27 Temmuz 2011 Çarşamba

İslam Abdestli Kapitalist Üretmez

Eliaçık'tan muhafazakar sermayeyi kızdıracak sözler
 
İslam abdestli kapitalist ÜRETMEZ“Müslüman sosyalist olabilir ama kapitalist olamaz” diyen muhafazakar camianın “aykırı sesi” Eliaçık’tan yükselen muhafazakar sermayeyi kızdıracak sözler: “Muhafazakarları bilmem ama İslamcılar lüks içinde yaşayamaz. İşyerine mescit açmayı alternatif olmak sayıyorlar, bu doğru değil”

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu Ocak ayında partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada ilk kez ‘kenz’ ifadesini kullandı ve “Türkiye’nin başında dünyalığını yapan bir iktidar var. Onlara ‘kenz’ ekibi diyoruz. Kendi dünyalığını yapan ekip var” dedi. Bir çok insanın bilmediği bu kelimenin anlamı ‘yığmak, biriktirmek”, literatüre girmesini sağlayan da İslamcı bir yazar olan İhsan Eliaçık. Kendine ait internet sitesinde yazılarını paylaşan bu aykırı isim, son dönem lüks araçlara binen, mülk biriktiren Müslümanları eleştiriyor. Eliaçık, Müslümanların sosyalist olabileceğini ama asla kapitalist olamayacağını savunuyor. Eliaçık savunduğu gibi de yaşıyor. Dergisinin gelirini çalışanlarıyla paylaştığı biliniyor, “Tam bir komünist gibi yaşıyorsunuz” denince “Hayır tam bir Müslüman gibi yaşıyorum” karşılığını veriyor.

* “Kenz”in tam anlamı nedir? Kısaca tanımlayabilir miyiz?
 
Kenz biriktirmek, yığmak, hazine yapmak demek. Değer ifade eden herhangi bir şeyi kişisel servet amacıyla biriktirme, stok, istif manasına gelir. Kur’an şahsi zenginliğe izin vermiyor. Orta halli yaşayacaksınız. 10 tane fabrikanız olabilir ama malınız olmayacak. Fabrika kenz yani servet demek değildir. Fabrikanızı da ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni içinde işleteceksiniz. İşçinin ücretini asgari ücrete göre değil; açlık hatta yoksulluk sınırına göre vereceksiniz ve üründen elde edilen karın en az yarısı emekçinin olacak. Şimdi bütün bunlar patronlara gidiyor, onlar da bundan kenz yapıyor, zenginleşiyorlar. Halbuki emekçinin hakkı onlar. Buna emek-sermaye ortaklığı diyoruz. Bir ileri aşaması ise değerin kaynağının yalnızca emeğe ait olmasıdır.

* Sizi kenzle ilgili çalışmaya düşünmeye iten şey ne oldu?
 
Dindar zihinde kenz, infak, mülk kavramlarının öldüğünü gördüm. Resmen zihinlerinden silmişler. Kur’an’ın her şeyini tartıştılar, bölündüler ama sıra buna gelince tek yumruk oluyorlar ve şahsi mülkiyeti ve zenginciliği savunuyorlar. Peygamberimizin neden mülkiyetsiz öldüğünü açıklayamıyorlar.

* Muhafazakarlar ‘kenz’ konusunda biraz değiştiler mi yani?
 
Değişme var ama şöyle: Eskiden tersini düşünürken şimdi böyle yapıyor değiller. Zaten eskiden de böyleydiler ama ellerine fırsat geçmemişti. Şimdi bu fırsatı yakalayınca gönül rahatlığıyla yığıyorlar, biriktiriyorlar, rahatsız olmuyorlar. Din anlayışlarında bir sorun var.

* Lüks arabalarla dolaşan türbanlı kadınlar’ bir dönem tartışıldı. Kapalı insanlar, muhafazakarlar veya İslamcılar lüks arabalara binemez mi?
 
Muhafazakarları bilmem, onları kendimden kabil etmem. Ama İslamcılar, evet lüks yaşayamazlar. Peygamberimiz lüks ve pahalı tabloların asılı olduğu evlere girmezdi. Neden? Resim olduğu için değil lüks ve şatafat gösterisi olduğu için. Altını ve ipeği yasaklamıştı, çünkü lüks ve şatafat ehlinin yaşam tarzını yansıttığı için. Fakat sonra erkeklere haram, kadınlara serbest yaptılar. Adam kendisi altın yüzük takmıyor ama karısının kollarını şangır şungur altınlarla dolduruyor. Yolda yürürken örtüsünün altından altın, bilezik şakırtıları geliyor. Burnunu göstermekten çekiniyor ama altın bilezik şakırtılarından hiç rahatsız olmuyor. Neymiş, kadınlara caizmiş, Hayır! Müslümanım diyen hiç kimse böyle zengin budalası olamaz.

* Sermayenin muhafazakar bir iktidarla el değiştirdiği, ’Beyaz Türklerden’, ‘Anadolu’nun muhafazakar insanlarına geçtiği iddiaları doğru mu size göre ve farkları nedir?
 
El değiştirmiyor, onlara katılıyorlar. Muhazakârlar Kur’an’da geçen tabirle “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” (mele-i mütref ) sınıfına dahil oluyorlar. Bunu sanki bir maharetmiş gibi sunuyorlar. Halbuki kazandıkları, kaybettiklerinden daha hayırlı değil.

* Yeni zengin Müslümanlar parayla ilişkilerini düzenlemeyi başaramadılar mı?
 
Kesinlikle başaramadılar. Tam tersi Allah’a değil; Mamon’a (paraya, servete) güveniyorlar. İman, güvenmek demektir. Neye güveniyor, ondan emin oluyorsanız ona iman ediyorsunuz demektir. Kur’an sürekli olarak ‘Allah’a güvenin’ yani iman edin diyor. Allah’ı bırakıp paraya, servete, mala mülke güvenmeye başlıyorlar. Bu ise içlerinde dinmek bilmeyen bir korku ve kaygı olduğunu, Allah’a yani halka, tabiata, dostluğa, kardeşliğe, topluma güvenlerinin kalmadığını gösterir.

* CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ‘kenz’ ifadesini sizden alarak kullandığı söyleniyor. Bir sosyal demokratın bunu gündeme getirmesini nasıl karşıladınız ?
 
Ben yazılarımda bunu sıklıkla işliyorum. Benden alıp almadığını bilmiyorum. Kendisi veya danışmanları da Kur’an’ı açıp okumuş olabilirler. Aklın yolu birdir. Bunları ‘gayet güzel hareketler’ olarak görüyorum.

'MÜSLÜMAN KAPATİLASİT OLMAZ, SOSYALİST OLUR!'


* İslamı sosyalizme ve hatta anarşizme yakın bulmanız muhafazakar kesimin tepkisini çekti mi?
 
Tabii. Ama muazzam bir kavram kargaşası var. Bu giderildikçe mesele daha iyi anlaşılıyor. Adam sosyalizmi, dinine ‘afyon’ denilmesi, camilerinin ahır yapılması, ezanın susturulması, karısının ve kızının orta malı olması, malına mülküne el konulması diye anlıyor. Stalin, Mao, Pol Pot rejimleri filan aklına geliyor. Anarşizmi de araba yakma, şiddet ve sağa sola saldırma olarak anlıyorlar.

* Ama karşı tarafın da bazı endişeleri var galiba...
 
Doğru. Sosyalistin de İslam denince aklına cariye, çok eşlilik, harem, çarşaf, recm cezası, el kesme, kadını eve kapatma geliyor. El-Kaide, Taliban rejimi, Suud-i Arabistan filan aklına geliyor. Her iki taraf da birbirine korkunç yabancılaştırılmış. Ben bunun bir proje olduğunu düşünüyorum.

* Numan Kurtulmuş bir söyleşimizde, ‘İnsan hem Müslüman hem sosyalist olabilir’ demişti. Sizce bu mümkün mü?
 
Tabii mümkün. Benim görüşüme göre Müslüman kapitalist olamaz ama sosyalist olabilir. Sosyalist toplumcu, toplumu önceleyen demektir. Kur’an’da en-Nâs kavramı vardır. Halk/toplum demektir. Kur’an’da Allah’ın ipi (Hublullah) ile Halkın/toplumun ipi (Hablun-Nâs) aynı görülür. Bu nedenle İslam’ın ruhu kamuculukta ortaya çıkar.

* Neden kapitalist olamaz?
 
Kapitalizmin doğasında ise bireysel sermaye vardır. Kur’an buna ‘kenz’ der ve şiddetle yasaklar. Keza Kur’an’ın tüm vurgusu Mülkün Allah’a ait olduğu (Lehu’l-mülk) etrafında döner. Kapitalizm ise özel mülkiyeti yüceltir. İslam’da özel mülkiyet yüceltisi yoktur. Bu açılardan İslam’ın ekonomi-politik vurgusunun kapitalizmle bağdaşmayacağını, bilakis sosyalizme yakın olduğunu söylüyorum.

LAİKLİK ‘LARUHBANİLİK’ ŞEKLİNDE YENİDEN TANIMLANMALI

* İlk soruyu biraz değiştirirsem insan hem laik hem Müslüman olamaz mı?
 
Laiklikten kastın ne olduğuna bağlı. Benim görüşüme göre Müslüman laik olamaz ama “Laruhbanî”* olur. Laruhbanilik, ruhban sınıfının yönetimine yani din adamlarının yönetimi elinde bulundurmasına karşı olmak demektir. Türkiye’de ‘laiklik’ başarısız olmuştur. Bunun Laruhbanîlik şeklinde yeniden tanımlanması halinde sorun olmaz. Kur’an’ın anlattığımız şekilde adalet, eşitlik değerlerinin ve gayet halkçı mülk yaklaşımının devlet tarafından esas alınması neden laikliğe aykırı olsun ki?
(*) Ruhban sınıfının yönetimine yani din adamlarının yönetimi elinde bulundurmasına karşı olmak

Abdestli Kapitalizm

* MÜSİAD gibi, muhafazakar zenginler grubu, işyerlerinde, para harcamada adil davranabiliyor mu?
 
