21 Mayıs 2012 Pazartesi

Çay Üreticisi Özel Şirketlere Mahkum Ediliyor


Türkiye'de çalışanların ve üretenlerin değil; şirketlerin lehine politikalar geliştiren AKP, tarım alanındaki yoksul Karadenizliyi de isyan ettiriyor. Karadeniz'de önemli bir geçim kaynağı olan çay üretimi, giderek üreticilerin zarar etmesiyle sonuçlanıyor. Belirlenen alım fiyatları, üreticilerin maaliyet fiyatlarının dahi aşağısında.

Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu İstanbul Milletvekili Levent Tüzel de, çay üreticilerinin sorunlarına ilişkin meclise bir araştırma önergesi verdi. Önergesinde resmi kayıtlarda görünmeyen yaklaşık 100 bin dekar alanda çay üretimi yapıldığını belirten Tüzel, çay üreticilerinin ürünlerini yok pahasına şirketlere vermek zorunda kaldığını kaydetti.

TBMM'ye sunduğu araştırma önergesinde İstanbul Milletvekili Levent Tüzel, çayın Türkiye'nin en önemli tarım ürünlerinden olduğunu hatırlattı. Çay üretiminin ve ihracatının arttırılması için alınacak tedbirlerin tespit edilmesini isteyen Tüzel, "Doğu Karadeniz Bölgesi'nde 201 bin kayıtlı üretici çay tarımı yapılmaktadır. Çay üretiminin yapıldığı alan devletin resmi rakamlarına göre 758 bin dekardır. Ancak, resmi kayıtlarda görünmeyen yaklaşık 100 bin dekar alanda daha çay üretimi yapılmaktadır" dedi.

'ÖZEL ŞİRKETLER KARLI ÇIKSIN DİYE DÜŞÜK ÜCRETE VE YAVAŞ ÇAY ALINIYOR'

AKP Hükümeti'nin çay ihracatını her yıl biraz daha gerilettiğine dikkat çeken Tüzel, hükümetin açıklanan çay fiyatı için “taban fiyat” değil, “ÇAYKUR'un alım fiyatı” olarak ifade etmesini, "Böylece serbest piyasa koşullarında kamu kurumu olan ÇAYKUR kendi belirlediği fiyattan, özel şirketler ise kendi belirlediği fiyat üzerinden almasına olanak sunmaktadır. ÇAYKUR ne kadar düşük ücrete ve yavaş çay alırsa özel şirketler o kadar karlı çıkmaktadır" diye eleştirdi.

Tüzel, şu istatistiki bilgileri verdi: "2001 yılında 4771 ton kuru çay ihraç edilmiş, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılında 5160 ton, 2003 yılında ise 7042 ton kuru çay ihraç edilmiştir. AKP iktidarının beşinci yılında 2007'de 2629 ton kuru çay ihracatı gerçekleşmiş, “çıraklık dönemini” 4400 ton ihracat kaybıyla kapatmıştır."

Çay üreticisinin özel şirketlere mecbur kalarak ürününü ucuz fiyatlara vermek zorunda kaldığını anlatan Tüzel, araştırma önergesinde, "...Bu durumda haftada 50 kg çay teslim edebiliyor. Kontenjan resmiyette 10 kg görünse de, fiiliyatta 6-8 kg seviyelerinde kalmaktadır. Böylece bekletemeden toplayan üretici mecburen özel şirketlere çayını yok pahasına vermek zorunda kalmaktadır" ifadelerini kullandı.

MALİYETİNDEN DÜŞÜK ALIM FİYATLARI BELİRLENİYOR

Bilindiği gibi, geçen yıl 98 kuruş ürün bedeli +12 kuruş destekleme primi olmak üzere toplam 1 lira 10 kuruş olarak açıklanan çay taban fiyatı her geçen yıl düşürülmekte. Şimdiden 76 ve 80 kuruş gibi alım fiyatları belirlenmeye başlandı. Oysa çayın maliyetinin dahi 1.22-1.140 arasında olduğu söyleniyor.

Özel sektörün yaş çaya biçtiği değer daima düşük oluyor. Taban fiyatları hiçbir zaman çay üreticisinin istediği gibi düzenlenmiyor. Üreticiler, örneğin gübre ne kadar artıyorsa, çay fiyatının da aynı oranlarda yükselmesini talep ediyor. Zira sattıkları çayların zaten düşük belirlenen ücretlerinin önemli bir bölümünü gübreye ayırmak zorunda kalıyorlar. Çay üreticileri, devletin müdahale etmesini ve artık zarar etmeyecekleri bir politika uygulanmasını istiyorlar.


ANF NEWS AGENCY

İspanya’da ‘Ödemek İstemiyorum’ Eylemleri Yayılıyor

İspanya'da ekonomik krizin etkisiyle özellikle ulaşım sektöründe ortaya çıkan "ödemek istemiyorum" eylemleri ülke geneline yayılmaya başladı.

İlk olarak Madrid ve Barcelona'daki bazı metrolarda küçük grupların başlattığı, "ben ödemiyorum" adlı biletsiz metroya binme eylemleri otoyollara da sıçradı. Katalonya ve Valencia bölgelerinde geçen Pazar yapılan ve binlerce aracı otoyollarda buluşturan "ödemek istemiyorum" isimli eylem 13 otoyol gişesinde gerçekleşti.

