31 Ocak 2013 Perşembe

MİT Ajanı :Ömer Güney Bizim Birimden

MİT Ajanı Murat Şahin, Ömer Güney'i tanıdığını açıkladı
MİT elemanı Murat Şahin, “Ankara’da bağlı olduğum birimin başındaki ‘Teyze’ kod adlı bayan, Ömer’in fotoğrafını göstererek ‘Bu, Paris elamanı, hiç gördün mü, tanıdın mı, bu heval oluyor’ diye sormuştu. Teyze’nin gösterdiği ve ‘Parisli heval’ dediği kişi, Ömer Güney’in ta kendisidir” dedi. 

MİT ajanı Murat Şahin, Paris katliamı zanlısı Ömer Güney’in kendisinin de bağlı olduğu birimde çalışan bir eleman olduğunu açıkladı.
Ömer Güney

İsiviçre’de bizimle konuşmak için bağlantı kuran Murat Şahin, Paris katliamı zanlısı Ömer Güney ile ilgili bildiklerini paylaşmak istediğini söyledi. Kendisini tanıtan ve neden konuşmak istediğini izah eden Şahin, öncelikle isminin ve İsviçre’de yaşadığının gizlenmesini istedi. M.Z. rumuzuyla Milano’da yaşıyor gibi tanıtılmasını ve hangi operasyon sonrası isminin deşifre olduğunun belirtilmemesini şart koştu. Önce bunları kabul ettik. Ancak gazetemizin yönetimiyle konuştuktan sonra dönemin hassasiyeti ve manipülasyon ihtimalinin gözardı edilemeyeceğine karar verip bu şekilde yayınlayamayacağımızı aktardık. Bir süre sonra Murat Şahin’den bu şartlardan vazgeçtiğinin bilgisini aldık. Murat Şahin’in özgeçmişi bilinerek iddialarının verilmesinin, Paris katliamının aydınlatılmasına katkı sunacağını düşünürek, yayınlıyoruz. Üstelik Şahin, Paris Savcısı’na ifade vermeye hazır olduğunu da söyledi.

Devrimci Karargah’a sızmıştı


Türkiye kamuoyu, Murat Şahin ismini Devrimci Karargah operasyon sonrası duydu. Emniyet ve savclılık ile MİT, bağlı sınırlı gazeteciler operasyon aşamasında farkındaydı. Ancak, Devrimci Karargah örgütüyle ilgili hazırlanan dördüncü iddianameyle birlikte Murat Şahin ismi ve görevinin yanı sıra nasıl serbest bırakıldığı da anlaşıldı. 2012 yılının Nisan ayında, Türk medyasına da yansıyan bilgiler şöyle:


İsviçre’de yaşayan Murat Şahin, Devrimci Karargah’a yönelik 6 Aralık’ta düzenlenen operasyon kapsamında gözaltına alındı. Şahin, Emniyet ifadesinde MİT elemanı olduğunu söyledi. Savcılık, bu bilginin doğru olup olmadığını MİT’e sordu. MİT Bölge Müdürlüğü yetkilileri İstanbul Adliyesi’ne gelerek savcılığa sözlü olarak bilgi verdi. MİT, bu görüşmede savcıya Şahin’in, Devrimci Karargah örgütüne sızması amacıyla kendileri tarafından görevlendirildiğini aktardı. Şahin, bir hafta tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Diğer şüpheliler hakkında iddianame hazırlanırken Şahin’in dosyası izin için Başbakanlığa gönderildi.

Dosyası ayrıldı


Soruşturmanın tamamlanmasının ardından İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı İsmail Tandoğan tarafından 16 sanık hakkında hazırlanan 47 sayfalık iddianamede, Murat Şahin’in dosyası MİT görevlisi olduğu gerekçesiyle ayrıldı. İddianamede, MİT mensubu Murat Şahin hakkındaki bilgi şöyle yer aldı:


“Şüphelilerden Murat Şahin’in İstanbul MİT Bölge Müdürlüğü tarafından şifai olarak görevli personelleri olduğuna dair bilgi vermesi ve değişen yasal düzenlemeler gereği hakkında kamu davası açılabilmesi için izin verilmesinin zorunlu olması, usuli işlemlerin neticelenmesi sonucunda geçecek süre, dosyada tutuklu şüphelilerin bulunması nedeniyle dosyaların ayrılmasına...”
Tekrar İsviçre’ye geldi


Gözaltından bırakıldıktan sonra yeniden görev yeri İsviçre’ye gelen Murat Şahin, deşifre olmasının ailesi ve aile çevresi üzerinde yarattığı etkinin yanı sıra kullanılıp atıldığı hissine kapıldı: “Beni MİT elemanı olarak KCK, Ergenekon, Devrimci Karargah davasının birleştirilmesinde tanık olarak kullanmak istediler. Ama savcılık ismimi deşifre edince ve MİT devreye geç girince işler tersine döndü, basına yansıdı ve bundan vazgeçtiler. Büyük ihtimal davayı birleştirmek için söylemleri benim üzerimden iletecek ve savcılığı yönlendireceklerdi. 


Olay basına yansıyınca, babamın da baskısıyla artık bu işten çekilmeye karar verdim. Zaten benimle ilgili haberler de basında boy boy çıktı. Ya onlara sığınacaktım ya da ilişkimi koparacaktım.”


Nasıl MİT elemanı oldu?


Murat Şahin, MİT ile ilişkisinin 2006 yılında başladığını söyledi. O dönem Türk Elçiliğinde çalışan Mutlu adında biriyle tanışıyor. Nasıl ve niye tanıştığını belirtmeyen Şahin, Zürih Konsolosluğu’na çağrıldığını kaydederek, devam etti: “Ben askerlik filan diye gittim. Mutlu bana ‘baban aranan siyasi biri. Türkiye’de aileniz de yaşıyor. Senin siyasetle alakalı olmadığını da biliyoruz. Bize çalışmazsan ailen tehlikeye girer. Sen de girersin. Artık seninle tanışmış olduk, geriye dönemeyiz. Sana maddi destek de sunuyoruz. Şimdilik 3 bin İsviçre Frangı, sonra yaptığın işe göre destek veririz. Zaten kimse senden tahmin etmez. Babanın konumunu kullan yeter. Herkes seni içine alır ve görüşür’ dedi. Ben de maddi sorunlarım olduğu için kabul ettim. Mutlu gittikten sonra yine Bern Büyükelçiliğinden Ali Doğan ile ilişkim sürdü. 2011 yılında İstanbul’da 1 Mayıs’a katıldım. Ali Doğan aradı. Ankara’ya git, dedi. Beni Ankara otogarında sivil kişiler aldı ve ‘Teyze’ diye birine götürdüler. Böylece Türkiye’de MİT ile ilişkim sağlandı. ‘Teyze’, sol örgütlere bakıyordu. Bundan sonra Türkiye’ye gelirsem kendilerine bildirmemi ve onlardan gelecek talimatlara uymamı söyledi. 


2011 Aralık’ta Devrimci Karargah örgütüne ait notu götürmek için İstanbul’a gittim. Dönüşte beni 3 sivil alıp İstanbul Emniyeti’ne götürdüler, burada MİT elemanı olduğumu söyledim. Ama Terörle Mücadele Şubesi’nden Serdar Bayraktar inanmadı. Savcılığa çıktım, MİT hala devreye girmemişti. Orada MİT elemanı olduğumu söyledim ama savcılık inanmadı. Sonra MİT devreye girdi, serbest bırakıldım. Yasa gereği MİT elemanlarının sorgulanması Başbakanlık iznine bağlandı. Zaten bu görüşmeler de basına sızınca, isim olarak deşifre oldum ve İsviçre’ye döndüm.”

Neden konuşmak istedi?


MİT elemanı Murat Şahin neden gazetemize konuştuğunu da şöyle izah etti: “Çünkü ortada bırakıldım. Resmi olarak hala MİT ajanıyım. Devrimci Karargah davasında Başbakanlığın emriyle serbest bırakıldım. Ama bu emir yazılı olarak mahkemeye verilmediği için her an tutuklanabilir ya da bir grubun hedefi olabilirim.”

 Ömer’i resminden tanıdım


Fransız savcının yaptığı açıklamanın ardından medyaya yansıyan Ömer Güney’in fotoğraflarından MİT’teki “Parisli heval” olabileceğinin kafasına takıldığını belirten Murat Şahin, internette saçılan diğer fotoğraflara da bakınca bunun “Parisli heval” diye tanıtılan kişi olduğunun netleştiğini söyledi.

‘Teyze’ fotoğrafını göstermişti


Murat Şahin anlatıyor: “Ömer ile hiçbir yerde karşılaşmadım ve birlikte çalışmadım. Ankara’da bağlı olduğum birimin başındaki ‘Teyze’ kod adlı bayan, Ömer’in fotoğrafını göstererek 'Bu, Paris elemanı, hiç gördün mü, tanıdın mı, bu heval oluyor' diye sormuştu. İlk defa orada resmini gördüm. Bana başka da bir şey söylemedi. Belki de, Avrupa’da onu tanıyıp tanımadığımı, ilişkim olup olmadığını test ediyordu. Belki de bana Ömer’i deşifre etmek için fotosunu gösterdi. Ya da başka bir neden. Ben de 'tanımıyorum' dedim va sohbet öyle kapandı. Bana bir ara 'Hollanda aldı ama ucuz yırttı, dikkat edin' demişti. ‘Teyze’nin gösterdiği ve 'Parisli heval' dediği kişi, Ömer Güney’in ta kendisidir. Bundan eminim.”

