27 Mayıs 2010 Perşembe

Türklük, Okul ve Cezaevi Uçgeni


Türkiye’de uzun yıllardan beri uygulana gelen açlıkla ajanlaştırma, ruhen bozarak ajanlaştırma, kurumsallaştırarak ajanlaştırma gibi birçok yöntem, çocuk üzerinden de hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu yöntemin yeni dünya versiyonunu Fettullah Gülen, Dünya, Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye’deki okullarda uygulamaktadır.

TMK mağduru çocuklar, deliller henüz, hala polis tutanaklarıyla sınırlı kalsa da, sadece özgürlükleri değil, sağlıklı büyüme, eğitim ve oyun hakları da ellerinden alınarak, aylardır hapishanede. Kendilerine verilen cezalarla bugün bu çocuklar, milattan sonra bugüne kadarlar...

AKP Hükümeti’nin milattan sonra ‘2001’ yılında, TMK üzerinden mağdur ettiği taş atan çocuklara verilen cezanın toplamı 2 bin (2000) yılı geçmiş. Bu bir kültür tarihidir.

Adalet Bakanlığı’na göre 2007-2008 yılları arasında toplumsal gösterilere katıldığı gerekçesiyle yargılanan yaklaşık 3 bin çocuk varken, Diyarbakır Barosu’na göre ise, 7 bin çocuk yargılanıyor. Bu bir ilçe demektir.Daha düne kadar Kürt olduğu için inkar edilip ‘var’ sayılmazken, bugün ‘terörist’ olarak ‘var’ edilmektir. Kürt halkını da iradesinden dolayı terörist gören devlet, Kürt çocuklarını da şimdiden örgüt mensubu sayıp, ‘7000 kişilik bir örgüt’ kurguluyor. Örgütle hiç alakası olmayan çocukların, ille de örgüt üyesi olarak görülmek istenmesidir. Bu ülkede birşey ‘atmak’ yasaklanırken, devlet, çocukların sayısını bile doğru olarak vermezken, istediği telden istediği yalanını atabiliyor… Bu, çocukluğa kestirmeden elveda demektir.

Koskoca Kürt halkını terörist olarak minimize etmeye çalışan devletin, 7000 kişilik örgüt mensubu olarak yargıladığı bu çocukların toplamının bir halk ettiği gerçeğini farketmemesidir. Çocukların yargılanacağı ‘ceza’nın niteliği sayısından daha çabuk tespit edebilmektir. Bu, ya ne yaptığını bilmemek… ya da gayet iyi bilmektir. Onlar, aslında pek ala da ‘taşı fırlattıkları’ gerekçesiyle değil, kendileri için kurgulanmış ve makuzlaşan kaderlerini farkettikleri ve buna öfke duydukları için gözaltına alınan Kürt çocukları. Her birine onlarca yıl ceza verilen, gözaltında ve cezaevinde işkence ve kötü muameleye maruz kalan TMK mağduru çocukların hepsinin, eylemlere katıldıkları ve taş attıkları gerekçesiyle davası var. İçlerinden birçoğu hala cezaevinde yargıtayın kararını bekliyor. Kimisi en az 3 ila 5 ay cezaevinde kaldığı için okullarından atıldı. Bir kısmı da halen polislerin takip ve baskısı altında.

‘Örgüt adına’ mı?

Çocukların yargılandıkları maddeye dönecek olursak…: Tahliye olsalar bile, bunun, ceza almayacağı anlamına gelmediği çocuklar, ‘örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak’ gibi bir ithamla yargılanıyorsa ve yargılama, TCK’nın 220/6’ıncı maddesine göre yapılıyorsa; tutuksuz yargılandıkları süreçte bu çocuklar, örgüt adına mı okula gidecek, örgüt adına mı parkta oynayacak, örgüt adına mı mendil satacak, şeker yiyecek, oyuncak alacak?

Zaten mağdur olan Kürt çocuklarına, mağduriyetin mağduriyeti yaşatılıyor. Travma kentlerin çocukları, cezaevlerinde kurgulanıyor. Henüz 2009 yılı çocuk ihlalleri tam olarak açıklanabilmiş değil. Ama, İHD 2009 Yılı Çocuk İhlalleri Raporu’nun şu belirtileri, vahimiyetin ortaya çıkması için bize yine de yeterli veriyi sunuyor. Rapordan bir bölümü şöyle:

Polis otosunda ve emniyette çocuklara işkence ve kötü muamele
Gözaltına alınan çocuklar karakola değil, portakal bahçesine!
Kolluk güçleri toplumsal olaylarda orantısız güç kullanmaya devam ediyor...

Hak ihlalleri cezaevlerinde de devam ediyor. Cezaevlerinde çocuklara sistematik işkence.

Kimi çocuklar, çocuk cezaevi yerine, yetişkinlerin konulduğu cezaevlerine konuluyor.

Yetkililerin ‘Çocuklarınızı sokağa bırakmayın’ sözlerine, ‘’Ne yapalım, çocuklar sokağa çıkmasın mı?” diye aileler tepki göstere dursun, sonuç değişmiyor. Yaşlarından fazla ceza istemiyle yargılanan çocuklarından, ‘’Suçlu değilim, ama 4 ay cezaevinde yattım,” diyen bir çocuğun durumuna göz atacak olursak:

N.K, 16 yaşında. Hakkında açılan davadan dolayı okulu bırakmak zorunda kalmış. Eylemden sonra evine yapılan bir baskınla gözaltına alınmış. Ardından cezaevine konulmuş. Cezaevinde işkence ve kötü muamele gördüğünü söyleyen N.K, ‘’Gardiyanlar sayıma geldiklerinde bizi yere yatırıp dövüyorlardı: bize ‘pis teröristler’ diyerek hakaret ediyorlardı” diyor: Kürt çocuklarına yönelik ihlalin ihlalinin ihlaline devam edelim:

Adana M Tipi Cezaevi’ne konulan 32 çocuk işkencelere maruz kaldı.

Diyarbakır’da taş atan çocuklar, ailelerinin gözleri önünde işkenceye maruz kaldı.

Açık görüş sırasında, cezaevi müdürünün odasına çağrılan üç çocuk, müdür ve sivil görevlilerce tokatlandı, azarlandı ve fırlatılan küllükle yaralandı.

Yılbaşı ve sonrasındaki günlerde bölge cezaevlerinde açık görüşe çıkma hakkı olan çocuklar, bu hakkından çoğunlukla yararlanamadı.
TMK mağdurlarının sayısı, cezaevlerinin nicel kapasitesini çoktan aştı.

Çocuklarının mağduriyetlerini müdürle görüşen aileler cezaevinden ayrıldıktan sonra, sözkonusu çocuklar müdür tarafından azarlanıp, sözlü şiddete maruz kaldı.

Burada yalnızca bir kısmı anlatılan ihlallerin dışında,
Türkiye illerinde bir çocuk, yapılan eylemlerden ‘toplantı ve gösteri yasasına muhalefet etmek’ suçlaması ile yargılanırken, Kürt illerinde aynı eylemde bulunan çocuklar, ‘örgüt üyeliği’, ‘örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt adına eylem ve fiilerde bulunmak’ gibi suçlamalarla yargılanıyor.

İhlallerin ihlallerine, bu kez de İ.K.’nın, cezaevinden yolladığı bir mektupla devam edelim:
14 yaşındaki İ.K. Cizre’de tutuklu ve Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde davası görülüyor. Yaşı dikkate alınarak cezası 7,5 yıla indirilirken, dosyası yargıtayda bekliyor: ‘’... pis kokular geliyor, tuvalet, mutfak, banyo yan yana, iç içe. Buraya bir grup geldi üniversiteden. Bize durumumuzu araştırmak için geldiklerini söylediler, kötü kokudan dolayı içeri girmediler. 13 yaşında arkadaşımız var burada; hakkında 20 yıl ceza isteniliyor, çok küçük, ceza da verecekler galiba. Ben buraya geldikten sonra insanların ne halde olduğunu yeni anladım. Cizre’de tutuklandım, hakkımdaki suçlamaları okuyunca şok oldum. Bizim evde televizyon yok ki ben talimat alayım. Halimiz kötü burada, geçen yemek yedik, zehirlendik. Hastaneye götürülmedik. Dediler ki, bol bol su için geçer. Sanki bol bol su var.” Bu çocuklara verilen ve uygulanan gözaltı-tutuklama ‘ceza’ları sosyal bir dönüşümü mü amaçlamaktadır, yoksa; siyasal bir baskıyla, asimilasyonu çaktırmadan mı uygulamayı amaçlamaktadır? Çok eskilere dayanan ve yine, çok ileriye dönük bir projenin sonucu olarak; korkan, susan bir kuşak yaratmak istenirken; tüm bu saldırılar, yeni bir yutup yoketme dalgası daha gelmeden önce, bölgeye, ileriye dönük olarak ekonomik-sosyal-kültürel anlamda da eski bildik saldırıların artacağını göstermektedir.

Ne terörist ne TMK, Bu çocuk yine de büyümüyor!

TMK mağduru olmayı bir yana bırakalım, Kürt çocuğuna uygulanan ilk çareler(!), bazen daha da vahim oluyor: Çocuk da olsa, kadın da olsa ölüyor. 2000’li yılların ardından başlayan köye dönüşlerle birlikte temizlenmeyen mayınlı araziler ve askeri alanlardaki mayınlar ile patlamamış askeri mühimmatlar ise; terörist görülmeseler de, TMK’dan yargılanmasalar da, Kürdistan coğrafyasında, çocuklar için ölüme yol açıyor.

Türkiye 2004 yılında imzaladığı Mayınları Yasaklama Anlaşması’na uymayarak, 1999-2008 yılları arasında 250 kişiyi öldürerek, 581 kişinin de sakat kalmasına yol açmıştı. Bununla da kalmayıp, PKK’nin olumlu yanıt verdiği CC-Geneva Call’in , bağımsız kuruluşların Türkiye’de yapmak istediği araştırmaya karşı çıktı. Uluslararası Kara Mayınlarını Yasaklama Kampanyası (ICBL) ve Cenevre Çağrısı’na kulak asmayan Türkiye’nin, değil elindeki mayınları imha etmek, bölgedeki mayınlarla çocukları imhayı sürdüreceği apaçıktır.