Diğerlerinden pek farkları yok. İşyerine mescid açmayı, iftar ve sahur yemeği çıkarmayı alternatif olmak sanıyorlar. Halbuki ortaklaşacı üretim paylaşım düzeni üzerinde çalışmaları, ücret politikası, üründe emekçinin payı, artı-değerin kime gittiği ve emeğin hakkı üzerinde kafa yormaları gerekir. Bunları yapmadan fabrikaya mescit açıp, iftar ve sahur yemeği çıkarmakla yetinirseniz hele de “İslam’da grev yoktur, sendika caiz değildir” diye broşür dağıtırsanız “abdestli kapitalist” olursunuzÖ Ben esas itibariyle kapitalizme karşıyım. Alternatif olacağız diye yola çıkıp işin abdest aldırmayla sonuçlanmasına da itiraz ediyorum. Çünkü İslam abdestli kapitalizm üretmek için var değildir.

İÇKİDEN ÇOK SİGARA İÇENLER BASKI ALTINDA

* Mağdur edilen her kesimin yanında olduğunuzu söylediniz. Bugün örneğin içki içmek isteyen insanların baskı altına alındığını, mağdur edildiğini düşünüyor musunuz ?
 
İçkiden ziyade sigara içenler baskı altında. Neden resmen sigara yasağı olduğu halde ona karşı bir şey denmeyip içki ile uğraşıldığını düşünmek gerekir. Türkiye’de genel bir içki yasağı yok, içki ile ilgili iktidar partisi yöneticilerinin bir takım sözleri ve kimi belediyelerde izin vermeyişleri var. Sigara yasağı Kur’an’da geçmiyor ama içki yasağı geçiyor. Bunun için kimi çevreler içkiye karşı olmanın bir şeriat özlemciliği olduğunu düşünerek karşı çıkıyor ama sigara yasağına bir şey demiyorlar. Bunları insan sağlığı sorunları olarak görürüm. Dini ve ideolojik bir kavganın nesnesi haline getirilmemeli.

* Çalışanlarınızla gelirinizi bölüşüyor, para biriktirmiyorsunuz... Fikri olarak değil ama tam bir komünist gibi yaşıyorsunuz diyebilir miyiz?
 
Ben tam bir Müslüman gibi yaşamaya çalışıyorum. Peygamberimizin mülk ile ilgili tutumunu esas alıyorum. Ölürken yedi dirhemini bile yoksullara verilmesini isteyerek öldü. Rehberim budur. Ben bunları söyleyip, böyle yaşamaya çalışanca muhafazakâr “Sen komünist olmuşsun” diyor.

* Mamak’ta yatmış biri olarak bugün gençlerin ıslık çalmasına, yumurta atarken dayak yemelerine nasıl bakıyorsunuz ?
 
Protestolar normaldir. İsyan ve itiraz gençliğin ruhudur. Bunu yapmayana genç bile denmez. Namaz kılan iktidar ve servet sahibine karşı, namaz kılmayan itirazcının yanında olurum.


İlahiyat Fakültesinden ayrıldıktan sonra birçok gazete ve dergide yazan, yazıları halen“ihsaneliacik.org” adresindeki kendi web sitesinde yayınlanan Eliaçık, 12 Eylül
döneminde Akıncılar Derneği üyesi olarak tutaklandı ve yargılandı.


Deniz GÜÇER / VATAN

Çok Cepheli Savaş ve ‘İmralı Muhibliği’

Savaş yayılıyor ve giderek “bölgesel” bir niteliğe bürünmenin eşiğinde duruyor.

Medya bu duruma adım adım kendini uyarlayacak. Amerikan yönetimiyle içli dışlı olan AKP’nin yandaşları için, İran ordusunun Güney Kürdistan sınırlarını aşmasına ve PJAK gerillalarına karşı saldırıya geçmesine destek vermek bir hayli karmaşık bir iş. Çünkü bu destek onların iç yüzünü ortaya çıkarmakta.


Türk-İran anti-PKK ittifakı göstermiştir ki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti uluslararası toplumu kandırmıştır. Başbakan’ın İran’a karşı BM ya da NATO müdahalesi yerine, “diyalog ve barışçı müzakere” önerisi, İran’ın nükleer silah programını durdurmak amacıyla değil, İran ordusunu Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı saldırıya geçirmek ve Güney Kürdistan’ı, Irak Şiileriyle birlikte hegemonya altına almak, Kerkük petrolünü Kürt halkından çalmak amacıyla yapılmıştır. Afganistan başta olmak üzere, NATO’nun ve ABD’nin bütün askeri müdahalelerine fiilen ya da resmen katılan Türk hükümetlerinin İran karşısındaki “hassasiyetinin” altında, ne İslam dayanışması, ne barış ideali yatıyor; bu “hassasiyet” Kürt düşmanı ortaklığın bir gereği oluyor. ABD bu siyaseti destekliyor.


Hızla “çok cepheli” bir savaş görünümü kazanan gelişmelere, AKP’nin ve yandaş medyanın “iç hat manevraları” eşlik ediyor. Taraf gazetesinin yeniden tırmandırdığı anti-PKK ajitasyonunun öncülüğünde yandaş medya harekete geçmiş, hükümetin “polis devleti” kurma yönündeki adımlarını perdeliyor. Bu medyada çalışan kimi aydınlar “polis devletinin” Kürt coğrafyasında “hizmet” vereceğinden emin oldukları için, onlar da bu devletle, Kürtleri “feda” karşılığında kendi özgürlükleri için uyum içinde yaşıyorlar.


Güncel olarak bu medya Kürt halkı arasında beş kuruşluk değere sahip değildir. Onun misyonu, Türk halkı arasında Kürtlere karşı ırkçı düşmanlık yaratmak ve özellikle Türk aydınlarını manen çökerterek, onların Kürt Özgürlük Hareketi’yle dayanışmasını önlemektir.


Şu son zamanlarda, hem sözde AKP’den, ama asıl olarak PKK’den “uzak” durma, “üçüncü” gücü yaratma denilen “teorimsi” lafların edilmesi bu misyonun aydınları nasıl şaşırttığına örnektir. Bu dolambaçlı “üçüncü güç” lafları, hiçbir AKP yanlısı aydını yerinden bile oynatamaz, buna karşılık, bu “üçüncü güç” fantazisi, ağır tehdit ve terör altında Kürt Özgürlük Hareketi’yle dayanışma içinde olan ve yakın gelecekte Çatı Partisi saflarında yer alacak aydınları “azaltmaktan” başka hiçbir işe yaramaz. İki devletin arasına sıkışmış bir halkın ya yanında olunur, ya da karşısında.


Daha şimdiden medyada saldırı başlamıştır. “Üçüncü güç” içinde yer almayan Ece Temelkuran ve Nuray Mert’e karşı Yeni Şafak yazarlarından, bir hayli “liberal” görüntülü Hilal Kaplan bu misyon çerçevesinde harekete geçmiştir. Üst üste yazdığı yazılarda, Temelkuran ve Mert’i “Kandil muhibbi” (hayranı, aşığı) olarak ilan etmiş ve onların geçmişte Kürt Özgürlük Hareketi’ne olumsuz yaklaşırken, şimdi görüşlerini değiştirmiş olmalarını bir “çelişki” imiş gibi göstermiştir. Erbakancılıktan Erdoğancılığa geçişi, müthiş bir “değişim” sayan Kaplan, kendi milliyetçiliğinden kopan aydınların değişimini “çelişki” sanıyor.


“Çelişki” yok. Biz Türkler, ben de dahil (eski anti-PKK laflarımızı bulabilirsem Hilal Kaplan’a gönderirim), geçmişteki görüşlerimizi değiştiriyoruz, sırtımızdaki kirli gömlekleri çıkarıp atıyoruz ve Kürt halkının haklı davasıyla omuz omuza mücadeleye atılıyoruz. Eğer böyle olmasa, Türkler ve en başta Türk aydınları böyle bir değişim geçirmeyecek olsa, Kürt sorunu nasıl çözülecek? Değişmeyen ırkçı, milliyetçi, Türk-İslam sentezinin kurbanı Hilal Kaplan gibileriyle mi? Çözümsüzlüğün manevi nedeni “değişmeyen Türkçü-İslamcı Türk aydını” değil mi?


Ve Türk aydınlarının, benim gibi, Temelkuran gibi, Mert gibi değişe değişe tek bir çatı altında Kürt halkıyla omuz omuza gelmesi iktidarı ürkütmüştür. Öyle ki, Hilal Kaplan’ın köşe kafadarlarından Murat Aksoy, “aydınların değişmesini önlemek” için, Çatı Partisinin hayata geçemeyeceğini yazdı ve şöyle dedi: “Çatı Partisi her şeye rağmen hayata da geçebilir. Hayata geçirilecek Çatı Partisi’nde siyaseti görünürde kuranlar yapsa da esas siyaseti Öcalan ve Kandil yapacaktır.”


Siz “Kandil muhibliği” laflarının aydınları terörize etmek amacı taşıdığını sanırım anlamış bulunuyorsunuz. Liberal tesettürlü Hilal Kaplan’ın haline insan acıyor.


Yeni “polis devleti” savaşın çok cepheli bir şekilde yayıldığı koşullarda inşa ediliyor. “Polis devletinin” inşa edildiği ve savaşın tırmandığı bir anda, “İmralı muhiblerine” karşı yapılan ajitasyon, siyasi ve polisiye saldırıyı Kürt Özgürlük Hareketi’yle dayanışma içindeki aydınlara karşı yönlendirmekten ve Çatı Partisi’ni doğmadan boğmaya çalışmaktan başka hiçbir anlama gelmiyor.


Ve son bir söz: Ey Türk aydını, eğer bu Çatı Partisi’ni yukardaki yazarın dediği gibi, gerçekten de Öcalan ve Kandil yönetecekse, bundan siz değil, sizi korkutmak isteyenler korksun. Çünkü onların yönettiği örgütler, biz Türk aydınlarının yönettiği örgütlere hiç mi hiç benzemiyor...


Allah selamet versin!