Kim bu Çankaya’daki Teyze?


Bizim birimin başıdır. 55-60 yaşları arasındadır. Uzun yıllar birimde çalışmış, tecrübeli bir bayandır. Sol örgütlere bakan birimdir bu. Kürt birimi ayrıdır. Ankara Çankaya’da tepeye doğru bir evde konumlanır. Özel bir dairedir ama MİT’e çalışır. Biz Ankara’ya gitiğimizde ‘Teyze’ ile orada buluşuruz. Ömer’in fotosunu da orada göstermişti. Karadenizli olduğunu duydum. Adını bilmeyiz ve soramayız. Bizim için sadece ‘Teyze’dir.

Elçilikler bilir


Avrupada sol örgütler ve Kürtlere karşı MİT faaliyetleri elçilikler bünyesindeki elemanlarla sürdürülür. Sokaktaki MİT elemanları talimatları bunlardan alırlar. Mesela İsviçre’deki görevli Bern Büyükelçiliğinde çalışan Ali Doğan’dır. Daha önce ise Mutlu’ydu.

Neden Paris cinayetleri?


Bence Ömer tek başına değildir. O tetikçidir. O yanında uzman 2-3 iyi ajan olmadan bu işi yapamaz. Tek başına yapması imkansız. Aldığımız eğitimlerde de zaten tek başına yapılması uygun görülmez. Paris katliamı, MİT içindeki sertlik yanlılarının işidir. Çünkü öyle bir kanadın varlığını en iyi biz biliriz. MİT içinden JİTEM ve Ergenekon’a kadar. Bazıları savaşın devamından, Kürtlerin hiçbir hak almamasından yana, bazıları ise çözümden yana. Bence bu kanatların çekişmesinin bir ürünüdür. Ömer eğer tutuklanmasaydı, ya Paris’ten çıkarılır ya da başına bir şey gelirdi. Eğer tetikçi o ise konuşmayabilir. Vaatler verilmiştir.

Sızma yöntemi nasıl?


Ömer Güney’in Kürt derneğine sızması, zaten bilinen bir yöntemdir. Avrupa’da derneklere sızmak kolaydır. Zor olan hedef seçilenlere yakın olacak kadar ilişki kurmaktır. Ömer tahmin ediyorum, dernek çalışanlarından daha keskin, daha atılgan, her şeyi yapan, koşan bir görüntü vererek güven kazanmıştır. Bu güven olmasaydı, bu kişilere bu kadar yakın olamazdı.

Fransızlara konuşur mu?


Fransa polisi ve yargısı can güvenliğimi garanti ederek bilgime başvurmak isterse, bildiklerimi onlara anlatırım.

İddianameye yansıyan anlatımları

Devrimci Karargah davasının iddianamesinde, Şahin’in anlatımlarına yer verildi. İddianamedeki anlatımlarına göre Zürih’te yaşayan Şahin, MİT’in görevlendirmesiyle Facebook’ta sol içerikli bir sayfa açtı. Sayfada Türkiye’den, kendisini ‘Deniz’ diye tanıtan Bayram Akdoğdu’yla tanıştı. DK’lı olduğu ileri sürülen Akdoğdu, çıkardıkları ‘Devrimci Cephe’ adlı dergiyi Zürih Halkevi’ne göndermek için Şahin’den aracı olmasını istedi. 
Şahin, Şubat 2011’de, örgütün askeri kanat sorumlusu olduğu iddia edilen ‘Faruk’ kod adlı Şemdin Şimşir’le tanıştı. Şahin, 1 Mayıs’a katılmak üzere İstanbul’a gelip Bayram Akdoğdu ile buluştu. 


1 Mayıs’tan sonra İsviçre’ye dönen Murat Şahin, 2 Aralık 2011’de Şemdin Şimşir ve Eyüp Çelik ile buluştu. Şimşir, Şahin’in Türkiye’ye giderek, örgüt sorumlusu olduğu iddia edilen ‘Vural’ kod adlı Volkan Karakuş’a iletmesi için yazılı not verdi. Ayrıca ‘Vural sokaklar ve liselere yönelik faaliyetlerde bulunsun’, ‘Aşağıya adam yollayabilirse adam bulsun’ ve ‘Ayın 20’sine kadar dergi için net haber versinler’ şeklindeki sözlü notları da aktarmasını istedi. Şimşir, MİT’çi Şahin’e buluşma adresi olarak kardeşi Gülseren Poyraz’ın kitapçı dükkanını gösterdi. Şahin, DK’lı Volkan Karakuş ile buluşmak üzere 3 Aralık 2011’de Türkiye’ye geldi. İlk olarak, notun fotokopisini MİT’e veren Şahin, bir gün sonra Karakuş’la buluştu ve notları teslim etti.


MİT elemanı Şahin'den yeni bilgiler



İsviçre'de yaşayan ve resmi olarak halen MİT elemanı olarak göründüğünü söyleyen Murat Şahin, İsviçre'de kendisiyle irtibat kuran MİT personeli ile Büyükelçilik'te görüştüğünü söylerken, Türkiye'de ise serbest bırakıldıktan sonra kendisini havaalanına bizzat  İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde KCK masasına bakan Komiser Ayhan'ın bıraktığını açıkladı.

Avrupa'da yayın yapan Yeni Özgür Politika gazetesine dikkat çekici açıklamalarda bulunan MİT elemanı Murat Şahin, Nuçe Tv'de Baki Gül'ün sunduğu "Aktüel 14" programında canlı yayına katıldı. Gazeteci Gül'ün sorularını yanıtlayan MİT elemanı Şahin, Devrimci Karargah davasından gözaltına alınma süreci, MİT'e nasıl çalıştıkları, nasıl eğitildikleri, halkın arasında nasıl güven kazandıkları ve Ömer Güney'i nasıl tanıdığı gibi birçok konuda dikkat çekici açıklamalarda bulundu.

İSVİÇRE'DE ALİ DOĞAN İRTİBAT KURDU

32 yaşında olduğunu ve İsviçre'de yaşadığını ifade eden Murat Şahin canlı yayında şunları anlattı: "Geçici bir süre çalıştığım bir kurum vardı. Direk Ankara'ya MİT'e çalıştım. İsviçre'de MİT personelleri ile ilişki kurdum ve Ankara'ya gittim Türk soluna bakan Teyze diye bir sorumlu ile görüştürdüler. Ali Doğan MİT personeli İsviçre'de, onun tarafından yönlendirildim. 4 senede bir değişiyor bunlar. Ali Doğan'dan önce Mutlu diye biri vardı. Sonra o gitti Ali Doğan vardı o geldi. Yakalanma sürecine kadar onunla kaldım. Ankara'da Çankaya çevresinde MİT'e ait olduğunu söyledikleri bir eve götürdüler. MİT'e çalıştığımıza dair herhangi bir kimlik, form doldurma yok.

Beni daha çok bir sol örgüte yönlendirdiler, bilgi alışverişi için. 'Şu kişi burada mıdır değil midir? Neler yapıyor gibi şeyleri aktarıyordum. 6 Aralık'ta gözaltına alındım emniyete götürüldüm. MİT elemanı olduğumu söyledim, inanmadılar. Çünkü elimde kanıt yoktu. Kimlik filan yoktu araştırma yaptılar savcılık da inanmadı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra İstanbul MİT'ten gelenler personelleri olduğumu söylediler bırakıldım. Yakalanmadan önce Ali Doğan bana 'oldu ki Türkiye'de yakalanırsan bizi tanımıyorsun seni kısa sürede kaçırırız cezaevinden' dedi. Bırakıldıktan sonra rahatça İsviçre'ye çıktım. Hatta İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde KCK masasına bakan Komiser Ayhan beni havaalanına bıraktı.

Bırakıldıktan sonra eve geçtiğimde irtibat kurmak istedim. Yıldız'lardaki MİT personelleri resmen beni kovdu, 'kendi başının çaresine bak' dediler beni kovdular. Ben MİT üyesiyim dediğim için ve basına yansıdığı için deşifre olduğum için beni kovdular...

ÖMER'İN GÖZLÜKLÜ, BEYAZ GÖMLEKLİ RESMİNİ GÖSTERDİLER

Başka elemanlarla bir araya gelmedim, zaten birbirleri ile tanıştırmıyorlar. O riske girmiyorlar. O evde (Ankara'daki MİT evinde) bana birkaç resim gösterdi (Teyze) ve Ömer Güney vardı. Şu şekil düşünüyorum elemanlar ikiye ayrılır tetikçiler vardır, bilgi alışverişi yapanlar vardır. Büyük ihtimalle görmüş olabileceğimi sanmıştır herhangi bir yürüyüş veya gecelerde olabilir, onun için gösterdi, ben de tanımadığımı söyledim. 

Gözlüklü resmini gösterdi, beyaz gömlek vardı, duvarın önünde çekilmiş bir fotoğraftı. O olduğundan eminim çünkü teorik anlamda eğitiliyorduk; yüz, isim, cisim unutmamız imkansız.