‘’1 Mart 2004 tarihinde yürürlüğe giren Ottowa Sözleşmesi’ne göre, taraf devlet olan Türkiye, 2014 yılına kadar sözleşmenin gereklerini yerine getirmek durumunda. Sözleşmeye göre 2014 yılına kadar temizlenmesi gereken mayınlı alanların ne kadarlık bir bölümü temizlendiği bilinmezken, Türkiye’nin Nisan-2004-Ağustos 2004 tarihlerinde Birleşmiş Milletler’e (BM) gönderdiği ilk rapora göre, stoklarda 2 milyon 973 bin 481, toprakta 921 bin 80 mayın olduğu ve topraktaki mayınların 15 ilde olduğu belirtiliyor. Aynı raporda 7 ilde yaklaşık 687 yerin mayınlı olduğu şüphesi olduğu belirtilirken, 2014’e kadar toprağa döşeli yaklaşık 1 milyon mayını temizlemesi gerektiği ifade ediliyor. Aynı raporda bu mayınların 6,5 yıl içinde imhasının çok zor olacağı belirtilerek açık kapı bırakılıyor.”

Yapılan diğer araştırmalara göre, son 8 yıl boyunca Kürt illerinde meydana gelen patmalarda... çoğu çocuk 258 kişi hayatını kaybediyor, 728’i de yaralanıyorsa ve 2010 yılının ilk 4 ayında, 13’ü çocuk toplam 19 kişi yaralanıyor ve 2 çocuk da ölüyorsa; bu tablonun ileriye dönük rakamları, sözü geçen açık kapıya kimsenin el atıp kapatmayacağına işarettir.

Türklük, okul ve cezaevi üçgeni

‘’Oyun’ ve ‘’Çocuk’ demişken, ‘Savaş’, ‘Türklük’, ‘İslamiyet’ ve ‘Cezaevi’ de diyecekken, Gülen ve okullarını anmadan geçmek olmazdı.

Türkiye’de uzun yıllardan beri uygulana gelen açlıkla ajanlaştırma, ruhen bozarak ajanlaştırma, kurumsallaştırarak ajanlaştırma gibi birçok yöntem, çocuk üzerinden de hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Uzun vadede, ama daha kökten bir çözüm olarak ele alınan bu yöntemin yeni bir dünya versiyonunu da Fethullah Gülen, Dünya, Ortadoğu, Kürdistan ve Türkiye’deki okullarda uygulamaktadır. Bu yatırım ve arzu, tabii ki Gülen’le başlamış bir ‘kurgu’ da değildir. Yeni dünyanın çocuğunu da kurgulayan 21. yüzyılın ortak paylaşanları, 22. yüzyılda bugünün çocuk kurgusuyla pek ala da bir ‘ajan genç’ten devşirilmiş dünyaya sahip olmayı amaçlamaktadır.

Halen peşindeler

E.K (16), gözaltında tutulduğu iki gün boyunca, tanımadığı insanlar hakkında ifade verilmesinin istendiğini söylüyor. M.K (16) ise, gözaltında polislerin kendilerini dövdüğünü belirtirken; ‘’Beni muhbirliğe zorladılar. Halen peşimdeler,” diye belirtiyor.
Burada bir soru sormak gerekirse Kürt çocukları bu cezaevlerinde ‘nasıl (!)’ ıslah edilecek ki; cezaevine girmeden önce kendini ait hissettiği Kürt halkıyla birlikte hareket eden ve ‘bu bahaneyle’ terörist ilan edilen bu çocuklar, cezaevinden çıktıktan sonra, ‘terörist’ sıfatından kurtulup, bu kez, o halkın karşısında yer alacak?

Bu ve benzer yöntemler, Kürt çocuklarına devletin öğretmeye ve alıştırmaya çalıştığı yöntemlerden yalnızca iki örnek. Ve yalnızca, gözaltı ya da cezaevlerinde uygulanmaya çalışılan bir yöntem değil. Bu kurumların yanı sıra, yaratılmaya çalışılan ‘’ajan çocuk”, ‘’ispiyoncu çocuk”la da yetinmeyen devlete eşlik edercesine ve kuşkusuz birçok yerde birlikte yürütülen bir çalışma olarak, sokak ve okullara da bu tarz taşınıyor. Hatta, Kürdistan’daki okullarda kimi öğrencilere, PKK ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı karalayıcı videolar da seyrettirilmek istenmesine kadar, okul vb. kurumlar, siyasi olarak çocuğun yönlendirilmeye çalışıldığı alanlar olarak kullanılıyor.

İstisnai olaylar olarak ele alınmaması gereken bu birkaç örnekteki devlet yöntemi, uzun yıllardır Kürt halkına ve Türkiyeli demokratik alanlara uygulanmış, hatta bunun en tumturaklı biçimi olarak, koruculuk sistemi gibi bir çok oluşum da yaratılmıştır.

Hala hesabının sorulmadığı ve hala generallerinin yargılanmadığı 12 Eylül dönemin 31. Koğuş’unda Hizbullah’a kadrolar yetiştirmek isteyenler, şimdi de yine aynı şekilde TMK’dan mağdur olan çocukları ajanlaştırmaya çalışıyorlar.

Kürdistan’da kurgulanan çocukluğu, Türkiye’de eğitim ve okul dendiğinde son yıllarda adından çokça sözettiren Gülen Tarikatı/Teşkilatı’nı ele almadan geçip gitmek, AKP Hükümeti’nin yaygınlaştırmaya çalıştığı ‘ajanlık kodları’nı ve geleceğin Kürt halkı için düzenlenen senaryolarını anlamamak demektir...

Dalgakıran okullar

Fethullah Gülen, bir süre önce internet alanına düşen, kendi yandaşlarına seslendiği esnaf planının Kürt illerine gelen bölümünde, ‘’...Şimdi bunların içinde mollalar, hocalar, şeyhler, dindarlar var. Açtığımız okullarda, orada ve kurslarda bunlarla diyalog kurabiliyoruz. Bu, sertlikleri, dalgayı kırma imkanı oluyor..” derken, konuşmasından da anlaşılacağı üzere; okulları dalgakıran olarak işliyor, yaygınlaştırıyor. Bu okul ve diğer kurumları aracılığıyla, çok açık bir ifadedir ki; İslami Ortadoğu, İslami Gülen tarafından dikizleniyor.

‘’...Esas derdin dermanı olan reçeteyle işin üzerine gitmiyorlar, yanlışlık içindeler. Haber toplamak açısından da yanlışlık içindeler...”, şeklinde süren konuşmasında; okulların açılmasındaki bir diğer amacı ifşa ediyor: İstihbarat birimleri halinde işletilen okullarda, bu kurumlardaki yönetici, öğretmen ve tabii öğrencilere ajanlık ve haber toplama görevi veriliyor.

Gülen ve eğitim sevgisi!

Bu örgütlenmenin iddiasını anlamak içinse, bu okulların dünya ölçeğinde ne kadar alanda kurumsallaştığına bakmak gerekiyor:
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in 29 Mart’ta, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a yaptığı son ziyaretinde de, üstünde çokça durulan ve Almanya’daki öğretmenlerin yoğun tepkisini alan, Almanya’da Türkçe liseler ve üniversite kurma teklifinden de hatırlanacağı gibi; Gülen Hareketi okulları, Türk girişimcilere dünyanın çeşitli yerlerinde açılan özel okullardır.

5 kıta ve 120 civarında ülkede faaliyet gösteren ve sayısı toplamda 1000’den fazla olan bu okullar, isim ve hukuki bakımdan birbirinden bağımsız olmakla birlikte, Gülen Hareketi kaynaklıdır.

Bulundukları ülkelerde sınavla öğrenci alan okullar, elit ve üst düzey bürokrat kesimin çocuklarını gönderdiği okullardır. Türkiye’de eğitim gören yabancı uyruklu öğrencilerin bir çoğu da bu okullardan gelmektedir.

Okullardan bazıları: Brooklyn Amity School,

Liseler: Ayçürök Kırgız Türk Kız Lisesi (Kırgızistan), Pioneer Bilim Akademisi, Muhammed Fatih Koleji (Sudan, Turgut Özal Türkmen Turkish High School (Türkmenistan),...

Üniversiteler: Kafkas Üniversitesi, Kırgızistan Uluslararası Atatürk Alatoo Üniversitesi, Uluslararası Türkmen-Türk Üniversitesi, Kazakistan Süleyman Demirel Üniversitesi, Gürcistan Uluslararası Karadeniz Üniversitesi, ...

Federe Kürdistan’da açtığı okullar:

Hewler:

1.Fezalar Eğitim Kurumu
2.Işık Dil Merkezi
3.Işık İlköğretim Okulu
4.Nilüfer Kız Koleji
5.Işık Erkek Koleji
6.Işık Üniversitesi

Süleymaniye’de ise;

1.Süleymaniye Kız Koleji
2.Selahattin Eyyubi Erkek Koleji
3.Selahattin Eyyubi Dil Merkezi

Gülen’in Kerkük’te ise; 1 okul ve 1 dil merkezi bulunmaktadır.

İlki 2003 yılında yapılan Uluslararası Türkçe Olimpiyatları ise, yurtdışındaki Gülen Tarikatı okullarında öğrenim gören öğrencilerin Türkçe sunumlarla katıldığı bir yarışmadır. 2009 yılında 7.si yapılan bu yarışmaya yabancı ve Türk asıllı, 115 ülkeden katılımcı okul olurken; yarışma, Türk Dil Kurumu ve çeşitli devlet kurumlarınca da desteklenmektedir.

Öğrencileri, Gülen’e vefa borcunu nasıl ödeyecek?

Bunca uzun verilerden sonra, bir soru sormadan geçmek olmayacaktır: Gülen, dünya çapında, belli bir bağlaşıkta tutulup kurumsallaştırılmaya çalışılan bu dünya çocuklarına, yalnızca Türkçeyi öğretmek amacıyla mı onca okulu açıverdi? En önemli sorun şudur ki, bu okullarda eğitim adı altında biraraya getirilen çocuklar, yetiştikten sonra Fethullah Gülen’e vefa borcunu nasıl ödeyecektir? Bulundukları ülkelerdeki bu okullara sınavla girebilen elit ve üst düzey bürokrat kesimin çocukları, dünyadaki hangi çocuk kesiminden ayrıştırılarak kurumsallaştırılıyor ve hangi çocuk kesimine karşı biraraya getirilip eğitiliyor?...

7 yıl önce ilki gerçekleşen ve geçen sene ‘sevgi dili: Türkçe’ sloganıyla dünya çocuklarına avuç avuç sevgi dağıttığını iddia eden bu yarışmanın, sıra Kürt çocuklarına geldiğinde 2004 yılından beri Kürdistan illerindeki AKP Hükümeti tarafından çocuklara nasıl beden beden ölüm dağıttığına birkaç örnekle göz atalım isterseniz:

21 Kasım 2004: 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın bedenine 13 kurşun sıkıldı ve ölü bedeni terörist ilan edildi.

Mart 2006: Diyarbakır’da kitle gösterisinde 6 çocuk katledildi.

