluslararası güçler desteklemekte; hem de İran üzerinde bir konsept var.

FÜZELER İRAN İÇİN
Libya’nın, şimdi de Suriye’nin durumunu görüyoruz. Sıra İran’a da geliyor. Bu füze kalkanlarının Türkiye’ye konuşlandırılması hayra alamet değildir. Bu İran’a dönük bir saldırı hazırlığının ilk adımlarıdır. Bu açıdan İran’a karşı da bir konsept var iken bizim özellikle taraf olmak istememe gibi bir politikamız var. Biz taraf olmayız, olmak istemiyoruz. Bölge güçleri ile uluslararası güçler arasında sadece PKK olarak biz değil, hiçbir Kürt taraf olmamalıdır.

Bölgenin sorunlarını, bölge halkları kendi arasında çözmelidir. Ayrıca uluslararası güçlerin gelip araya girmesine de gerek yoktur. Biz bölge halkları kendi aramızdaki sorunları çözme yeteneğini göstermeliyiz. Bizim stratejik bakış açımız budur. Bu açıdan biz İran ile çatışma değil, sorunların diyalogla çözülmesi politikasını doğru buluyoruz. PJAK’ın bu anlamdaki attığı adımı da çok yerinde görüyoruz. Çünkü PJAK direnişiyle kendisini kanıtladı. Bütün dünya alem gördü, Kürdistan halkı gördü. Yani öyle bir zaaf gösterme gibi bir durumu yok. Tersine koskoca, büyük bir devlete karşı bir tutum ortaya koydu.

PJAK SİYASAL FAALİYETLERE AĞIRLIK VERMELİ

 
Bu açıdan biz bundan sonra PJAK’ın aslında silahlı mücadeleden ziyade siyasal örgütsel faaliyetlere ağırlık verilmesi, kendi toplumuna dönük yürüteceği çalışmaları siyasal örgütsel çalışmalar biçiminde yürütülmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu, geleceğe dönük bir perspektiftir. PJAK ile İran arasındaki ilişkiler veya karşılıklı tutumlar biraz da bu sonucu ortaya çıkarabilir diye düşünüyoruz. Eğer İran’ın da tutumu bu anlamda şiddet eksenli olmazsa biz PJAK’ın şiddet kullanmaması gerektiğini düşünüyoruz.

ÇATIŞMALAR ABD VE TÜRKİYE’YE HİZMET EDER

 
İran, PJAK’ı gerekçe göstermiştir, fakat İran saldırısı özellikle top atışları tüm PKK alanlarına ve tüm Güney Kürdistan halkına dönük yapılmıştır. Halktan şehitler verildi, yaralılar oldu. Yine büyük mal, mülk zararları yaşandı. Eğer durdurulmazsa giderek çatışma bir PKK-İran çatışmasına dönecektir. Böyle bir çatışma da ne İran devletine hizmet eder, ne de PKK’ye hizmet eder. Böyle bir çatışmadan daha çok ABD ve Türkiye faydalanmış olur.

İRAN KONSEPTE DAHİL OLMADIĞINI SÖYLÜYOR

Bu nedenle biz şunu söylüyoruz: Hareketimize karşı Türkiye’nin öncülüğünde geliştirilen bir imha konsepti vardır. İran devleti bu konsepte dahil olmadığını söylemektedir. Eğer durum böyleyse Kandil’e dönük saldırılarına son vermelidir. Çünkü Kandil’e dönük saldırının üçüncü kez başlaması artık çatışmanın çok kapsamlılaşmasını beraberinde getirecektir. Oysa söz konusu edilen sorunlar diyalogla pekala çözülecek sorunlardır. Ancak belli ki arada ciddi bir güvensizlik sorunu var. Ayrıca İran’ın bilgi kaynaklarının önemli oranda yanlış olduğunu ve bu nedenle de yanlış bir savaşta ısrar ettiğini söylemek mümkündür. Çünkü ısrarlı bir biçimde Kandil saldırısı, PJAK ve PKK karşıtlığı ile Kürtleri hedeflemesi İran’ın çıkarlarına kesinlikle hizmet etmemektedir. Bu nedenle çok karmaşık bir duruşu söz konusudur. Bu durum İran’ın gerçekten bu konsept içerisinde olup olmadığını muğlak hale getirmiş bulunuyor. Biz kendi açımızdan sorunun barışçıl yöntemlerle çözümü için gereken yaklaşımı geliştireceğiz. Ancak sonucu tabii ki İran’ın tutumu belirleyecektir.

SORUNA DAR YAKLAŞIM
Bize göre İran İslam Cumhuriyeti bu soruna stratejik değil, taktik yaklaşmaktadır. Hatta taktik de diyemeyeceğimiz çok dar bir yaklaşıma sahiptir. Stratejik bakış açısını biz fazla göremedik. Sorunu tepelere kilitlemiştir; “Şu tepeyi bırakırsan saldırmam, şunu bırakmazsan, saldırırım” noktasına getirmiştir. Bu da bazı karşılıklı tepkileri ortaya çıkarmaktadır. Biz hareket olarak sınırları pek önemsemiyoruz. PJAK ya da PKK kalkıp da İran-Irak sınırını mı düzeltecek? Böyle bir sorunu olamaz. Bırakalım böyle bir sorunu, ideolojik olarak biz sınırları anlamsız buluyoruz. Biz, devletlerarası, halklar arası sınırlar olmamalı, diyoruz. Bütün Ortadoğu halkları, tıpkı AB gibi, Avrupa’daki halklar gibi kendi aralarındaki sınırları kaldırmalıdır. Biz bunu savunuyoruz. Bu açıdan kalkıp da sınır üzerinde çalışma yürütecek değiliz.

Ancak İran devletinin bu şekildeki dayatmaları, sorunu çıkmaza sokmaktadır. Halbuki bazı şeyler var ki zamana bırakılabilir, tartışarak yapılabilir. Böyle salt dayatma yöntemiyle sonuç alma doğru değildir. Esas çıkmazın ana nedeni böyle dayatmacı bir tarzdır.

UZUN SÜRELİ ATEŞKES

Umut ediyorum ki İran İslam Cumhuriyeti’nin ilgili yetkilileri bu konudaki dar yaklaşımı değil, daha geniş bir perspektifle yaklaşarak, sorunu ele alırlar. Sorun, birkaç tepenin sorunundan çok daha önemli ve çok daha büyüktür. Biz sorunun köklü çözümü için siyasi bir yaklaşımın gerekli olduğuna inanmaktayız. Eğer İran devleti de bu çerçevede yaklaşır, bu sınır üzerindeki sorunu bir biçimde çözme temelinde; idamları yapmazsa, PJAK güçlerine ve Kürt halkına karşı askeri operasyonlar yapmazsa, PJAK güçleri de ateşkesi uzun süreli kılmalı, hatta süresiz kılmalıdır diye düşünüyoruz. Ve giderek zaman içerisinde diyalog ve tartışmayla daha köklü çözümlere ileriki aşamalarda ulaşılabilir. Önemli olan burada doğru anlayışı yakalamaktır. Bunun da karşılıklı olması gerekiyor. Bir taraf bir şey söylerken, öbür taraf sürekli şiddeti dayatarak veya şiddetle “böyle yapmazsan 24 saat içerisinde şöyle yaparım” biçimindeki tehditlerle hiç kimse bir sonuca gidemez. Bu sorunlar bir günün sorunları değildir ki bir günde çözülebilsin. Zamana ve bir de çözüm perspektifine ihtiyaç vardır.

DÜŞMANLIK DEĞİL, DOSTLUK

Umarız ki, İran devleti bu konuda hem bölgedeki genel süreci, durumu gözetir, hem kendi içindeki Kürt halkına hem diğer parçalardaki Kürt halkına karşı şiddetle yaklaşmaz, dostlukla yaklaşır. İran’ın Kürt halkıyla düşmanlık değil, dostluk yapmasında çıkarı vardır. Kürt halkı bölgenin en eski halkıdır. Bu halka düşmanlık değil, dostluk yapmada faydaları daha fazla olacaktır.’’

Celalettin Can: AKP'nin Demokrasi Terbiyesi Yok

Celalettin Can: AKP'nin Demokrasi Terbiyesi YokDarbeler Olacak mı bir daha?

‘AKP kendine dönük darbeleri tasfiye etti’

12 Eylül nasıl yargılanır?

Öncelikle siyasal iktidarın 12 Eylül darbeciliğine nasıl yaklaştığına bakmak gerekir. Anlaşıldığı kadarıyla siyasal iktidar kendine dönük darbe tasarımlarını tasfiye etme ve kendi iktidar alanını genişletme perspektifini izledi. Ergenekonculuğu yargılamayla orantılı olarak demokrasinin temel kurum ve kurallarını geliştirme metodunu izlemedi. Yüzde 10 seçim barajı kaldırılmadı. Başbakan'ın yetkileri dâhil olmak üzere yürütme ve
Cumhurbaşkanlığı yetkileri çok güçlü kaldı. Yargının bileşenleri değişti, ancak 12 Eylül yargısı değişmedi. Yargı el değiştirmiş oldu. YÖK gençliğin başına belaydı, o da değişmedi. Daha da önemlisi süreç, hükümete karşı suç unsuruna indirgendi.