Örgüte sızabilmem için ilk başta kolay yollardan başlıyorduk. Önceden tanıdığımız çevreden başlıyorduk. Tabiki sonra dernek üyeliğine geçiyorduk. Orada hemen 'bildiri dağıtalım dergi dağıtalım' diye ön plana atılıyorduk, güven kazanıyorduk ve kolaylıkla bilgilere ulaşıyorduk.

Tetikçiler ayrı onların nasıl eğitildiğini tam bilmiyorum. Avrupa'da tam olarak net bilmiyorum nerede tetikçiler vardır. Bu saatten sonra devamı gelir mi gelmez mi (suikastların) tam bilemiyorum. Tetikçiler genelde Avrupa'dadır ve sorumluların olduğu bölgelerde olurlar. Tam olarak nerede oldukları konusunda bilgi veremem. Almanya olur Fransa olur... Onlar gizli tutulur.

2006'dan 2013'e kadar içinde kaldım, eğitimi veren kişi MİT personelidir. MİT personelleri büyükelçilikte resmi olarak çalışırlar. 2 haftada bir görüşülür. 2 haftada bir hata yapmayacağın bir şeyi anlatırlar. Şunu şu şekilde yaparsın. Yürüyüşlere gittiğim zaman birisiyle konuştuğumda ona selam veririm ve sırama geçerim. Fazla konuşmam. Bern Büyükelçiliği'nde eğitim veren tek kişidir. Eğitimi veren Ali Doğan şimdi gitti ve yerine başka birisi geldi.

Ankara'da Teyze diye hitap ettiğimiz kişi bana şunu söyledi. Bir ilk 'heval' geldi ikincisi de sensin dedi. Bir de seninle görüştüm. Heval'den kastı Ömer Güney'di. MİT daha çok sol olan eylemlerde Devrimci Karargah ve Ergenekon üzerinde duruyorlardı. Beni de Devrimci Karargah'a yönlendirdiler.

ÖMER GÜNEY'İN FOTOĞRAFINI "TEYZE" GÖSTERDİ

Komiser Ayhan bana ben bırakıldıktan sonra 'hiç merak etme KCK, Ergenekon, Devrimci Karargah davasını birleştireceğiz' dedi. Nasıl yapacaklarını söyleyemedi bana. Yanımızda MİT tarafından tutulan bir avukat vardı. Polat Küçük diye bir avukat. Siyasi şeylere bakmıyor. Daha çok mafya, çete, şike davalarına bakan bir avukat. MİT tarafından bana yönlendirildi. Yani MİT karşıladı.

Emniyetin elemanları farklıdır MİT'in elemanları farlıdır. MİT bilgileri toplar Emniyet'e bildirir onlar da operasyon yapar. Başka birlikte çalışmaları yoktur. Zaten birbirleri ile çatışma halindeler.

Bazı bildiğim bilgiler var onları canlı yayında açıklamak istemiyorum. Daha sonra açıklayabilirim. Sol örgütlere ilişkin, kişilere yönelik, bazı bilgiler var onları şu anda tehlike altına giriyorum.

Ömer Güney fotoğrafını MİT binasında Teyze kod adlı MİT elemanı bana gösterdi. Katliamdan sonra bir arkadaş beni aradı 'yakalanan kişiyi gördün mü' dedi hayır dedim, internetten baktım ve evet bu kişiyi tanıyorum dedim.

En son 2011 Mayıs'ında Teyze ile görüştüm. 1 Mayıs'a katılmaya gitmiştim İstanbul'a ve bana telefon açtılar '1 Mayıs'a katılmayacaksın ortalık karışık' denildi. Sonra 3 gün sonra filan bir telefon geldi ve ben Ankara'ya çağrıldım oraya gittim. Önce beni bir personel aldı eve götürdü bir saat sonra korumalarıyla, şoförüyle Teyze kod adlı MİT'çi geldi. Trabzonlu, kızılsaçlı, 55 yaşlarında. Sanırım 30 yıldır MİT'in içinde. Sadece Türk soluna bakıyor. Kendisi Trabzonlu olduğunu söyledi. Türkmen misiniz diye sordum yok Trabzonluyum dedi.
Yıllardır çalıştım ve sonra ayrıldım. Düne kadar gazeteye görüşmeyene kadar saklanıyordum. Hem çevreden hem Türk tarafından saklanıyordum. Düşündüm taşındım, bu olay da beni biraz şok etti. Kendimi temize çıkarıp tekrardan sola geçmek için değil. Bir Kürt olarak utandım.

"ELAZIĞ KARAKOÇANLI'YIM"

Elazığ Karakoçanlıyım. MİT elemanları için Kürt olmasına dikkat ediyor. Kürtçe bilmesi lazım elemanın. Benim Kürtçem yok o yüzden beni daha çok Türk soluna yönlendirdiler. Fransa devleti beni çağırırsa bu saatten sonra konuşurum ve her şeyi konuşurum. Bütün bu yaptıklarımdan pişmanım. Birçok şeyi kaybettim. Hem aile içinde sorunlarım çıktı sokağa çıkamaz oldum. Artık bu işe bir son vermeyi düşündüm."

AVUKAT POLAT ŞAHİN: BENİ  MİT DEĞİL, AİLESİ TUTTU

Murat Şahin'in MİT tarafından kendisine tahsis edildiğini belirtti Avukat Polat Küçük, DİHA'ya yaptığı açıklamada, "Murat gözaltında MİT elemanı olduğunu söylüyordu. Ama ben bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Beni MİT değil ailesi tuttu. Gözaltının ardından tutuklandı ve biz itiraz ettik. MİT elemanı olduğu için mi yoksa delil yetersizliğinden mi bırakıldı bilmiyorum. Ara kararla 10 ya da 12 gün sonra serbest bırakıldı. Daha sonra vekalet ücretinde anlaşamayınca avukatlığını bıraktım" iddiasında bulunmuştu.


Yeni Özgür Politika 

AKP Hükümeti Ömer Güney’e 4 Milyon Ödeme Yaptı mı?

Türk devleti ülke içinde ve dışında, devlet muhaliflerine karşı hukuk ve yargı yolu yerine, cinayetle ortadan kaldırma yöntemini, Osmanlı’dan devralınmış bir gelenek olarak hala sürdürmektedir. AKP Hükümeti bu geleneğin dışında ve uzağında değil, elinde tabancası ile apaçık ortadadır. Komplo, pusu, tuzak, yargısız infaz bu devletin genlerinde var. Erdoğan ve AKP’nin ''demokratikleşme yanlısı'' olduğu; ''devletin geçmişteki suçlarından ve günahlarından ders çıkardığı'' söylemi de apaçık bir yalandır, hurafedir.  

***
Bu kadar kesin ve mutlak bir yargıya nasıl mı varıyoruz? Türk Başbakanı Erdoğan iki gün önceki bir konuşmasında bu ''cinayetlerin devam edeceğini, bundan sonraki cinayet mahallinin Almanya olacağını'', büyük bir küstahlık ve cüretkarlıkla tekrar etti.


Bir de elimizin altında somut, açık ve gizlenmeyen bir belge var.


AKP ve Erdoğan, PKK yöneticilerini öldürme niyetini ve planını gizli yürütmüyor. Meydanlarda bağırarak, dalkavuklarına yazı yazdırarak, ABD’den destek alarak açıktan yapıyor. Bu iş o kadar zıvanadan çıktı, o kadar pespaye ve adi bir hal aldı ki, neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten. Ama hükümet taraftarı “aydın”, “akademisyen” ve “yazar”lar, hükümeti bile şaşırtacak bir utanmazlıkla, hala bu açık faşizmi ''demokratik yönetim'' olarak aklamaya çalışıyorlar. 


***
Oysa hükümet geçen yıl, Sakine Cansız ve arkadaşlarını katletmek için bir yönetmelik hazırladı. 19 Ekim tarihli Hürriyet’te yer alan haber şöyleydi: “İçişleri Bakanlığı’nın Başbakanlığa gönderdiği terörle mücadelede uygulanacak ödül yönetmeliği taslağı bir yılı aşkın süredir imzada bekliyor. Başbakanlık’ta halen inceleme safhasında olduğu öğrenilen taslak, PKK’nın 20’si Avrupa’da bulunan 50 kişilik lider kadrosunu yakalanmasını sağlayanlara 4 milyon liraya kadar ödül verilmesini kapsıyor…'' 


Yönetmelik taslağında, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, Duran Kalkan, HPG Anakarargah Komutanı Fehman Hüseyin ile Oslo görüşmelerine katılan Mustafa Karasu, Sabri Ok ve Zübeyir Aydar gibi isimler yer alıyor. ''Alt sınır olan 2 milyon liralık ödül ise ''örgütün bölge sorumluları ile Avrupa’da faaliyet gösteren birim yöneticileri için'' belirleniyor. Anlık istihbarata ise 100 bin TL verilecek.” Başbakanın son konuşmalarına bakıldığında yönetmeliğin imzalandığı ve yürürlükte olduğu anlaşılıyor.


***
Zübeyir Aydar, Mustafa Karasu ve Sabri Ok Oslo görüşmeleri sürecinde, Türk devleti adına görüşmeye gelen devlet temsilcileri ile görüşen isimlerdi. Demek ki AKP Hükümeti bir taraftan görüşürken diğer yandan bertaraf etmeyi de paralel plan olarak yürütüyor. Yani samimi değil, açık değil, dürüst ve güvenilir değil. 