16 Şubat 2008: Şırnakta’ki bir gösteride, 16 yaşındaki Yahya Menekşe panzerle ezildi.

Mart 2008: Hakkari’de, 15 yaşındaki C.E’nin kolu kırıldı. Çocuk daha sonra tutuklandı.

Nisan 2009: Hakkari’de, 14 yaşındaki Seyfi Turan, bir protestoda özel tim mensubu polisler tarafından, silah darbeleriyle yaraladı.

9 Ekim 2009: Cizre’de 18 aylık bebek Mehmet Uytun, polisin müdahale ettiği gösteride, atılan gaz bombasının kafasına çarpması sonucu hayatını kaybetti.

Türkçe öğrenemedi diye mi öldü?

Birkaç soruyla daha düşünmek gerekirse: 2002 yılından sonra, Gülen Cemaati’nin siyasi kolu olarak adlandırılan AKP Hükümeti, Kürt illerine Fethullahçı ve AKP’li polis yöneticilerini yerleştirdikten sonra, Kürt çocukları, Türkçeyi öğrenemedi diye mi öldü?.. Bu yöneticiler, Kürt çocuklarının sokakta ve okullarda daha iyi eğitim alamadıklarını düşünüyor diye mi cezaevlerine toplandı?

Gülen Cemaati okullarının, ne yanlızca Türkçeyi dünyada yaymak, ne de yalnızca İslamiyeti yaygınlaştırmak niyeti vardır. Kürt çocukları Türkçeyi değil, Ortadoğu’da yok olmayı öğrenemedikleri için şimdi cezaevlerinde betonun üstünde yatıyor.

Fethullah Gülen dünya çocuklarına okul aça dursun, siyasi kolu AKP Hükümeti de Kürt çocuğu için bölgede istihbarat toplayacağı okul ya da TMK mağduru ettiği çocuklara cezaevleri açsın.

Kürdistanda ‘çocuk, kurgu ve Kürt’ün çıktığı OYUN alanı burasıdır işte. Ve İşte tam da bu durum, bize Kürdistan ve Türkiye’de açılan Gülen okulları ile Kürt illerinde son yıllarda yargılanan/tutuklanan 7000 çocuğun çelişkisini ortaya koymaktadır. Okullarda disipline olmazlarsa, biz de hapislerde disipline ederiz ya da ortalıkta görünmez kılarız mantığı, TMK mağduriyetinin örtülü nedenini de ortaya koyuyor.

‘’Siz daha iyi bilirsiniz’’

Kürdistan’da ya da metropollerde Kürt çocuğu olarak, ister ailesinin yanında yaşıyor olsun, isterse sokakta yaşıyor olsun, akıbetler birbirine çok paralel, çok yakın ve neredeyse sınırsız hale gelmiştir. Ailenin yanında yaşamanın pek de garantili bir gelecek vaadetmediği, aile içerisinde yaşayan çocukların dışarıda satıcılık yapması; yoksul ailenin; çocuğun eğitim, sağlık, bakım ve nafakasını artık karşılayamamasını bir yana bırakalım, çocuğun aileye bakmak zorunda kalması, onu dışarıdaki arayışlara sokmaktadır. Modern toplumda bile yoksulluktan nasibini alan çocuk, ev yaşamından daha da uzaklaşmakta, erken yaşlarda başının çaresine bakma yükümlülüğü altında kalmaktadır. 2003 yılının, kısa bir diyalogudur, belki de herşeyi, en kestirmeden anlatacak olan cümle...

Sosyal Hizmet Uzmanı İrfan Polat birgün, sokakta çalışan çocuğa, ‘’Niye sokaklarda çalışıyorsun?” diye sorduğunda, yanıt olarak şu cümleyi alır: ‘’Bunu ben bilemem, ben çocuğum, siz büyüğümüzsünüz, siz daha iyi bilirsiniz.”

Yarı-çocuk

Yoksulluk ve üstüne bir de devlet terörünün dağıtıp parçalandığı ailelerden, yaşayabilmek için, civa gibi sokakların yolunu tutan boy boy, yarı-çocuk minyatür insanlardır, ‘’bilmem’’ derken, aslında herşeyi nasıl da bilen... Zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, bir türlü ilerleyemeyen Türkiye demokrasisinin yetmezliklerinin sokaklara dağıttığı çocuklar, bugün aradan 7 yıl geçse bile, hala bi türlü ‘tam-çocuk’ olamayan, ama bu ülkede kayıtsız kalma lüksünün olmadığı hayatların özneleridir.

Kürdistan’da çocuk dili: ‘’Savaşa Hayır’’

İhmal, inkar, asimilasyon, göç, faşizm, eğitimsizlik, ekonomik olarak çöküntü yaşattırılan bir bölgede sosyolog ve psikologların, eğitimcilerin de kabul edeceği gibi nasıl ki; gençlerin dağa çıkması kaçınılmaz ve bir gerçeklikse, aynı bölgedeki çocukların taş atması da kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu gerçekliğin içinde doğup, bu gerçeklikle ‘erken büyümek zorunda kalan çocuklar, bir başka ülke ya da bölgedeki gibi ne Noel Baba ne de Sinderella masalları ile avutulabilirler artık. Onları gerçekten mutlu edecek şeyse, onların taleplerine kulak asmak ve gereğini yerine getirmek olacaktır.

Sokaktaki çocukluktan ‘ev’ çocukluğuna geçen çocuk olduğuna inanmıyorum. Ama Kürdistan’da bunun için zaten mucizelere bile yer yoktur. Bu çocukların bir kısmı şimdi, TMK mağduru da olarak, yaşamlarını ev değil, ‘cezaevi’nde ve mahkeme duvarlarının içinde sürdürecekler.

AKP Hükümeti’nin son dönemde bayramda şeker dağıtır gibi, sözümona açılımında umut dağıttığı... 2003 yılının sokağında çalışan/yaşayan ya da ailesinin yanında olsa da diğer çocuklarla birlikte aynı özgün sorunları paylaşan bu yarı-çocukların taleplerinin en kısa ifadesi değil midir ‘’Savaşa Hayır” demek?Yaşamının daha o ilk yıllarında eziliyor olması yetmemiş gibi, daha da ezilecek olduğunu anlamanın yarattığı öfkeyle, bugün taş attıkları için bi anda ‘terörist’ ilan edilirken, barış talepleri değil miydi onları mahkemelerde, savaşla en yakın metrajda, sorular ve yanıtsız sorularla karşı karşıya bırakan. Uyuşturucu, taciz, hırsızlık, fuhuş gibi bir dünya sorunun kurbanı ve çarkı olmayı reddin; birikim, istek ve çabasına gönüllü olmak değil midir, elindeki taş olsa da, yüreğindeki ümidi fırlatan.

Ailesi ve kendisi yoksulluk içinde, baskı ve inkar kıskacında yaşamaya mecbur bırakılmış bir çocuk, taş atarken bu kez de, kendisi bir soru sormuyor mudur; ‘’Bu savaşı hala, neden bitirmiyorsunuz?’’ diye.

Erken büyüyen ve hatta politikleşmek zorunda kalan bir çocuğun oyunu, herhalde körebe olamaz. Çocuk o ebeyi de çoktan biliyordur... ebenin dışında kalanları da.

Son olarak:

Türkiye’de çocuk, ihmal edilir. İhmal edilen çocuk imha edilir. Ola ki; ihmal edilen çocuk imha edilemiyorsa, bu kez tekrar başka yöntemlerle ihmal edilir.... Sanki, Çocuk Koruma Kanunu Temel İlkeler Bölümü’nde, ‘’Çocuklar hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler ile hapis cezasına en son çare olarak başvurulmadır’’ denmemişcesine, artık biz de, adeta bakkal defteri gibi olan bilançoların anlık çetelesini tutarken, ihmal ve imhaların hızına yetişemiyoruz.

BİTTİ

GÜLNAZ DUMAN BİLGE

dilefkar@hotmail.fr

Bir cerkes Destani Nart...

Kahramanlik Cagi


Cerkeslerin kendi atalari olarak kabul ettikleri mitolojik kahramanlar...
Kökü tarihin derinliklerine uzanan bir destan...

Nart Destani, Cerkeslerin ve diger bircok Kafkas halkinin kökü tarihin derinliklerine kadar uzanan ortak destani. Destan, Sosruko, Badinoko, Asemez, Bataraz, Sujey ve diger Nartlarin kahramanlik öykülerinden olusur. Nartlar, Cerkeslerin kendi atalari olarak kabul ettikleri mitolojik kahramanlardir. Güclü, savasci yigitlerdir ama günlük islerle, ciftcilikle de ugrasirlar. Destanin bas kahramani Sosruko mucizevi sekilde tastan dogar ve demirci tleps tarafindan celiklenir. Nartlar var oldugu kahramanlik cagi mitolojik bir zamandir. Yerin ve gögün yaratildigi cagda Sosruko yetiskin bir erkek, daglarin ve irmaklarin olustugu cagda yasli bir adamdir, fakat bütün gücü hala yerindedir. Nartlar destanda kültürel kahramanlar olarak da görünürler. Sosruko Tanrilardan atesi calar, yeralti yaratiklari tarafindan ele gecirilen dari tohumlarini geri getirir, Nartlara Tanrilarin ickisi saneyi hediye eder. Nartlar Blago (ejderha) ve Yinijlarla (devler) mücadele ederler. Sadece fiziki güce degil büyüye de basvururlar. Bilge Seteney´in destegiyle günes durur. Sosruko Yinij´i yenmek icin soguk, Totres´i yenmek icin sis yaratir. Asamez kavalini calarak yeryüzündeki bütün canlari diriltebilirdigi gibi, onlarin ölümünü de saglayabilir. Bidoh nefesiyle sifa dagtir. Bircok Nart bicim degistirme yetenegine sahiptir. Nartlar kuslarin, diger hayvanlarin dilini anlarlar. Kahramanlarin yardimcilari sihirli atlardir. Bazi Nartlar yeralti dünyasina inerlerve tekrar oradan dönerler.
Nartlar yasamlarina dogrudan va aktif olaral katilan Tanrilarla yogun iliski icindedir. Tanrilar Tlpes, Thagalec ve Amis Nartlarin meclisinde (hase) yer alirlar. Tanrilar her yil sölenlerine Nartlardan birini davet ederler. Thagalec´in ve Amis´in annesi Nartlara ögütleriyle yardimci olur. Demirci Tleps Nartlar silah, zirh ve is aletleri yapar, zarar gören kalca kemiklerini, kafataslarini onarir, kahramanlari dayanikli hale getirir. Bazi Nartlar Tanrilarla akrabalik iliskisi icindedir. Bilge Seteney destanda önemli rol oynar. Nartlar onun bilgece ögütlerinen yararlanirlar fqaakat o Nartlari yönetmez. Önemli meselelerde kararlar onun katilmadigi erkekler meclisinde alinir.
Tanrilarla mücadele eden kahramanlar da vardir. (Nesren Jake, Vuazirmes). Bazen bu mücadelede zafer kazanirlar; örnegin Kötülük Tanrisi Pako´yu öldürürler. Bataraz Tanrilar tarafindan Oshamaho´ya (Elbrus) zincirlenen Nesren Jake´yi kurtarir.
Bazi Nart tasvirleri günes mitleriyle baglantilidir. Adiyuh´un kollari, Nart güzeli Akuanda´nin gögüsü günesin isimasi gibi isik sacarlar.
Dogayi canlandiran Asamez ve yasamini yeraltinda sürsüren, her baharda yeryüzüne cikmaya calisan Sosruko hakkindaki söylencelerde doga mitlerinin izleri fark edilir. Destanda Nartlarin ölümü Tanrilarin iradesiyle olur. Sansiz bir yasam ile ölümden sonra ebedi san arasinda tercih yapmak zorunda kalan Nartlar secimlerini ebedi sandan yana yaparlar.