Ekonomik Kriz Kapıda


12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra Türkiye’de ekonomik kriz senaryoları tartışılmaya başlandı. Hükümetin bir bakanının, “harcamalarınıza dikkat edin, kriz Türkiye’yi etkileyebilir” sözünün ardından ekonomik kriz tartışılmaya başlandı. Hükümetin seçimden 2 ay önce kamu kurum ve kuruluşlarını muhtemel bir ekonomik krize karşı uyardığı da ortaya çıktı.

Döviz kurundaki dalgalanmalar Türkiye ekonomisini ciddi anlamda sarsmaktadır. Geçtiğimiz hafta euro gibi dolar kurundaki artışların yaşanması üzerine Merkez Bankası döviz alımlarına ara vererek bu artışı engellemeye çalışmaktadır. Döviz kurlarındaki artışlar, Türkiye’de mal ve hizmetleri de direkt olarak etkilemektedir. Bu nedenle her ne kadar dövizde serbest kur uygulaması bulunsa da, dönem dönem döviz kurlarına müdahale edilmektedir.


Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, 2011 yılının ilk altı ayında ihracatın yüzde 23 artış göstererek 73.2 milyar dolara ulaştığını açıklayarak, “Ekonomi iyi gidiyor” açıklamasında bulundu.


TÜİK verilerine göre, Türkiye’nin 2010 yılı ihracatının bir önceki yıla göre yüzde 11,5 artarak 113 milyar 930 milyon dolara, ithalatı ise yüzde 31,6 artarak 185 milyar 493 milyon dolar olarak gerçekleşti. 2011 yılında ise ihracat hızı ilk altı ayda yüzde 23, ithalat artış hızı ise yüzde 40 oranında devam etmektedir. Bu nedenle yapılan açıklamalarda ithalattaki artışlar görülmemektedir.


Türkiye ekonomisinin, dünya ekonomik krizinden etkilenmesi de doğal. Çünkü krizin temel nedeni sıcak paradır. Türkiye’ye giriş yapan yabancı sermaye, ağırlıklı olarak borsa-faiz-döviz üçlüsünden işlem görmektedir. Yabancı sermayenin sektörel yatırımları incelendiğinde ise sanayi sektöründen çok, hizmet sektörüne ağırlık verdikleri görülmektedir.


Türkiye ekonomisi üretimden çok, borsa-döviz-faiz üçlemesinde yaşanan dalgalanmalar nedeniyle krize girmektedir. Bu üçlü Türkiye ekonomisinin belirleyenidir. Bu nedenle Türkiye ekonomisi dış müdahalelerden hemen etkilenen bir konumdadır. Bu üçlüyü etkileyen en büyük faktör ise sıcak paradır. Türkiye’nin 1993 ve 2001 ekonomik krizlerinin temelinde de bu yatmaktadır.


2008 yılı sonlarında ABD ve Asya ülkelerinde başlayan ve sonraki yıllarda AB ülkelerini etkileyen fakat İzlanda, İspanya ve Yunanistan’ı ciddi anlamda vuran ekonomik krizin Türkiye’den teğet geçtiği hükümet tarafından açıklanmıştı.


Fakat son günlerde Türkiye’de kriz tartışmaları yeniden başladı. Dolar ve faizde başlayan yükselme, Borsa’da düşüşler yaşanıyor. Türkiye ekonomisinin önemli belirleyeni olan bu üçlünün aynı anda yükselmesi ise mümkün değil, faizler düştüğünde borsa yükselmekte, borsa yükseldiğinde dövizde düşüş yaşanmakta, dövizde yükseliş, faiz ve borsada ise düşüşler meydana gelmektedir. Bu düşüşler ve yükselişler esnasında birileri, kazanmakta, birileri kaybetmekte, bunların dengede tutulması  için sürekli olarak bunlara nasıl müdahale edileceği tartışılmaktadır. Türkiye ekonomisinde bu üçlüden bir ya da ikisinde ciddi yükseliş veya kırılma dönemleri incelendiğinde Türkiye’ye giriş ya da çıkış yapan yabancı sermayenin varlığına rastlanmaktadır. Bu da Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin hangi alanlarla ilgilendiğinin göstergesidir.


Türkiye her dönem ekonomik kriz tehditleriyle karşı karşıyadır. Çünkü gelişen kapitalist ilişkiler, yerli ve yabancı sermayenin entegrasyonu, Türkiye ekonomisinin belirleyeni olan döviz, faiz ve borsa üçlüsünün müdahalelere açık olması nedeniyle Türkiye her zaman ekonomik kriz tehdidi altındadır. Bu nedenle de Türkiye’de ekonomik krizden çok, krizin faturasının kimlere çıktığının iyi tartışılması gerekir.

Kıbrıs ve Erdoğan..


Türkiye, “demokratikleşme ve sivilleşme” konusunda, ‘iç talep’in çok düşük olduğu bir yer.

‘Irkçı ve şoven resmi ideoloji’, oldukça başarılı olmuş toplum üzerinde…


Süreç içinde, o denli ‘kısır bir muhalefet’ olmuş ki, ‘muhalifler’ bile, sistem tarafından kendi içinden çıkartılmış.

Seçildiği ilk günlerde, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i hatırlayalım.

Kendilerini ‘muhalefet kesimi’nde tanımlayanların birçoğu bile umut bağlamıştı Sezer’e…


Adeta, demokratikleşme umudunu simgesi haline getirmişlerdi.


Ancak bir süre sonra, Sezer’in ‘statükonun en has bekçisi’ olduğu anlaşıldı.


Aslında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ‘biçilen rol’ de Sezer’inkine benziyor.


Militarizmin geriletilmesinde, Erdoğan’a değer biçenlerin nasıl da yanıldıkları zamanla ortaya çıkıyor.


Tayyip Erdoğan, sistemin ‘kilit’ konularında militaristler ile ‘muhteşem bir uyum’ içindedir aslında..


Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin ‘Kıbrıs politikası’ üzerine yaptığı konuşmalar,  bu durumun en çarpıcı örneğiydi.


Kıbrıs’ta konuşan sanki Türk Genelkurmay Başkanı idi ya da sanki Kıbrıs’ın eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’tı.


Irkçı, şoven, işgalci idi tüm konuşma metni..


‘Verecek bir karış toprağımız yok’ edası ile nasıl bir ‘statüko bekçisi’ olduğunu kanıtladı o da…


Kıbrıs, Türk militarist yapısının en hassas noktalarından biri…


Kontrgerillanın tüm kirli ilişkilerinin merkezi.


Kıbrıs’a bu haliyle sahip çıkmak, kontrgerillaya sahip çıkmaktır.


Oradaki tüm kirli ilişkilere ve sonuçlarına sahip çıkmaktır.


Unutamayalım, Kıbrıs’ta yerleşik tüm kirliliklerin simgesi Rauf Denktaş, 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilatı’nın başına getirilmiştir.


Ve ‘Türk Mukavemet Teşkilatı’, ‘Özel Harp Dairesi’ne bağlıydı ve bu daire tarafından yönlendiriliyordu.


Bu teşkilatın bütün amacı ‘adaya Türk müdahalesi’nin alt zeminini hazırlamaktı.


Bu amaca ulaşmak için birçok suç işlediler.


Ve Kıbrıs’ın işgali gerçekleşti.


Bu işgale ve işgalin tüm sonuçlarına sahip çıkmak ‘gerçek Kıbrıslılara’ hakarettir.


Bugün Tayyip Erdoğan’ın yaptığı da budur.


Bu politikaya muhalefet eden tüm Kıbrıslıları ‘marjinal’ olarak ilan etmekte ve yok saymaktadır.


Tayyip Erdoğan, izlediği Kıbrıs politikası ile Türk Mukavemet Teşkilatı, Rauf Denktaş ve Özel Harp Dairesi ile aynı çizgiye gelmiştir.


Not: Şabomozu kaybettik. Çok acılıyız. Işık içinde uyusun.

'AKP Kapitalizme Abdest Aldırdı'

İslam algısının dışındaki söylemleriyle dikkat çeken yazar İhsan Eliaçık, AKP’nin kapitalizme abdest aldırdığını söylüyor.

İslam, Marksizm, mülkiyet ve adalet konularında alışılmış İslam algısının dışındaki söylemleriyle dikkat çeken yazar İhsan Eliaçık, AKP’nin kapitalizme abdest aldırdığını, diyanet yoluyla ‘devletin dini’ dayatmasının yapıldığını söylüyor. AKP’nin ‘boğazına kadar konformizm ve kariyerizme batmış durumda’ olduğunu söyleyen Eliaçık, ‘’Türkiye’de İslam değil, Şaman-İslam sentezi var. Derin devlet gibi, derin din var. Gül, Erdoğan dini çevreler 70’li yılardan itibaren anti-komünist bir eğitimden geçirildi. Bunların İslamiyetle alakaları yoktur’’diyor.

Kimi İslami çevrelerce komünist olmakla ithaf edilen, İslamiyet’in kurumsal yönü ile mülkiyet-adalet temalarını ele alan, Sosyalizm, Marksizm ve İslamiyet alanında Türkiye’nin en dikkat çeken isimlerinden biri olan yazar İhsan Eliaçık, AKP, devlet dini ve Sivil Cuma konularını ANF’ye değerlendirdi.

* Türkiye’de elbette ki yasalara veya resmi anlayışa göre bir cumhuriyet ya da demokrasi rejimi var. Size göre Türkiye’de şu an hakim olan gerçek rejim, yönetim biçimi nedir?

- Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarına baktığımızda, o zamanki cumhuriyetle şu anki arasında fark var. Bir kere Türkiye şu anda laik bir ülke değil. Bana göre Bizantist bir ülke. Daha doğrusu devlet laik değil. Bizantist devlet gelenekleri hakim. İstanbul’un fethiyle beraber Bizans’ın başkenti İstanbul, oradan devir alınan bir devlet mirası var. Buradaki dinle ilişki, dinin devletin güdümüne verilen bir ilişkidir. Aslolan devlettir. Devlet dine biçim verir şekil verir. ‘Din budur’ diye tanımlar ve insanların bu dini yaşamasını ister. Bu bir kere laiklik falan değildir. Bu Bizantistliktir. Dini açıdan böyle.