Gişelerde 12 kilometrelik uzun kuyruklar oluşurken, "ödemek istemiyorum" (#novulllpagar) adlı platformun çağrısıyla gerçekleşen eylemde, arabayla gişe önlerine gelen vatandaşlar, gişe memuruna "iyi günler, ödemeyi reddediyorum" diyerek otoyol geçiş ücretini vermedi.

Herhangi bir polis müdahalesinin olmadığı eylemlerde, ücret ödemeyen araç sahipleri, gişe memuru tarafından plaka kayıtları alınarak, otoyola girişine izin verildi.

Verilen bilgiye göre, ücret ödemeden otoyoldan geçen 3 bin 87 araca 100'er euroluk para cezaları kesildiği ve bu cezaların posta ile yollanacağı kaydedildi.

1 Mayıs'ta başlayan ve ikincisi 20 Mayıs'ta gerçekleşen otoyollardaki "ödemek istemiyorum" eylemlerinin, Haziran ayında da süreceği açıklandı.

ANF NEWS AGENCY

'Büyük Marmara Okyanusu' Ve 'Kosterdeki Barbaros'

İmralı Kosteri 300 gündür ''bozuk'', aynen AKP-Devlet niyet ve zihniyeti gibi...
Veysi Sarısözen


Abdullah Öcalan’a karşı uygulanan tecrit kanun dışıdır. Hiçbir kanun maddesine, hiçbir hukuki gerekçeye, hiçbir infaz uygulama yönetmeliğine dayanmamaktadır. O nedenle suçtur. Suç olduğu için, bu suçu işleyenler suçludur. Ve biz bu suçun alçakça ve namussuzca bir suç olduğunu hiç çekinmeden en yüksek sesle dile getirmeliyiz.

“Bu kadar kesin nasıl konuşuyorsun?” diyenler olabilir. “Hükümetin ve Adalet Bakanlığının belki bir hukuki dayanağı vardır” diye düşünülebilir. “Sen hukukçu musun, nereden biliyorsun bu tecritin hukuki bakımdan bir dayanağı olmadığını”diyenler de çıkabilir.

Bu tür konuşanlara karşı, şu sıralar moda olan “yalakalık” yöntemini benimsesem, diyeceğim ki, “Sevgili muarızlar, size saygı duyuyorum, gözlerinizden öpüyorum, hepinizin saadeti için Allahtan duacıyım” falan gibi pasaklı laflar edebilirim. Ama etmeyeceğim. Böyle soruları soranlar, hatta aklından geçirenler ahlak düşkünü insanlardır.

Aylardır süren tecritin en küçük bir hukuki dayanağı olsaydı, Hükümet bugüne kadar bu hukuki dayanağı dile getirmez miydi? “Öcalan örgüte talimat verdi, bu falanca maddeye göre suçtur, o nedenle ona tecrit uyguluyorum” diye kendini savunmaz mıydı? Ne böyle bir hukuki dayanak ortaya koyabiliyor ne de kendini bir hukuki dayanakla savunabiliyor.

Böyle bir dayanağa sahip olmadığını bildiği için, malum bir “yasa” tertibine girişti. “Öcalan’a mahsus yasa” çıkartmaya kalkıştı. “Örgüte talimat veren hükümlünün Avukatlarıyla ve yakınlarıyla görüşmesine altı ay yasaklama getirmek” için hazırlanan yasa taslağını, her ne olduysa geri çekmek zorunda kaldı. Böylece Öcalan’a karşı uygulanan kanun dışı tecride yasal dayanak sağlama yeltenişi de boşa çıktı.

Şimdi bu tecrit hiçbir kanuna, yönetmeliği, hukuka dayanmıyor.

Dayanmadığı içindir ki, hükümet bu alçakça ve namussuzca uygulamaya hukuk, yasa, anayasa dışında bir “gerekçe” aramak zorunda kalıyor.

Arayıp da nasıl bir gerekçe buluyor?

Bulduğu iki gerekçe şu:

Hava bozuk…

Koster bozuk…


Hükümetin elinde tek bir, örneğin darbecilerin darbelerini anayasaya değil de, bilmem ne yönetmeliğinin, bilmem kaçıncı maddesine dayandırması gibi kıytırık bir dayanak olsaydı, hiç böyle “hava bozuk, koster bozuk” maskaralığı ortaya dökülür müydü? “İç Hizmet Yönetmeliğinin bilmem ne maddesinin, falancaşıkkının, fişmekanca dip notuna” dayanarak, “Öcalan’a tecrit uygulanıyor” diyerek işin içinden çıkılırdı.

Ama yok. Ortada hukuk yok. Kanun yok. Rezillik var.
Hava bozuk…

Koster bozuk…

Sanırsınız ki, İmralı Adası, Bermuda Üçgeni’nde bir yerde. Dev dalgaların, tsunamilerin ortalığı Nuh Tufanına çevirdiği bir Okyanusya adasıdır. Zavallı Koster çaresiz kalmakta, bu deryayı aşıp, İmralı’ya ulaşması mümkün olmamaktadır.

Hava bozuk, diyenlerin niyetleri bozuktur. Bu bozukluk siyasi ahlakın bozulması, kokuşmasıdır.

Ya koster?