Sözü geçen yönetmelikteki bir ayrıntı önemli. Zübeyir Aydar ve “Avrupa’da faaliyet gösteren birim yöneticileri” için yakalama söz konusu olamaz. Çünkü Avrupa devletlerinin tanıdığı siyasi sığınma statüsü içindedirler. Dolayısıyla ancak hukuki yolla ilgili devletlerden iadeleri istenebilir. Ama bunun için de 4 milyon lira ödül yönetmeliği çıkarılmaz. AKP’nin bu yönetmeliği açıktan PKK’lileri imha edecek tetikçilere yöneliktir. Bunu nasıl anlıyoruz? Hürriyet ve Sabah haberinin içinde: “Ladin de ödül yöntemi ile yakalanmıştı”. 


“Yakalama”nın canlı ve sağ olma durumunu da kaçınılmaz olarak içerdiğini biliyoruz. Ladin’in yakalanmadığını ve öldürüldüğünü de…


Şimdi sorular:


Ömer Güney denilen devlet sızması, Paris’teki Kürt kurum yöneticileri ve Sakine Cansız hakkında Türk Elçiliği’ne veya başka bir devlet kurumuna “anlık istihbarat” verip 100 bin TL aldı mı? Bir yıl içinde Türkiye’ye sekiz kez gidiş geliş, bu ödülü “merkezinde” yani Ankara’da almak için olmasın? Başbakanın önüne gelen yönetmeliğe göre, Sakine Cansız ve iki arkadaşı için 4 milyon lira ödül verilmesi gerekiyor. Türk hükümeti bu ödülü kime veya kimlere verdi? Bu ödülden Ömer Güney’in payına düşen miktar ne kadar?


***
Paris cinayetinde dikkate değer bir haber.


Adnan Gürbüz İstanbul eski MHP il Disiplin Kurulu üyesi. Uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti gibi işlere bulaşmış bir isim. 2011 yılının haziran ayında, kendilerini JİTEM’ci olarak tanıtan bir çeteye yönelik operasyonda gözaltına alınmış. İnsan tacirliği suçundan yargılanmış. Bu faaliyetler yanında, Kürt düşmanlığı, vatanseverlik, milliyetçilik de Gürbüz’ün hobisi. 
Almanya-İngiltere-Belçika üçgeni onun faaliyet alanı. 


Adnan Gürbüz, Paris cinayetinden bir gün önce, yani 8 Ocak’ta Londra’dan Paris’e geliyor. 9 Ocak’ı Paris’te geçiriyor. Paris’te üç Kürt kadınının katledildiği günün ertesi, yani 10 Ocak’ta Calais(Kale) kentine gidiyor ve oradan gemi ile İngiltere’ye geçiyor. Adnan Gürbüz iki gün boyunca Paris’te nerelere gitti, ne yaptı? 


Cinayetten önce veya sonra hemşehrisi Ömer Güney’le görüştü mü? 

Çünkü Adnan Gürbüz de Sivas Şarkışlalı.


Kürt siyasetçileri ve yurtsever Kürtleri izlemekten, helak olan Fransız polisi ve Paris savcılarının ilgisini çekebilir…


Yeni Özgür Politika Gazetesi

YPG Genel Komutanı: ÖSO'nun Kürt Bölgelerine Girişi Yasaklanmalı



Batı Kürdistan'ın savunma ordusu Halk Savunma Birlikleri'nin (YPG) Genel Komutanı Sipan Hemo, Serêkaniyê'deki saldırılarla Türkiye'nin amacının Cizîrê bölgesini ele geçirmek olduğunu söylerken, bölgeye gönderilen binlerce silahlı çete mensubunun YPG karşısında başarısız kalarak sınır hattına sıkıştıklarını kaydetti. Halkın bu grupların bölgeden çıkarılmasını kendilerinden istediğini kaydeden Hemo, çatışmaların durması için oluşturulan komiteden, Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) Kürt bölgelerine girişini yasaklamasını istedi. 

YPG Genel Komutanı Sipan Hemo, Mart 2011'de başlayan ve kısa sürede silahlı çatışmalara dönüşen olayları değerlendirirken, radikal İslam'ın öne çıkarılmasının, Suriye devriminin kendi rayından çıkarılması için olduğunu söyledi. Hemo, "Bununla aynı zamanda Suriye rejiminin ömrü uzatılmak istendi. Sonuç olarak Suriye devrimi başlangıçtan farklı bir merhaleye girdi ve kendi çizgisinden çıktı" dedi.

Dış bağlantılı silahlı grupların ortaya çıktığına dikkat çeken Hemo, bunların hegemon güçler, Körfez ülkeleri ve Türkiye ile bağlantılı olduğunu söyledi ve "Araplar Şiilerin, Türkler ise Kürtlerin ön plana çıkmasını istemiyor. Bu nedenle radikal İslam'ı öne çıkardılar" dedi.

AMAÇLARI CİZÎRE'Yİ ELE GEÇİRMEK

19 Temmuz 2012'de Kürtlerin kentlerin yönetimini ele geçirmeye başladığını hatırlatan YPG Komutanı, Kürtlere yönelik ilk saldırıların da Afrin'de başladığını söyledi. Hemo, "Bilindiği gibi bu saldırıları yapan Kürt gruplar Türkiye'ye bağlıydı. Ancak Afrin halkı değerlerine bağlı bir halktır, bu nedenle Türkiye'nin bu politikası başarılı olmadı" diye belirtti. 

Hemo, "Bu nedenle Kürdistan'ın kalbi olan Cizîre bölgesi üzerindeki planlarını değiştirdiler. Serêkaniyê'deki saldırılarla, başından bu yana Cizîre bölgesinin işgal edilmesi hedefleniyor. Aynı zamanda Kürtlerin de imha edilmesi amaçlanıyor. Rejim güçleri bir çok kentte var, ama rejim güçlerinin bulunmadığı Serêkaniyê'ye saldırılar manidardır" diye ekledi. 

Başlangıçta bu grupların Serêkaniyê'ye girmelerinin rejim güçlerinden kaynaklı olabileceğini düşündüklerini belirten Hemo, "Ancak rejimin artıklarının da kentten çıkarılması ardından silahlı gruplar halkın evlerine saldırdı, yağmaladı ve hırsızlıklara başladı. Bu nedenle YPG karşılık vermek zorunda kaldı. Bir çok kez çatışmalar yaşandı ve YPG bu çatışmalarda büyük başarılar elde etti" diye konuştu. 

ATEŞKES İSTEDİLER, ARDINDAN SALDIRDILAR, BU NAMERTLİKTİR

Hemo, 11 gün süren kuşatma ve çatışmanın ardından Girkê Legê'ye bağlı Girziro bölgesindeki Suriye ordusuna ait bir taburun 21 Ocak günü ele geçirilerek rejim güçlerinin bölgeden tamamen çıkarıldığı sırada Serêkaniyê'de Kürtlere saldırı geliştirilmesi karşısında şaşırdıklarını ifade etti.  Hemo, "Girziro Kuşatması sırasında da Serêkaniyê'de bize yönelik çok şiddetli saldırılar vardı. Ama ne gariptir ki, Girziro'yu ele geçirdikten sonra bu çeteci gruplar farklı yollarla bizden ateşkes istedi" dedi. 

YPG Genel Komutanı, "Doğrusu biz Serêkaniyê'deki son saldırıları büyük bir namertlik olarak görüyoruz. Silahlı gruplarla yapılan ve devam eden görüşmelerden dolayı biz Serêkaniyê'ye sükunet geleceğini, bir sonuç alınacağını ve sivil bir yönetimin oluşacağına inandık. Ama büyük bir namertlik yapıldı. Burada (silahlı gruplara) hem Türkiye'nin büyük bir desteği sözkonusu hem de farklı yerlerdeki güçlerini de Serêkaniyê'ye getirdiler" şeklinde konuştu.

SEREKANİYE'DE İLK KEZ BU BÜYÜKLÜKTE SALDIRI OLUYOR

16 Ocak günü Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) ilk kez Serêkaniyê'de bu kadar büyük bir güçle saldırıya geçtiğini ifade eden YPG Komutanı, "Yani İdlib, Halep, Bab, Deyr Ezor, Tilebyat ve Haseke gibi şehirlerden çok sayıda güç geldi. Hatta söyleyebilirim ki Şam'dan bile gelenler vardı. Yine Türkiye de büyük bir destek verdi ve o taraftan da geldiler" şeklinde konuştu. 

Sadece Türkiye tarafından giriş yaptığı belirtilen bin 500 çete mensubu konusunda Hemo şunları söyledi: "Sayı çok daha fazlaydı. Belki Türkiye'den bin 500 dolayında gelmiş olabilir, sayılarını tam olarak bilemiyorum ama bir o kadar da Suriye'nin diğer bölgelerinden geldiler. Büyük bir savaş yaşandı, fakat YPG güçleri başarılı oldu ve kentin büyük bir kısmının kontrolünü ele geçirdi."