Ergenekon'da davayı Susurluk’a kadar götürmek gerekirdi. Susurluk’tan 90'ların başındaki kirli savaş sürecine, oradan buna karar veren generallerle yüzleşmeye ve son aşamada da 12 Eylül ortamını hazırlayan koşullar açığa çıkardı. Ama hükümet Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı, Kafes’te çakılı kaldı.

Yukarından 12 Eylül yargılamasının gelişmesi son derece zayıf bir ihtimal olduğundan topluma dönmek gerekiyor. Aşağıdan yukarıya, 12 Eylül nasıl hayatın her alanında toplumdan kopuşu yaşattıysa, bunları gündeme getirecek sivil hareketler ve hakikat komisyonları geliştirmek gerekiyor. Bizim talebimiz, 12 Eylül gerçeğini araştıran adalet komisyonunu kurmak ve iktidarın demokrasi konusunda bir niyeti varsa, bunu kabul ettirip komisyonu mıntıka temizliğinin bir parçası haline getirmek.

12 Eylül'ü yargılama iddiasıyla ön plana çıkan anayasa değişiklikleri için 2010'da referanduma gidildi. Bu değişikliklerden tatmin olmadınız mı?

Referandum, 12 Eylül anayasası ve kurumlarını bir bütün olarak ele alan bir referandumdan öte yargı ile alakalı bir referandum oldu. Yüksek Savcılar ve Hakimler Yüksek Kurulu’nda değişimi gündeme getiren bir referandumdu ama 12 Eylül'ün 82 anayasasına yerleştirdiği bu kurulu tasfiye etmeyi amaçlamadı. Örneğin, 12 Eylül öncesinde hakim ve savcılar ayrıydı. Hakimlerin kendi bütçeleri ve sekreteryası varken iç içe geçtikleri bir durum yaratıldı ve Adalet Bakanlığına bağlandı. Bütün bu süreç askeri vesayete hizmet etti.


‘AKP’nin temelde demokrasi terbiyesi yok’


AKP, 12 Eylül sisteminin bileşenlerini değiştirdi ancak özünü aynı bırakarak sistemi devam ettirdi. Yargının her kararında bunu görebiliyoruz. Referandumda, YAŞ kararlarının mahkemeye tabi olması, geçici 15. maddenin kaldırılması gibi ağza bal çalan maddeler vardı. Ama 15. maddeyi kaldırırlarken zaman aşımı problemini koymadılar veya bir adalet komisyonu kurarak 15. maddeyi değerlendirme süreci yaşatmadılar.

“AKP sadece kendine yönelik darbeci unsurları tasfiye etmeye çalışıyor” dediniz. 2023 vizyonuyla yola çıkan bu partinin darbenin diğer unsurlarına karşı da mücadele edebileceğini düşünmüyor musunuz?

AKP, Türkiye'nin en güçlü siyasal oluşumu, Tayyip Erdoğan da şu an Türkiye'nin en güçlü insanı. NATO'nun da desteklediği AKP, isterse Kürt meselesini de çözer, demokratik adımlar da atar, darbecilerin yargılanma koşullarını da yaratır. Ancak, AKP siyaseten gerici bir hareket ve demokrasi derdi veya terbiyesi temelde yok.

Kenan Evren'e sorgu esnasında sorulan sorular ve yanıtlar basına yansıdı. Soruları nasıl buldunuz?

Savcı, şike diyebileceğim bir şekilde Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'ya ilgili bir soruşturma açtı. Öğrenilmiş sorular sordu. Karşılıklı nezaket yapıldı. Seçim öncesi 12 Eylül darbeciliğini yargılama isteğine dair bir imaj yaratılmak istendi. Göstermelik bazı sorular soruldu ve takipsizlik kararı verildi.

Müdahil olma talebiniz oldu mu?

Elbette. 12 Eylül ile ilgili dava, hatta soruşturma açıldığı takdirde zaten başvuracakları insanlar bizleriz çünkü 4000 kişi suç duyurusunda bulunduk. Bu, en az 4000 kişi “yargıya dahil olamaya hazırız” demektir.

Dilekçe verdiniz mi?


Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya soruşturmasında müdahil olma, gizli de değil, açık tanıklık yapma talebimiz oldu.

Kabul edildi mi?


Hiçbiri kabul edilmedi. Şu anda Kenan Evren ile ilgili kısmı kapandı. Ankara'da bir savcı 12 Eylül ile ilgili çalışıyor. Bunu ne kadar geliştirmeye çalışıyor bilmiyorum ama soruşturma çok ağır aksak devam ediyor.

Kenan Evren'den sorulara daha farklı cevaplar bekler miydiniz?


Beklemiyordum. “Ülkeyi kurtardık, kan gövdeyi götürüyordu.” Şu yanı haklıydı ama: “Ben 30 yıl önce darbe yaptıysam, 30 yıl boyunca sivil iktidarlar vardı. Neden değiştirmediniz?” Bu sözler, 12 Eylül partilerinin varlığını kanıtlıyor.

Darbe, hem Evren hem de Şahinkaya tarafından 35. maddeye dayandırıldı.

Evet ama Kenan Evren şuna benzer sözlerde söylemişti: “35. madde var diye biz darbe yapmadık, biz zaten darbe yapacaktık.” Demem darbenin yapılması verili hukukla fazla ilgisi yok.

‘Evren ölmesin diye dua edelim’

"Ölsem daha iyiydi" de dedi.

Ölmesini istemeyiz. Kenan Evren kalsın, kurduğu rejimin çözülüşünü görsün ve toplumun vicdanında yargılansın. Yaptığı işlerin kötülüğünü, verdiği zararları görsün. Toplumun bu rejimi benimsemediğini ve demokrasiye geçmek istediğini Kenan Evren de görsün. Ölmemesi için dua edelim...

Türkiye, darbecilerini yargılayabilen Yunanistan, Şili veya İspanya gibi ülkelere kıyasla neden daha isteksiz?


Türkiye’de muhalefeti tasfiye ettiler ve 1983-84’te darbeden demokrasiye geçerken, 91'de klasik demokrasi iddialarıyla SHP-DYP koalisyonuyla veya 2000’li yıllarda AKP ile daha başka olabilirdi. Ancak hiçbiri geçmiş yüzleşmesini gündeme getirmedi. Bu hafıza ve hesaplaşma problemi bir tek iktidarda değil, Türkiye solunda da var.

‘Milli Savunma Bakanlığı’nın 12 Eylül listesi bizdekinden farklı’

Hükümetin ilk planlarından biri yeni bir anayasa yapmak...


Değiştiği zaman söyleyelim bunu, siyasi partiler kanunu duruyor, Adalet Bakanı yargıyı kontrol ediyor. Daha yeni Yargıtay Başkanı, “Türkiye, Türklerindir” dedi ve bir vatandaşlık tanımı yaptı. Hangi hukuk devletinden bahsediyoruz? Son derece ırkçı, militarist bir gelişme söz konusu ve kimse, Başbakan da dahil olmak üzere tavır almadı.

1980 döneminde görev yapan 22 kişilik bir liste çıkardınız ancak bu liste içinde dönemin Başbakanı Bülent Ulusu hükümeti yer almadı. 12 Eylül’ü yargılamanın sınırı nedir?

12 Eylül sadece Evren ve Şahinkaya demek değildir. Bunun iş adamları, askeri bürokrasi, sivil bürokrasisi var. Askerken sivil hayatta kullanılan bürokratlar da var. Bülent Ulusu hükümeti, Danışma Meclisi, sıkıyönetim komutanları, istihbarat komutanları, cezaevi müdürleri, cezaevindeki istihbarat subayları gibi...

Sizde bu kişilerin listesi var mı?


Var.

Kamuoyuyla paylaşmayı düşünüyor musunuz?

Yer yer paylaştığımız oldu ama daha geniş bir şekilde paylaşmayı düşünüyoruz.

Ne zaman?


Şimdilik acele etmek yerine, yargılama sürecini izlemeyi tercih ediyoruz. İklim meselesi var.

22 kişiye "İtiraf eder misiniz?" diye soracağınızı söylemiştiniz. Sordunuz mu?


Bazı gazeteci arkadaşlar konuşmuşlar. Mesela şimdi Ankara’da avukatlık yapan dönemin Mahkeme Başkanı Hamdullah(...), “İşkence olmadı ki, tutanaklarda öyle bir şey yok" diyor. İnsanlar mahkemeye çıktıklarında baskı altındalardı, konuşamıyorlardı. Kemal Pir gibi çok az sayıda insan konuşabildi. Hala o dönemi savunma derdinde, konuşanları da görmezlikten geliyor.

Buna rağmen bir konuşma zemini sağlanıyor mu?

Konuşabildiklerimizle konuşmaya çalıştık. Konuşabildiklerimiz olayı yadırgıyorlar. Savcılar gibi, doğrudan işkence içinde değiller. Ama doğrudan işkenceyle bağlantılı hakimler sıkı durmaya çalışıyorlar ve konuşmuyorlar. Konuşabilmeleri iklimin doğmasına bağlı.

’80 darbesinin ardından 19 yıl 5 ay yattınız. Bu sürenin ne kadarı 12 Eylül'ün simgesi haline gelen Diyarbakır Cezaevi'nde geçti?


Diyarbakır Cezaevi’nde ‘87 Şubatı ile ‘88 Nisanı arası, yani 10 ay kaldım.

Oradaki atmosferi anlatır mısınız?