O da bozuk? Hani siz Osmanlı torunlarıydınız? Barbaros ahfadıydınız? Gemilerinizin yakılmasını sakalınızın kesilmesi sayan, “kesilen kol uzamaz, kırpılan sakal durduğu yerde durmaz” diye kasideler yazan ve Akdeniz’in sahib-i aslisi olduğunu iddia eden, “Karadeniz, Karadeniz, gelen düşman değil biziz” diye inim inim inleyen, “her Türk anasının karnından bir Amiral olarak doğduğu için, fazlalık Amiralleri kulaklarından tutup dört duvar arasına kapatan “denizci bir milletin” “uzantılarıydınız.”

Ne oldu size böyle! Bir kosteri dokuz aydır tamir edemiyorsunuz ha…

Evet. Böyle. Türkiye’de savaşa son verecek ve Kürt sorununda tüm bölge ve hatta dünya halklarının çıkarına bir çözüme ulaşılmasında kilit durumunda olan bir insana karşı uygulanan tecritin iki nedeni böyle…

Bizim bir komşumuzun, biraz zihin engelli bir çocuğu var. Özel bir okula gidiyor. Babası anlattı: “Baba demiş, Öcalan’ın yakınları neden İmralı Adasına gidemiyor?” Baba “Evladım hava bozuk oluyor, Koster bozuk oluyor, o nedenle İmralı’ya ulaşılamıyor?” Çocuk biraz düşünmüş: “Yani baba, Adadaki askerlere yiyecekleri paraşütle mi atılıyormuş?”
Eğer bu hükümetin elinde suyunun suyu kabilinden dayanabileceği en küçük bir hukuki dayanak, uysa da uymasa da gerekçe olarak öne sürebileceği bir “mecelle” cümlesi olsaydı, hiç böyle, zihin özürlü çocuğu bile ikna etmeyen aptalca, salakça. Sefilce ve rezilce gerekçelere sığınmak zorunda kalır mıydı?

Ey, araştırmacı gazeteciler? Şu işi bir ele alsanıza! Tecritin sürdüğü aylar boyunca, gün gün, saat saat ve dakika dakika “Büyük Marmara Okyanısunda” meydana gelen ve kosterin İmralı’ya gidişine imkan vermeyen fırtınaların bir dökümünü ortaya koysanıza…

Ve hemen hergün bir işçinin yaşamını yitirdiği tersaneleri bir ziyaret edip, şu “bozuk” Koster’deki aşılamayan “arıza” hakkında söyleşiler yapsanıza… “Kosterdeki çözülemeyen arızanın sırrı…” “Kosterin uskurundaki hırıltının arkasındaki gerçek”, “Koster kaptanının oturduğu koltuğun çıkan çivisi” türünde manşetlerle bu konuya el atsanıza…

Gazetelerde yine manşetler… Asker cenazeleri… “Kınalı kuzu”gözyaşları…

Ağlayıp, bağırıp, çağıracağınıza, kanı durduracak insana karşı Hükümetinizin uyguladığı tecride ve bu tecridin dayandığı “Hava bozuk, koster bozuk” rezaletine karşı çıksanıza…

ANF NEWS AGENCY

Farqînî: Kürtler 'Seçmeli Ders' Formülüne Karşı Çıkmalı

DTK öncülüğünde TZPKurdî, Diyarbakır Kürt Enstitüsü, Kürt Yazarlar Derneği ile Eğitim Sen'in katkıları ile iki gündür devam eden "Eğitimde Anadilin Önemi" konulu Çalıştay sona erdi. Kürt dilinin eğitimdeki önemi ve rolü ile ilgili yapılan akademik tartışmalarda; İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Zana Farqînî, Kürt halkının "Seçmeli ders" formülüne karşı çıkması gerektiğini vurguladı.