TÜRKİYE ARTIK AÇIK BİR ŞEKİLDE KENDİSİ SALDIRIYOR

Hemo şöyle devam etti: "Çatışmalar Türkiye sınırındaki mahallelerde yaşanıyor. YPG'nin son başarısı ardından, bu son günlerde Türkiye artık açık bir şekilde kendisi saldırılarda bulunuyor. Biz telsizlerden dinliyoruz. Türkiye subayları çeteci gruplardan bilgi istiyor, YPG'nin yerlerine ilişkin bilgi istiyor, onları yönlendiriyor. Türkiye daha önce da savaşın içindeydi ancak bu kez açık bir şekilde içinde."

PARASIZ ASKERLER, AHMAKLAR

Türkiye'nin olası bir askeri müdahalesine ilişkin ise Hemo şu değerlendirmede bulundu: "Türkiye'nin böyle bir şey yapacağına inanmıyorum. Ancak bizimle resmi olarak savaşa girseydi daha iyi olurdu. Çünkü o şekilde bir sonuç almayacaktı. Ancak bu çeteler vasıtasıyla kendisine göre daha iyi sonuçlar alıyor, karışıklık çıkarıyor ve kendisini dışarıda tutuyor. O kadar çok 'parasız' askerleri, ahmaklar (silahlı gruplar) var ki, neden kendisi savaş girsin?"

Hemo, Serêkaniyê'deki çatışmalar karşısında Kürt parti ve örgütlerinin duyarlılığı konusundaki memnuniyetini de dile getirirken, "Belki de ilk kez Kürt halkı böyle bir konuda birlik oluyor. Serêkaniyê'de büyük bir destek sunuldu ve bu da YPG'nin gücünü arttırdı" dedi.

Arap ve Süryani halklarından da sözlü yardım aldıklarını ifade eden YPG, "Biz her zaman diyoruz ki, YPG sadece Kürtlerin savunmasını yapmıyor, bölgenin tüm halklarını savunuyor. Bu açıdan Kürt gençlerinin yanısıra, diğer halklardan gençlerin de YPG'ye katılması önemlidir. Onların yardımları çok önemlidir" diye belirtti.

SEREKANİYE'DE SON DURUM

Hemo 16 Ocak'tan beri çatışmaların yaşandığı Serêkaniyê'deki mevcut durum hakkında şu bilgileri verdi: "Şu an, çoğunluğu Türkiye'nin kontrolü altındaki çetec grupların bulunduğu Mehet mıntıkası dışında kentin büyük bölümü YPG'nin elindedir.Yani Haseke yolunun kuzey ve batısından kent merkezine, oradan Xiraba, Sinaa, Ebra ve Suk'a kadar YPG'nin denetiminde bulunuyor. Kalan yerler de kuşatma altındadır. Durum oldukça iyi, biz başarılıyız.

Son bir kaç gündür tüm çevreler araya girerek bizden çatışmaları durdurmamızı istediler. Savaşmak veya ateşkes yapmak sözkonusu olduğunda YPG olarak tek başımıza hareket etmiyoruz. Biz çeteci gruplar gibi değiliz. Kürt muhalefeti, Suriye muhalefeti ve aynı zamanda bizimle savaşan bir çok çevre görüşme talebinde bulundu. Biz tüm durumları değerlendiriyoruz ancak Kürt halkı hiçbir şekilde bu grupları istemiyor."

HALK ÇETECİ GRUPLARIN ÇIKARILMASINI İSTİYOR

Önceki ateşkeslere uymadıkları için halkın bu gruplara güveninin kalmadığını söyleyen Hemo, "Afrin'den Cizîrê'ye kadar hiç kimse bu grupları istemiyor. Tüm yürüyüş ve gösterilerde bu grupların çıkarılması bizden isteniyor. Nasıl kabul etsinler ki, kendilerini Özgür Ordu olarak tanıtan gruplar kendi halkını öldürüyor, bu nedenle hiçbir şekilde kabul etmiyorlar onları."

ÖZGÜR SURİYE ORDUSUNUN KÜRT BÖLGELERİNE GİRİŞİ YASAKLANMALI


Serêkaniyê için bir komite kurduklarını açıklayan Suriye muhalefeti koalisyonunun bu yaklaşımı konusunda Hemo, "Bu komite savaşın durması için Serêkaniyê'deki tüm taraflarla görüşme yapma kararı almış ama şu ana kadar bir şey yapılmadı. Onlar içerisinde yer alan bazı Kürt kişiler de görüşme talebinde bulundu ama biz kabul etmedik. Bir kez daha söylüyoruz: Bizimle görüşmek isteyenler Yüksek Kürt Konseyi ile konuşsun. Biz kimseyle konuşmayacağız.  Kürtler hakkındaki kararları Yüksek Konsey alıyor ve biz onlara bağlıyız. Bu açıdan sözkonusu komite Yüksek Konsey'le görüşmeli.  Zaten savaş söylemi iyi değil, biz de benimsemiyoruz. O halde onların yapacağı şey, Kürt bölgelerine Özgür Ordu'nun girişinin yasaklamak olmalıdır. Zire Kürtler kendi kendilerini koruyacak gücü var. "

ÇATIŞMALARIN BİLANÇOSU

Girziro ile Serêkaniyê'deki çatışmaların bilançosuna ilişkin bilgi veren YPG Komutanı, "Girziro'da Suriye ordusunun üst düzeyi bir komutanı ile 7 asker öldü. Bir arkadaşımız ise yaralandı. Serêkaniyê'de (16 Ocak'tan bu yana) 11 arkadaşımız şehit düştü. Bunlardan Serhet, Lewend ve Zerdeşt birliklerin komutanıydı ve kahramanca savaşarak şehit düştüler. Tüm arkadaşlarımız kahramanca savaştılar ve şehit düştüler. Ayrıca 11 arkadaşımız yaralandı, ancak yaraları hafiftir. Diğer tarafın kayıpları konusunda biz bir şey söylemek istemiyoruz, kendilerinin söylemeleri daha iyi olur."

ANF

Mesele CHP'de Değil, Hala Onun Peşinden Giden(ler)de


Can Kasapoğlu

 
CHP'li Birgül Ayman Güler'in "Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit olamaz" sözleri Türkiye'nin ilk Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt'u hatırlattı. Buna benzer sözleri, açıklamaları veya yaklaşımları MHP dahil, AKP vb partilerden, onların temsilcilerinden de işitmekteyiz.. 

CHP'li vekilin bu ırkçı söylemi karşısında bir çok çevreden tepkiler gelirken, çok daha duyarlı bazı kesimler ise protesto eylemleri yaparak bu anlayışta olan bir vekilin derhal istifa etmesi gerektiği vurgulandı..

Tepkiler, AKP ve CHP'den de cılızda olsa gelmeye başladı..


Ne demişti Birgül Ayman Güler?

Bilindiği üzere Birgül Ayman Güler "...Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz...Değerli arkadaşlarım, AKP ve BDP iş birliğinin yaptığı şey tektir. Türkiye'de Kürt sorunu yoktur. Türkiye'de siz sorunu Türk sorunu yaptınız...Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafaa hakkı için saldırıdayız. ..." şeklinde ifadelerde bulunmuştu.

Hatırlanırsa bundan öncede Onur Öymen, 'Dersim'de analar ağlamadı mı?' diyerek, Kürt halkına karşı sürdürülen savaşta aynen 'Dersim Soykırımında' olduğu gibi bir yöntem izlenilmesi' gereğinin altını çizmişti.

Bu açıklaması ile Öymen, hem Kürt halkına karşı daha sert olunmasını savunuyor ve hemde üyesi olduğu partisi 'CHP'nin Dersim Soykırımı'n daki rolü'ne vurgu yapıyordu..


Bilindiği üzere o dönemde yaygaralar koparıldı haklı olarak ve sonuçta Onur Öymen, 'Bu fikirler benim değil, Mustafa Kemal Atatürk'ün dür' diyerek topu, atılması gereken yere attı. Üstelik Öymen'in 'Dersim'de Analar ağlamadımı?' açıklamasını en hararetli bir şekilde CHP sıralarında alkışlayanlar arasında, en ön sırada ve şimdiki CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bulunuyordu.. Dolayısıyla CHP'nin dünü ne idyse bu günüde aynıdır..

CHP'nin bu, bilinen ve onun eti-kemiğini oluşturan anlayışına ve ırkçı söylemine ben şahsen hiçmi hiç şaşırmadım..

CHP dünde böyle idi, bugün de aynıdır ve yarında aynı tezleri savunmaya devam edecektir..

'Tek'çi, İttihat ve Terakki'ci, Dersim sanığı bu partiden başka ne beklenir?

CHP bir kez daha 'hemde hiç çekinmeden' gerçek yüzünü göstermiştir..

Mesele CHP'de değil, hala onun peşinden giden(ler)de..

CHP'nin Faşizm'e olan yakınlığı..

Hatırlanacağı üzere Türkiye'nin ilk Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'ta benzer sözler söylemişti.

Bozkurt, Cumhuriyet'in ilk yıllarında "Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!" demişti.


Zira faşizmin resmi tarihi daha 1920 lı yıllara dayanır. Oysaki İttihat Terakkicılerin katliamcılıkarı ve etnik temizlik pratikleri, Avrupa'nın faşist yönetimlerin hem feyz kaynağı ve hemde kurtuluş örneği olmuşlardır. Yani İttihat terakki Partisinin saraydan "temiz" raporu alan kadrolarınca Ankara'da kurulan cumhurıyet yönetimi komple CHP'li ve Malta'da ki kaçırmaları el altında organize eden ekible tamı tamına örtüşmektedirler.' İşte gerek Türkiye'nin ilk Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt, gerek CHP'li Onur Öymen ve gerekse Birgül Ayman Güler aynı zihniyetin ve anlayışının temsilcileridirler..