Benim gittiğim dönem 84 sonrası olduğu için, ağır bir işkence söz konusu değildi. Diğer cezaevlerinde olan uygulamalar söz konusuydu. Asıl Diyarbakır Cezaevinde 80-84 döneminde bir vahşet politikaları uygulanmıştır.

Mesut Baştürk, dönemi şöyle anlatıyor: “Avlunun ortasında bir kapak vardı, içinden lağım akıyordu. Tek tek oraya indiriliyorduk, lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Sıra dayağı zaten sıradandı. Kalaslarla, coplarla, demir çubuklarla durmadan vururlardı. ‘Dayak vaziyetine geç” dendi mi avuçlarını açıyordun. Makata cop sokma...Çırılçıplak soyuyorlardı, makatlarımıza sigara sokup ‘Sigara iç’ komutu veriyorlardı. Çoğu zaman da bir tutukluya başka bir tutukluya cop sokması için işkence ediyorlardı. Yine çırılçıplak soyup erkeklik organından havaya kaldırırlardı. İnsan olmanı unutmanı istiyorlardı."

Oktay Esat Yıldıran ilk geldiğinde "Ben bir Kemalist subayım, öyle şeyler yaşayacaksınız ki toplumun içine çıkamayacaksınız" demişti. Bu sözün ışığında Diyarbakır hücrelerinde insanların birbirine taciz, tecavüz ettirilmesi, işkence yapması görülür. Bu insanları birbirinden koparmayı getirir, yüzlerine bakamazlar. Babanın eline cop verip oğlunun makatına cop sokmak gibi felaket uygulamalar... O kadar kötü şeyler var ki... Kürt bilincini, kimliğini kırmaya çalışırken yapılanların Kürt olanı da insanlıktan çıkarma gibi bir sonucu vardı.

Org. Kemal Yamak, Diyarbakır Cezaevi’ni Esat Oktay Yıldıran'a emanet etti. Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkence emri MGK'dan mı geldi?


Kenan Evren ve MGK, 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra Diyarbakır Orduevi'ne gittiler.“Bölücülük vatanı tehlikeye soktu, vatanın bekası tehlikede, hukuku unutun" dediler. Hukukçular, askerler, cezaevi müdürleri... Hepsi oradaydı. Ardından ne yaptıkları da ortada. Zaten Diyarbakır planlanmış bir olay.

Copla İstiklal Marşı okutma gibi Türkleştirici işkencelere rağmen, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu 1984 senesi PKK'nın patlama yaşadığı bir dönem oldu.

Diyarbakır olayı Kürtlerle Türkler arasında bir yarılma yarattı ve Kürt hareketi kendi örgütünü bulunca onun yaktığı ateş üzerine daha Diyarbakır'dan insanlar çıkmadan akrabaları, yakınları hatta bütün Kürdistan'da halka baskı ve tehdit vardı. Öcalan'ın yaptığı çağrı o kadar tuttu ki binlerce insan dağlara koştu. Hatta bir amca bana olanları şöyle anlattı: "Diyarbakır Cezaevi'nde ne Allah vardı ne peygamber vardı. Bir devlet vardı bir de biz vardık. Bize gelince sağıma bakıyordum Kemal Pir, soluma bakıyordum Mazlum Doğan, dışarıya bakıyordum dağda PKK ateş yakmıştı.. Allahım da onlar, peygamberim de onlar, devletim de onlar oldu." İnsanlar içerdeyken dağlarda ateş yanınca "Biz de çıkacağız" dediler. Hatta onlar çıkmadan çocukları gitti.

İstanbul’da Metris'te de direndiler ama dışarıdaki hareketle birleşmeyince kendi ekseninde döndü ve sönümlendi. Kemal Pir'in ölümü, Mazlumların ölümleri dışarıdaki direnişle birleşti. Olanlar, Kürt ulusunun yeniden kurulmasına hizmet etti...

Öcalan'ın çağrısı, Esat Oktay Yıldıran’ın işkenceleriyle birleşince mi kuvvetlendi?


Diyarbakır'da Kürtleri bitirmek istediler. Öcalan'ın çağrısı Kürtlerin yeniden kurulmasında ciddi bir harç oldu. Devleti biraz daha tanıdılar, kimin devleti olduğunu anladılar ve tarihi hatırladılar. Kürt hareketi ilk ortaya çıktığında tarihi bir hesaplaşma görünümlüydü...

Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar hakkında 700 kişilik suç duyurusunda bulundunuz. Süreç hangi aşamada?


Son olarak, 1000’in üzerinde insan suç duyurusunda bulundu. Savcı bu yılın başlarında soruşturma açtı, ifadeleri yeniden alıyor. Biz de savcıyla diyalog yürütüp izlemeye çalışıyoruz. Kanaatimiz bunun yargılamaya dönüşeceği yönünde ve eğer yargılamaya dönüşürse, bu 12 Eylül yargılaması da orada ortaya çıkacak.

Diyarbakır'a Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak yerine Cumhuriyet Başsavcısı olarak İlker Çetin atandı. Bunun nasıl bir etkisi olacak?

Bu durumun ne etki yaratacağını bilmiyorum ama göründüğü kadarıyla İlker Çetin, Kavak'ın bıraktığı yerden devam edecek.

‘Bakanlık, Diyarbakır vahşetinin sorumlularını bildirmedi’


Savcılar, orada görevlendirilen gardiyan ve subaylarla görüşüyor mu?


Bizim verdiğimiz 22 kişilik listenin ardından savcı da Adalet Bakanlığı, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı'ndan 1980-88 döneminin görevli listesini istedi. Bakanlıklar listeleri göndermiş ancak bizim çıkardığımız listedeki 22 kişi onların listelerinde yokmuş. Savcılık, Milli Savunma Bakanlığı’na bunun nedenini sordu. Bize de sordular, cevap olarak, “Biz 80-84 döneminde yoğunlaştık çünkü vahşet bu dönem yaşandı. Siz 80-88 dönemini istediniz ancak 84'ten sonra yumuşama yaşandı, size o kadroların listesini size vermişlerdir” dedik.

Milli Savunma Bakanlığı ‘80-84 kadrosunu dışarıda mı bıraktı?

Anlaşılan öyle olmuş.

Peki, Bakanlığın listesi sizde var mı?

Liste bizde yok. Savcı bahsetti.

Aralarında yüksek rütbeliler de var mı?


Asıl döneme ait değiller ama evet, yüksek rütbeliler de var.

10 bin sayfalık Diyarbakır vahşeti


2006 yılında Diyarbakır Cezaevi'ne dair bir dava sonuçlandı. 10 tutuklunun ölümüyle suçlanan 72 kişiden hiçbiri ceza almadı. Açılacak dava, o soruşturmadan neden farklı olsun?

O soruşturma önemli bir soruşturmaydı ama ‘96 dönemi ile alakalıydı. Bizim dönemle ilişkili değildi, biz onu bir dönemle ilgili yapmak istedik.

Döneme dair 8500 sayfalık bir belge hazırladınız.

Diyarbakır Cezaevi tanıklarıyla görüşmelerimiz şu an 537 kişiye ulaştı. 537 kişinin 400 'ünün kaseti çözüldü. Çözülen kasetler toplam 8500 sayfa tuttu. 137 kaset henüz çözülmedi. Bir görüşmenin ortalama iki saat sürdüğü düşünülürse, tüm kasetler çözüldüğünde elimizde 10.000 sayfayı aşan bir doküman olacak. Sosyolog, psikolog, siyasetçi, hukukçu ve adli tıpcılardan oluşan toplam 37 kişilik bir komisyon ve 8-10 kişilik çekirdek bir kadro bu görüşmeleri rapora döküyor. İlk şeklini Diyarbakır'da sempozyumda, sonra Ankara'da sundular. Üçüncüsünü de İstanbul'da bu sene içerisinde sunacaklar. Sonra da toparlayıp yetkili organlara sunacağız.

Görüşmeler için açık çağrıda bulundunuz. O dönem görevli olanlara özellikle seslendiniz. O çevreden çağrınıza cevap geldi mi?


Geldiler. 537 kişiyle görüştük. 1000 kişi içerisinde 537 kişi suç duyurusunda bulundu. Diğerleri de görüşmeyi bekliyor. İş büyüdü.


‘Gardiyanlar travma yaşıyor'

O döneme sistem içerisinde bulunanlar yaşananları nasıl anlatıyor?


Genel olarak konuşmuyorlar. Bir iki savcı ve gardiyanla görüştük. Genel olarak pişmanlık var. Ama savcılar zaten işkenceye katılmamış, onlar daha farklı yaklaşıyor. Gardiyanlarda pişmanlık sezdik ama henüz bütününe ulaşamadık. Büyük çoğunluğu travma yaşıyor.

Bu kişiler o dönem cezaevinde bulunanlarla görüşmek istiyorlar mı?


Fazla konuşmuyorlar, tanışmaları da ayaküstü oluyor. Savcılar da ben değil, arkadaşlar doğrudan konuştu.

Diyarbakır Cezaevi travması atlatılır mı?


İstisnalar bir yana, çoğu sağlıklı insanlar. Devrimci eleştiri, özeleştiri, siyasi mücadeleye katılma ve başına bunların neden geldiğini bilme sayesinde sağlıklılar. İntikam duygusuyla konuşmuyorlar, modern bir dil kullanıyorlar. "Bizim bu hale getirilmemizin nedeni Kürt meselesi, yaralarımız sarılmak isteniyorsa Kürt meselesi aydınlatılmalı" diyorlar.