Demokratik Toplum Kongresi (DTK) öncülüğünde TZPKurdî, Diyarbakır Kürt Enstitüsü, Kürt Yazarlar Derneği ile Eğitim Sen'in katkılarıyla Ehmedê Xanî Dil Akademisi'nde 2 gündür devam eden "Eğitimde Anadilin Önemi" konulu çalıştayın son oturumunda, "Çocuklar için yabancı dil ile eğitim ne anlama gelir?" konusu tartışıldı. Moderatörlüğünü DTK Koordinasyon Kurulu Üyesi ve BDP Van Milletvekili Özdal Üçer'in yaptığı panele; İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Zana Farqînî, Prof. Dr. Serdar Değirmencioğlu, Eğitim Sen MYK Üyesi ve Kadın Sekreteri Sakine Esenyılmaz, Kurdi-Der Genel Merkez Yöneticisi Sebahattin Gültekin ile İngilizce Öğretmeni ve çevirmen Resül Geyik konuşmacı olarak katıldı. Panelin ilk konuşmacısı olan İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Zana Farqînî, Kürt dili ile ilgili bir prensipleşme ve netleşmenin kararlaştırılması gerektiğini vurguladı. Anaokullardan yüksek okullara kadar her kesin “anadilde eğitim” alması gerektiğini söyleyen Farqînî, bunun için uluslararası kanunların referans alınarak, uygulanabileceğine dikkat çekti. Yine uluslararası kanunların referans alınarak anayasanın değiştirilip, dönüştürülmesi gerektiğini ifade eden Farqînî, bu bağlamda dil ve kültür önündeki yasaklar ile baskıların ortadan kaldırılması gerektiğini dile getirdi. Türkiye'de asimilasyona ilişkin kimi uygulamaların başarılı olabilmesi için hükümetin kendi hukuk sistemini dahi çiğnediğini ifade eden Farqînî, "Devlet dışındaki asimilasyon kendimizin yapmış oluğu asimilasyondur. Örneğin, teknolojik olarak imkanlar eskisi gibi değil. Teknoloji çağında yaşamamıza rağmen bir birimize telefonla mesaj yazarken Türkçe dilini kullanıyoruz. Zaten sistemde teknolojiyi kullanarak iyi bir asimilasyon politikası uyguluyor. Türkiye'de radyo ve televizyonun bir eğitim aracı olarak kullanılıyor. Ama son zamanlarda özellikle çocuklar için hazırlanan programlarla etkinleştirilen bu politikalar çocuklar tamamen asimile edilmeye çalışılıyor. Yine son dönemlerde tartışmaya açılan seçmeli ders konusu var. Kürtlerin buna sert bir tepki göstermesi gerekiyor. Kürt dilinin seçmeli ders olmaması gerekiyor. 6 yaşına kadar ki bir çocuğun tüm dünyası ana dili ile şekilleniyor. Fakat okula başlaması ile birlikte bir bilgisayar resetlenir gibi çocuğun ana dili beyninden siliniyor. Kürt çocukları okula başladıklarında kendi anadilleri ile eğitim ve öğretim görmelidir" diye kaydetti.

Ardından diğer panelist Eğitim Sen Merkez Yürütme Kurulu Üyesi ve Kadın Sekreteri Sakine Esenyılmaz, Kürt olduğunu ve aynı zamanda Türkçe öğretmeni olduğunu ifade ederek, ilkokula giderken babasının sırf Türkçe öğrenmesi için kendisini dövdüğüne dikkat çekti. Her kesin kendisine "Okullar neye hizmet ediyor? Dile dayalı ne öğrendiler” diye sorması gerektiğini söyleyen Esenyılmaz, "Bu sorular sorulduğunda aslında en çok 'Az şey öğrendim' cevabı oluyor. Bireyi sisteme entegre ediyor ve sistemin vasıfsız eleman ihtiyacını karşılıyor. Çocukları okulda üst üste yığarak, tektipleştirip kimliksizleştiriyorlar. Özellikle de Kürt çocuklarını" dedi.

Esenyılaz'dan sonra panelin bir diğer konuşmacısı KURDÎ-DER Genel Merkez Yöneticisi Sabahattin Gültekin de Kürtçe'nin Dimilki Lehçesi ile konuşma yaptı. Gültekin, bir çocuğun 6-7 aşına kadar dil dünyasının oluştuğunu söyledi. Fakat özellikle 6 yaşından sonra kendi anadili ile okula başlayan bir çocuğun 6-7 bin civarında dil hazinesine sahip iken Kürt çocuklarının durumunun bundan farklı olduğuna dikkat çekti. Gültekin, "O ana kadar çocuk bir bakıma annesinden çevresinden öğrendiklerinin yanlış olduğu kanısına uğruyor. Çocuk için o ana kadar öğrendikleri yanlış oluyor. Tabi ciddi bir sorun yaşamaya başlıyor. Benim de babam bana, 'Türkçe oku yaz ben adam olmadım sen ol' dedi. 30-40 yıllık Kürt mücadelesi ne anlama geldiğini bizler de egemenler de çok iyi biliyor. Biz ne kadar bir varlık mücadelesi veriyorsak egemenler de o kadar yok saymak için mücadele veriyor" diye konuştu.

Panelin son konuşmacısı Prof. Dr. Serdar Değirmencioğlu da kendisinin Türkiye'de yetiştirilmek istenen tipik bir öğrenci olduğunu ifade etti. Çocuk hakları ve çocuklar ile ilgili araştırma ve köşe yazarlığı yaptığını bu anlamda kendisi gibi çocuklarla yakından ilgilenen başkaca kimse bulunmadığından yakınan Değirmencioğlu, bunun da ülkede çocuklara verilen önemi ortaya koyduğunu kaydetti. Dilin önemine Amerika'da geçirdiği 6 yıllık süre zarfında varabildiğini söyleyen Değirmencioğlu, "Dilin çok zengin olduğunun farkına varmak lazım. Dil aksadığı zaman eksikliğini hissettiği zaman daha çok dikkatimizi çekiyor. Onun için şuan bu toplantıyı yapıyoruz. Örneğin okunan ezan; Arapça'nın Kürtçe'den çok daha önemli, daha özel tutuluyor. Ya da İngilizce dili Kürtçe'den daha özel tutuluyor. Benim gibi birçok insanı rahatsız eden bir durum bu. Dünyadaki örneklere daha fazla değinmek lazım. Dünyadan birkaç tane örneği incelemekte yarar var. Kosova’da yaşananları inceleyebilirsiniz. Kosova’da dil ile ilgili bambaşka bir durum varken, çatışma sonrası Sırplar Sırpça, Arnavutlar da Arnavutça konuşmaya başladı. Ya da Meksika’da İspanyolca dışındaki diller ikinci üçüncü sınıf dildir. Fakat orada bulunan kabileler anadilde eğitime büyük önem veriyorlar. Ana dil ile birlikte kültürün de ele alınması gerekiyor. Anadilde çocukların en büyük rahatsızlıkları dışlanmaktır" diye konuştu.