OLİGARŞİNİN KIRILMASI İÇİN

Siyasi açıdan ise Türkiye’de bir oligarşi var. Bu oligarşinin yönetim dışına çıktığı, yani bilim, iktidar ve serveti kendi tekeline toplamış olan bir grup azınlık. Bu azınlık, Türkiye’nin iktidar ve servet kaynaklarını başkasına paylaştırmak istemiyor. Buna oligarşi denir. Türkiye ciddi bir oligarşik yapıya sahiptir. Bunun kırılması için, bilgi kaynaklarının, iktidar kaynaklarının ve servet kaynaklarının Türkiye’de yaşayan herkese dağılması, yayılması gerekir. Türkiye’nin hazinelerinin bir grup oligarkın elinden çıkıp, dağıtılması lazım. Bütün bu kesimlerin Türkiye’nin yer altı yer üstü kaynaklarını, yani bilgi servet ve iktidar kaynaklarından eşitçe yararlanması lazım.

* Yüksek perdeden herkesin diline pelesenk ettiği demokrasi denen bir kavram var Türkiye’de. Hemen herkesin her fırsatta sarıldığı bir kelime bu. Türkiye’de demokrasi denen olgu işlevsel bir durumda mı şimdi?

- İşlevseldir ama eksiktir. Bir cumhuriyet var ama tam anlamıyla demokrasi cumhuriyeti değil. Cumhuriyet, cumhurun, halkın iktidarı paylaşması demektir. Servetin halka yayılması, söz sahibi olmasıdır. İktidarda halkın söz sahibi olması demektir. Bu iktidar kaynağı, daha önce sultanın elindeydi, sultan da gücünü tanrıdan aldığını söylüyordu. Bunun kaynağı da esasında Bizantist’tir. Ve bu binlerce yıl önce Muaviye tarafından, Suriye’de devralınmıştır. Emevilerden Abasilere, Selçuklulara ve oradan Osmanlı’ya geçti. Bunun yerine cumhuriyet geçti işte. Ama bu kez cumhuriyet elitleri ve oligarşisi oluştu. İktidar tam olarak yine halka yayılmadı. Halk iktidar makamlarına tam olarak katılamadı. Dolayısıyla şu an yüzeysel bir seçim yapılıyor. Türkiye’yi yönetecek insanlar seçimle iş başına geliyor. Bu anlamda buna şekilsel demokrasi diyebiliriz. Fakat derinleştirilmiş demokrasi değildir.

DERİNLEŞTİRİLMİŞ DEMOKRASİ

Derinleştirilmiş demokrasi benim görüşüme göre halkın doğrudan doğruya yönetimde söz sahibi olduğu, yöneticilerini seçtiği ve azledebildiği bir yönetimdir. Mesela bir milletvekili diyelim 60 bin oyla seçiliyor. 60 bin imza ile de bunun milletvekilliğinin düşebilmesi lazım. Halkın seçtiği milletvekili iş yapmıyor diyelim, aynı seçim bölgesinden 60 bin noter tasdikli sahte olmayan, sahici imza ile milletvekilliği düşebilmeli. Hatta 20 bin oyla milletvekilinin diyelim altı ay maaşı kesilir, üç ay meclise girişi yasaklanır. Yani halkın yaptırımda bulunabilmesi lazım. İşte bu tür şeyler işletilmiyor. Buna derinleştirilmiş demokrasi diyoruz. Çağdaş tabiri budur. Yani danışmanın egemen olduğu, ülkenin kararları hakkında halkın söz sahibi olduğu bir yönetimdir. Mademki bakanlıklar var, belediyeler var, kamu faaliyetleri var, birilerinin seçilmesi lazım. Bu açıdan demokratik yönetim kaçınılmazdır. Bunun da mevcut olanla yetinilmeyip, derinleştirilmesi lazım. Türkiye’deki demokrasinin görüntüsü bu şekildedir.

“TÜRKİYE’DE DERİN DEVLET GİBİ DERİN DİN VAR”
* Türkiye’de şu an itibariyle bir kurumsal din baskısı söz konusu mu? Buna mahalle baskısı diyebiliriz belki. Böyle bir sonuç hissediliyor mu sizce de?

- Şimdi iktidardan öte devletin bir dini var. Devlet Bizantist geleneği sürdürerek, dini tanımlamış ve nasıl yaşanacağını resmileştirmiş. Bu zaten bir dayatmadır. Her şey özgür oluyor da, din niye özgürleşmiyor? Bu mevcut iktidar, kendi din anlayışını, devletin zaten var olan din anlayışıyla örtüştürüyor. Zaten bir çerçeve var. Diyanet tarafından çizilen çerçevenin kendisi zaten saçma. Buna ben Şaman-İslam sentezi diyorum. Türkiye’de İslam değil, Şaman-İslam sentezi var. Şaman gelenekleriyle, İslam ritüelleri karıştırılmak suretiyle bir din oluşturulmuştur. Biz buna ‘derin din’ diyoruz. Türkiye’de derin devlet gibi, derin din var. Hun İmparatorluğu’nun Şamanizm’e bakışı neyse, TSK’nın da İslam’a bakışı aynıdır. Din burada ruhlarla ilgili bir şeydir. Adalet ve mülkiyet meseleleriyle ilgili bir konu değildir. Kandil geceleridir, namaz, oruç, türbeler ve ritüellerdir. Dini böyle algılıyorlar.

“AKP’NİN BİR ŞEYE İNANCI KALMAMIŞ”

* Sadece TSK mı yoksa mevcut iktidarda böyle mi algılıyor?

- Mevcut iktidarın da bunun dışına çıktığını sanmıyorum. Öte yandan bu dini baskı meselesine gelince, iktidar çevrelerinde siyasi baskı olabilir. Ama bence dini baskı yok. Çünkü iktidar kendi din anlayışını dayatacak kadar dine inanan birileri değil. Bu çok tuhaf. Dışarıdan ‘dinci iktidar’ deniyor ama alakası yok. Adamların bir şeye inancı kalmamış ki, neyi dayatacak. Bir şeye inanması lazım ki dayatsın. Ben bunların inançlarını kaybettiklerine inanıyorum. Bunlar kariyerist ve konformisttir. Bir yere gelmek ve bunu kaybetmemek içindir bütün çabaları. Bunlar kariyerizm ve konformizme sonuna kadar batmış insanlardır. Böyle bir dini ideal, sosyal ideal taşıyan insanlar değil. Sanıldığı gibi bir mahalle baskısı uygulayabilecek insanlar değil. Bu mahalle baskısı daha çok iktidar dışındaki toplumun içindeki dini çevrelerden olabilir. Diyelim ki tarikat kendi din anlayışının hak olduğunu savunur, onun dışındakileri kafir ilan eder, sapkın ilan eder. Böyle gruplar var. Bu iktidar zamanında bunlar palazlanabilir, gelişebilir.

“DEVRAN DÖNECEK, PERİŞAN OLACAKLAR”

İktidarın siyasi baskı vaatlerini siyasal açıdan susturma eğilimine girdiğinden bahsedebiliriz. Bunun sebebi de siyasi doktrin falan değil, haksız kazançlar sağlaması, kamu üzerinden zenginleşmeleridir. Bunun hesabının sorulacağından korkuyorlar. Yani diyelim, ben buna şey diyorum, Silivri’dekilerin hışmından korkun diyorum. Onlar yatıyor orda. Biz bunları gördük. 28 Şubat sürecinde gördük. Şimdi onlar gitti bunlar geldi. Peki bunlar gittiğinde kim gelecek. Devran bir gün dönecek. O zaman bunların hali perişan olacak. Kovuşturma, yargılanmalar, yüce divanlar olacak. Yolsuzluk dosyaları açılacak. Hesaplaşma başlayacak yani. Sen onlara yaparsan onlar da sana yapar. Bunun yarattığı bir korku var, tedirginlik var. Bu duruma düşmemek için de şimdiden muhaliflere karşı tavizsiz davranma eğilimlerine giriyorlar. Kendi otoritelerini korumak için, otoriteryen davranışlara yer yer girebiliyorlar. Bunun dinden falan kaynaklandığına inanmıyorum.

* Mahkemeler konusuna gelmişken, Silivri benzeri bir durum da Diyarbakır’da hüküm sürüyor. Benzer bir yöntem orada da işliyor. KCK operasyonu adı altında yüzlerce siyasetçi ve seçilmiş tutuklandı ve bu devam ediyor. Devranın dönmesi burayı da bulur mu?

- Kürt siyasetine karşı, Ergenekoncularda oldukları kadar tedirgin olduklarını düşünmüyorum. Silivri’dekilerin gelişi, Kürt hareketinin gelişi kadar tehlikeli olmaz onlar için. Çünkü bunlar devletin içinden sökülüp atılanlar. Öbür taraftaki ise Kürt siyasetine karşı bir tavır geliştirmek gerektiğinde destek bulacak bir durum. O zaman PKK ile derin devlet, Ergenekon hepsi bir olmuş oluyor. Buna inandırmak için zemin bulabiliyor. Onu ayrı değerlendirmek lazım. Orda da mevcut iktidarın devletin oligarşik çizgilerini aşabilecek bir zihinsel ufka ve siyasal perspektife sahip değil.

Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra ne çizilmiş? Devleti belli çizgiler oluşturur. AKP’nin bunu aşacak bir kapasitesi yok. AKP’nin savunabileceği şey adalet devleti değildir. Hatta korktukları bir şeydir. Diyoruz ki, TC 1920-1924 arasında kurulmuştur. 1924’ten sonrası devrim değildir. Dönemin hükümetlerinin çıkardığı kanun ve kararnamelerle yönetilmiştir. Adalet devleti dediğimiz şey şöyle bir şey, kamunun, kamuyu temsilen devletin, resmi metinlerinde Türk ve Kürt gibi herhangi bir etnik köken, İslam, Hıristiyanlık gibi herhangi bir din, Atatürk gibi herhangi bir şahıs ismi yer almamalıdır. Hak, hukuk, adalet, eşitlik, emek, özgürlük, demokrasi kavramları yer almalıdır. Bunlar aşağı yukarı her kesimin diline doladığı kavramlar. O zaman bunlar olsun. Diğerlerine gerek yok ki. İslami açıdan da bir sorun yok. İslam diyor ki, hükmettiğin zaman, adaletle hükmet. Eşitlik, adalet… Bir devlet kendini bunlara adapte ettiği zaman, devlet olmaktan kaynaklanan zaruret yine gelmiş olur.