Modern dil ne demek?

Modern dil derken devletin değişmesi ve dönüşmesini istemesini anlatmaktan bahsediyorum. Bu, devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, sadece Kürt meselesi değil, bütün azınlık sorunlarının, işçi emekçi sorunlarının demokrasi içerisinde çözülmesi ve katılımcı, özgürlükçü bir toplumun siyasete yansıtılmasını istemek demek. Bu yapıldığı oranda yaşananları aşabileceklerini söylüyorlar.

Hepsi siyasetle ilişkili mi?


Birçoğu siyasetle ilişkili ama ilişkili olmayanlarla da konuştuğumuzda gördük ki, istisnalar olsa da çoğu kendi kendilerini onarmayı başarmışlar.

Bu çoğunluk Kürt hareketiyle mi ilişkili?


Evet.

Çeşitlenmeler neler?

Kürt hareketinin değişik bileşenleri veya TİKKO, TKP, DEV-YOL vs. bileşenlerinin içerisindeler. Ama genel eğilim devlete ciddi eleştirinin varlığı ve kör bir intikam duygusunun olmaması.

Diyarbakır vahşeti için site kuruluyor

Çağrınızı yaparken kadın koğuşlarında kalanları da özel vurgu yaptınız. Görüşmelerde kadın ve erkek tanıklıklar ortaya çıkan arasında çarpıcı farklar neler?

Ben kadınlarla hiç görüşmedim. Kadınlar, taciz ve diğer cinsellikleri anlatırken sıkılıyorlar ama erkekler için de söz konusu. Erkeklerde de taciz edilmeyen yok. Ama konuşuyorlar. Diyarbakır bazı şeyleri alenileştirdi.

Görüşmeleriniz arasında Diyarbakır Cezaevi'nde bulunan Ahmet Türk, Gültan Kışanak ve Orhan Miroğlu da var mı?


Miroğlu yok ama diğerleri var.

Bu görüşmeler nasıl geçti?

Arkadaşlar görüştü. Diğerlerine benzer şekilde gelişti.

Bu kasetler paylaşılacak mı?

Şu anda bir Diyarbakır sitesi kuruluyor. Sitede, tanıklıklara dair formlar ve ek olarak kişilere dair kısa bir tanıtım yer alacak. Hazırladığımız rapor bittikten sonra bütün kamuoyuyla paylaşılacak.

Site ne zaman aktivize edilecek?

Şu anda bir arkadaşımız çalışma evresinde.

Kültür Bakanlığı: Diyarbakır Cezaevi satışa çıkarsa biz alırız

Belgeselini de yapacak mı?

Hüseyin Karabey yapıyor.

Başka yeni projeleriniz var mı?


Diyarbakır Cezaevi'nin müze olması için imza kampanyası yürütüyoruz. Diyarbakır Belediyesi onun yerini bize tahsis etmeye açık. Kültür Bakanlığı ile de görüştük, katkı istedik. Toplanılan 100.000 imzayla Kültür Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığa başvuracağız.

Kültür Bakanlığı ne dedi?

Yardımcı olacaklarını ve o bina satışa çıkarsa Kültür Bakanlığı olarak satın alacaklarını söylediler.

‘12 Eylül yargısı Diyarbakır Cezaevi’nden geçer’


Müzede neler olacak?


Müze olan yerde 537 kişi ile yapılan görüşmeler, Diyarbakır'da yapılan sergiler, dokümanlar sergilenecek. Temsilen heykeller yapılıyor. Sadece Diyarbakır'da da değil, bütün bölgedeki hak ihlalleriyle ilgili elbise, eşya ne varsa getirilecek. Bizim materyallerimiz önemli ölçüde hazır. Ayrıca buna sadece müze olarak da bakmıyoruz, cezaevinin çevresinde eğitim ve kültür merkezi de olmasını istiyoruz.

Mesut Yılmaz'ın "AB yolu Diyarbakır'dan geçer" sözünden yola çıkarak soralım: 12 Eylül yargısı Diyarbakır Cezaevi'nden mi geçer?


12 Eylül vahşetinin uygulandığı cezaevlerine, tek tek vakalara bakıyorum. Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu'nun yaptığı araştırma savcılığın soruşturma konusu oldu. Dava açılırsa, bu bir 12 Eylül yargısı olacak. Binlerce insanın konuşacağına ve bölge halkının da sahip çıkacağına inanıyorum. 12 Eylül'ün yargılanması Diyarbakır'dan geçeceğine inanıyorum.

İktidarla temas oldu mu?

İktidara sürekli “Meclis bünyesinde 12 Eylül Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu kurulsun” dedik. Bu komisyonda biz de görev alabilir, elimizdeki belgeleri sunabiliriz. Ayrıca, Meclis’te Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma Komisyonu’nun da kurulmasını istedik. Elimizde 500’den fazla kişinin görüşmesi var. Bunların hepsini sunmaya hazırız. Konuda uzmanlaştık ve bu komisyonda görev almaya hazırız. Ama iktidardan bu konuda ses gelmedi.

Hiç mi temas olmadı?

Oldu ama ses çıkmadı.

Kimlerle görüştünüz?


Bu iktidardan önce hükümet yetkilileriyle görüşmelerimiz oldu. Ama sıcak davranmadılar. Eski Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin'den de Diyarbakır sempozyumunda Meclis üyesi olmasını istedik. Mesafeli davrandılar.

Diyarbakır Cezaevi’nin müze olması için imza kampanyası başlattık ve 100.000 kişiye ulaştık. Bu talebimizi duymayan kalmadı. Yassıada demokrasi müzesi oluyor ama Diyarbakır için ses yok. Yine de bu baskı unsuru olmaktan ve üstüne gitmekten vazgeçeceğimiz anlamına gelmiyor.

Askeri vesayetin kalktığına tanıklık ediyoruz ancak yeni vesayet türlerinden bahsediliyor.

Öncelikle, 12 Eylül anayasası kalktı mı? Kalkmadı. Değiştirilmez maddeler değiştirildi mi? Değiştirilmedi.

İlk defa tartışmaya açılması önemsiz mi?


Biraz maddi düşünelim. MGK anayasadan çıkarıldı mı? Çıkarılmadı. Cumhurbaşkanlığı yetkileri kaldırıldı mı? Kaldırılmadı. Anayasası, kurumları ve kontrgerillasıyla, gizli yönetmelikleriyle, özel harp çileriyle, polisiyle güvenlik perspektifiyle hareket eden bir yapı var. AKP, kendi üzerindeki vesayeti kaldırırken elbette ki bunun askerin tartışılması gibi sosyal ve psikolojik önemli sonuçları oldu. Ancak, sistemi tasfiye etmedi. Yarın olur da iktidar değişirse, kanunlar olduğu gibi duruyor.

‘Kürt siyasetinde PKK vesayeti var diyen Ahmet Altan demagoji yapıyor’


Ahmet Altan, köşesinde “Biz ‘askeri vesayet’ten çıkıyoruz ama Kürtler ‘ağır bir askeri vesayet’ yaşıyorlar” dedi. Bu yeni vesayetler yeterince muhasebe ediliyor mu?

Bence, Ahmet Altan demagoji yapıyor. Kürtlerin kendilerini vesayet altında hissedip hissetmediklerini öğrenmek istiyorsa, kendisine Kürt coğrafyasını dolaşmasını salık veririm. İstanbul'dan Kürtlere akıl verme haddini bilmezliğini aşmak lazım. Kürtler ilk defa örgütlü bir güç, demokrasi talep eden bir halk haline geldi. Şunu düşünelim, bu coğrafyada bir erkek sinek bile kadınların yanına gidemezdi. Muhafazakar ve feodal değerlerin çok yüksek olduğu Kürdistan'da öyle bir kadın hareketi yarattılar ki Kürt hareketinin ayakta kalmasına temel oldu. Kadınlar hakkına, hukukuna sahip çıkıyor. Eşleri, onlara dayak atamıyor. Belediye çalışanının eşine dayak atınca maaşının eşine verildiğine tanık olduk. Bunlar yaşandı.

Kürt coğrafyasına gidildiğinde en sıradan insan bile kendisini PKK'li görür. Tabi, Kürtlerin de tuzu kurular var. Zenginleri, iş adamları, AKP'den ve düzenden yana olanları var. Onlar kendilerini vesayet altında hissetmiş olabilir ama onlara da şunu sormak gerekir: Devlet vesayetiyle aranız nasıl? Devlet ve ordunun vesayetini çok rahat kabul ediyorlar ama nereden çıktı bu PKK vesayeti? Elbette PKK’nin de eksikleri, zaafları var.

Herkesin PKK’li olduğunu söylediğiniz Kürt coğrafyasında büyük bir kesim AKP de oy veriyor. Seçimler bu görüşünüzü haksız çıkarmıyor mu?


O zaman yüzde on seçim barajını neden kaldırmıyorlar? Bir kaldırsınlar sonra konuşalım. Mevcut seçim barajı var oldukça meşruluk problemi var demektir. Önce bu noktayı halledelim.

PKK’nın eksiklikleri ve zaafları ne kadar eleştiriliyor?