"Eğitimde Anadilin Önemi" çalıştayının sonuç bildirgesinin yarın açıklanacağı öğrenildi.

ANF NEWS AGENCY

Demokrasi mi Anayasadan, Anayasa mı Demokrasiden Çıkar?

Veysi Sarısözen
 
 
Bir Komisyon var. Başında bir AKP’li. Bütün partiler orada temsil ediliyor. Bu komisyonun işi, bütün partilerin kabul ettiği bir Anayasa yazmak.

Liberaller kuşkuya düşse bile, hala memleketin dört bir tarafında “en iyi anayasa nasıl bir anayasadır” tartışması gırla gidiyor. O panel senin, bu çalıştay benim, orada bir sempozyum, burada bir konferans, katılımcılar, ellerinde Diyojen’in feneri “en iyi anayasayı” Türkiye Cumhuriyeti’nde arayıp duruyorlar.

Bulamazsınız. Çünkü “en iyi anayasa” aranarak bulunmaz.

“En iyi anayasa” olur mu, olmaz mı tartışması bir yana. Ama bir kanun kuvvetinde formül öne sürebiliriz; “ne kadar demokrasi o kadar anayasa...”

Bu formüle göre, demokrasi Anayasadan çıkmaz. Anayasa demokrasiden çıkar.

O halde “en iyi anayasa istiyorum'' diyenler, kendi kendilerine şu soruyu soracaklar: Türkiye’de “en iyi demokrasi var mı?” Varsa, onun anayasası da “en iyi” olur. Yok eğer demokrasi “en iyi” değil de, “eh işte, şöyle böyle” ise, onun anayasası da “eh işte, şöyle böyle” bir anayasadır. Yok eğer ortada demokrasi falan yoksa, orada da ya bir anayasa yoktur, ya da vardır da, Hitler’in cebinde sakladığı bir Weimar Anayasası gibi “en iyi” olsa da “olmasa” da farketmeyen bir anayasadır.

Neden böyledir? Düşünün iktidar “en kötü demokrasi” uygularken, “en iyi anayasaya” devrilmedikçe ya da çaresiz kalmadıkça izin verir mi? İzin vermesi boynunu ipe uzatması olur ki, biz kendi rızasıyla böyle bir iş yapan hiç bir iktidar görmedik.

BDP, DTK ve HDK aylardan beri “her gün cenazeler gelirken, binlerce insan tutuklanırken, Öcalan üstündeki tecrit sürerken ne anayasası” diye sormakta. Haklılar...

Bana kalırsa, AKP ile “en iyi anayasa nasıl olur” tartışması yapmak için, BDP’nin “yol temizliği” kavramıyla dile getirdiği yöntemin soruları şunlar olabilir:

“Bay ve Bayan AKP’liler, yazacağımız anayasının nasıl bir anayasa olup olmadığını tartışmadan önce bizim bazı sorularımıza lütfen cevap veriniz.

Bu yeni Anayasa yazılıp, uygulamaya geçtikten sonra mütareke ilan edilip, silahsızlanmanın ve çözümün koşullarını Öcalan’la, PKK ve BDP ile görüşmek yerine yine savaş sürecek mi?

Bugün olduğu gibi kitlesel tutuklamalar ve PKK önderi Öcalan’ın üstündeki ağırlaştırılmış tecrit devam edecek mi? Bu anayasa yürürlüğü girdikten sonra da KCK davası tutukluları hapiste tutulacak mı?


Bu soruların hiçbirinde “en iyi anayasanın tek bir maddesiyle ilgili ‘formül’ tartışması yapılmıyor. Yalnızca soru soruluyor.

Eğer AKP bu sorulara, “evet, bunların hepsi devam edecektir” diye cevap verirse, bilin ki, yeni anayasa eskisinin “aynısı” olacaktır.

Yok eğer, AKP ilk soruya “Anayasayla Kürt sorunu çözüleceği için savaş da bitecektir” diye yanıt verirse; kitlesel tutuklamalar olmayacak, tutuklananlar elbette serbest bırakılacak, Öcalan’ın üstündeki tecrit kalkacak, özgürlüğüne kavuşacak derse, biliniz ki, yeni Anayasa ihtimali kuvvetlenmiş olacak.

Ama yine de yapılacak anayasanın iyi olup olmayacağı kesinleşmeyecek.
Bunun kesinleşmesi için ilaveten şu soruların sorulması gerecekecek:

Madem ki, yeni anayasayla Kürt sorunu çözülecek ve savaş sona erecek, neden bu Anayasa yazılmadan önce “barış” olmasa da “mütareke” ilan etmiyorsunuz, karşılıklı parmakların tetikten çekilmesini bir ilk adım olarak atmıyorsunuz? Bu iyi anayasa çıkana kadar hem ordunun, hem de HPG’nin boşuna kan dökmesine neden engel olmuyorsunuz?