İşte o gün bugündür CHP, faşizme bu kadar yakındır aslında, içindedir.. Salt, adı değşiktir.. Ancak adının önüne gelen 'Cumhuriyet' kavramınsa Kürtler ve Aleviler açısından ne anlama geldiği az-çok bilinmektedir..

Birgül Ayman Güler, Alevi etkinliğini de terk etmiş ..

Birgül Ayman Güler'in 10 Aralık 2011 tarihinde CHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatı ile katıldığı Hacıbektaş İlçesindeki Hacıbektaş Kültür Derneği tarafından düzenlenen aşure etkinliğine Kuzey Irak'tan bir şairin katılması nedeniyle katılmayıp ilçeyi terk ettiği ortaya çıktı.


Birgül Ayman Güler'in Kuzey Irak'tan etkinliğe katılan şair – parlamenter Fevzi Ekrem Terzi'nin katıldığı yer isminin Irak değil, Kuzey Irak yazması ve yine bu parlementerin kendisinin isminin Derneğe bildirildiği şekilde davetiyeye ( W ) harfi kullanılarak yazılmasını gerekçe göstererek "PKK'lıların katıldığı etkinlik" olarak niteleyip, Hacıbektaş İlçesi'ne geldiği halde etkinliğe katılmadığı ortaya çıktı.

CHP, Soykırımların ve Katliamların gizleyicisidir

Görüldüğü üzere Aymen Güler'in sarfettiği sözler tamda kendi çapına ve partisi CHP'nin tüzüğüne, programına ve her şeyden önemlsi kurulduğu günden bu yana pratiğine uymaktadır.. CHP, yapılagelen soykırım ve katliamların hem planlayıcısı ve hemde gizleyicisi, adeta bir sibop görevide gören, devletin en derin kurumlarının başında gelmektedir..

Şimdi nedense herkes Birgül Ayman Gülere sanki gulyabaniymişçesine davranıyor.

Alın CHP'yi şöyle bir silkeleyin ve bakın göreceksiniz ki hepsi aynıdır..


Mustafa Kemal Atatürk'ten İsmet İnönü'ye, Bülent Ecevit'ten Deniz Baykal'a ve maalesef Kemal Kılıçdaroğlu'na kadar böyledir.. 


Kılıçdaroğlu'da kısa süre önce, 'Kürtçe Anadil'i kaldıramayız, Ülke bölünür' nidaları atmadı mı?

Kılıçdaroğlu'ndan tam destek..

Ayrıca CHP'li Birgül Ayman Güler sarfettiği sözlerin arkasında durarak, 'O sözlerde problem yok!' dedi..

Meclis'te kullandığı ırkçı söylem ile tepki çeken CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler'in, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı görüşmeden sonra, o sözlerde problem olmadığını öne sürmesine ne demeli acaba?


Güler'in, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'ndan destek aldığı kaçınılmaz görülüyor.. Görüşme sonrası Güler, 'Biz Türk ulusu, Türk vatandaşlığı kavramlarının en iyi birleştirici kavramlar olduğu kanısındayız' diyerek genel başkanının aldığı sonsuz desteği açığa çıkarıyor..

CHP'de değişen bir şey yok..

Şimdi bütün bu olup-bitenlerden ve CHP'nin asıl-gerçek yüzünün bilünmesine ve açığa çıkmasına rağmen kalkıp CHP'ye kızabilir, tepki gösterebiliriz ancak bununla sınırlı kalınmamalıdır.. Şimdi burada yapılması gereken en önemli, acil ve adil davranışın derhal bu ırkçı CHP'den kopuşların başlaması olmalıdır.. Başta Türkiye'li 'Sosyal demokratlar' olmak üzere, CHP içinde yer alan Kürtler, Aleviler derhal CHP'den uzaklaşmalıdırlar.. Sadece uzaklaşmakla kalmayıp aynı zamanda hesap sormalıdırlar..

CHP hiç değişmemiştir ve kendiliğindende değişmeyecektir. CHP'nin değişip-dönüşeceğini ve var olan sorunların çözümünde önemli bir rol oynayabileceği umuduna kapılmak veya hala bu partiyi desteklemek, Kürdün ve Alevinin harcı değildir..

CHP, tarih sahnesine çıktığı günden günümüze kadar Kürde ve Aleviye kan kusturmuştur..

Soykırımların ve Katliamların partisi CHP'nin vekillerinin söylediği sözler ve bu partinin pratik duruşu, bir anlamda onun (CHP) kendi özüne dönüşünü yansıtmaktadır.. Mesele, buna karşı geliştirilecek ve CHP'yi tarihin çöp sepetine atabilecek onurlu duruşu sergilemektir.. Unutmayalımki CHP, eğer şu anda meclis çatısı altında ise bunu başta Alevilere ve Kürtlere, birazda 'Türk demokratlara' borçludur..


Öyleyse şimdi bu kesimler CHP'ye bağırıp-çağıracağına derhal bu ırkçı partiden istifa etmelidirler..

Aksi halde Dersim sanığı CHP'nin kendi kanlı tarihle yüzleşebilmesi, halklara ve inançlarına yönelik anti-demokratik politikalarından ötürü bir vicdan muhasebesine girişmesi veya bu partinin demokratikleşmesi beklenilemez.. CHP'den Kopuş ve hesaplaşma mutlaka yapılmalıdır..


http://rojevakurdistan.com/index.php/guendem/8270-mesele-chpde-deil-hala-onun-peinden-gidenlerde-can-kasapolu#

Orta Sınıfın Geriye Çeken Tutumları ve Bunları Giderme Yöntemleri

“ Kapitalist modernitenin belki de insanlığa ve topluluğa yaptığı en büyük kötülüklerden biri, iktidar anlayışını neredeyse her köye, her aileye ve her bireyin içine sokması, derinleştirmesi olmuştur. Kuşkusuz aşiret reisliği, ağalık, beylik de bir iktidardır. Erkek egemenlikli zihniyetin kadın üzerindeki otoritesi de, egemenliği de, kültürü de bir iktidar zihniyeti taşır”
İnsanlar farklı düşüncelere sahip olurlar. Her insanın yaşamdan edindiği tecrübe, karşılaştıkları olaylar, insanları olay ve olguları farklı değerlendirmeye götürür. Bunun yanında tecrübe dışında insanlığın daha sonraki yüzyıllarda gelişen eğitimler de insanların düşüncelerini derinleştirir. Eğitimin karakterine göre olaylara farklı yaklaşımlar gösterebilir. Bunlar insanın doğasına uygun ve toplumsal çeşitliliğin getirdiği düşünce zenginliğidir. Bu düşünce zenginliğiyle toplumun yaşamı daha zenginleşir ve kaliteli hale gelir. Ancak insanların olaylar konusunda çok köklü düşünce ve yaklaşım farklılıklarına sahip olmasının altında esas olarak farklı toplumsal kesimlerden gelmeleri yatar. Farklı sınıflar farklı düşünürler, olay ve olguları farklı ele alırlar. Özellikle de sınıf, devlet ve iktidar gerçeğinin ortaya çıkması ve toplumlar üzerinde egemenlik kurmasıyla birlikte düşüncelerde köklü farklılaşma da ortaya çıkmıştır. Egemen sınıfların olaylara-olgulara bakışıyla ezilen toplulukların ya da egemenlik ve sömürü ilişkileri içinde olmayan kesimlerin olaylara-olgulara bakışı farklılaşmıştır. Kuşkusuz dünya tarihi geçmişte çok belirtildiği gibi sadece sınıflar arası mücadele tarihi değildir. Ayrıca sınıflaşma dışında kalmış etnik toplulukların sınıf, şehir, devlet ve iktidardan uzak yaşamaları da insanlık tarihinin önemli bir bölümünü oluşturur. Sınıflaşmanın yaygınlaştığı ve derinleştiği dönem ise kapitalist modernist çağdır. Günümüzde sınıflaşma ve sömürü, insanlığın hücrelerine kadar ulaşmıştır. Yoksa insanlık tarihinin önemli bir zaman diliminde, önemli bir coğrafyasında topluluklar önemli sınıf farklılıkları yaşamadan yaşamlarını sürdürmüşlerdir. 

Sosyal farklılıklar, sınıf farklılıkları, inanç farklılıkları, hatta cins farklılıkları insanların düşüncesine tarih boyunca yansımıştır. Bu yönüyle tarih yazımı da farklılaşmıştır. Egemenlerin yazdığı tarih onların sömürüsünü, baskısını meşrulaştırıp toplumlar üzerinde egemenlik kurmasını sağlarken, ezilenlerin ya da baskı ve sömürüyü yaşamamış toplumların olaylara ve olgulara bakışı farklı olmuştur. Ezilenlerin de, sınıflaşmaya uğramamış toplulukların da olayları değerlendirme yaklaşımı vardır. Her ne kadar egemen sınıflar yazılı tarih açısından kendilerini hakim kılmak istemişlerse de sözlü tarih içinde ezilenlerin, etnik ve dinsel toplulukların kendi tarihlerini, olayları ve olguları kendi sosyal konumlarından bakarak değerlendirdikleri açıktır. 