Cerkes Toplumu

Soyler, Köyler ve Köleler


Her Cerkes hangi soya ve hangi boya ait oldugunu bilir. Ayni soydan herkes birbirini akraba sayar ve aralarinda evlenme yasagi uygulanir.

Geleneksel ve toplumsal yapi Cerkeslerde soy toplulugu (klan) ve boy-kabile yapilanmasi özellikleri tasir. Ortak bir atadan geldigine inanan ve ayni soyadini tasiyan aileler soy topluluklarini (lhepk) olusturur. Ayni Ihepkten olan herkes birbirini yakin akraba sayar ve aralarinda kesin evlenme yasagi uygulanir. Evlenme yasagi anne tarafindan "Ihepek" icin de gecerlidir. Her soyun kendine ait bir damgasi (armasi) vardir. Gecmiste bu soylar, yasadiklari cografi bölgenin veya bagli olduklari prenslerin alariyla anilan Abzeh, Sapsig, Bjedug, Natuhay, Cemguy, Kabardey, Besleney, Hatukay gibi boylari olusturuyordu. Bu geleneksel yapi eski katilikta olmasa da genel olarak varligini sürdürüyor. Akrabalik ve evlilik iliskileri ayni normlarda devam ediyor. Bugün de hemen her Cerkes hangi soya ve hangi boya ait oldugunu biliyor.
Cerkes toplumu, dönemlere, bölgelere ve boylara göre bicimi ve adlari degisse de esas olarak feodal soylardan, özgür kölyülerden, serflerden ve kölelerden olusuyordu. Feodal sinifin tepesine psi denilen prensler bulunuyordu. Psi´lal hükümranliklari altindaki topraklarda kendilerine bagli profesyonel savascilarin gücüne dayanarak halki yönetiyorlardi. Psi, kendisine tabi halkin bütün mülkiyeti üzerinde tasarrufta bulunabilirdi. Bununla birlikte kisisel dokunulmazligi vardi. Feodal düzenin en güclü oldugu Kabardey bölgesinde, "psize´use" denilen büyük prenslerin kongresinde en yasli prens "büyük prens" (psivueliy) secilir ve yardimcilari (psi kuedze) ile birlikte Kabardey´in ic ve dis islerini yönetirdi. 1800´lerin basinda Kabardey bölgesi Rusyanin hakimiyetine girince psilarin iktidari büyük ölcüde sinirlandi.
Prenslerden sonra "birinci derece" özden (soylu) kabul edilen diger üst sinif "tlakotles"lerdi. Hiyerarside onlari ikinci derecede özdenler (dijinigo) izliyordu. Bazi arastirmacilar bu ikisini ayni sinif kabul eder. Büyük toprak sahipleri olan tlakotlesler, adlarinin anlamina (güclü soy) uygun olarak toplumda cok yüksek bir konuma sahiptiler. Cok genis feodal haklari vardi ve bu mirasla gecerdi.
Alt feodal sinifi olusturan vorklar, bagli olduklari psilara ve tlakotleslere silahiyla hizmet eden askeri bir sinfti. Yeni bir vorku himaysine alan psi veya tlakotles, ona vork tin denilen ve genellikle cins bir at, cesitli silahlar, büyükbas hayvan ve topraktan olusan hediyeler verirdi. Vorklar verilen bu topraga "askeri hizmet verme sartiyla" sahip olurlardi. Vasal hizmetinin babadab ogula gecen bagliliginin kosullarina antla tespit edilirdi: Vork, efendisine sadakat ve dürüstlükle hizmet etmeyi, onun düsmanlarini kendi düsmani saymayi, agir bir hakarete ugramadikca baska bir feodale gecmemeyi yükümlenirdi.
Vorklar, bagli olduklari feodale olki cagrisiyla, savasa veya baska bir faaliyete katilmak üzere belirtilen zamanda, belirtilen yerde olmakla yükümlüydüler. Bazi vork ailelerinin savasta bayragi tasimak, meclic kararlarini halka duyurmak, dügün, toplanti, cenaze gibi büyük organizasyonlarda düzeni saglamak gibi görevleri vardi.
Cerkes soylari icin tarla isleriyle. zanaatla, bilimle ve hatta ticaretle ugrasmak ayip sayilirdi. Hayatlarini at üzerinde baskinlarda, savasarak ya da ziyaretlerde gecirirlerdi. Kapisi her zaman herkese acik "haces"te (konuk evi) konuk agirlamak en basta gelen meziyetleriydi.
Üst feodal kesim disinda halkin büyük cogunlugunu tlhokotl yani özgür köylü sinifi olusturuyordu. Kendi özel mülkiyetleri ve köleleri olabilen bu özgür köylülerin bagli olduklari feodallere vergi vermek, belli dönemlerde onlar icin calismak, cagrildiginda ordusuna katilmak gibi yükümlülükleri vardi. Bunlarin bir bölümü zamanla özgürlüklerini kaybederek laguneut ( veya lagunepit), yani feodallerin mülkiyetinde bulunanserfler haline geldiler.
Toplumun en alt sinifi, savaslarda veya baskinlarda ele gecirilmis köleler (psitl ve vuneut) olusturuyordu. Cesitli  islerde calistirilirdi, alinip satilabilir veya azat edilebilirlerdi. Köle sahibi olmak kimsenin imtiyazinda degildi; savasta veya baskinda düsmanini ele geciren onu köle yapma hakkina sahipti. Kölelerin cocuklarida köle sayilirdi. Köleler cogunlukla baska halklardan ( Rus, Kazak, Leh, Gürcü, Iranli) ya da düsmanlik güden topluluktan ele gecirildi.An cak cok agir bir suc islemesi halinde bir Cerkes de köle yapilarak satilabilirdi.
Feodal yapi bazi Cerkes boylarinda farklilik gösteriyordu. Karadeniz sahilinde yasayan Sapsiglar, Abzehler ve Natuhaylar 1700´lerin ikinci yarisindan ayaklanarak feodal sinifi tasfiye ettiler ve yaslilarin önderlik ettigi halk meclisleriyle yönetilmeye basladilar. Feodal yapisini koruyan diger Cerkes topluluklarindan gelen kacaklara siginma sagladilar. Bu nedenle sürgünden önceki son dönemde nüfuslari oldukca artmisti. Feodal yapisi en güclü ve karmasik olanlar ise Kabardeylerdi.
Cerkes toplum yapisi, feodallerin haklari ve imtiyazlari sirlanmis olarak Sovyet dönemine kadar devam etti. Sovyet sisteminde tamamen ortadan kaldirildi. Osmanli topraklarinda ise radikal bir tasfiye hareketi olmadi. Feodallerin sürgün ve daginik yerlesim nedeniyle iyice zayiflayan hakimiyeti, büyük calkantilara yol acmadan zamanla ortadan kalkti. Bununla birlikte, özellikle Kabardeylerde eski toplumun izleri bugün de görülebilir.

ÇerkesHalkı ve Kuzey Kafkasya'ya Dönüş

Çerkes halkı Kuzey Kafkasya'nın otokton halklarından biri. MÖ 3000 yıllarında kendisinden sonraki tüm Kuzey Kafkasya kültürlerini etkileyen Kuban ve Maykop kültürlerini yaratmış; Sind, Meot, Kerket, Kasog, Zikh, Psess, Henioch, Zanig ve Dzığ gibi Proto-Çerkes boylarının etnik konsolidasyon süreçlerini tamamlamaları ile tarih sahnesindeki yerini almış köklü bir halk.

MÖ 5. yüzyılda Kuzeybatı Kafkasya'da kurulan Sindika Krallığı eski SSCB topraklarında kurulmuş tarihin bilinen ilk devletiydi. Tarihsel Çerkes toprakları Azak Denizi ve Don Nehri kıyılarından Abhazya'ya, Karadeniz'den Terek Nehri kıyılarına kadar uzanıyordu. Günümüzde Çerkesler, Ekim Devrimi'nin sağladığı olanaklar sayesinde kurulmuş ve Rusya Federasyonu'na bağlı 3 ayrı federe cumhuriyette yaşıyorlar. Bunlar; Adıgey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar cumhuriyetleri.

Çerkesya tarih boyunca birçok kez sömürgeci saldırılara maruz kaldı. Hun, Moğol, Bizans, Fars, Arap, Kırım, Osmanlı ve Rus saldırıları, bin yıllara yayılan işgal hareketleri halkı bilimden ve yazın dilinden kopardı. Geçmişte bir alfabeleri ve yazın dilleri olduğu düşünülüyorsa da Çerkes halkı ancak Ekim Devrimi'nin getirdiği özgürlükçü ortam sonrasında bir edebiyata sahip olabildi. Çerkes sosyalist iktidarları devrimden önce henüz başlamış olan aydınlanma hareketinin halka mal edilebilmesi için yazarlara ve edebiyatçılara büyük destek sundu. Kendini yazmaya ve bilimsel gelişmeye adayan halk, diğer uluslarla arasındaki mesafeyi kısa sürede kapatarak ulusal-kültürel gelişimini bugüne dek sürdürdü.