Madem ki, yeni anayasayla birlikte kitlesel tutuklamalar yapılmayacak ve kitlesel tutuklamalar sonucu hapse atılan vekiller, Belediye Başkan ve üyeleri, BDP yönetici ve aktivistleri serbest kalacak, o halde neden hemen şimdi tutuklamalara son vermiyorsunuz, yeni yeni insanları mağdur ediyorsunuz, neden zındandakileri serbest bırakmıyorsunuz, onları boş yere yeni anayasa yürürlüğe girene kadar özgürlüklerinden yoksun bırakıyorsunuz.

Madem ki yeni anayasayla birlikte Öcalan üzerindeki tecrit kalkacak; neden bu tecriti hemen kaldırmıyorsunuz, neden Öcalan’ın bir tür “müzakere süreci” olan bu Anayasa tartışma sürecine katılmasının koşullarını sağlamıyorsunuz?

Eğer AKP, onun Başkanı ve şürekası, “Hay Allah, haklısınız yahu” deyip, aynı gün “mütareke” ilan eder, saniyesinde tutuklamaları sonlandırır, beş dakika içinde cezaevlerinden tahliyeleri başlatır ve Öcalan’ın koşulları radikal bir şekilde değiştirilirse, biliniz ki, AKP kesin olarak “iyi bir anayasa” yapma konusunda kararlıdır.

Buradan çıkan sonuç şu: Eğer Türkiye’nin demokratik güçleri bırakalım dört başı mamur bir demokrasiyi, eğer AKP-Fethullah Blokuna, “savaşı durdurma (mütareke), tutuklamaları durdurma, tuktukluları salıverme, Öcalan’ın üstündeki tecriti kaldırma” konusunda baskı yapamaz ve bu hedeflere ulaşamazsa, “demokratik bir anayasaya” hiç mi, hiç ulaşamaz.

Demek ki, “demokratik bir anayasa için” “en iyi anayasayı aramak” değil, “demokratik anayasa için, savaşı ve tutuklamaları (AKP ilçe Başkanı ve esir askerlerin varlığını da düşünürsek) karşılıklı durdurmak, tutukların salınmasını sağlamak ve PKK önderinin üstündeki tecriti kaldırmak” hedefine yürümek gerekiyor.
Kaynak: Özgür Gündem

Demirtaş: AKP Rant Koalisyonudur

BDP PM toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulunan BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, AKP’nin bölgesel emperyal güç olma hevesi ve Kürt halkını yenebileceğini düşünerek Öcalan ile heyet arasında geliştirilen protokolü imzalamadığını söyledi. AKP’nin halk hareketi değil rant koalisyonu olduğun belirten Demirtaş, “İçinde 7 veya 8 koalisyon vardır. Dolayısıyla halk gücünün ne olduğunu anlayamıyor” dedi.

BDP PM toplantısı Genel Merkez binasında PM, MYK üyeleri ve BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın katılımıyla başladı. Siyasal süreç değerlendirmesi, ABD ziyaretine ilişkin aktarım, örgütsel durum ve planlama gündemi ile yapılan toplantıda açılış konuşmasını BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş yaptı. Demirtaş, dün il başkanları toplantısında yaptıkları değerlendirmede yaşanan sürecin kritik önemine vurgu yaptıklarını hatırlatarak, “Ortadoğu’da yaşanan ciddi gelişmeler BDP ve Türkiye’deki muhalif kesimler açısından ciddi analizler gerektiren siyasal değişimlerdir. Bu nedenle Ortadoğu’daki gelişmeleri iyi anlamadan doğru tahlil etmeden iç siyasette de doğruları yakalamak mümkün değildir” dedi. Demirtaş, AKP’nin devletin bütün organları ile içerde geliştirdiği baskı politikasının Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerden bağımsız olarak ele alınamayacağını söyleyerek, “İmralı’da sürdürülen ağır tecrit politikalarını Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız ele alamayız. Yine askeri ve siyasi operasyonları Ortadoğu’daki siyasal değişimlerden bağımsız alamayız” diye konuştu.

‘AKP’NİN EN BÜYÜK HAYALİ NEO-OSMANCILIK’


AKP Hükümeti’nin 2002 yılında iktidara geldiğinde en büyük hayalinin “Neo –Osmanlıcılık” olduğunu belirten Demirtaş, “Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi bütün Ortadoğu halklarının Türklük merkezli bir araya getirilmesi, Türkiye’nin de tek dil ve millet paradigmasından vazgeçmeden bölgeye ağabeylik yapması hayali başından beri vardı. Son gelişmeler, AKP’nin hayalini pratikleştirme fırsatı yarattı. Bunu böyle ele aldılar. Başbakan Erdoğan’ın Tunus, Mısır gezileri, Libya’ya müdahale isteği, Suriye konusundaki aşırı müdahale isteği bunların sonucudur” dedi. Türkiye’nin uyguladığı “Neo-Osmanlıcılık” politikasının içerde ve dışarıda sonuç vermeyeceğini, tam tersine Türkiye’ye ağır hasarlar vereceğini söyleyen Demirtaş, “Kürt halkının, Arapların, Şiilerin bir kez daha Türk egemenliği altında birleştirici şemsiyeyi kabul etmeyeceğini, her halkın kendi öz gücü ile yaşama isteğinin engellenemez olduğunu belirtmiştir. Ortadoğu’da yaşananlar halk hareketi olarak değerlendirildiğinde talep özgürlüktür. Kimse ‘Türkiye gelsin bizi kurtarsın’ diye isyan etmiyor. Tunus, Suriye, Mısır’da halklar, ‘AKP gelsin bizi kurtarsın’ diye meydanları doldurmuyor. Türkiye’nin kendi kendine buradan rol çıkarması fiyasko ile sonuçlanmış bir politikadan başka bir şey değildir” dedi.