Kürdistan tarihinde de farklı toplumsal kesimlerin farklı düşünceleri, olayları farklı ele alışları yaşanmıştır. Kürt tarihinde sosyal farklılıkların derinleşmesi diğer topluluklara göre daha az olmuştur. Kürtler yakın zamana kadar daha çok da aşiret toplulukları olarak yaşamışlardır. Kürtlerin geneli açısından bu söylenebilir. Aşiret toplulukları içinde aşiret ileri gelenlerinin olaylara-olgulara bakışı belirli düzeyde farklı olsa da sınıf ve sosyal bölünme çok derin yaşanmadığı için, bu düşünme ve tutum farklılıkları diğer topluluklardaki kadar olmamıştır. Aşiret reisleri, ileri gelenleri de belirli düzeyde kendi toplumsal sistemini kurmak ve ilişkileri korumak için oluşmuş belirli toplumsal değerlere göre hareket etmişlerdir. Kendilerini bu toplumsal değerlere göre hareket etmeyi zorunlu görmüşlerdir. Tabii ki Kürtlerde şehir yaşamı içine giren, devletle ilişkilenen kesimler de olmuştur. Zaten Kürtler bunlara “bajari” demişlerdir; kendilerinden görmemişlerdir. Şehirleşme demek, devletle buluşmak demektir. Sınıflı toplumun ilişkileri içine girmek demektir. Bu açıdan şehirdeki Kürtlerin olaylara bakışı daha da farklılaşmıştır. Kendi konumlarını meşrulaştıran, işbirlikçiliklerini meşrulaştıran, şehirde yaşayan sosyal farklılıkları meşrulaştıran bir düşünce yapısına sahip olmuşlardır. Bu sosyal farklılıkları meşrulaştırma temeli üzerinde de kendilerinin işbirlikçiliklerini toplum üzerindeki üstünlüklerini meşrulaştıran bir zihniyete, bir yaklaşıma sahip olmuşlardır.

 İşbirlikçilik farklı bir karakter kazanmıştır 

Sınıf farklılaşmalarını bütün toplumlara ve bütün alanlara yayan kapitalizmle birlikte Kürt toplumundaki farklılaşmalar, farklı düşünmeler giderek derinleşmiştir. Her ne kadar kapitalist modernizm öncesi de Kürt toplumu içindeki sosyal farklılıklar, sosyal bölünmeler olay ve olgulara bakışta farklılıklar ortaya çıkarmış olsa da, esas olarak kapitalist modernitenin kendisini hissettirdiği dönemden sonra Kürt egemenleriyle Kürt toplumu arasında, yine kapitalizmin etkisiyle ortaya çıkan orta sınıfla diğer kesimler arasındaki düşünce farklılıkları giderek kendini ortaya koymaya başlamıştır. Kapitalist modernitenin belki de insanlığa ve topluluğa yaptığı en büyük kötülüklerden biri, iktidar anlayışını neredeyse her köye, her aileye ve her bireyin içine sokması, derinleştirmesi olmuştur. Kuşkusuz aşiret reisliği, ağalık, beylik de bir iktidardır. Erkek egemenlikli zihniyetin kadın üzerindeki otoritesi de, egemenliği de, kültürü de bir iktidar zihniyeti taşır. Kapitalist modernitenin girmesiyle birlikte milliyetçilik ve iktidarcılık eğilimi, Kürt toplumu içine de belirli düzeyde sokulmuştur. Yine kapitalist dönem öncesi olan işbirlikçiler farklıydı, kapitalizmin ulus-devlet dönemindeki işbirlikçiler farklı bir karakter kazanmıştır. Kapitalist modernite öncesi işbirlikçilik daha çok siyasi temelde olurken, kapitalizmin ve ulus-devlet anlayışının her yere hakim olma yaklaşımı nedeniyle işbirlikçilik sosyal ve kültürel düzeyde de gelişmiştir. Önceki dönemdeki işbirlikçilik de Kürt sosyal yapısı ve kültürel yapısı esas olarak korunmaktadır. Bu açıdan Kürt egemenlerinin işbirlikçiliğinin feodal dönemdeki özellikleri, yerini farklı bir işbirlikçilik karakterine bırakmıştır. 

Bu işbirlikçilik, özellikle de 20. yüzyılda iki biçimde gelişmiştir. Birincisi, uluslararası güçlerle girilen işbirlikçiliktir. İkincisi, ulus devletin Ortadoğu’ya hakim olmasıyla birlikte oluşan Türk, Fars, Arap ulus-devletçikleriyle girilen ilişkidir. 20. yüzyılda uluslararası sistemle bölgesel hakim güçler Kürtlerin inkarına ve Kürtleri ulus devlet içinde yok etmeye dayalı bir siyasal statüko kurmuşlardır. Bu durum Kürt işbirlikçiliğinin karakterini giderek Kürtlerin yok edilmesine yardımcı olan, Kürtler üzerindeki inkar ve imha siyasetinin yerel ayağı haline gelen konuma düşürmüştür. Ulus devlet o kadar acımasız ve sert politikalar izlemiştir ki, Kürt toplumunu fiziki ve kültürel soykırıma uğratırken, işbirlikçiliğe de ancak bu fiziki ve kültürel soykırım politikasının parçası olursa yaşama şansı tanıyacağını ortaya koymuştur. Bir nevi 20. yüzyılda ortaya çıkan Kürt işbirlikçiliği kendini Kürtlükten uzaklaştırarak, Kürt toplumunu yok eden politikalarının yerel ayağı olarak Kürt soykırımının çok önemli bir parçası haline gelmişlerdir. 

Bu durum sadece Kürt egemenlerinin, feodal ya da kompradorların duruşlarını ve ilişkilerini değil, kapitalizm gelişimi ortamında ortaya çıkan memur, esnaf, zanaatçılık ve küçük işletme sahiplerinden oluşan orta sınıf gerçeğini de şekillendirilmiştir. Kürdistan’a giren kapitalizm ortamında Kürt işbirlikçiliği yeni bir karaktere bürünürken, orta sınıf da tamamen işbirlikçi ve sisteme hizmet eden bir durumu yaşamıştır. Hem dışarıdan gelen kapitalizm ortamında geliştiklerinden hem de mevcut ulus devletçi güçler çok baskıcı olduğundan ve sisteme hizmet etmeyenlere yaşam hakkı tanımadığından orta sınıf ve küçük burjuva dediğimiz kesimler iradesiz, güçsüz ve tamamen sistemin ideolojik-politik hedefleri doğrultusunda çalışan topluluklar olmaktan kurtulamamışlardır. Bu nedenle de dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkan kimi küçük burjuva ve orta sınıf hareketler gibi bazı yönleriyle kendi gerçeğine sahip çıkan, kendi kimliğiyle, kültürüyle, değerleriyle güç olmak isteyen bir sınıf konumundan uzak olmuşlardır. Kürt küçük burjuvası ve orta sınıfı devlete karşı duracak, ulus-devlete karşı mücadele ederek, kendi ulusal varlığı ve kimliğiyle güç olma karakterini ortaya koyacak bir iradeye sahip olamamıştır. Zaten tarih içinde belirli bir işbirlikçi karaktere sahip olan ve kapitalist modernist çağda da bu karakterini siyasal işbirlikçilik yanında sosyal ve kültürel işbirlikçilikle ulus-devletin Kürt’ü yok etme politikasının parçası olan egemen sınıflar kendi toplumunu savunacak, hatta kendi toplumu üzerinde egemen olma gücünü de gösterecek durumda değildir. Bu da orta sınıf ve küçük burjuva kesimlerin karakterinin şekillenmesinde önemli etkide bulunmuştur.

 Orta sınıfın güç olma karakteri yoktur 

Belki Güney Kürdistan’daki egemen kesimlerin bir iktidar mücadelesine girdiği, kendi bölgesinde iktidar olma mücadelesi verdiği söylenebilir. Barzani hareketinin böyle bir karakteri olduğundan söz edilir. Kürt egemen sınıfına soyunduğu, Kürt egemenlerinin temsilcisi olmak istendiği söylenir. Bugüne kadar da Kürtler üzerindeki egemenlik iddiasını Güney Kürdistan’daki bu kesimler sürdürmektedir. Ama bunları da uluslararası güçlerle ilişki çerçevesinde, uluslararası güçlerin desteğiyle buna soyundukları bilinmektedir. Bu yönüyle de uluslararası güçlerin bölge politikalarının bir parçası olarak kendilerini Kürt toplumunun üzerinde egemen kılmak istedikleri görülür. ABD’nin, İsrail’in, Avrupa’nın Güney Kürdistan’daki Kürt egemen sınıfla ilişkilerinde böyle bir özellik görmekteyiz. Ancak bu uluslararası güçler bölgede politika yaparken Kürtleri değil de, esas olarak Fars, Türk ve Arapları esas almaktadırlar. Bu nedenle Kürtlerle ilişkisi Fars, Türk, Arap egemen sınıflar gibi bölgede etkili kılan bir konumda tutma ve ilişkilerini çerçevede sürdürme değil de, diğer bölge ülkelerini kendilerine bağlama konusunda elinde tuttukları bir araçtan öteye gidememektedir. Kürt egemenleri de Kürt toplumundan koptuklarından dolayı, kendi toplumuna dayalı bir güç olma durumları da söz konusu değildir. Bırakalım Kürt egemenlerini, orta sınıf ve küçük burjuva denen kesimler bile kendi toplumsal gerçekliklerinden uzak olduklarından, topluma dayalı bir güç olma karakterleri yoktur. Bu nedenle egemen Kürt sınıfları hem uluslararası güçler hem de bölge ülkeleri karşısında tamamen güçsüz konumu yaşamaktadırlar. Bu nedenle politikaları çoğu zaman Kürt halkının özgürlük ve demokrasi karşıtı konuma düşmektedir. Kendi konumlarını korumak için uluslararası ve bölgesel güçlerin politikasının parçası olmaktadırlar. Bu da tabii özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren, kendisini özgür ve demokratik bir toplum yapmak isteyen Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi veren hareketler açısından ciddi bir olumsuzluk teşkil etmektedir. 