Tabi ki eleştiriliyor, eleştirilmelidir de. Ben Kürt coğrafyasında bazı değerlere dikkat ettiklerini gördüm. Mesela, Kürt halkı liderlerine, şehitlerine hakaret edilmesini istemezler ama bu liderlerini eleştirmeyeceksin anlamına gelmiyor. Ancak, “iki vesayete de karşıyım” diyerek bir tarafsızlık modeli yaratmak, taraf olmak demektir. Eskiden "Devrimcilere de karşıyım faşistlere de karşıyım" diyenler vardı. Devrimcileri ve faşizmi aynı kefeye koydular. Bu aslında “PKK’ye de karşıyım devlete de karşıyım” modelidir. Böylesine büyük bir savaşta, kirlenmemek tabi ki mümkün değil ama bu noktada tarafsızlık modeli çizmek değil, kim haklıdır ona bakmak lazım.

“PKK, eleştirilmelidir” dediniz ancak, Dersim’de futbol oynayan bir polis ve maçı izleyen sivil eşinin öldürülmesini yazan Ahmet Altan için eleştirmeden önce bölgeye gitmesini salık verdiniz. Burada demagoji yok mu? PKK’yı eleştirebilmek için Reşadiye’ye, Bingöl’e, Tunceli’ye mi gitmek gerekiyor?

Bu eylemlerin değerlendirilmesi başka bir şey, PKK'nin Kürt halkı üzerinde vesayeti olduğunu iddia etmek başka bir şey. Ben böyle bir vesayetin olmadığını, örgütün moral/psikolojik etkisiyle devlet tipi vesayetin de aynı şey olmadığını söylüyorum. Bir milyon orduya, tüm egemen güçlerin saldırılarına rağmen o vesayet var ve sürüyorsa zaten kaybetmişsin demektir, ayrıca AKP'nin bölgedeki oy gücünün ne menem şey olduğuda ortaya çıkıyor.

HADEP’li Hikmet Fidan şiddeti reddettiği için PKK tarafından öldürüldü. Altan, aynı köşe yazısında "PKK'yı eleştirenler ‘hain’ ilan ediliyor" dedi. PKK’yı eleştirmenin koşulları neden oluşmuyor?

Ben bunları tartışacak bir noktada değilim. Hainleştirme ve ölümleri PKK’lilere sormak gerekir. Ama şunu söylüyorum, ortada hakları inkar edilen bir halk var ve eğer bir halk yok ediliyorsa, direnişi meşrudur. Uluslararası sistem bunu kabul eder. Bu anlamda Kürt siyasal hareketi, hakları inkar edilen bir halkın meşru direniş örgütüdür. Hataları ve zaafları vardır ama bunu Türk devlet sisteminin kürtlerle kurduğu ilişkilerle aynileştirmemek gerekiyor. Anlayan bir noktadan düşünmek gerekiyor. Ayrıca Hikmet Fidan'ın bildiğim kadarıyla öldürülme nedeni o değil. O evrede ABD kontrollü olan Osman Öcalan'ın kurduğu örgütün bölgede ki temsilcisi olduğunu duydum. Şiddeti ret ettiği için diye bir şeyde duymadım. Mesela Osman Öcalan şu an şiddeti ret ediyor ve yaşıyor. Hiç bir şey göründüğü gibi değil... Analizleri savaş politikalarınınmedya manipülasyonlarına dayandırmamak lazım.

Tamil Kaplanları'ı Yenilgisi ve PKK


Görünen o ki Türkiyedeki hükumet kendini Tamil Kaplanlarının 2009'da ki yenilgisine epey kaptırmış. Hükumetin bazı kalemşörleri de bu örnegi pişirip pişirip lanetli savaşa karar verenlerin önüne buyur ediyorlar.

Her şey bir kalem ucuyla o kadar rahat yürüyor ve başarılı sonuçlar alıyor ki, onlara göre Türkiye tarihinin görülmemiş refahına kavuşacak.

Bel bağladıkları bu lanetli savaşa kurtuluşları olarak bakıyorlar.

Sanki onlar Kürdistan'ı işgal etmemişler de, kürtler onların ülkesini işgal etmiş gibi, onca baskı ve zülmü kürtler çekmemiş de onlar çekiyormuş da tutturmuşlar kutsal kutuluş savaşının nasıl verileceğini ve günde kaç kişinin öldürülmesi gerektiğini buyuruyorlar akıllarınca.

Zaman Gazetesinin kendini kaybetmiş hükumet kalemşörleri daha ileri giderek Kürdistan da ölen askerlerin peygamber mertebesinde olduklarının fetvasını verdiler.

Peki nedir o kadar güvendikleri şey?

Savaş değil elbetteki, rengi cevabı bir değil, on kereden daha fazla TC ordusu 'sınır ötesi' operasyonlar yaptı. Sonuç alamadılar.

Yeni kurdukları özel ordularına mı güveniyorlar? Belki ama ben çok güvendiklerini sanmıyorum.

Güvendikleri tek şey var 2009 mayısında yenilgisini ilan eden Tamil Kaplanları örneği.

Tamil Aelam bölgesi 2009 mayısına kadar Sri Lanka da Tamil gerillaları tarafından kurtarılmış özerk bir alandı. Tamil Kaplanları (LTTE) Sri Lanka devletine karşı örgütün kurucusu Velupillai Prabhakaran önderliğinde 30 yılı aşkın savaş verdi ve 2009 baharında Sri Lanka devletinin eşi benzeri görülmemiş bir katliamla örgütün önderi katledildikten sonra dağıldı.

TC hükumeti devletiyle aynı tekerürü kürtler üzerinde denemek istiyor.

Tutar mı?

Nasreddin Hoca'nın göle maya çalmasına benziyor, kendileri ya tutarsa diye dua ediyordur.

Bu işler dua ve niyazla olmaz, olsaydı şimdiye kadar on tane Kürdistan kurulurdu.

İşin gerçeğine dönersek, bir savaş kapıda.

Durum sağlıklı tahlilleri gerektiriyor.

Ben 2004 yılına kadar o alanlardaydım, deyim yerindeyse Zap'tan Kandil'e kadar adım adım gezmişliğim ve görmişlüğüm var.

Eğer haneye bir zaafiyet olarak yerleştireceksek, gerillaya yapılacak en büyük kötülük rehavete kapılması ve yerleşik yaşama geçmesidir. Bazıları buna erken iktidar hastalığı diyor. Kanaatimce Tamil Kaplanlarının yenilgisinin altında yatan temel neden buydu ve bir de arkalarını dayadıkları deniz. Özerk bölgede sivil halkla birlikte ve iç içe geçerek gerilladan giderek uzaklaştılar ve zaten son savaşlarını da düzenli ordu tarzında vererek yenildiler.

Şimdi gelelim Kandil'e ve PKK gerillalarına.

Bir kere cografik yapılar hiç birbirine benzemez.

Zagros dağ silsilesi Tamil Aelam bölgesinde olsaydı bugün bunları konuşmuyor olacaktık sanırım.

Bir diğer husus ve sanırım AKP akiladamlarının göremediği gerçek şudur: Öcalan'ın yakalandığı günden itibaren kesintisiz bir şekilde PKK kendi içinde sayıları bir kaç taburu bulan ve binlerle ifade edilen Özel Kuvvetleri veya işte timleri var ve yetiştiriyor. Bu timler kafaları puşili ve değil aileleri, sıradan gerillalarla da görüştürülmüyorlar.

2004'te Maxmur kampına gelipte çocuklarını görmeye gelen ailelerin gerisin geriye nasıl gittiklerini ve çocuklarıyla görüştürülmediklerine şahit oldum. Özel Kuvvetlerde olan çocuklarının hangi alanda oldukları dahi söylenmiyordu.

O zaman o birliklere seçilmenin temel kıstaslardan birinin 'gerektiğinde intihar eylemi gerçekleştirebilecek yapıda olması' idi. Osman Öcalan bunları iyi bilir çünkü ayrılana kadar muracaatları o kabul ediyordu.

Ayrıca yapılan bütün operasyonlarda PKK'nin dağılıp toplanma taktiği yönelimleri hemen hemen her zaman boşa çıkarmıştır. PKK gerillası kıvrak ve esnek bir hareket kabiliyetine sahip. İki-üç kişilik gerilla gruplarına bölünebiliyor ve gerektiğinde hemen toparlanıp eyleme 200-300 kişilik gruplarla geçebiliyor.

Tüm bu gerillasal veriler bir yana unutulan iki husus daha var. O da bir aktif siyasallaşmış kitle desteği ve hala nasıl bir yapılanma olduğu anlaşılamayan TAK.

TAK kürtlere yönelinmesi durumunda Türkiyeyi kana bulayacağını ilan etti.

Çok sayıda PKK gerillasının bazı ülkelerin istihbaratta yer alan ve bomba eğitimi konusunda uzman olanlarla patlayıcılar konusunda eğitildikleri bilinen bir gerçek.

TAK bu işin neresinde yer alıyor onu bilemem ancak, sayıları yüzlerle ifade edilen sivil giyinimli gerillaların çeşitli ülkelerde kaldıkları ve olası bir durumda harekete geçebileceklerini tahmin etmek zor değil.