‘KÜRT HALKI NEFESSİZ KALSIN İSTEDİLER’

Demirtaş, Türkiye’nin bölgesel emperyal bir güç olma isteğinin içerde de muhalefetin ağır bir şekilde ezilme sonucunu doğurduğuna işaret ederek, 2009 yılından beri sürdürülen “Siyasi soykırım” operasyonları ve askeri operasyonların da buna hazırlık olarak yapıldığını dile getirdi. Demirtaş, “Ortadoğu’da halklar özgürlük için alanlara çıktığında Kürt halkının sesini çıkmadığı, uluslararası kamuoyu tarafından taleplerinin görünemeyeceği bir pozisyon yaratmaya çalıştı. Bu kadar arkadaşımızın hukuk katledilerek, zindanlara atılmasının en önemli nedeni budur. Kürt halkı nefessiz kalsın istediler” dedi.

‘KÜRT HALKININ DİRENİŞİNİ HESAPLAYAMADI’

Demirtaş, AKP’nin bölgesel emperyal güç olma heveslerinin olmaması durumunda İmralı ve Oslo’da yapılan görüşmelerden sonuç alınabileceğine vurgu yaparak, “AKP’nin Kürt halkı ve muhatapları ile uzlaşmamasının en büyük nedenlerinden biri, Kürt halkını bu bölgesel değişim döneminde yenebileceğini düşündü. Şartların kendi lehine dönüşeceğini, dolayısıyla Sayın Öcalan ile heyet arasında geliştirilen protokolü imzalamaya gerek olmadığını, bunu yapmak yerine Ortadoğu’da ABD’nin ve AB ülkelerinin destek vermek zorunda kalmalarını fırsat bilerek, Kürt halkı ile uzlaşmayı tercih etmedi. Ama hesaplayamadığı Kürt halkının kendi öz gücü ile 30 yıldır bu uluslararası ittifaklara karşı sergilediği direniş oldu. Bunu doğru hesaplayamadı. Öz gücün kararlılığına aklı ermedi. Çünkü AKP kendince yapay güçleri biraraya getirerek, parti içinde koalisyon ile iktidar olmuştur. AKP bir halk hareketi değildir. AKP bir rant koalisyonudur. İçinde 7 veya 8 koalisyon vardır. Dolayısıyla halk gücünün ne olduğunu anlayamıyor” dedi.

‘GÖRÜŞÜRKEN DIŞARDA TASFİYE OPERASYONU DEVAM ETTİ’

Demirtaş, AKP Hükümeti’nin “Açılım” adı altında yaptığı değişiklikler ile Kürt halkını aldatacağını tahmin ettiğini söyleyerek, “Buradan alacağı güçle Kürt Hareketi’ni tasfiye edeceğini düşündü. Kürt Hareketi’ni sadece kadro hareketi olarak ele almış, kadrolarını tutuklamış ve tasfiyeyi amaçlamıştır. Son 3 yıldır kesintisiz olarak müzakere döneminde, sertleşme döneminde tasfiye operasyonlarını sürdürdü. Bundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Oslo ve İmralı’da müzakere süreci yürütülürken dışarıda tasfiye operasyonları devam etmiştir. Seçim döneminde fiilen ateşkesler sağlanmıştır. Bunlar AKP’nin Kandil ve İmralı’ya gönderdiği heyetler aracılığı ile sağlanmıştır. Ama o dönemde bile tasfiye operasyonlarını sürdürmüştür. Çünkü TC’nin kuruluş paradigması olan tekçi ulus devlet hevesi AKP tarafından ideolojik yaklaşım olarak sahiplenilmiştir. Bu paradigma değişmediği müddetçe AKP’nin Kürt sorununu çözme ihtimali yoktur” diye konuştu.

‘BİZE DÜŞEN İDEOLOJİK, ÖRGÜTSEL VE EYLEMSEL MÜCADELE YÜRÜTMEKTİR’

“Kürt halkı vardır demek, Kürt halkı gerçekliktir demek, tekçi ulus devlet yoktur demektir” diyen Demirtaş, “Ya tek devlet ve milleti savunmayacaksınız Kürt sorunun çözmek için ya da bunu savunuyorsanız ‘Kürt vardır’ demek onu Türkleştirmekten başka bir şey değildir. Ondan dolayı Başbakan Erdoğan’ın son söylemleri bundan bağımsız değildir. Bize düşen AKP’yi sadece teşhir etmek değil, ideolojik, örgütsel ve eylemsel bir mücadele yürütmektir. Tek başına AKP’nin teşhir edilmesi Kürt sorunun çözümü için yeterli değildir. Diğer mücadele hatları örülmelidir. Büyük halk gösterileri ve eylemsel mücadele bundan kopuk düşünülemez” değerlendirmesini yaptı.