“ÖTEKİ DE KÜRT DEVLETİ DER”

Devletin adalet ve eşitliği sağlamak, birilerinin baskı uygulamasına mani olmak gibi bir sorumluluğu vardır. Bu felsefeye inanman lazım önce. AKP çevresinde buna inanan yok. Ankara’daki generaller içinde de, Ergenekon çevresi içinde de buna inanan yok. Adam ‘Türk devleti’ diyor. Etnik bir grubun ismi devlete verilir mi? Coğrafyanın ismi Türkiye. Böyle şey olur mu? Hadi bunu kabul ettik diyelim, ‘TC devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür’ dersen olmaz. ‘Türk devleti’ dersen olmaz. O zaman öteki ‘Kürt devleti’ der. Ne hakla ‘olmaz’ diyorsun? O zaman Kürt ve Türk’ün devleti olmalı. Ayrıca bir devlet kurmaya gerek yok, bu kurulu devleti adam gibi bir adalet devletine kavuşturmak lazım.

“İSLAMİYET SERVET VE İKTİDAR SAHİPLERİNİN ELİNDE”

* İslamiyet’te mülk edinme yasağı da var. Yani ihtiyaç fazlasını yasaklar. Mesela Hz. Muhammed’in geride bıraktıklarına baktığımızda da bu durum kendini gösteriyor. Bu gün İslami referanslı olduğunu iddia eden AKP çevresinin tamamı iş adamı ve zengin üst sınıftan oluşuyor. Sermaye ve paranın asıl sahipleri. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP bunu neye değindiriyor?

- AKP dediğimiz daha önce Milli Görüş, siyasal İslam diye tabir edilen çevrelerden gelen insanlardan oluşuyor. Türkiye’nin genel din anlayışında bu mülkiyet konusu yanlış ele alınıyor. Doğru bilinmiyor. Buna tarikatlar dahildir. Milli Görüş dışındaki gruplar da dahil, diyanet de dahil. İslamiyet’te mülkün yeri nedir? Kuran’ın mülk konusundaki ayetleri nedir? Bu dini çevrelerde neredeyse unutulmuş. İslam’da Kuran’da ‘Kenz’ diye bir kavram var. Müftü bunu bilmiyor. Kenz diye bir şey duydun mu diyorum, ‘ne bu’ diyor. Namaz kılmak, oruç, haç, kandil, hac çerçevesinde dönen bir din var. Biz diyoruz ki, hayır, din esasında bunlardan ibaret değildir. Bunların birçoğu zaten hurafeye batmış durumda. Çok azı kalmış. İslam’ı, Kur’an esas itibariyle adalet ve mülkiyet konusunda ortaya çıkarır. Eğer İslam’ın adalet ve mülkiyete dair söyleyeceği bir şey yoksa bu dine de gerek yok. Gitsinler başka dine girsinler. Bu nereden kaynaklanıyor, bu dinin zenginlerin eline geçmesinden kaynaklı. Emeviler’den beri İslamiyet servet ve iktidar sahiplerinin eline geçmiştir. Tefsirlerin çoğunu onlar yazmış, fıkıhın çoğunu onlar oluşturmuştur. Adam Kuran’daki verme kısmını unutmuş, tam tersini söyleyerek eleştirdiği şeyi fıkıhın temeli haline getirmiş.

“ANTİ-KOMÜNİZM EĞİTİMİNDEN GEÇİRİLDİLER”

Servet ve iktidar sahiplerinin imparatorluklar boyunca bu dini şekillendirmesi, yorumlaması var. Şu anki dini zihniyet o kaynaklara dayanıyor. Oradan gelen kültürü benimsiyor ve yaşıyor. Dolayısıyla dışına çıkamıyor. Bu tür şeyler duyunca da şaşırıyor. Daha bir özel sebep; dini çevreler 70’li yılardan itibaren anti-komünist bir eğitimden geçirildi. Zihin şekillendirmesinden geçmiştirler. Bunun için de ABD’den özel olarak çalışmalar gelmiş, çalışılmıştır. Türkiye Müslümanları 70’den itibaren anti-komünizm üzerine eğitilmiştir. Neredeyse dinin gereği komünizm karşıtı olmak, ‘sağcı ve muhafazakar olacaksın’ şeklinde bir anlayışlar gelişmiştir. Komünizmle mücadele derneklerinden, mukkadesatçı gençlik merkezlerine kadar zihinler şekillenmiş. Şu anki cumhurbaşkanı Gül’den, Erdoğan’a ve bakanlara kadar hepsi oralardan şekillenmiştir. Türkiye’yi bunlar yönetiyor.

Dolayısıyla bunlardan ne bekleyebilirsin ki? Ben diyorum ki ‘kenz’ yapmayın. Mal, para biriktirmeyin. İhtiyaçtan fazlasını dağıtın. Bir Müslüman’ın şu an ortalama olarak bir evi bir arabası olabilir. Bunun dışında şahsi mal mülk olamaz. Gerisini yoksullarla paylaşacaksınız. Ama atölye, iş yeri fabrika olabilir. Bu fabrikada işçinin hakkını vermek suretiyle, açlık sınırından aşağı maaş vermeyerek, elde edilen gelirin yarısı emekçinin olacak şekilde olmalı. Buna rıza gösteriyorsanız eyvallah. Bunun dışında şahsi mal biriktirmeyeceksiniz. Stoklanan maldır kenz. Bu da hegomonya olarak kullanacağın şey oluyor. İslamiyet buna izin vermiyor.

“BÖYLE MÜSLÜMAN OLUNUR MU?”

* Sanırım size de komünist diyorlar…

- Evet, bunu söylediğim zaman ‘komünistsin sen’ diyorlar. Ben komünist değilim. Kuran ayetleri böyle diyor. Peygamberimiz vefat ettiğinde hiçbir mülkiyeti malı yoktu. Oysa 23 yıl hem peygamberdi hem devlet yönetti. Zengin ile yoksulluk arasındaki fark, vefatına yakın bir süreçte neredeyse sıfırlandı. Yoksulları zenginlerin içine katmıştır. ‘Paylaşın’ demiştir. Şimdi gidip müftülükte başını örtüp, kelime-i şahadet getirip Müslüman oluyorlar. Böyle şey olur mu? Böyle Müslüman olunur mu? Sakal, cüppe, örtünme baştan aşağı, kapanmayı dine girmek olarak algılıyorlar. Dine asıl giriş yöntemlerini tartıştığınızda sosyalizmi veya komünizmi dine sokmak olarak algılıyorlar. Hiçbir sosyalist eser okumazsan bile, adalet ve mülkiyet konusunda, Kuran’da önyargılardan arınarak, samimi bir şekilde okuduğunda bulursun zaten.

“MEVCUT EKTİDARIN DİNLE ALAKASI YOK”

* Kurumsal İslam’ı elinde tutan, İslamiyet’i yaşadığını iddia eden cemaat ve iktidar sahipleri, öbür taraftan da bir jeep tutkunu oldu. Bir yandan açlıktan ölen bebek, öbür taraftan jeepe binmek. Başbakan ‘gemicik’ diyor, öbür taraftan çocuklar açlıktan ölüyor. Bunu kendi kafasında İslam’ın neresine dayandırıyor acaba?

- Daha önceki dönemlerde ortaya çıkmış dini kaynaklar var. Kendine dayanak bulabilir. Ama önemli olan doğrunun ne olduğudur. En geleneksel çevrelerin itibar gösterdiği İmam-ı Gazali der ki, bekarların 40 gün, evlilerin bir yıl temel ihtiyaçlarını biriktirme hakkı vardır. Bundan fazlasının dağıtılması gerekir. O bile söylüyor. Tasavvufun ilk temsilcilerini okusalar, görürler. Tasavvuf, Emevi dinine ve saray hayatına tepki olarak doğar. Senin malın mülkün fakirin ayaklarının altındadır. Tarikatların bunları okuması lazım. Tarikat şeyhi mesela bin yıl dünyada yaşayacakmış gibi bir anlayışa sahip. Bunların Müslümanlıkla falan alakası yok. Mevcut iktidar çevrelerinin, muhafazakar çevrelerin din anlayışını gözden geçirmeleri lazım. Benim tavsiyem şu; bu dinden çıkın, lehül mülk kapısından dine yeniden giriş yapın. Aksi halde din ve hayatınız heba olur.

“KÖKLÜ BİR DİN ANLAYIŞI DEĞİŞİKLİĞİ LAZIM”

* İslam ve Kapitalizm meselesine biraz değinmek gerekirse, Türkiye’de 80 yıllık bir iktidar ve devlet yapısı vardı. Ama son 9 yılda birden değişti ve başka bir şey oldu. AKP’nin bu dönemi itibariyle bütün mesele buradan gelen bir güç mü, yoksa kapitalist bir işbirliği var mı bu kurumsal yapının birden tersyüz olmasında?

- Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, başlangıçta toplumun temel din algıları bu diyanet yoluyla çizilen devletin, toplumun, Türkiye’nin temel din algısı, cemaat ve Fethullah Hoca grubunun din algısıyla örtüşüyor. Milli Görüş’ün din algısı ile devletin din algısı örtüşüyor. Dolayısıyla toplumda yayılması anlaşılır bir durum. Türkiye toprağının manevi iklimi İslamiyet’tir. Buradan kaynaklanan hareketlerin taraftar bulması, gelişmesi normaldir. Toprağın ruhunda var. Benim Marksizm’i eleştirdiğim temel noktalardan biri burasıdır. Aydınlanmacı kafayla dine yaklaşırsanız başarılı olamazsınız. Lenin’in bir sözü vardır; acemi Bolşevik, işçi ile emekçiyle Allah var mı yok mu tartışması yapar. Sen şimdi kalkıp Türkiye’de Allah var mı yok mu tartışması yapamazsın. Allah var ama nedir? Bunu tartışabilirsin. Anlamak için tartışabilirsin. Bu başka bir şey, ama inkar edersen bu coğrafya kabul etmez seni. Dolayısıyla bu bahsettiğimiz hareketler bu toprağın ruhuna uygundur, zihnine kafa yapısına uygun. Ama eleştirmesi lazım. Biz de bunu yapıyoruz. Köklü bir din anlayışı değişikliği lazım. İkincisi, kapitalist dış güçler, küresel güçlerle de tabi ki irtibatlıdır. Onlardan bağımsız açıklamak doğru değil.