TC savaş güçleri eğer bir yandan Kandil'e bitirme amaçlı yönelir ve diğer taraftan da kürt siyasetçilerini tutuklar, katleder ve katliamla Hakkariden Fıratın öte yakasına kadar yönelirse TAK'ın İstanbul. İzmir ve diğer büyük şehirlerde nasıl bir tablo ortaya cıkaracağını insan düşünmek bile istemiyor.

TAK sivilleri hedef alır, büyük alışveriş merkezlerini yerlebir ederse ne hükumet nede onun o kalemşörleri o vebalın altından kalkamazlar. İç savaş, batıda kan gövdeyi götürür.

Benimkisi bir ihtimalli düşünce, ve dilerim korktuklarım gerçek olmaz. ama gerçek de budur Tamillerle kıyaslama yapılacaksa bu saydıklarım gözardı edilemez, edilirse tüm Türkiyeye kaybettirilmiş olur.

Kişi kendini padişah olarak görse de bu hakkı kendinde görmemelidir.

Nizamettin Akkurt
nizamettin_akkurt@hotmail.com

Bir Darbenin Anatomisi

Çığlık sesleri Diyarbakır’ ın Bağlar semtinden duyulurdu. Şiddetin ve işkencenin boyutları cezaevinin dışına taşmıştı, insanlık ve onun onuru Amed ve ülkenin birçok yerinde ayaklar altına alınıyordu.Diyarbakır cezaevinde yapılmak istenen kimlik arayışını, bir halkın uyanışını , Kürtlüğünü ve insanlığını unutturup soysuzlaştırmaktır bir nevi. Bu en umutsuz anda bile Amed, zindanındaki işkence seslerini duyan Hayri Durmuş, devrimci bir iyimserlikle yanındaki yoldaşlarına şunu söyler : Duyun bu insan çığlıklarını ülkemiz Vietnamlaşıyor.

12 Eylül cuntasına Amed zindanıyla giriş yapmam şunun içindir: Geçmişte Vietnam’da Sargon zindanları ne ise , Şili’ de Santiago hapishaneleri ve bugün Irakta ki Ebu Garip işkence haneleri ne anlam ifade ediyorsa , Amed zindanları da bu ülke halkı ve devrimcileri için aynı anlamı ifade etmektedir.Yapılan bu işkenceler ve baskılar sonucu yönetenler , yönetilenleri istedikleri gibi dizayn edip bir hizaya sokamadılar.Egemenlerin ; 12 Eylül darbecilerinin bu baskısı süreç içerisinde kendi aleyhlerine sonuçlar vermeye başladı . Yani Kürt Ulusallaşmasını, bu baskı ve yok etme sindirme süreci daha da hızlandırdı.Diyarbakır Cezaevi, Kürtlerin halk olarak kendilerini yeniden oluşturmalarını sağladı.12 Eylül askeri cuntasının amacı ülkedeki yöneten , yönetilen ilişkilerini yönetenlerin çıkarı doğrultusunda yeniden kurmanın adıdır.Askerin geçmişten bugüne siyaset üzerinde etkili olması siyasete sürekli 28 Şubatçıların tabirini kullanmak gerekirse balans ayarı yapmasına neden olmuştur.1960’lardan sonra gelişen sosyalist hareket , işçi sınıfı ve 1970’lerle beraber ortaya çıkmaya başlayan Kürt muhalefeti askerin ve onun şahsında teokratik düzeni sorgulamaya başlamışlardır.

Bu sorgulama süreci askeri ve onun şahsında Türkiye burjuvazisini rahatsız etmeye başlamıştır. O dönemin konjüktürüne baktığımız zaman, iktisadi anlamda Türkiye egemenleri’nin lehine olacak bir iktisadi dönüşüm isteniyordu.1980 öncesi ithal ikameci ekonomi modeli uygulayan ülke , yani bunun anlamı , teknoloji dışarıdan ithal edilir , ara mallar makineler hepsi ithaldir. Bu ithal üretim unsurlarının yurtiçindeki montaj fabrikalarında birleştirilmesidir. Bu dönemde sadece sanayi alanında oda sanayinin en alt üretim biçimiyle kendi varlığını sürdüren T.C burjuvazisi , 12 Eylül ile beraber sanayiden finans alanına da sıçrama yapmıştır.Artık sadece sanayi ile uğraşmayan , sanayi ile finas’
ı ortak yürüten daha bir genişleyen büyüyen bir Türkiye burjuvazisi oluşmuştur.Dünya kapitalizmi nin ortaya çıkardığı yeni bir işbölümüne uyum, Türkiye cephesinden 12 Eylül ile beraber olmuştur.12 Eylül’den sonra darbecilerin toplumsal muhalefeti bastırıp siyasal iklimi burjuvazinin lehine dönüştürmesinden sonra Türkiye burjuvazisi dışa açılmaya başlamıştır.

Bu dışa açılma, içeride yoğun bir emek sömürüsüyle
, yani bir nevi iç sömürü sonucunda yaşanmıştır.Sosyalist örgütlerin , partilerin , sendikaların , sivil toplum kuruluşlarının kısacası toplumsal muhalefetin bastırılması ücretlerde büyük düşüşlere neden olmuş , alttan sistemi zorlayacak bütün ilerici ve devrimci kanallar ortadan kaldırılarak, Türkiye burjuvazisinin eli yönetilenlere karşı daha bir güçlenmiştir.Bu durum büyük bir artı değer sömürüsünün yaşanmasına sebebiyet vererek burjuvazinin büyük karlar elde ederek sermayesini daha da şişirmesine yol açmıştır.Koç , Sabancı ve Eczacıbaşı gibi sermaye kuruluşlarının zirve yapıp toplumsal skala’nın en üstüne tırmanmaları da bu dönemde yaşanmıştır.12 Eylül darbesinin bir diğer nedeni ise: ABD’nin Ortadoğu’ daki iki ileri karakolunun düşmesidir. İran’ da Şahın devrilip Humeyni’ nin iktidara gelmesi ve Afganistan’ da SSCB yanlısı bir hükümetin oluşması , bu iki neden ABD’ nin çabuk hareket etmesini sağlamış ve Türkiye’ nin de elden çıkmaması için 12 Eylül darbesi ne giden süreç çabuklaştırılmıştır.

Dolayısıyla özetlemek gerekirse: 12 Eylül ile beraber Neo liberal bir sürecin içine girildi. İşçi sınıfının , Kürt halkının kazanımları yarattıkları zenginlikler ve değerler yönetilenler tarafından devlet şiddeti kullanılarak gasp edildi , silah zoruyla bunlara el konuldu.Şu yanılsamadan kurtulmak gerekir. 12 Eylül sağ – sol çatışmasını bitirmek için gerçekleşen bir darbe değildir . 12 Eylül sosyalistlere ve Kürtlere karşı gerçekleştirilen sağ bir darbedir.

MEHMET CAN

Şemdinli'de Mermi İsabet Etmeyen Ev Yok


Hakkari'nin Şemdinli İlçesi'nde yaşanan ve 3 sivil, 2 PKK'li ile bir asker ve bir polisin yaşamını yitirdiği, 4'ü sivil 10'un üzerinde kişinin yaralandığı çatışmanın ardından ilçeye giden BDP heyeti, incelemelerini tamamladı.

BDP Hakkari Milletvekili Esat Canan, ilçede tam bir "vahşetin" yaşandığını ve mermi isabet etmemiş ev kalmadığını belirterek, yaşanan olayın sorumlusunun "Sözün bittiği yerdeyiz" diyen Başbakan Erdoğan olduğunu söyledi.


Hakkari Milletvekili Esat Canan, Yüksekova Belediye Başkanı Ercan Bora, Esendere Belediye Başkanı Hurşit Altekin, İl Genel Meclis Başkanı Ferzende Yılmaz'ın da aralarında bulunduğu 15 kişiden oluşan BDP heyeti, Şemdinli Belediyesi, hasar gören evler ve Şapatan Köyü'nde incelemelerde bulunurken, yaşamını yitiren yurttaşların ailelerine de başsağlığı ziyaretinde bulundu.


Savaş alanı görünümünde olan ilçedeki inceleme sırasında İlçe Emniyet Müdürlüğü, Jandarma Tugay Komutanlığı ve belediye binasında ciddi hasar oluştuğu görüldü. Heyete bilgi veren görün tanıkları ise çatışma sırasında bir PKK'linin yaşamını yitirdiği, İlçe Jandarma Komutanlığı'na girmek isterken yaralanan bir PKK'linin de 30 metre süründükten sonra üzerindeki bombayı patlatarak yaşamına son verdiğini ileri sürdü. Çatışmada bir PKK'linin de yaralı olarak yakalandığı iddia edildi.


Havan mermileri hala evin damında


Olaylar sırasında asker ve polislerin rastgele açtıkları ateş sonucu roket ve mermileri hedefi olan Şemdinli davası mağdurlarından Umut Kitap evi sahibi Seferi Yılmaz'ın evini ziyaret eden heyetin incelemeleri sırasında, evin tüm camlarının kırıldığı, evin damında ise halen iki havan mermisinin durduğu görüldü. Camları kırılan belediye binasına da çok sayıda mermi isabet etmiş ve maddi hasar oluşmuş durumda.