‘AKP İDEOLOJİK KARMAŞA VE DEMAGOJİK YAKLAŞIMLARLA AYAKTA DURUYOR’


AKP Hükümeti’nin ideolojik karmaşa ve demagojik yaklaşımlar ile ayakta durduğunu söyleyen Demirtaş, “Önceki hükümetler bu hükümete göre merttir. Çünkü gerici olduklarını inkar etmediler, savaş politikalarını saklamadılar, asimilasyon politikalarını gizlememişlerdir. Açık bir savaş yürütmüşlerdir. Ama bunlar sanki bütün toplumsal farklılıkları kabul ediyormuş gibi yapıp eski hükümetlerin uyguladığı politikaların aynısını uyguluyorlar. Tehlike buradadır. O nedenle hem AKP’nin ‘ılımlı İslam’ adı altında İslamiyet’in içini boşaltan yaklaşımlara karşı doğru politika yürüteceğiz. İkincisi bu ağ gibi saran cemaatlere karşı DTK ve HDK meclisleri örgütlenmeleri ile bunları boşa çıkarmamız gerekmektedir. Üçüncüsü de AKP saldırılarına karşı sokakta ve alanlarda cevap olabilmeliyiz” dedi.

‘AKP-CEMAAT ÇATIŞMASI DEVAM EDİYOR’


Demirtaş, önümüzdeki yaz ve sonbaharın AKP politikalarının çöktüğü bir dönem olacağını söyleyerek, “Çözüm politikası üretmezse kendi sonunu yaratacak. Başbakan bunu gördüğü için Başkanlık sistemi diye bir şey atıyor ortaya. Çünkü AKP içindeki cemaat-AKP çatışmasını görüyor. Bu devam eden bir çatışmadır. Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun derinleşeceğini gösteren önemli tartışmalardandır. Başbakan bu gidişatı gördüğü için Başkanlık sistemi ile kendini ayrı bir güç olarak tariflemek istiyor. Herkesi hücrelerine kadar yönetmek istiyor” dedi.

‘BAŞBAKANLIK SİSTEMİ YERİNE DEMOKRATİK ÖZERKLİK YÖNETİMİ SAVUNUYORUZ’


Başkanlık sistemi tartışmalarının Türkiye açısından acil bir gündem olarak görmediklerinin altını çizen Demirtaş, “Biz yerinden yönetimi, demokratik özerkliği, Kürtlerin ve Kürdistan’ın özerk yönetim ile kendini yönetmesini savunuyoruz. Türkiye bu önerdiğimiz model ile uzun yıllar yönetildikten sonra merkezi yönetim tekrar tartışılabilir. Parlamenter sistem, yarı başkanlık, başkanlık bunlar uzun yıllar sonra yapılması gereken tartışmalardır. AKP’nin yürüttüğü tartışma da masumane değildir. Bizim önerdiğimiz model Demokratik Özerkliktir” dedi. Demirtaş, bir dayatma ile başkanlık sisteminin getirilmesine ise izin vermeyeceklerini söyledi.

‘ANAYASA’DA UZLAŞILAN MADDE YOK’

Demokratik Özerklik önerisinden asla vazgeçmeyeceklerini söyleyen Demirtaş, “Anayasa çalışmalarında da anadilde eğitim, anadilin bütün kamusal alanda kullanımı, özerk yönetimlere geçilmesi, bütün farklı kültür ve inançların anayasal güvence altına alınması, herkesin kendi kimliği ile örgütlenme hakkı gibi vazgeçemeyeceğimiz kolektif halklar var. Bunlarla birlikte evrensel standartlara uygun ifade özgürlüğü gibi haklar olmazsa olmazlarımızdır” dedi. Demirtaş, anayasa çalışmalarında şu anda tasnif çalışması yürütüldüğünü, basında çıktığı gibi herhangi bir madde üzerinde partiler arasında uzlaşmanın söz konusu olmadığını söyleyerek, “Hangi maddelerin nasıl yazılacağı konusu yetkili kurullarımızın onayı dışında asla gerçekleşmeyecektir. PM ve MYK’nin onay verdiği şekli ile anayasa taslağımız Meclis’te olacaktır. Bizler sonuna kadar sivil anayasa istediğimizi ve bundan masada olacağımızı söyledik” dedi. Demirtaş konuşmasının devamında şunları kaydetti: “Masada olma konusunda asıl niyetimiz diğer partilerin yeni anayasa istemediğini teşhirdir. MHP’nin yeni anayasa derdi yok. CHP ise 1924 anayasasını istiyor. AKP’de kendi hazırladığı taslağı komisyonda dayatma ile geçirme derdinde. Masada sivil ve eşitlikçi anayasa isteyen tek parti biziz. O nedenle o masadan kalkmamız Türkiye’de yeni anayasa isteğinin masadan kalkması demektir. Biz sonuna kadar bu çalışmayı sürdüreceğiz. Bizim taleplerimizin kabul edilmediği bir durumda diğer partiler Kürt sorunun çözümünü öngörmeyen bir anayasada uzlaşırsa biz onları masadan kalkmış sayacağız. Çünkü sivil ve özgürlükçü masa Kürt sorunun çözme masasıdır. Halkımızın özgür olacağına hiç şüphemiz yoktur. Dünyada arkasında böyle bir güç olan parti yoktur. Bu kadar öz güç ile biz halkımıza özgürlüğü getiremezsek bu ancak bizim eksikliğimizden kaynaklı olabilir.”

ANF NEWS AGENCY