Çerkes halkının tarih boyunca maruz kaldığı en büyük felaket çarcı Rus yayılmacılığının uyguladığı soykırım ve sürgün politikaları olmuştur. 17. yüzyıl başlarından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren işgal ve istila siyaseti 21 Mayıs 1864'te Çerkeslerin kesin yenilgisiyle sonuçlanmış, bu tarihten itibaren Çerkesya insansızlaştırılmış, yerli halkından arındırılmıştır. Rus yayılmacılığının sürgün politikası yanında, yoğun biçimde insan kaynağına ihtiyacı olan Osmanlı devletinin halkı göçe teşvik eden politikaları ve Çerkes feodal önderliğinin işbirlikçi tutumları nedeniyle halk vatanından yüzde 90'lara varan oranlarda sürülmüştür.

Boşalan yerlere Ruslar ve Rus Kazakları kolonize edildi. Sürgün Çerkesler Osmanlı devletinin iskan siyaseti doğrultusunda Balkanlar'dan Anadolu ve Ortadoğu'ya kadar hiçbir yerde çoğunluğu oluşturmayacak biçimde dağıtılarak yerleştirildiler. 'Büyük Çerkes Sürgünü' halkın ulusal hafızasında yer etmiş en önemli felaket olarak biliniyor ve ulusal sorunun tarihsel kökenini oluşturuyor.

Bugün Çerkesler, vatanları Kuzey Kafkasya da dahil olmak üzere bulundukları tüm coğrafyalarda azınlık durumundalar. Halkın temel sorunu da bu noktada başlıyor. Halk, tarihte yaşadığı soykırım ve sürgün felaketleri ile günümüzde süregelen asimilasyoncu baskılar nedeniyle bir ulusal yok oluş sorunu yaşıyor. Türkiye'deki 'Demokratik Açılım' sürecinden ulusal gelecekleri adına ümitli olan Çerkesler, vatanları Kuzey Kafkasya'da da önemli sorunlarla karşı karşıya.

Tehlike büyük

Özellikle Adıgey ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetleri Çerkes nüfusunun az olmasından dolayı Rus emperyalizminin baskı ve dayatmalarına karşı muhalif politikalar geliştirmekte zorlanıyor. Vladimir Putin döneminde başlatılan Adıgey Cumhuriyeti'nin tasfiye edilmesi planı ve cumhuriyetin statüsünün referandum konusu yapılabileceğine dair yasa tasarısı diasporada yoğun tepkiyle karşılanmış ve halk arasında 'uyarıcı' bir etki yapmıştı. Diaspora Kuzey Kafkasya'da Ekim Devrimi'nden miras kalan ulusal-demokratik kazanımların tehlike altında olduğunu görerek yoğun tepki vermiş, ulusal geleceği konusunda ciddi biçimde düşünmeye başlamıştı.

Adıgey Cumhuriyeti'ndeki demokratik kitle örgütleri de sürece ilişkin protestolarını ülke gündemine taşıdılar ve federal merkeze ilettiler. 'Adıge Halk Kongresi' cumhuriyetin statüsüyle ilgili bir referandum yapılması durumunda bu referanduma sadece Adıge'lerin (Çerkes) katılması gerektiğini, cumhuriyet sınırları dahilinde yaşayan Ruslar ile diğer halkların da katılması durumunda Çerkeslerin katılmayacağını, kongrenin Çerkes ulusal-kültürel kimliğinin korunması anlamında üzerine düşen tüm sorumlulukların bilincinde olduğunu ve gereken önlemleri alabilecek güçte olduğunu deklare etti.

Adıgey'de 'Slavlar Birliği' adlı örgütün başlattığı ve dönemin Krasnodar Valisi Aleksandr Tkaçev tarafından açıkça dile getirilen cumhuriyetin tasfiyesi konusu, referandum yasa tasarısının Adıgey Cumhuriyeti Parlamentosu'nun üst kanadında reddedilmesi ile son buldu. Rusya Federasyonu bünyesindeki bir cumhuriyetin tasfiye edilmesi federal kanunların değiştirilmesi koşuluna bağlıdır. Ancak yine de yaşanan tehlike büyüktür zira kendi ülkesinde azınlık durumunda bulunan Çerkes halkı, ülkeyi referanduma götürmesi muhtemel benzer bir süreç ile her an yeniden karşılaşabilir.

Adıgey Cumhuriyeti'nde 450 bin civarındaki nüfusun sadece yüzde 25'i Adıge'dir. Halk üzerinde uygulanan asimilasyon metodlarının düşük nüfus oranı nedeniyle daha etkili olduğu düşünülürse temel sorunun bir demografya sorunu olarak ortaya çıktığı görülecektir. Konu, diasporanın yaklaşık 150 senelik tarihinde gündemdeki yerini günümüze kadar koruyan vatana dönüş düşüncesi çerçevesinde ele alınmalıdır.

Gönüllü dönüş

Türkiye'deki nüfusu yaklaşık 5 milyon olarak tahmin edilen Çerkes diasporasından gönüllülük esasına göre vatana kitlesel dönüş sağlanmalı, diaspora cumhuriyetteki demografik sorunların çözülmesi konusunda üzerine düşen tarihsel sorumluluğun farkında olmalıdır.

Kuzey Kafkasya'daki Çerkes cumhuriyetlerinin nüfus sorunları birçok kez 'Dönüş Projeleri'nin gündeme gelmesine neden oldu. Ancak, 'Rus Derin Devleti' söz konusu projelerin hayata geçirilmesini var gücüyle engelliyor. Savaş döneminde Kosova'da iki ateş arasında kalan Çerkeslerin (yaklaşık 80 kişi) Ağustos 1998'de Adıgey Cumhuriyeti'ne yerleştirilmeleri sürgünden sonraki ilk toplu dönüş olması açısından önemliydi ve bundan sonraki dönüş taktikleri konusunda örnek teşkil ediyordu. Vatana dönüşün devletler bazında ele alınması gereken bir konu olduğu anlaşılmıştı.

Bugün Çerkeslerin vatanlarına dönüşünün maddi temeli yoktur. Ancak altyapıları hazırlanıp maddi temeli oluşturulduktan sonra dönüş hareketi kitlesel bir siyasal hareket haline gelebilir. Diaspora, Rusya Federasyonu yönetimi ile muhatap olup müzakerelerde bulunabilecek güçlü bir siyasi iradeye ihtiyaç duymaktadır. Çerkeslerin diaspora oluşturdukları ülkelerin devlet yönetimleri ile Rusya Federasyonu'nun, halkın vatanına dönüş olanaklarını yaratmak üzere anlaşmaya varması sağlanmalı, dönüş hareketi ilgili devletlerin desteği altında sürdürülmelidir.

Çerkes ulusal sorununun tarihsel kökeni 'Büyük Çerkes Sürgünü'dür. Sorun, bulunulan coğrafyalarda kültürel asimilasyon biçiminde yaşanmakta, Kuzey Kafkasya'da ise Çerkes cumhuriyetlerinin feshedilmesi konusu tartışılmaktadır. Süreç Çerkes halkına ulusal yok oluş tehlikesini dayatmıştır.

Kuzey Kafkasya'da demografik dengeyi Çerkes halkı lehine çevirme amacını taşıyan vatana dönüş düşüncesi diasporadaki ve Çerkes cumhuriyetlerindeki sorunların çözümü noktasında izlenecek temel ulusal strateji olmalıdır. Ulusal varlığın korunabilmesi açısından vatana dönüş düşüncesi hayati önem taşımaktadır. Çerkes halkı bu konuda tüm dünya halklarından ve ilerici-demokrat kesimlerden destek beklemektedir.

Yeldar Barış KALKAN*
* Maykop / Adıgey Cumhuriyeti

Hakikati Arama Anlayışı

Madde, hapsolmuş enerjinin özgün bir biçimidir. Madde enerjiye dönüştüğünde yok olmaz. Eski mekanik 'kütlenin korunumu' prensibinin yerine, şimdi kuantumla çok daha genel 'kütle-enerjinin korunumu' prensibi vardır. Kütle hiçbir şekilde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. Toplam kütle enerji sabit kalır. Tek bir madde zerreciği bile yoktan yaratılmaz. Kütle sürekli olarak enerjiye dönüşmektedir, aynı şekilde enerji de kütleye. Çünkü iki foton karşılaştığında, fotonlar yeterli enerjiye sahiplerse bir elektron ve pozitron oluşturabilirler. Bu ise yeni bir oluşumdur. Yani enerjiden madde üretimine geçiştir. Böylece bir öncekinin sonrakinde devam ettiği süreç başlamış olmaktadır.

DALGA PARÇACIK İKİLİĞİ

Kuantum dünyasında da günlük yaşamımızda olduğu gibi, var oluş ve ilişkilenme birbirinden ayrılmaz. Kuantum gerçekliğinin iki yüzü vardır. Bunlar bilindiği üzere dalga-parçacık ikiliğidir. Mükemmel diyebileceğimiz bir biçimde bütünleşmiş zihin-beden ilişkisinde, dalga-parçacık ikiliği iyi bir metafor oluşturmaktadır. Çok temel bir gerçeklik olması nedeniyle dalga-parçacık, zihinsel ile fizikselin kökenini oluşturur. Demek ki, evren birbirinin içine geçen zihinsel ile fiziksel oluşumlardan oluşmaktadır. İnsanın zihinsel yaşamının beynin maddesel durumundan fazlasıyla etkilendiğini biliyoruz. O zaman fiziksel hareketlerinde benzer şekilde görünmeyen varlıkların (enerji) iç yaşamlarıyla biçimlendiğini söyleyebiliriz. Yani kuantum teorisinin kanunları sayısız özel deneyimin topluca bir yansımasıdır. Ya da her fiziksel işlemin ardında görünmeyen zihinsel bir deneyimin yattığını söylersek yanlış olamayacaktır. Her fiziksel oluşumda zihinsel bir gerçekliğin var olduğuna bir hipotez olarak 'kuantum animizm' diyenler vardır ve bu görüş yaşanan gelişmelerle her geçen gün kendini daha fazla kanıtlayarak sağlam temellere oturmaktadır.

Kuantum gerçekliğinin iki yüzünün olduğunu belirtmiştik. Kuantum, bakıldığında parçacık, bakılmadığında dalga olmak üzere çift taraflı yaşam bulur. Kendi özgünlüğü içerisinde dalga veya parçacık olarak yol almakta ve uygun koşullar oluştuğunda çeşitli oluşumlara yol açmaktadır.