Doktorların zırhlı araç talebi kabul edilmedi


Yaşamını yitiren Necdet Güreli, Tayyar Güreli ve Osman Ertaş'ın ailelerini de ziyaret ederek başsağlığı dileğinde bulunan heyet üyeleri Şemdinli Devlet Hastanesi'ne giderek Başhekim Aziz Soylu'dan bilgi aldı. Başhekimi Soylu, olaydan sonra hastaneye gelmek için çok zorlandıklarını belirterek şu bilgiler verdi: "Çatışmadan sonra yaralılara müdahale etmek için hastaneye gelmek istedik. Bunun için ilk olarak emniyetten zırhlı araç istedik. Fakat bu talebimize olumlu cevap verilmedi. Ölümü göze alarak 16 arkadaş olarak hastaneye çok zor şartlar altında geldik. Ama ölen 3 kişi de hastaneye getirildiklerinde yaşamlarını yitirmişlerdi. Onlar için yapılacak bir şey yoktu. Fakat yaralılara ilk müdahalede bulunduktan sonra sevk ettik." Yaşamını yitiren Osman Erbaş'ın yaralı halde saatlerce bekletildiği yönündeki iddiaları soran heyet üyeleri Soylu, ambulans gönderme yetkisinin olmadığını savunarak, yetkinin 112 Acil'de olduğunu kaydetti.


Ardından Altınsu (Şapatan) Köyü'ne giden heyet üyeleri, ilk olarak Güreli kardeşlerin yaşamını yitirdiği yerde inceleme yaptı. Köyün tam ortasında yol kenarında ve Jandarma Tugay Komutanlığı'nı karşıdan gören olay yerine isabet eden havan topundan dolayı derin bir çukur oluştuğu görülürken, havan topunun parçaları ise halen olay yerinde duruyor. Görgü tanıkları, köylülerin ilçe merkezindeki çatışmayı izledikleri esnada komutanlıktan havan atıldığını ve havanın köylülerin 3 metre yakınına düştüğünü belirterek, şarapnel parçalarını ile iki köylünün yaşamını yitirdiğini söyledi.


Canan: yaşananların sorumlusu AKP'dir



İncelemelerden sonra köyde kısa bir açıklama yapan BDP Hakkari Milletvekili Esat Canan, Şemdinli'de insanlık dışı bir olay yaşandığını belirterek, olayın sorumlusunun AKP ve Başbakan Erdoğan olduğunu söyledi. Ölümlerin sorumlusunun "Sözün bittiği yerdeyiz" diyen Başbakan Erdoğan olduğunu ifade eden Canan, "Burada dün gece gerçekten bir vahşet yaşanmış. İlçe merkezinde ağır silahlar kullanılmış. Silahların isabet etmediği ev kalmamış" dedi. AKP bütün barış çabalarına kapısını kapattığını dile getiren Canan, "Sayın Öcalan'ın barış taleplerine tecritle cevap vermiştir. Artık bu zihniyet değişmelidir. Bu zihniyet sürdükçe halklar arasındaki bağ da kopacaktır" şeklinde konuştu.

Canan, yaptıkları incelemelerin sonuçlarını önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklamayacaklarını sözlerine ekledi.


Kaymakam görüşmedi


Ardından Şemdinli Kaymakamı ile görüşmek için kaymakamlık binasına giden Esat Canan, polis tarafından içeri alınmadı. Milletvekili olduğunu ve kaymakamla görüşmek istediğini belirten Canan'a, polisler kaymakamın talimatı olduğunu ileri sürerek, binaya almayacaklarını söyledi. Bunun üzerine Canan kaymakamla görüşmeden ayrılmak zorunda kaldı.

BDP heyeti Şemdinli'ye gitti

Şemdinli'de dün gece boyunca devam eden ve asker ile polislerin açtığı ateş sonucu Necdet Güreli, Tayyar Güreli ve Osman Ertaş'ın yaşamını yitirmesinden sonra BDP heyeti, ilçeye doğru yola çıktı. BDP Hakkari Milletvekili Esat Canan, Yüksekova Belediye Başkanı Ercan Bora, Esendere Belediye Başkanı Hurşit Altekin, İl Genel Meclis Başkanı Ferzende Yılmaz'ın da bulunduğu heyet, Şemdinli'ye gitti. Heyet ilk olarak yaşamını yitirenlerin ailesi ve olayın görgü tanıklarıyla görüştükten sonra konuyla ilgili açıklama yapacağı belirtildi.

DİHA

12 Eylül ve 2. El-Cumhuriyet'in İlke ve İnkılapları

Öte yandan "liberal bir ütopya olarak 2. Cumhuriyet" ve onun "organik aydınları"ndan söz etmezsem olmaz. Bunlar, malum, artık AKP’nin ve cemaatin organik aydınları oldular. Mabetleri de Taraf gazetesi... Hatırladığım kadarıyla Gramsci aydınlar için, "egemen sınıfın toplumsal hegemonya ve siyasal idare işlevlerini yürüten 'vekilleri' veya ‘üst yapı memurları’" demekteydi.

Bugün 12 Eylül: iki yıldönümü birden var; birisi otuz bir yıl öncesinin öteki bir yıl öncesinin vukuatı.

Birinci
12 Eylül hakkında ne diyeyim? Söylenmedik söz kalmadı ki. Mutlaka daha önce de yazmışımdır, 1980 yılında darbe yaptılar, sağı etkinleştirdiler, solu etkisizleştirdiler, toplumu çürüttüler. Bunun için insanlara ve topluma işkence yaptılar. İşkence ile korku ve dehşet toplumu yarattılar. Bu da yetmedi, ideolojik işkence ile toplumun beynini yıkadılar. Sermaye dışında sınıfsal kimlikleri iptal ettiler. 12 Eylül toplumu sınıfsal bakımdan kimliksizleştirirken, kimliksizleşen toplumun bireyleri, ilkel kimliklerine rücû ettiler; milliyetlerine, mezheplerine, hemşeriliklerine... Ve böylece gelmedik mi geçen yıl ikinci bir 12 Eylül’e?
Gelmekle
kalmadık, bir de 2. el-Cumhuriyet’le tanıştık. Ve bugün 2. el- Cumhuriyet’in ilanının da birinci yıl dönümü. Geçen yılki referandumda kuruluşu onaylanmıştı, unutmayalım. İyi de asıl milat olarak niye 12 Haziran seçimlerini almıyoruz? Hayır, o seçimde sadece AKP’ye oy verilmişti, oysa 12 Eylül referandumunda fiilen 2. el- Cumhuriyet oylandı ve büyük bir çoğunluk tarafından kabul edildi, bence tarihe böyle kayıt düşmekte fayda var.

Birinci
12 Eylül kendisine kitle tabanı yaratmak, destek bulabilmek için "kardeş kavgasına son" demişti. En kısa sürede yeni bir anayasayla demokrasiye geçilecek sözü vermişti. İkinci 12 Eylül’de oylanan ise eski 12 Eylül’e "de" karşıy-"mış gibi" bir torba referandumuydu; "torba dolusu" vaatte bulundular; "ileri demokrasi" filan dediler, yeni bir anayasayla en hakiki demokrasiye bu kez onlar geçeceklerdi. Mütekait darbeci Kenan Evren’in ifadesi alındı, buna karşılık ödenen bedelleri biliyorsunuz işte; HSYK ile yargı gitti, sendikalara bir darbe daha... 12 Haziran sonrasını da hep birlikte yaşıyoruz, buna yaşamak denirse...

Peki
bu işler neden ve nasıl böyle oluyor? Efendim, 1923’te 1. Cumhuriyet üç fobi üzerine kurulmuştu: Komünistler (sınıf mücadelesi), siyasi İslamcılar (şeriat) ve Kürtler (bölücülük)... Önce, birinci fobi enterne edildi... Arenada siyasi İslamcılar ile Kürtler kaldı. Sonra Birinci 12 Eylül aslında siyasi İslamcıları palazlandırdı. (28 Şubat’ta ise sadece sakalları kesilmişti ve haliyle daha gür çıktı.)

İroni
şu ki, siyasi İslamcılar şimdi asli kurucular haline geldiler. Onların fobisi de yine üç kategoride: Kemalistler, Kürtler ve elbette (hayalet halinde bile olsa) yine Komünistler...

1.
Cumhuriyet’ten 2. Cumhuriyet’e geçiş evrimsel tarzda oldu: Güçler dengesi değişti... Ya da değiştirildi... Malum hikâye. Yani ABD, artık terazinin kefesinde ağırlığını askeriyeden yana koymamıştı. Yoksa vakti zamanında Demirel’in "suçu" neydi, Erdoğan’dan daha az mı sivildi? Bir süre ikili iktidar yaşandı ve bitti. Yani rejimin bekçileri (askerler) değişen koşullara "ikna" edildiler.

Dikkat edin, devrim’den değil evrim’den
söz ediyoruz. Çünkü 1. Cumhuriyet yıkılmadı. Üstüne ikinci kat çıkıldı. Yani temel aynı! Kapitalizm. Ve alt kattaki bazı odalar iptal oldu ya da başka işte kullanılır oldu. Binadaki düzenleme değişti; yargı, askeriye, medya, vesaire yeni odalarına taşındılar.

Şimdiii... Biçimsel değişikliklere bakıp alkış tutanlar,
geçen yıl referandumda vesayete son verdik diye çığırtanlar, vesayet askerden gidince otomatikman demokrasi geldi sananlar... Bunların en iyi niyetlileri, gardırop siyasetçileridir, gardırop Atatürkçülüğü yerine gardırop İslamcılığını yeğlemişlerdir.