“KAPİTALİZMİN TANRISI MAMONDUR”

Malum, Türkiye dünya denizi içinde bir ada değil ki. Bir sürü hesap var. İlişkiler var. AB’den tutun, ABD’ye kadar ilişkide olduğu, kendini bağlı kıldığı, müttefik ilan ettiği yerler var. NATO budur işte. Dünyada bir savaş çıksa NATO saflarında savaşıp öleceğiz. Dışarıyla sıkı bir irtibatı var Türkiye’nin. Dolayısıyla elbette ki katkısı vardır. Kürt politikasından tutalım, bütün diğer politikalarda da böyle bir ilişki ağı var elbette. Ama bunun bir ajan faaliyeti olduğunu sanıyorlar.

Fethullah Gülen, Erdoğan, Ladin, ajan değillerdir. Bunlar dini iklimlerden çıkmış bir takım gruplardır. Kapitalistlerle de ters düşmemektedirler. ABD tarzında dini gruplarla işbirliği yapmak vardır. Tarzına, siyasetine, adalet anlayışına, mülkiyet dürüstlüğüne, memleket anlayışına bakar ve çeşitli şekillerde irtibat kurar. Sonra der ki, ‘bunun önünü’ açın. Mesele budur. Çıkarlarına ters düşen bir durum yoktur yani. ABD’nin dini grupları yönetmesi bu şekildedir. Tayip Erdoğan ve Fethullah Gülen doğuşunda da böyle olmuştur. Bunlar paraya falan tutulmuş ajanlar değildir yani. PKK de kendiliğinden doğmuş bir örgüttür mesela. ABD işine geldiği yerde bastırır, işine gelmediği yerde ses çıkarmaz. İşine gelmediği yerde üstüne gider ezer. Kurgulanmış örgütlerin sosyolojide karşılığı olmayacağı ve uzun yıllar yaşamayacağı kanaatindeyim. Türkiye gerçeğinde yeri olmayan hareketler gider. Ama bunlar yönlendirilir, dış dünya ile ilişkisi vardır sürer gider. Kapitalizmin tanrısı mamondur yani paradır. Tapusu da mülkiyettir. Bu ikisini tartışmak lazım. Mamonu ret etmek gerektiğini düşünüyorum. Yoksa bu dine giremezsin.

“MISIR’DA KAPİTALİZM KURULACAK”

* Ortadoğu’da bir takım gelişmeler var. Arap ülkelerindeki gelişmelerin kapitalizmle bir alakası var mı yoksa bunlar özgürlük çığlıkları mıdır?

- İkisi de var. Bir enerjisi var bu hareketlerin, yıkıcı enerjisi vardır. Ama kurucu irade ve enerjisi yoktur. Bir araştırma yapılsa zaten patlama olacağını söylerdi mesela Mısır için. Diktatörlük var çünkü. Oligarşik yapılar var. Bilgi, sermaye ve iktidarı ele geçirmiş gruplar var. Oysa açlık ve sefalet söz konusu. Mısır laikliği ile buradaki farklı. Asıl kapitalizm orada kurulacak. Orada devletin dini İslam, şeriat mahkemeleri var. Kanunlar Kuran’a uygun. Tüm kamu kurumlarında başörtüsü serbest. Yani İslam zaten yerleşik, yeni bir İslam propagandası yapmaya gerek yok. Din yoğun şekilde ön planda yaşanıyor. Böyle bir ülkede İslamcılık yapmanın manası yok. Şeriat zaten var. Dolayısıyla orada asıl kapitalizm kurulacaktır. İslam burada emek sermaye çelişkisine oturmak zorunda. Kimsesizlerin, ezilenlerin sesidir İslam. Kapitalizme karşıdır. Ama işte başka bir şey kurulacaktır orada. Eğer orada İslam adına bazı kurucu enerjiler yoksa, ne olacak, kapitalizm kurulacaktır.

SİVİL CUMAYI ENGELLEMEK ERDOĞAN’IN HADDİ DEĞİL

* Kürdistan’da devam eden ‘Sivil Cuma’ eylemleri var. Bilindiği gibi Kürtler İslamiyet’i kabul eden ikinci halk. Ama başbakan Kürdistan’a, Muş’a gidip bir takım tehdit ve absürt söylemlerde bulundu. ‘Sivil Cuma’yı yasaklamak Erdoğan’ın haddi olabilecek bir şey mi?

- Hayır canım. Şimdi aslında bunlara yabancı değilim. 80’li yıllarda böyle bir gençlik hareketinden geliyorum. Cuma namazlarına gitmeme, devletin memurlarının arkasında namaz kılmamak gibi bir eylemimiz vardı. Radikal İslam patlaması buydu. Şimdi buna dönüldüğünü ya da yakın bir eylem yapıldığını görüyorum. Daha da geliştirilmiş bir eylemdir. Ben yabancı değilim buna. Bunlar resmi din yorumuyla bastırılabilecek şeyler değil. Din diyanetin tekelinde olduğu için, her şeyi kanun gibi algılıyorlar. Doğru değil bu. Nasıl ki çoğulculuk var, etnik çoğulculuk var, bir sürü şirket var, dernek var vakıf var, o zaman dini çoğulculuk da lazım. Dini monopolculuk doğru değildir. Tabi ki Kürtler, Türkler, Mezopotamya halkaları büyük oranda Müslüman’dır. Bunun çeşitli yorumları olabilir. Bu yorumları tekçi bir din yorumuyla bastırmak doğru değil. Bu noktada Kürt halkının Müslümanlıkla ilişkisinin yeniden kurulması gerekiyor. Esasında Kürtler İslamiyet’e geçmiştir ama Kürtlere gelen İslam Emevi İslam’ıdır. Kürtler Emevi İslamiyet’inden almıştır. Kürtler de imparatorluk İslam’ı ile İslamlaşmıştır. Eski Orta Asya kültürü ile İslamiyet birbirine karışmış.

“BDP VE PKK DEVRİMCİ İSLAMI HALKA ANLATMALI”
Bir, dini aydınlanma hareketi lazım. Anadolu ve Mezopotamya’da bu lazım. Gerek BDP gerek PKK’nin bu hususta zayıf kaldığını düşünüyorum. Dinle ilgilenmeleri lazım. Bu dini aydınlanmaya katılmaları lazım. Devrimci İslam’ı halka anlatmaları lazım. Teolojik sorunları olsa bile, Allah’a inanmıyor olsalar bile, bir halka ve hak gerçeği olarak bunu kabul etmeleri lazım. Bir devrimci halkın inançlarıyla uğraşmaz, oynamaz. O zaman devrimci olamazsın. Dış güçler uğraşır, buna alet olmamak lazım. Kendi halkınızın dinini kabul edersiniz, nasıl bir din olduğunu önce görürsünüz. Halkımız hurafeye inanıyor, biz buna inanmayacağız. Bu ayrımı yapmak lazım. Dini doğru kaynaklarından öğrenip, öğretmek lazım. Din, iktidar sahiplerinin, ağa ve beylerin dini olsun diye gelmedi. Tam tersine, ezilenlerin, kadınların, fakirlerin, yoksulların dini olarak ortaya çıktı. Bunu iyi anlamamız lazım. Büyük bir devrimci kaynaktır bu. Kürt hareketine mensup olanların birçoğunun aydınlanmacı kafayla dine yaklaştıklarını görüyorum. Batı Avrupa’da çıkmış, bilimci, Marksist kafayla bu din yorumlanamaz. Din vicdanla başlayan, tarihsel ve toplumsal bir devrimdir. Yoksulların çığlığıdır.

ABDESTLİ KAPİTALİZM DÖNEMİ

* Seçim sonrasında Türkiye’yi neler bekliyor? ‘Çılgın projeler’ var, Kürdistan’a ordu yığılıyor. Yeni dönemde ‘AKP yönetecek’ varsayımıyla, neler bekliyor ülkeyi?

- Türkiye’nin geleceğinde, mamon ve mülkiyet dışında her şeye razı olunacaktır. Yeni bir anayasa hazırlamaktan tutalım, ülke isminin değişmesine kadar, AKP’nin abdestli kapitalist politikalarına kadar her şey değişebilir. Mümkündür. Ama bir tek şey değişmiyor, servet para ve mülkiyet. Bu açıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde Türkiye’de bir dönem daha AKP var. Bu dönem içinde eğer ki Ergenekon ve Kürt sorunu mevcut muhafazakar iktidarın yıkılacak olan noktalarının tartışılmasının önünden kalkarsa bir şeyler çıkar. Yani ne zaman iktidarın asıl yüzü ortaya çıkarsa, bir bakıyorsunuz, bir Ergenekon dosyası ya da bir operasyon başlıyor. O yüzden iktidarın asıl yüzü tartışılmıyor. Asıl tartışılması gereken yüz başkadır. Bu dönemin adı abdestli kapitalizmdir. Sivil vesayet, mahalle baskısı gibi kavramlar önemli değil, dönemin resmini çizmiyor. Asıl ismi abdestli kapitalizmdir. Müslümanlar parayla servetle tanıştırılıyor ve hoşlarına gidiyor. Anadolu’da bununla tanışmak isteyen, ruhen aç, kapitalist süreci yaşamamış kitleler var. Akın akın AVM’ler açılıyor, yeni bir dünyaya giriyorlar. Asıl mesele budur.

ELİAÇIK KİMDİR?