PARÇACIK DALGANIN ÖNÇÜLÜ DEĞİL

Kuantum bakışta dalga parçacığın öncülü olmadığı gibi, parçacık da dalganın öncülü değildir. Her ikisi de aynı gerçekliğin farklı halleri olmaktadır. Bunların her biri diğerinin daha karmaşık, daha tutarlı ve anlamlı formlara doğru gelişmesine ortam sağlar. Maddenin yoğunlaşmış enerji birikimi olduğunu biliyoruz. Öyleyse bir elektrondan genel evrene varıncaya kadar tüm koordinatlarda ve yine en küçük moleküller oluşumdan tutalım insana varıncaya kadar tüm canlı organizmalarda kendilerine has bir enerji potansiyeli vardır. Yine moleküler var olan tüm oluşumların fiziki yönünü kuantum parçacık içindeki potansiyel enerji yönünü ise kuantum dalga oluşturmaktadır. Bu durumda maddedeki enerji potansiyeli onun canı veya kendine özgü 'canlılık ruhu olmuyor mu?' Eğer böyle kabul edersek ki bütün gelişmeler buna işaret ediyor. O halde evrendeki enerjiyi 'evrensel zeka' olarak yorumlayıp değerlendirmek gerekir. Daha da ileri giderek evreni canlı bir varlık olarak da değerlendirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Evrende var olan potansiyel enerji bir nevi evrenin ruhu olmaktadır. Demek ki, evren canı, ruhu ve zekasıyla bir organizma olabilir. Zihin ve madde bir birbirleriyle yaptıkları yaratıcı diyalogla evrenin hikayesinin iki taşıyıcısı olarak, milyonlarca yıldır şu veya bu biçimde devam eden mahrem, tahmin edilemeyen bir girişimin anlam arayışının ayrılmaz tutarlı ortakları olarak varlığın tüm seviyelerinde biçimlenerek zenginleşmişlerdir. Evrenin bir zamanınnın olabileceği gibi, evren içerisinde de her oluşumun bir zamanının olduğunu gözlemlerimizden biliyoruz. Evrende her an sayısız oluşum doğup ölmektedir. Var oluş gerçekleşir, gelişir ve ölür. Peki, bunca hengame inşa ve yıkılış, doğum ve ölüm, var olma ve dağılmanın manası nedir? Acaba bu soruya evren tüm bunlarla kendini anlamlandırmaya çalışmakta, büyük bir anlam arayışını amaçlayarak sürdürmektedir, şeklinde yanıt olabilir miyiz? Eğer buna cevabımız evet ise, 'maddenin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı da maddeyi aşmak' olmaktadır. Bu işlem insanda zirve yapmıştır.

DALGA-PARCACIK, RUH-BEDEN İKİLİĞİ

Peki ama insandaki canlılığı nasıl algılamalıyız? İnsanın canlılık ruhunu ve zihnini nasıl yorumlamalıyız? Ölü insan ile canlı insan ağırlığı arasında 18 gramlık enerji farkından bahsedilmektedir. Bu durumda yukarıda da belirttiğimiz üzere canlılık bir çeşit enerji olmaktadır. İnsanın canlılık ruhunu, zihnini ve bedenini oluşturan enerji dolayısıyla madde evrendeki bütün oluşum ve deneyimlerin birikimidir. Adeta evren insanda şaha kalkmıştır. Bu nedenle 'kuantum ile kozmosun orta yerinde mikro kozmos olan insan vardır' denir. Öyle anlaşılıyor ki, evren için tüm oluşumlar birer deneyim oluşturmaktadır. Her oluşum yeni bir arayış, her ölüm ise bir deneyim ve zenginleşmedir. Şairin, 'sonumdadır benim başlangıcım, fakat aynı zamanda başlangıcımdadır benim sonum' mısrasından da anlaşıldığı üzere tüm ölümler evrensel zihni-ruhu geliştirip zenginleştirdiği gibi, daha gelişkin üst bir oluşuma da zemin oluşturmaktadır. Dolayısıyla insan ve insan toplumunun var oluşu tüm var oluşların toplamı, bileşkesi, sentezi olmaktadır. Hissiyle, duygusuyla, algısıyla ve zihniyle evrenin en gelişkin canlısı insandır. Ötesi henüz bilinmemektedir. Demek ki, insandaki öznel farkındalık holistik ilişkilenme biçiminde kuantum süreçlerden geçerek doğmuştur. Ve kuantum kuramındaki dalga-parçacık ikiliği, zihin-beden veya ruh-beden ikiliğinin temelini oluşturur. Öyleyse çokça söylendiği gibi ruh ile beden bir birbirlerinden ayrı değerlendirilebilecek farklı şeyler değillerdir.

Ruh-beden ikilemi insan toplumunda, insanlığın çocukluk aşaması olarak da ön görülen paleolitik, mezolitik ve neolitik evreleri kapsayan doğal toplumun son aşamasına yani devletli, tahakkümcü sistemin gelişmesine kadar olması gerektiği gibi optimal dengesini korumuştur. Bir birini koşullayarak, tamamlayıp geliştiren bir ilişkilenmeyle insanın kendi iç dünyasında dengeli olmasını sağlayan ruh-beden ikilemi insan ve insan toplumu ilişkilerinde de bir ahengin oluşmasına yol açabilmiştir. İnsan bireyi kendini ruh ve beden olarak bütünlüklü görüp ona uygun davrandığından analitik ve duygusal olarak sağlıklı bir devir dayımı sağlayabilmiştir. İnsandaki iç bütünlük ve bunun sonucunda yaşadığı dinginlik onu muazzam yaratıcı kılarak gelişmesine yol açmıştır. İnsan bireyinin yaşadığı bu gelişmeler sonucunda devrim olarak değerlendirdiğimiz topluluk şeklinde yaşamanın zorunluluğunun bilincine varılmış olmanın yanı sıra yerleşik yaşama geçişi de gerçekleştirebilmiştir. Bu durum birey-klan-toplum ilişkilerinin sağlıklı düzenlenmesini de beraberinde getirmiştir. Yani bireyler olmadan toplumun, toplum olmadan bireylerin var olamayacağını fiiliyatta yaşayarak çok iyi anladıklarından nereye kadar bireyin ve nereden sonra toplumun veya başka bir deyimle nereye kadar toplumun ve nereden sonra bireyin esas alınması gerektiğinin farkındadırlar. Bu prensip yaşamın tümünde kendini çarpıcı bir biçimde hissetirmektedir.

Doğal toplum olarak değerlendirilen yaşam biçimi, insanlık aleminin toplam tarihinin yüzde doksanını aşan bir süreci kapsamaktadır. Demek ki, insanlık esasen on binlerce yıl toplumun, doğanın ve evrenin aklı ve diline uygun yaşayabilmiştir. İnsan, bilinçli olmasa da toplum, doğa ve evren arasında var olan bağa, ilişkiye ters düşecek her tür tavır davranış ve eğilimden kaçınarak yaşamını sürdürmüştür. Görüldüğü üzere genelde doğal toplum ve özelde ise ana-tanrıçanın iş ve rol koordinasyonu öncülüğünde insanlık alemi hakikate uygun örgütlenerek yaşamını sürdüregelmiştir.

HAKİKATTEN NASIL UZAKLAŞILDI?

Öyleyse ne oldu da insanlık hakikatten uzaklaştı? İnsanlık tarihinde yaşanan bu kırılmanın nedeni neydi? Elbette birçok neden vardır. Fakat diğer tüm nedenlere kaynaklık eden en temel neden ana-tanrıçanın iş ve rol koordinasyonu öncülüğündeki neolitikte gözden kaçan küçük bir ayrıntıydı! Bu da yaşlı erkeklerle statü belirlenmeden kendi hallerine bırakılmış olmalarıydı. Belki de çalıştırılmayarak herhangi bir yükümlülük altına alınmamaları kendileri için bir statü olarak düşünülmüş olabilir. Çok küçük bir sorun olabilir fakat adeta 'kelebek etkisi' yaparak açılan bir gedikten insanlığı, neslini yok etmeye karşı karşıya bırakan bir duruma getirebilmiştir. Başta yaşlı erkekler olmak üzere, yaşlılığa aday yetişkin ve daha da ötesi genç erkeklerde bu temel çelişkiden zamanla etkilenmiş ve ana-tanrıça sistemine karşı tavır alabilmiştir. Yaptığı güç gösterileri ve büyüyle (yanıltma) toplumu etkilemeye çalışan şamanlar etkileri altına aldıkları gençleri askeri güç olarak örgütlemeye çalışırken ana-tanrıça sisteminden kopardığı kadınları ise kulübelerine kapatırlar. Rahipler panteonunda kendilerini tanrı ilan etme hazırlığındayken, kadını ise daha sonra 'namus' olarak kavramlaştırılacak olan kaide ve kurallara bağlayarak kendi özel evlerine haremlerine ve tapınağa kapatmışlardır. Artık rayından çıkarak dengesi bozulmuş toplumun yeni ilişki biçiminin türettiği iktidar, kariyerizm, sömürü, yalan ve tahakküm, hastalığı oluşturan virüs gibi toplumun bünyesini kemirecektir.İç dinamikleri dağılmış bütünlüğünü yitirmiş bireyci, bencil bir çıkıştır.

Kendi içinde atomize olmuş bireyler grubunun ana-kadını tahakküm altına alarak toplumun var olan dengesini bozup toplumu kategorilere ayırmakla yetinmeyeceği açıktır. İnsanlığın on binlerce yıl deneyleyerek dişini tırnağına takıp ilmik ilmik ördüğü eşit, özgür ve paylaşımcı yaşamın kutsallığını hiçe sayarak büyüsünü bozmanın vardıracağı nokta günümüzde yaşanan açlık, sefalet, doğanın tahribi, savaşlar ve en nihayetinde kendine yabancılaşma olmaktadır. Kendi iç parçalanmışlığının bir yansıması olarak toplumu kategorize ederek sınıflara ayırmak, bununla da yetinmeyip haddini aşarak doğaya hükmetmeye kalkmak en hafif deyimle kendini bilmezlik olmuştur. İnsanın özgün doğası olumlu ve olumsuzun ötesindedir. Evrenin kendisiyle doğaya ve köklere sahiptir. Özgünlüğüyle birlikte doğasıyla ve kökleriyle kopmaz bağlarla mahrem ilişki ve iletişim içerisindedir. Olay ve olguları birbirinden ayrı düşünmek birbirinden kopuk ele alıp soyutlamak, birini diğerinin önüne çıkarmak veya daha fazla önem atfetmek ucubeleştirir. Evrendeki her varlığın bir anlam arayışı ve kendine özgü önemi vardır. İnsanda bunlardan biridir. Her varlık evrende zincirin bir halkasını oluşturur. O zincirin işlevi için her biri farklı özgünlükte olsa da tüm halkalara ihtiyaç vardır. Halkaları bir birinden kopararak ayrı ayrı ele alıp değerlendirmek anlamsızlaştırır. 'Bir şeyleri seçmek, onları ayrı ayrı görmek, isimlendirmek ve mantıksal olarak yapılandırmak erkek özellikleridir. Bunlar zekamızın 'parçacık yanını izler' ve analitiktir. 'Şeyler arasındaki bağlantıları görmek daha dişicedir. Ruhun 'dalga yönüne' ayna tutar.' Hissidir, duygusaldır.