***


1.
Cumhuriyet deyince akla gelenler arasında "kazanımlar" yani "ilke ve inkılâplar (reformlar)" var. Elbette 2. Cumhuriyet’in de kendine has ilke ve inkılâpları oluyor, olacak...

Gerçi bunlar inkılâp ya
da reform demiyorlar. Bir yandan kapanımı ("tesettürü") savunurken bir yandan da "Açılım" diyorlar... Önce AB açılımıyla başladılar, fos çıktı... Kürt açılımı, Alevi açılımı... Bunların da foyası çıktı. Şimdi: Ortadoğu açılımı...

Saltanatın
ve hilafetin kaldırılması, laiklik gibi doğrudan rejim değiştiren "burjuva devrimi" hedefleri yanı sıra; 1. Cumhuriyet’in inkılâpları da, Batılılaşmak, kapitalizmin rasyonellerine sahip çıkmak ve bu doğrultuda elbette toplumdaki kadim muhafazakârlaşmayı da "çağdaşlaştırmak" kaygısıyla yapılmıştı. İşte bu inkılâpların 8 tanesi 1982 anayasasının (Birinci 12 Eylül anayasasının) 174. maddesiyle koruma altına dahi alınmıştı, yani değiştirilemiyorlardı. (Yeni anayasalarında bu maddenin yer almayacağı belli.)

Koruma altındaki inkılâplardan ilki, "eğitimde birlik"; yani medrese – mektep (okul) ayrımının ortadan kalkması... Şimdi
yeni doğrultuda bütün okullar medrese olmuyor mu? Üniversitelerin tamamına yakınında cami yapıldığını biliyorsunuz değil mi? Birinci 12 Eylül imam hatiplerin önünü açmıştı. Bunlara ilaveten her biri kapalı kutu olan cemaat okulları, YÖK, ÖSYM sınav skandallarıyla medreseleşmede epey yol alındı... Diğer inkılâplardan "şapka kanunu"na nazire türban kanunu çıkar mı, onu bilemem. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, belki sadece "Cemevleri de tekkedir" diye yorumlanabilir; diğer manada memleketin her zaviyesi zaten birer tekke. Medeni kanun, yani resmi nikâh şartı fiilen delindi zaten. "Başakevler" haberlerini okumuşsunuzdur. Bir de en son imam nikâhlı eşe nafaka verilmesi davası vardı; böylece ikinci ve üçüncü eşler meşrulaştırılıyor, yani medeni kanun bizatihi hükümet tarafından sessizce iptal ediliyor... Lakap ve unvan yasağı: bunlar, gerçi önce Kemalist "Paşalar" tarafından delinmişti, şimdi de bir "Hocaefendi" lakabıyla deliniyor, peki "Usta" da bir lakap değil mi? Öte yandan İkinci 12 Eylül anayasasının kesinlikle dokunmayacağından emin olduğum iki "inkılâp" var: Birisi rakamlar, böyle yapınca işin ucu paraya dokunur, dokunmazlar; ikincisi, gönülleri istese de Latin harflerini değiştirmezler, Amerikanca-İngilizce de Latince çünkü... 174. madde kapsamında olmasa da, hani bir de kadınlara seçme-seçilme hakkını veren kanunlar vardı. Kadın’ın siyasetteki ve toplumdaki mevcut konumu değiştirilmiyor mu? Üç çocuk doğur, türbanını tak, gerisine karışma! Yoksa töre kurbanı olursun. Eskiden siyasi İslamcılar "inkılâp" kelimesi yerine ısrarla "inkilap" [köpekleştirme] yazarlardı. Ama belki asıl şimdi tam yerine denk geliyordur.

Kemalizm’in "cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik" diye başlayan
ve Altı Ok olarak da bilinen altı ilkesi yerine: İmanın Altı Şartı! İlkeler yerine bu şartlar yeterli. Aslında 2. el-Cumhuriyet’in bunlara da pek itirazı olmamalı. İran’da bile cumhuriyet yok mu? Var. Milliyetçilik? AKP afişlerinde baş köşede. Halkçılık? Popülistliğin daniskası bunlarda, üstelik pekâlâ "cemaatçilik" diye yorumlanabilir. Devletçilik? Bu zaten çoktan kadük olmuştu. Kemalistler bile Atatürkçü olunca bu ilkeden vazgeçmişti. Şimdi Özelleştirmecilik ilkesi var. Laiklik? Yeni bir tanım, yeni bir hayat: Laikliğin tanımını değiştirler işlemi tamamlarlar. İnkılâpçılık? "Devrim" kelimesi Erdoğan’ın da dilinden düşmüyor. Ama yerine geçecek daha uygun kelimeyi söylemiştim: Açılımcılık.

Birinci
12 Eylül = Birinci Cumhuriyet çocuğudur. İkinci 12 Eylül = İkinci Cumhuriyet’in ebesidir. İkinci 12 Eylül, Birinci 12 Eylül’ün Cumhuriyeti’nin numarasını değiştirirken, onun asli unsuru olan neo-liberalizm programının (24 Ocak kararlarının) sürdürülmesidir, nihai zaferidir.

Bu
arada ABD’nin "çocukları" değişmiş oldu. Yeni evlat edindiler. Ya da ikinci 12 Eylül de onlar için bir nevi "Our boys have done it" [bizim çocuklar becerdi] şeklinde tecelli etti, o kadar. Otuz bir yıl önce işveren sendikası patronunun "Dün biz ağlıyorduk, şimdi işçiler ağlasın" lafına da bir ilave geldi: "Dün biz ağlıyorduk, bugün laikler ağlasın!" Korkmayın, Rejim (adı Cumhuriyet) "kendini intihar" etmiyor, sadece kendini yeniden üretiyor...

Peki
gün gelir, AKP seçim kaybederse rejim yine değişir mi? Hayır, sel gider kum kalır; hem de epey uzun bir dönem. Şurası tarihsel bir gerçek: 1. Cumhuriyet dimdik ayakta durmuyordu ki… İçten içe bütün kurumlarıyla çürümüştü… Kontrgerilla bir yana, yolsuzluk, rüşvet… Asker paşalarının itiraflarını daha yeni dinledik. Yani Ergenekon operasyonu filan olmadan da zaten bu eski cumhuriyet handiyse üflesen yıkılacak durumdaymış. Ve restorasyonunu ise şimdiki muktedirler yapıyor. İkinci kat çıkarak...

Kapitalizmin geldiği evre, sınıflar mevzilenmesindeki farklılaşma, küreselleşme, neo-Osmanlıcılık
filan; bunların hepsini yazdık çizdik. Başkanlık rejimi arayışında eskinin "tek parti rejimi"ne doğru yol alındığından, vali – il başkanı özdeşleşmelerinden, parti devleti oluşumundan, tek seçici-tek adam Erdoğan’dan söz edip lafı daha uzatmayalım. Nasıl olsa, şu başlıkları ileride açarız: 1. Cumhuriyet Osmanlıyı imha peşindeydi, 2. el-Cumhuriyet Osmanlıyı ihya peşinde, Ortadoğu’da ABD eliyle gerdeğe giriyor. Ortadoğu’nun dizaynında taşeronluk üstleniyor. Kürt meselesi, artık hakikaten Ortadoğu meselesi haline geldi (zaten Kürtler de böyle diyordu, haklı çıktılar!).

Öte
yandan "liberal bir ütopya olarak 2. Cumhuriyet" ve onun "organik aydınları"ndan söz etmezsem olmaz. Bunlar, malum, artık AKP’nin ve cemaatin organik aydınları oldular. Mabetleri de Taraf gazetesi... Hatırladığım kadarıyla Gramsci aydınlar için, "egemen sınıfın toplumsal hegemonya ve siyasal idare işlevlerini yürüten 'vekilleri' veya ‘üst yapı memurları’" demekteydi. Şimdi "AKP devleti" ile "sivil toplum" arasında volan kayışıdırlar. AKP devletinin ideolojik aygıtlarıdırlar... İşlevleri de, yeni muktedirlerin menfaatlerini "genel, ortak" değerler olarak sunmak. "Organik" lafının, gündelik dildeki, mahalle pazarındaki anlamı elbette farklı. Pespaye bir espri yapmayı göze alsaydım, bunların aslında organik değil hormonlu, yani mutasyona uğramış olduklarını dahi yazardım.

Sonuç? Amaç
elbette "kontr-restorasyon olsun, 1. Cumhuriyet’e geri dönülsün" olamaz. Bu yüzden aklı başında her solcu 1. Cumhuriyet’in ürünlerinden biri olan Birinci 12 Eylül’ü istemediğinden İkinci 12 Eylül’de "Hayır" demeyi bilmişti. 1. Cumhuriyet yetmedi, ikinci kat çıkıldı, 2. el-Cumhuriyet kuruldu, kuruluyor. Bu durumda bizler bu kez 3. Cumhuriyet ya da üçüncü kat olarak, numaralı ya da numaradan bir cumhuriyet mi isteyeceğiz?

Hayır
. İstediğimiz, kendi sağlam temelleri üzerinde kendimizin inşa ettiğimiz "başka" bir cumhuriyettir; buna da ancak amelelerin mühendis, mühendislerin amele olduğu bir inşaatla başlanabilir.

Birgün