1961’de Kayseri’de doğdu. Kayseri ve Kırşehir’deki değişik okullarda ilk, orta ve lise öğrenimi tamamladı (1980). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okudu (1985-1990). İlahiyat Fakültesi’nden ayrılarak yazarlık hayatına başladı. Kayseri Gündem, Değişim, Yeryüzü, Bilgi ve Düşünce, Yarın, Özgün İrade, Bilge Adam, Söz ve Adalet, Gerçek Hayat, Doğudan gibi bir çok gazete ve dergide yazıları, Milli Gazete, Star, Tempo, Zaman, Habertürk, Sabah, Birgün, Radikal gibi gazete ve dergilerde söyleşileri yayınlandı.

RAWİN STERK -ANF

Kaplan: 'Ülkeyi Soyup Vergi Ödemeyenlere Biz Bedel Ödeteceğiz'


Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, Başbakan Erdoğan'a "Ülkeyi soyup soğana çeviren vergi ödemeyenlere biz bedelini ödetiriz" sözleriyle tepki gösterdi.

Başbakan Erdoğan "Kimse küçük akıllarıyla
bu ülkenin bütünlüğünü parçalama gayreti içerisine giremez. Bu ülkenin en batısındaki nasıl vergisini ödüyorsa, en doğusundaki de bu vergisini ödeyecektir. Ödemediği zaman bedelini ödemek durumunda kalır" sözlerine twitterden tepki gösteren Kaplan, vergilerin silah tüccarlarına gittiğini belirterek, "Bu ülkeyi soyup soğana çevirip vergi ödemeyenlere bedel ödettireceğiz. 'Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar" sözünü boşuna söylememişler. Vergi aflarınız, kara paralarınız, ihaleleriniz, haramınız sorgulanacak" dedi.

Ç
alandan, ülkeyi soyup soğana çeviren vergi ödemeyenlere bedel ödeteceklerini belirten Kaplan şunları yazdı: "BDP/blok/çatı partisi ile değişimin, çözümün öncü gücü olacağız.

İnadına savaş diyenlere karşı 74 milyonla barış diyeceğiz. Savaşa harcanan vergiler, silah tüccarlarına giden paralar, halkın refahına sunulacak

Krizin faturasını halka çıkarma alışkanlığı içinde olanlar bilsin ki bu eşit olmayan adaletsiz vergi düzeni böyle sürmeyecek, değiştireceğiz.

Akaryakıt, doğalgaz yüzde 66, cep 57, tekel ürünleri 80, pırlantada sıfır vergi diyenleri, dayatanları şaşırtacağız, BDP/Blok ezber bozacak.

BDP/Blok bu gelir dağılımı adaletsizliğine son verecek. Kazanandan vergiyi alacak, yok öyle başbakanın yandaşlarına yağma hasanın böreği. 28 holding Türkiye’yi sömürüyor, gelirin yüzde 80'ni kapıyor vergisi de yüzde 20. Yani emekçiden direkt ve endirekt alınan vergi yüzde 80.

İşçiler, memurlar kaynakta stopajdan yüzde 27 vergisi kesiliyor. Kurumlar vergisini AKP 35'ten 20'ye indirdi. 17 banka gelir rekortmeni oldu. Türkiye'de vergi verenler ve vermeyenler kim biliyor musunuz? Bütçenin yüzde 80 vergisi dolaylı vergiler KDV+ÖTV gibi, emekçi halktan alınıyor."

Bu Ne Yaman Çelişki RTE?

 BDP'yi suçlayarak "Vergi ödemedikleri zaman bedelini ödemek durumunda kalırlar" açıklamasında bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçen yıl Sakarya'da yaptığı mitingde, CHP'nin 1938 yılında vergi vermedikleri için Dersim köylerini bombalayarak, 40-50 bin kişinin yargısız infaz edildiğini açıklamıştı.

 Erdoğan’ın, siyaset dilini tamamen terk ederek, şiddeti dayatan tehdit diline sarılmasının ardında bilinç altındaki, “Katlederek Kürt sorunun çözme geleneksel” fikrinin telaffuzu mu? Erdoğan, bu sözleriyle seksen yılı aşkın Cumhuriyet ideolojisine sarılıp, CHP’nin 70’yı önceki misyonuna soyunuyor.

BDP Batman Milletvekili Bengi Yıldız'ın Taraf Gazetesi’nde yayınlanan ve Yıldız'ın 'çarpıtıldı' diye açıkladığı, "Vergi vermeyiz" sözleri üzerine konuşan Başbakan, BDP'yi hedef alarak, "Ödemedikleri zaman bedelini ödemek zorunda kalırlar" dedi.

Oysa aynı Başbakan Erdoğan, geçen yıl referandum oylaması öncesinde Sakarya'da yaptığı mitingde, CHP'nin 1938 yılında Dersim'i vergi ödemedikleri için bombaladığını söylemişti.

Başbakan Erdoğan, geçen yıl yapılan referandum mitingleri sırasında 14 Ağustos tarihinde Sakarya'da yaptığı konuşmada CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun Dersimli olduğunu belirterek, "Vergi vermediler diye Dersim'in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zaman ki Cumhurbaşkanı'nın emriyle...

Kimdi? İsmet İnönü, CHP'nin başındaydı. Yani CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. İnsaf ya. İşte sizin cemaziyelevveliniz bu. Gelin de siz bunu temizleyin önce" demişti.

Başbakan'ın BDP'yi kastederek "Vergi ödemezlerse bedelini ödemek zorunda kalırlar" açıklaması, yine kendisinin Sakarya mitinginde söylediği sözleri hatırlattı. Acaba Kürtler vergi ödemezlerse bu kez AKP tarafından bu bahaneyle Kürdistan bombardımana mı tabi tutulacak?

Karayılan: Türkiye ve İran İşgal Projesi Uyguluyor

 
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, İran’ın sadece PJAK’ı değil, KCK, tüm Doğu ve Güney Kürtleri ile KDP’yi hedef aldığını belirterek, “Türkiye ve İran Kürtlere karşı bir işgal projesi uyguluyorlar” dedi. “İran Kandil’in merkezini ele geçirmek istiyor” diyen Karayılan, PKK olarak İran’a karşı savaşmaları halinde İran’ın 6 ay dayanamayacağını vurguladı.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Roj TV’ye verdiği Kürtçe mülakatta, İran’ın 16 Temmuz’dan bu yana sınır hattında yürüttüğü operasyonları değerlendirdi.

İRAN’IN KÜRT KORKUSU

Karayılan, “İran çok iyi biliyor ki Ortadoğu’daki gelişmeler İran’a da ulaşacak. İran kendi hesaplarını yapıyor. Kürtlerin Irak rejiminin yıkılmasında rol aldığını, Kürtlerin Suriye’de bir güç olduğunu ve İran rejiminin yıkılmasında da rol alacağını söylüyor. Kürtleri güçten düşürmek ve paralamak istediğini belirtiyor” dedi.

KÜRT HÜKÜMETİNİN DE KATILMASINI İSTİYOR


Karayılan özetle şunları ifade etti: “İran Kürdistan Bölge Hükümeti’nin de bu palana dahil olmasını istedi. Eğer Bölge Hükümeti katılsaydı ne olurdu? İran’ın planı Kürtler arasında dinamit patlatmak ve birbirleriyle savaştırmaktır. Bölge Hükümeti yetkililerinin bu projeyi reddetmesi gerekirdi. Sadece katılamayacaklarını, şartların buna müsait olmadığını, askeri olarak yer alamayacaklarını, ancak Kandil’in etrafını tutacaklarını söylemişler. Bu da onaylama anlamına geliyor. İşte bu eleştiri konusudur. Ancak sonra Kürdistan Bölge Hükümeti yanaşmadı ve projeyi yürürlüğe koymadı. Bölge Hükümeti bu projeyi yürürlüğe koymaması nedeniyle İran’ın tepkisiyle karşılaştı. Örneğin Hacı Ümran bölgesi bombalandı. Özellikle de bölgede KDP’nin gözetimindeki alanları top atışına tuttu, saldırıları arttırdı. Hatta Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani top saldırısına karşı açıklamada bulundu. Onu da tehdit ettiler. Onu da suçladılar ve terörü ağırladığını söylediler.

İran’ın amacı onları da katmaktı. Ancak katılmayınca onlar da İran’ın hedefi oldu. Bu şekilde Kandil’i ele geçirmek, bize ve PJAK’a darbe vurmak istiyor. Kandil’in düşürülmesi ile ise tüm Kürtlere baskı yapmak istiyor. Özellikle de KDP ve tüm Güney Kürdistan güçlerine yönelik tehdit ve baskı artacaktır. Onlara kendi siyasetini dayatmak istiyor. İran’ın politikası böyledir, ya benimlesin ya da karşıtımsın.

PJAK’IN KARARGAHI KANDİL DEĞİL, KIRMAŞAN’DA

İran yetkililerinden Ali Laricani yaptığı açıklamada PJAK’ın ABD’nin teşvikiyle terör uyguladığını, bu nedenle onların (PJAK’ın) karargahlarına karşı harekete geçtiğini söyledi. PJAK’ın karargahının Kandil’de olmadığını, Kırmaşan’da olduğunu herkesin bilmesi gerekiyor. İkincisi, PJAK bir yıldır eylem yapmıyordu. Amerika da PJAK’ı terör listesine aldı. İran bu tavrından vazgeçmeli. Kim ayağa kalksa, İran onu Amerikan ajanı olmakla suçluyor. İyi o zaman, Amerika da beni dünyanın en büyük teröristlerinden biri, hareketimizi de terörist ilan etti. Şimdi de sen bize saldırıyorsun. Biz ne yapalım? Böyle bir şey olamaz.

TÜRKİYE-İRAN-ABD İTTİFAKI

Aslında bunun bir de öteki yüzü var. Şimdi İran Kandil’e saldırıyor. Başından bu yana Amerika keşif uçakları Kandil üzerinde dolaşıyor. Nedir bu keşifler? Bazıları bu uçakların İran’ı izlediğini söyleyebilir. Hayır, İran’ı gözetlemiyor, çünkü sınırın iç kısmında dolaşıyorlar. Bu keşifler Türkiye’ye aktarılıyor, Türkiye ise İran’a veriyor. Şimdi şöyle bir gerçeklik var: Türkiye, İran ve Amerika bir olmuşlar. Gerçek budur. İran halkının da bunu iyi görmesi gerekiyor, onların yönetimleri doğruları söylemiyor. Tüm taraflar Kürtlerin güçten düşmesi ve onlara muhtaç olmasını istiyor. Burada bir irade savaşı var.