MODERNİST ATAERKİL SİSTEM

Bu gelenekten gıdasını alan felsefe ruh-beden ikilemiyle, pozitif bilim ise enerji-madde ikilemi ile ve en nihayetinde ideolojik uzantısı olarak 'öznellik-nesnellik ayrımına dayalı idealizm-materyalizm, diyalektik-metafizik, liberalizm-sosyalizm, deizm-ateizm başta olmak üzere' benzeri tüm kaba ikilemler modernist ataerkil sistemin ana omurgasını, iskeletini oluşturmaktadırlar. Bu ikilemlerle toplum kutuplaştırılarak bir birine düşürülmüştür. Tüm farklılıklar ve ikilemler karşıtlaştırılarak birinin varlığı diğerinin yok oluşuna bağlanmış ve bu durum diyalektiğin yani çelişki ve gelişmenin zorunlu bir gerekliliği olarak algılanıp empoze edilmiştir. Hakim mantık 'hem, hem de' üzerine değil, 'ya, ya da' üzerine kurulmuştur! Böyle olunca da adeta her şeyin her şeyle 'herkesin herkesle savaş haline' yol açabilmiştir. En genel anlamıyla kadın-erkek, birey-toplum ve toplum-doğa karşıtlığı bu esasa göre yaşam bulmuştur. Bu determinist indirgemeci ak kara mantığı yaşamımızın ayrıntılarına kadar nüfuz edebilmiştir. Modernist paradigma yaşam suyunu, gıdasını bu çelişki ve çatışma halinden almaktadır. İnsan toplumunda tüm kategorilerin kendini esas alan, benmerkezci, bencil, bireyci, egoist diyebileceğimiz hastalıklı yaklaşım bu zihniyet yapısından kaynaklanır. Oysa kaynağını neolitikten alan hakikat arayışçılarının oluşturduğu çizgi ve mücadeleleri sonucunda oluşan değerler birikiminden, yine yaşamdan eylemlerimizden ve gözlemlerimizden hakikatin bu olmadığını görüyor ve biliyoruz.

Modernist paradigmanın esasını oluşturan üç kritik ikilem özne ile nesnenin ayrılması yani ruh-beden veya içsel ile dışsalın ayrı ele alınması olmaktadır. Ruh ile bedenin veya içsel ile dışsalın bir birinden ayrılması nesnesiz aşırı uçta bir öznelliğe ve öznesiz aşırı bir nesnelliğe yol açtı. İdealizm bu nedenle maddenin önemini ve gerçekliğini dışlayarak, ne varsa hepsini zihne-ruha indirgedi. Diğer yandan materyalizm, zihin ve ruhun önemini ve gerçekliğini dışlayarak ne varsa her şeyi maddeye indirgedi. Bunlar aynı zamanda tarih boyunca hakikat arayışçılarını kurulu sistem içinde tutan, sistem içleştiren kurulmuş birer tuzak rolündeki argümanlar olmuşlardır. Bireyle toplumun bir birinden kopuşu bir yandan abartılı bir bireyciliğe yol açarken, diğer taraftan ise bireylerin anlam ve önemini göz ardı eden zorlama bir toplumculuğa yol açabilmiştir. Bu esas üzerinden filizlenen yaklaşık beş bin yıllık modernist sistem, bu argümanlarla hemen hemen yaşamın her alanında 'sürdürülemezlik' sınırına dayanmıştır.

HAKİKAT YARATICI AHENKTİR

Kaynakların tükenişi, çevre yıkımı, sınırsız büyüyen toplumsal çıkarlar, çözülen ahlaki bağlar, yaşamın mekan ve zamandan kopuşu, büyük stresli ve büyüsünü, şiirselliğini yitirmiş yaşam, dünyayı çöle çevirecek nükleer silah yığınları, sonu gelmeyen ve tüm toplumsal bünyeyi saran yeni savaş türleri gerçek bir mahşeri çağrıştırmaktadır. Bu gerçeklik bile kurulu sistemin iflas ettiğinin bir göstergesi olmaktadır. Oysa hakikat rejimi insanın dünya içinde kendine daha holistik ama gerektiği kadar da özerk bir bakış açısı kazanması gerektiğini müjdelemektedir. Zihin-ruh ilişki, madde ise ilişki kurulandır. İkisi ayrı ayrı tek başlarına ele alındığında anlamsızlaşır ve bir şey ifade etmezler. Ama ikisinin birlikteliği evrenin, dünyanın ve bizim varlık nedenimizdir. Hakikat rejimi; içsel olan ile dışsal olan arasında bir ikilem yaşamaz, çünkü ruhun-zihnin içsel dünyasıyla maddenin dışsal dünyasının bir birlerini doğurduğunu bilir. Hakikat rejimi; aşırı bireyciliğin kof narsizmiyle aşırı ve toptancı toplumculuğun mistizmi arasında optimal dengeyle uzlaşı olmaktadır. Yine her varlığın kendine has olduğunu ve tamamıyla ilişkilerinin özgün bir deseni olduğunu dolayısıyla bu ilişkilerden ayrı düşünülemeyeceğini söyler. Toplum ile doğa arasındaki ikiliği aşar ve aslında toplumsallığın büyük başarısına 'doğallığın sınırları' kavramını dayatır.

Sonuç olarak; hakikat rejimi dalga-parçacık, enerji-madde, ruh-beden, özne-nesne, duygusal zeka-analitik zeka, birey-toplum, toplum-doğanın ve bunlardan kaynağını alan tüm ikilemlerin bir birleriyle var olan holistik ilişkisi, yaratıcı diyalogu ve ahengi olmaktadır. Yine çocukların bitmez tükenmez meraklarının, gençlerin sınırsız arayışçılığının, kadınların toplumsal bütünlüğün mayası duygu yüklü gerçekliğinin, yaşlıların yoğun deney tecrübeleri ve anlam yüklü gerçekliği olmaktadır. Görüldüğü üzere hakikat arayışçılarının tarih boyunca verdikleri mücadele ve sergiledikleri direnişle oluşturdukları doğal toplum eksenli çizginin toplamı, bileşkesi, son meşale taşıyıcısı olan bilge insan bu çizgiyi sistemleştirme yükümlülüğünü üstlenerek, sistemin teorik perspektifini Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgülükçü Toplumsal Paradigma olarak belirledi. Pratik politik ve örgütsel ayağını da Demokratik Konfederalizm olarak tanımladı. Öyleyse hem evren ve doğa ve hem de insanlık adına hakikat rejimini anlama ve kavrama arayışı içerisinde olmak bir yükümlülük ve görev olarak önümüzde durmaktadır diyoruz.

Hüseyin TUNÇ*
* Kırıklar 1 nolu F Tipi Cezaevi

Yabancılaşma

İnsanlar, binlerce yıldır onları var eden evrensel-doğal sistemlerden bir kopuşu ve yabancılaşmayı yaşıyor. Devletli uygarlığın yaratmış olduğu bu kopuş yılları, kırımlarla geçmiştir. Sadece evreni rahatsız etme, doğayı tahrip etme ve tüketme yılları değildir; kendi cinsini de kıyımdan geçirme ve tüketme zamanlarıdır. Ve bu saptırılmış kırım alışkanlığı ve inancı çığ gibi büyüyerek devem etmektedir.

Bu çılgın tarihin sistemsel merkezi Ortadoğu'dur. Zamanın insafsız oburluğu içinde birazcık ayakta kalmış, ekosistemlerini korumuş olan Yukarı Mezopotamya, Anadolu ve İran platolarıdır. Buralarda bile son zamanlarda, neredeyse bütün çağlara denk düşen bir doğa kırımı dayatılmıştır. Verili durum her gün katlanarak büyümektedir. Tahribatı yöneten hükümetler, güç ve tekellerin hizmetindedir. Hatasızlığına ve kusursuzluğuna inanan, tiranlık dönemlerinin hükümetleri gibidirler. Bundan dolayıdır ki yıkım-kıyım faaliyetlerini büyük bir cüretkarlıkla sürdürmektedirler. O kadar derin bir yabancılaşmayı yaşadıkları için vicdandan bihaberdirler.

Hükümet nedir ve bunlar kimlerin hükümetidir? Yurttaşların hükümeti yeteneğe, tecrübe ve deneyime, kararlılığa, cesarete, sorumluluğa, katılım ve açıklığa değer verirler. Güç ve tekellerin hükümeti, sadece para ve payeye önem verirler. Yurttaşların hükümeti, çoklu yapılara, farklılıkların zenginliğine, duyguları olan, yaşamı bir bütün olarak gören, canlı ve zihinsel bir karakterdedir. Güç ve tekellerin hükümeti sömürü ve soygun yapmanın ustalığı ile ancak ayakta kalır.

Şu anda ileri gelişmiş ülkelerde krizler yaşanıyor. Bu krizler, onların yarattığı sistemin bir hastalığıdır. Buna rağmen sosyal haklardan, insan haklarından geri adım atmamaya çalışıyorlar. Ülkemizde ise toplum ekonomi dışına itildiği için, yalnızca tekeller ve bankalar baz alındığında kriz yok sayılıyor: Nüfusunun beşte biri işsiz, en düşük ücretler, tarımı-hayvancılığı ve kırsalı yağmalanmış bir ülke söz konusudur. Ülkesini seven ve yabancılaşmamış bir hükümet bunlara meydan verebilir mi? Ormanlarını peşkeş çeken, hazine arazilerini halka sormadan tekellere sunanlar ancak 'yabancı' olabilir. Hükümetlerin ekonomi politikası, kara para aklama politikasıdır. Tüm bu yeni vahşi kapitalizme, dibe vurmuş haydutluğa, dünyanın hükümetleri, tekelleri gıpta ile bakmaktadır. Bu zamanda insanların ekmeğini, geleceğini rahatlıkla elinden almak, bitirilmiş bir toplumsallıkta mümkündür. Yabancılaşmış kitleler ile hiç bir bireyin, hiçbir kurumun güvenliği sözkonusu olamaz. Ve bitirilmiş bir ekonomi ve toplumsallıkta sadece tekeller ayakta kalır. Başka hiç kimse.

Yakın zamanların buhranlı ve karanlık anlarında en çok ihtiyaç duyulan yurttaşların idaresidir. Liderleridir. Tecrübenin, yeteneğin ve bilgeliğin taşıyıcısı olabilenlerdir. Zıtlaşma, çekişmeler, kavgalar koca bir ülkeyi bölüp, yurttaşların iyi kişiliği, değerli hizmetleri, bilgeliğiyle tanınan kişileri görene kadar birbirlerine saldırması ve onları görür görmez sakinleşmeleri, onların duygularının yatışması idarenin iyi niteliğini gösterirdi. Uzun yıllardır bu türden insanlara rastlamak zorlaştı. Tam tersine liderler dolaşamaz oldu. Etraflarında para ve gücün büyülediği kalabalıklar kaldı. Hırstan kör olmuş, sağır olmuş insanlar!