KÜRTLERİN YENİ DİZAYNDA YERİNİ ALMALARINI İSTEMİYORLAR

Şu an PJAK Dola Kokê’de direniyor. Ama hedef PJAK değil. İşte Xinere ve Xakurke’de de saldırılara başladılar. İran değil sadece PJAK, KCK, tüm Doğu ve Güney Kürtleri ile KDP’yi hedef alıyor. Bu şekilde Kürtleri zayıflatmak istiyorlar. Bu Türkiye ve İran ortak planıdır. Şu an savaşanların çoğunlu Türk’tür, biz bunu iyi biliyoruz. Türk özel güçleri içlerinde var. Kürtlerin stratejilerini zayıflatmak istiyorlar. Kürtleri birbirine düşürmek ve aralarında kriz çıkarmak istiyorlar. Özel savaştır. Kandil’i ele geçirmek ve bunun herkese mesaj vermek istiyorlar. Ortadoğu yeniden dizayn ediliyor, onlar da Kürtlerin bu dizayn içerisinde yer edinmesine karşılar.

TÜRKİYE VE İRAN İŞGAL PROJESİ UYGULUYOR

14 Temmuz’da Demokratik Özerklik ilan edildi, İran rejimi 16 Temmuz’da saldırıya başladı. Tümü birbiriyle bağlantılı. Kürtlere komplo yapmak ve önlerine koydukları Kürt Ulusal Kongresi hedefinin başarıya ulaşmamasını istiyorlar. Demokratik Özerkliğin Kuzeyde (Kuzey Kürdistan) başarı sağlamasını istemiyorlar. Bu nedenle Türkiye ve İran Kürtlere karşı bir işgal projesi uyguluyorlar. Amaçları kaos yaratmak. Bu müdahale Kürtlerin iradesine karşıdır. Ancak İran amacına ulaşamadı. PJAK’lı arkadaşların direnişi değerli ve kutsal bir direniştir. İran yaklaşık 30 bin askeri konumlandırmış ve en güçlü teknolojiyi kullanıyor. Şu ana kadar birkaç yüz metre ilerleyebildiler ama başaramadılar.

ŞİDDETLİ BİR SAVAŞ VAR

10-15 km’lik hat üzerinde şiddetli bir savaş var. İran güçlü bir teknoloji kullanıyor. Ancak güçlü bir gerilla direnişiyle karşılaştı. İran ordusu ileriye doğru gidemiyor. Durmuş ve tıkanmış. Başka alanlarda saldırı yapabilir. PJAK’ın karargahlarını ele geçirdiklerini söylüyorlar ama daha sınırı bile geçemediler.

İran Kandil’in merkezini ele geçirmek istiyor. Eğer Dola Kokê’yi alırsa, ardından Dola Eyşê’yi ele geçirerek Qandil üzerinde hakim olacak!

HENÜZ SAVAŞ KARARI ALMADIK

Biz PKK-KCK olarak İran’a karşı bir savaş kararı almadık. İlan da etmiyoruz. Çünkü İran’ın yürüttüğü bu savaş, doğru değil. Devrim Muhafızları savaşı yürütüyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin çıkarına da değildir, Kürtlerin tümü hedef haline getiriliyor. Bu savaşın kimseye faydası yoktur. Ama biz sonuna kadar PJAK’ı destekleyeceğiz. Eğer üzerimize gelirlerse, savunma hakkımızı kullanacağız. Artık işgalci devletler şunu iyi bilsin, Kürtler onlar karşısında boyun eğmeyecek. Alışmışlar hemen tak ve toplarını Kürtlere yöneltiyorlar. Herkesin onlardan (korkup) kaçmasını istiyorlar. Hayır, kaçmayacağız. Artık, Kürtlerin güç olduğunu, irade sahibi olduğunu anlamaları ve bu iradeye saygı duymaları gerekiyor. Kandil’i işgal ederek Kürt halkını caydırmak istiyorlar. Çok iyi bilmeleri gerekir ki, geçen 10 gün nasıl geçtiyse, bundan sonra da böyle olacak.

MESELE TÜM KÜRTLERDİR

Mesele sadece PJAK ya da PKK değil. Mesele tüm Kürtlerdir, düşmanca ve işgalci politikalardır. İslam ve kardeşlikte böyle bir şey yoktur. İran’ın Kürtlere karşı askeri operasyonları ve idamları durdurmasını istiyoruz. Kürtlerin de silahlı savaş değil, siyasi eylemlerde bulunmasını istiyoruz. Bizim savunduğumuz budur. Ama İran askeri yöntemlerle sonuç almak istemektedir. Bu mümkün değildir.”

KİMSE BİZİ SINAMASIN

“İran saldırıları genişleyebilir. Ancak İran’ın bundan vazgeçmesi gerekiyor. Aksi halde zarar edecek” diyen Karayılan, İran’ın etrafındaki uluslar arası baskıya dikkat çekerek, “Biz böyle bir dönemde taraf olmak istemiyoruz” diye belirtti.

İRAN’LA SAVAŞIRSAK 6 AY DAYANAMAZLAR

Karayılan şöyle devam etti: “Biz İran İslam Cumhuriyeti’ne zarar vermek istemiyoruz. Ama biz halkımızın onur ve şerefi için, halkımızı savunmak için her şeyi yapabiliriz. Kimse bizi sınamasın. Şimdi ben şunu söyleyeyim, ama tehdit olarak algılanmasın. Şimdi İran o kadar saldırıyor, biz de PKK olarak Türkiye’ye karşı savaşı durdurup İran’la savaşırsak ne olur? Öyle inanıyorum ki İran 6 ay karşımızda dayanamaz. Biz bunu yapmak istemiyoruz.”

“PJAK’ın kendisini savunması gerekiyor” vurgusunu yapan Karayılan, “Eğer üzerimize gelirlerse biz kendimizi savunacağız, ama biz geniş savaşın başlamasını istemiyoruz” dedi.

KANDİL’DE GERİ ADIM ATMAYACAĞIZ

Karayılan, “Kürtlerin artık teslim olmayacağını İran’ın iyi anlaması gerek. Biz PKK olarak tüm Kürtler adında, Kandil’de hiç kimseye karşı geri adım atmayacağız. Eğer İran bu hatadan dönerse, biz de olumlu bir yaklaşım gösteririz. Nasıl ki bu topraklarda Arap, Türk, Fars, Ermeni ve Asuri varsa, Kürtler de vardır. Kürtler bölgenin en eski halkıdır. Kürtlerin de özgür bir şekilde yaşama hakkı vardır.”

TSK Zagros ve Zap'ı, İran Xakurke'yi Bombalıyor

Türk ordusu gerillanın denetimindeki Zagros ile Zap bölgelerini bombalarken, İran ordusu da Xakurke bölgesindeki birçok alanı top atışına tutu.

Türk ve İran ordularının gerillanın denetimindeki alanlara yönelik
saldırıları devam ediyor. HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Türk ordusunun 27 Temmuz günü 05.00-07.30 ile 09.00-10.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Mahir Mirzo, Ferhat, Angola ve Cehennem Tepeleri, Orê, Ertuş, Sinê ve Sernê köyleri, Karker
Tepesi ve yamaçlarını havan ve obüslerle bombaladığını bildirdi. Açıklamada, “Gerçekleştirilen saldırı sonucunda Mahir Mirzo Tepesinde başlayan yangın halen devam etmektedir” denildi .
26 Temmuz günü ise Türk saldırısının hedefi Zagros bölgesi oldu. HPG-BİM, “26 Temmuz günü 09.00-11.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros'un Govendê, Xapuşkê, Erguş ve Matê köyleri, Mamreşo, Hesaba ve Lanet Tepeleri, Karter Tepesi ve yamaçları, Şehit Dijwar alanı, Avaşin ve Ava Basya alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır. Yapılan saldırı sonucunda Ava Basya alanında başlayan yangın halen devam etmektedir. Ayrıca Erguş ve Matê köylüleri yerlerini bırakmak zorunda kalmıştır” dedi.

Türk ordusunun Zagros’a yönelik saldırı yaptığı günü İran ordusu da Xakurke’yi bombaladı. HPG-BİM, İran saldırısına ilişkin şu bilgileri verdi: “26 Temmuz günü 16.00-17.00 saatleri arasından Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê'nin Şehit Beritan, Şehit Ahmet ve Kevirê Spi alanlarına yönelik olarak İran ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır. Yapılan saldırı sonucunda alanda başlayan yangın halen devam etmektedir.”

DTK'dan Kemal Burkay'a Çağrı

Uzun yıllardır Avrupa'da yaşayan ve 30 Temmuz tarihinde Türkiye'ye dönecek olan Kemal Burkay'a DTK'de görev alması için çağrı yapıldı.

DTK sözcüsü Cemal Coşgun, Burkay'ın birikimlerinden faydalanmak için DTK içinde görev almasını istediklerini söyledi.

Diyarbakır'da
30-31 Temmuz tarihleri arasında genel kurul hazırlığı yapan DTK sözcüsü Cemal Coşgun, ANF'ye yaptığı açıklamada, 30 Temmuz tarihinde Diyarbakır'a dönecek Kemal Burkay'ı DTK içinde görmek istediklerini söyledi.

DTK bünyesinde bölgedeki her kesimin temsil edildiğini ve DTK bünyesinde yer almasını düşündükleri kişi ve kurumlarla görüşmelerin sürdüğünü söyleyen Coşgun, "Delege düzeyinde Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Keldani'ler var. Hak-Par ve KADEP partileri de DTK içinde gözlemci sıfatı ile yer alıyor" dedi.

Burkay'ı hem hasret gidermek hem de birikimlerinden ve deneyimlerinden faydalanmak için DTK bünyesinde görev almaya davet edeceklerini kaydeden Coşgun, Burkay'ın tecrübelerini kendilerine aktarmasını isteyeceklerini söyledi.