Dünyanın yönetimleri, ülkemizin hükümeti toplum dışıdır. Yabancılaşmıştır. Demokrasi yerine tekellerin, partilerin monarşisi, her türlü rezaletin ve yeteneksizliğin yanında çıkar grupları ile bir büyük 'aşkla' sarılmışlardır. Liderler çok yetenekli reklam yıldızları gibidir. Demokrasi kavramlarını söyler, adaletten bahsederler çürük mallardan bahseder gibi. Söyledikleri sadece reklamdır; sanal dünyadır.

YABANCILAŞMA VE TOPLUM

Yeteneksizlerin siyaseti yabancılaştırma üzerine kurulur. Büyük ölçüsüzlükler ve yalanlar üzerine. Başarı ise yalanın kusursuz reklamıdır. Örneğin, Karadenizlidir. Karadeniz'i yok edecek kadar yabancılaşmıştır. Ülkenin ve Karadeniz'in derelerini, ırmaklarını tekellere satar. Ekosistemleri, geleceklerini yok eder. Ormanlarını satar, su havzalarını satar. Canlıları yok eder. İnsanları göçertir. Bu yabancılaşma değilse nedir?

Ya da Siirtli'dir. Annedir. Hem Siirtli ve hem annedir. Asildir. Ama adil değildir. Siirt'te küçük kız çocukları taciz edilir, ilköğretimdeki kız çocuklarına bürokratlar ve işbirlikçi zenginler tecavüz ederler. Yıllarca bu sürer. Sağır Sultan duyar. O Siirtlidir. Annedir. Lakin çıt çıkmaz ondan. Onun için adil değildir. Bu yabancılaşmadır. Çünkü bunlar olurken o Avrupa'da Filistinli çocuklardan, mazlum halkların acılarından bahsediyordu. Bu iyidir. Ama YİBO'larda, Siirt'te de Kürt çocukları taciz edilir, tecavüze uğrarlar, tutuklanırlar (o Filistinli çocuklar gibi taş atıkları için), çocuklukları çalınır. O Filistinli çocuklardan bahsederken ağlar. İyi. Asil bir duygu. Lakin Kürt kızları, Kürt çocuklarına öfke duyar. Onun için bu yabancılaşmadır. Hükümet ailesinin yabancılaşmasıdır.

Yabancılaşma, kırdan kente gelenleri büyük vurmaktadır. Eski bir politikadır. Özellikle Kürt, Laz, Çerkeslerde görülen bir kimlik bunalımıdır. Kendi anadillerini konuşamadıkları için, Türkçeyi çarpıtarak konuşurlar. Bu onların büyük tepkisidir. Kılık kıyafeti çarpıtırlar. Örneğin takım elbisenin altına spor ayakkabı (keko-kırık) giyerler. Kentliye, modaya olan öfkelerini böyle ifade ederler. Yürüyüşleri, davranışları abartılı ve serttir; isyanlarını böyle gösterirler. Kural koyarlar (racon), yasaları küçümserler. Sıkma-türban ile beraber leydi kıyafetleri giyerler, altın-gümüş işlemeli ayakkabılarını sergilerler. Utangaç, hanım görünmeye çalışırlar. İnançlarını gözlemek için bin bir maske takarlar. Birilerinin onları tanımasından korkarlar. İnanca da yabancılaşırlar.

İktidarlar ilk doğuşlarında önce kadını köleleştirdiler. Toplumları annesiz bıraktılar. Sonra çocuklara ve gençlere yöneldiler. İlk Sümer hanedanları, kendilerini korumak için, küçük çocukları Edubalara kapattılar. Bunlar kimsesiz çocuklardı. Onları eğiterek kıyıcı askerler ve gaddar bürokratlar yarattılar. Spartalılar da çocukları evlerinden kopardılar ve kışlalarda asker olarak yetiştirdiler. Bir köle devleti Mısır Memlukluları da çocukları yedi yaşından itibaren kışlalara kapattılar. Onlara Furusiye eğitimi verdiler, topluma yabancılaştırdılar ve savaşa sürdüler. Osmanlıların Yeniçeri Ocağı da öyledir. Fethedilen yerlerdeki çocukları devşirdiler. Bir savaş makinesi yarattılar. Yetenekli olanları Enderun'da bürokrat yaptılar. Zulular da asırlarca aynı yöntemi uyguladı. Küçük çocukları kamplara aldılar ve kırk yaşına kadar çıplak ayak savaştırdılar. Kırk yaşına gelenlerin önüne bir torba koyarlar, oradan bir kadın adı çekip evlenirler. Onlara biraz toprak ve birkaç sığır verirler. Belki de üremeleri için bunu yaparlar. Bu eski bir hastalıktır.

YİBO'lar, Kürt illerinde 'asimilasyon' için açılmıştır. Eğitim-Sen'in tespitlerine göre; 'şiddet, tecavüz, kayıp vakaları, uyuşturucu, barınma ve beslenme' gibi sorunların yanında toplumdan kopmuş bir çocukluk ve gençlik sorunudur. Yabancılaştırma kurumlarıdır.

Çocuk Esirgeme Kurumu ve YİBO'lar, insanlıktan umudun kesildiği yerlerdir. Buralarda yapılan anketlerde ortaya çıkan sonuçlar umut kırıcıdır. Örneğin, 'Ne olmak istiyorsunuz?' (Ocak 2009 tarihinde Diyarbakır Kent Konseyi'ninin yaptığı anketler) sorusuna, çocukların yüzde doksandan fazlası 'Süperman', 'Örümcek Adam've 'Batman' diye cevaplamıştır. Bunların kostümlerini istemişlerdir. Son zamanlarda yoğunlaşan Türk-İslam sentezli eğitim ile de herhalde 'Azrail', 'Yeşil' olmak isteyeceklerdir. Yabancılaşma toplumun bu kesiminde böyledir.

GÖKLERE YÖNELME DE YABANCILAŞMADIR

Uzay yolculukları hızla artmaktadır. Dünya'nın kültürel ve zihinsel tasarımı, Zigguratların kültürel ve zihinsel tasarımından çok daha geri olduğu söylenmektedir. Zigguratlar'daki tasarımda doğa olmasa da, toplumun katılımı esas alınır. Günümüzde ise toplum, uzay araştırmalarının hiçbir yerinde yoktur. O dönemlerin ve şimdilerin ortak noktası, ise dünyadan-doğadan gelen her şeye aşağılayıcı anlamlar verilmesidir. Buna karşılık göklerde yanız yücelik, yalnız güzellik, yalnız tinselliğin doğurduğu anlamsız bir merak bulunmaktadır. Oysa hala ayağımız yerde, toprağa basıyoruz; içinde bulunduğumuz doğal dünyanın güzelliklerini görme ile siyasete, ideolojiye ölçü kazandırılabilir.

Büyük bilimsel politikaları hala bitki ve hayvan söylenceleri belirliyor. Dünya dışında gelecek olası varlıkları, iletileri dinlemeye tahmin edilemeyen miktarlarda paralar harcanıyor. Romanlar yazılıyor, filimler yapılır. Büyük bütçeli filmler, insanların merakını sömüren 'bilim insanları' medyada kehanetlerde bulunuyor.

Bitki ve hayvan, doğası karşısında gözler kapatılıyor, doğayı birer molekül yığınına indirgiyorlar. Deli danalar, GDO'lu besinler yaratılıyor. Buna karşılık, Mars'a 2,5 milyar dolarlık bir araştırma aracı gönderiliyor. Mavi gezegenimiz, bize yaşam veren gezegenimiz mahvedilirken, kimse Marst'taki birkaç canlı molekülün peşine düşülmesini yadırgamıyor. Bu durum belki de en akılsız yabancılaşmadır. Oysa dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca canlı vardır.

Zaman içinde yabancılaşma ve türlerin kırımı dünyadaki canlılığı ve insanları yok etme noktasına getirmiştir. Örneğin, eskiden her '50-100 yılda bir, bir omurgalı türünün yok olduğu görülüyordu. Sorun, son 400 yılda insan yüzünden, ortalama yok olma hızının yılda 2,7'ye ulaşması ciddidir. Buysa üst basamaklardaki 151 tür omurgalının yok alması demektir.'

Geniş çaplı orman kesimine ve otlakların yok edilmesine dayalı kimi hayvancılık politikalarının sonuçlarını da hesaba katarak, yeryüzündeki hayvan ve bitki çeşitliliğini sürdürebilmek için, hızla alınması gereken tedbirleri önemli kılıyor. Çevreci kuruluşlar yetersiz de olsa didiniyor, Karadeniz, Ege ve Kürtler bunun için direniyor. Lakin yetmiyor.

Teknoloji ve yapay bir dünyayla donanmış Batının dışında, dünyanın başka yerlerinde bitkiler ve hayvanlar, toprak ve sularla uyum içinde yaşamaya çalışan toplumlarda vardır: Zamanımızın gerçek çevre korumacıları onlardır. O henüz yabancılaşmayanlardır. 'Doğanın narin' olduğunu, insan olarak doğa ile birlikte geçirdiğimiz evrime tüm evrenin de katıldığını anlamaları için hiçbir zaman devlet ve iktidara, 'bilim insanlarına' ihtiyaç duymamışlardır. Onların söylenceleri yanılmıyor. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar, ışık ve su aynı canlı evrenin parçalarıdır. Dostlarıdır.

Kentler ve teknolojiler artık doğaya kirletici bir unsur olarak bakıyor. Steril ortamlar yaratılıyor, yapay yaşam alanları. Artık doğal varlıklarla beraber yaşamak istemeyen yeni bir kuşak yetişiyor. Doğayı sadece sanal ortamlarda görmek istiyorlar. Kentler için yeni yasalar uyduruluyor. Hayvan ve bitki kırımları için de. Ve özgür toplumlar, belki bazı ütopyacı düşünürler gerçek yaşamı sevdikleri için, özgürlüğü sevdikleri için, yabancılaşmadıkları için, gizlice, illegal olarak tarım yapacak ve hayvan besleyecekler. Ve belki hain, belki terörist diye de vurulacaklar. Öyle zamanlara doğru gidiliyor.

Fethi SUVARİ
* D Tipi Kapalı Cezaevi C-1/2 DİYARBAKIR
peyasuvari@hotmail.com