Kürt orta sınıfı ve küçük burjuvası - burada orta sınıf derken kapitalizmle tanışmış, üretim faaliyetine yönelmiş kimi kesimleri kastediyoruz- 1970’lerde bu sınıflar belirli Kürt örgütleri kurmaya tevessül etmiş ve bu yönlü adımlar atmış olsalar da belirttiğimiz sosyal ve sınıfsal karakterleri nedeniyle Türk devletine karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütecek bir iradeye kavuşamamışlardır. Bu nedenle de böyle mücadele edecek bir örgüt gerçeğini ortaya çıkaramamışlardır. 1970’li yılların dünya, bölge ve Türkiye koşullarında kısmi bir gelişme gösterseler de biraz ulusal değerlerine ve kimliğine sahiplenme gibi bir yaklaşım içine girmek isteseler de 12 Eylül darbesi gelip de ulus-devletçi, kültürel soykırımcı katı politikalarını ortaya koyunca tamamen silinmişlerdir. Bunlar çıkışlarında da Türk devletinin kültürel soykırımına, ulusal yok etme saldırısına karşı mücadele edecek, bu gücü ve iradeyi gösterecek konumda değillerdir, güçsüzdürler. Kendilerinde herhangi bir güç görmemektedirler. Bu nedenle Türk devleti biraz güç gösterdiğinde hepsi dağılmışlardır, bitmişlerdir. Kuşkusuz bu örgütlerin içinde gerçekten iyi niyetli, ulusal ve toplumsal değerlerine sahiplenmek isteyen bireyler de, kesimler de vardır. Ama örgüt zihniyeti, anlayışı ve örgütü oluşturan öğelerin esas karakteri düşünüldüğünde Türk sömürgeciliği karşısında güç ve irade gösterecek konumdan yoksundurlar. Bu nedenle 12 Eylül’le birlikte orta sınıfa dayanan, belirli Kürt egemenleriyle ilişkisi olan bu hareketlerin tümü kısa sürede bitmiş, tasfiye olmuşlardır. 

12 Eylül karşısında bu hareketler tasfiye olunca, halkın, yani ezilen ve devlete bulaşmamış kesimlerin, Kürtlüğü özsel olarak var eden kesimlerin örgütlü gücü haline gelmiş PKK, 12 Eylül’e karşı hem zindanlarda hem de dışarıda direnmiştir. 12 Eylül askeri darbesine karşı teslim olmama, mücadeleyi yeniden başlatma, özgürlük mücadelesini geliştirme kararını ve iradesini 12 Eylül ortamında da sürdürmüştür. Nitekim çok yıl geçmeden 1984 15 Ağustos’unda gerilla hamlesini başlatarak, Türk devletine karşı direneceğini göstermiştir. 15 Ağustos 1984 hamlesi siyasi sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın kabul edilemeyeceği ve buna karşı direnileceğinin ilanıdır. Türk devletine karşı “sen kendini ne kadar güçlü görürsen gör, Kürtleri yok etmek için hangi yöntemi kullanırsan kullan sana karşı direneceğiz, kölece ve onursuzca yaşamaktan ve her gün ölmektense onurluca direnmeyi” ortaya koymuştur. Nitekim Kemal Pir’in Diyarbakır zindanlarında şehadete giderken “ben yaşamı uğruna ölecek kadar seviyorum” demesi, PKK’nin Türk devletine karşı direnme gerçeğini en özlü biçimde ifade etmiştir. 

Birçok kesim tarafından 1984 15 Ağustos hamlesinin kısa sürede tasfiye olacağı söyleniyordu. Özellikle de Kürt egemen sınıflarıyla ilişkili, yine orta sınıfa dayanan 1980 öncesi ortaya çıkmış örgütlerin artıkları, uzantıları Kürt Özgürlük Hareketi’nin kısa sürede tasfiye olacağını iddia etmişlerdir. Kendi ruh hallerini Kürt Özgürlük Hareketi’nin kısa sürede tasfiye edileceği biçiminde değerlendirmeyle ortaya koymuşlardır. Bu, onların iradesiz, Türk devletine karşı direnilmeyecek biçimindeki zihniyetlerinin, yargılarının ya da kırılmış iradelerinin dışa vurumudur. Kürt Özgürlük Hareketi tüm baskılar ve ağır saldırılar karşısında zorlanmasına rağmen gerilla direnişini de daha sonra serhıldanlarla ortaya koyduğu gibi toplumsal mücadeleyi de yükseltmiştir. 

1990’ lara gelindiğinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi, bu orta sınıfları da etkilemiştir. Kendilerinin yapamadığını, güç getiremediğini PKK gerçekleştirmiştir. Bu açıdan 1990’lardan sonra kendi zihniyetlerini, geleceklerini, amaçlarını PKK’de, PKK’nin mücadelesinde gerçekleştirebileceklerini görmüşlerdir. PKK’nin yürüttüğü mücadelenin etrafında toplanmaya başlamışlardır. Kürt Özgürlük Hareketi bütün yoksulları, ezilenleri sürüklediği gibi, onları örgütleyip harekete geçirdiği gibi, orta sınıfları da kendi etrafında toplamaya başlamıştır. Kendilerinin iradi gücü olmadığından, kendilerine güvenleri bulunmadığından dolayı ayrı bir mücadele gücü ortaya koyacak durumda değillerdir. Böyle olunca da küçük burjuvazi, yine kapitalizm ortamında küçük işletme sahipleri, kapitalizmin gelişmesinden belirli düzeyde yararlanan orta sınıflar da Kürt hareketinin siyasal mücadelesi içinde yer almaya başlamışlardır. Hatta 1990’lardaki mücadelenin yükselişiyle birlikte “Kürdistan’a PKK hakim oluyor, ezilenler hakim oluyor, Kürdistan PKK’nin ve ezilenlerin, geniş toplumsal kesimlerin eline geçiyor” kaygısıyla büyük bir istekle, orta sınıf da bu hareketin içinde yer almıştır.

 Orta sınıfların PKK’ye akışı 

1992-93-94 dönemlerinde orta sınıfın Kürt Özgürlük Hareketi içinde yoğun bir akışı olduğunu görmekteyiz. Hatta öyle ki, birçok yerde kraldan çok kralcı geçinerek, biraz da imkanlarına dayanarak toplum içinde öne çıkmaya, toplusal örgütlenmelerde kendilerini önde göstermeye başlamışlardır. 1993-1994 yıllarında erken iktidar hastalığı dediğimiz anlayış biraz da bu zeminden beslenmiştir. Orta sınıf Kürt Özgürlük Hareketi’nin etkili olduğu her yerde kendini daha fazla yurtsever göstererek, mücadele içine girerek, aktifleşerek, kendi imkanlarını da seferber ederek ortaya çıkan bu büyük hareket içinde etkili olmaya çalışmıştır. Ancak 199394’ le birlikte Türk devleti çok şiddetli saldırı geliştirip, faili meçhul cinayetler ve çok yönlü saldırılara yönelince kendilerini herkesten önce geri çekmişlerdir. Mücadelenin yükseldiği süreçte harekete doğru yoğun bir akış gösterirlerken, neredeyse her tarafı ele geçirmek için büyük bir çaba gösterirlerken, saldırıların ağırlığı karşısında kendilerini önemli düzeyde geri çekmişlerdir. Orta sınıf bir yandan iktidar hevesiyle “Kürdistan elden gidiyor, biz geride kalmayalım” diyerek aktif bir biçimde mücadele içinde yer almak isterken, hatta emek vermiş esas kesimleri geriye doğru itip öne geçerken, 1992’de başlayıp daha sonra da devam eden devletin şiddetli baskı ortamında erkenden kendini koruma ve kurtarma hesabı içine girmişlerdir. 

Belki Türk devletinin ağır saldırıları altında serhıldan gerilemiştir. Gerillanın bazı alanlarda gerilemesi söz konusu olmuştur. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi Kürt toplumunu etkilemeye ve siyasi gücünü arttırmaya devam etmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi sadece Kuzey’de değil, Doğu’da, Güney’de, Batı’da, Avrupa’da Kürtler üzerindeki etkinliğini arttırarak sürdürmüştür. Özcesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin gelişimi durdurulamamıştır. Bu yönüyle orta sınıf yine Kürt Özgürlük Hareketi içinde yer almaya devam etmiştir. 

Orta sınıfın çeşitli dönemlerdeki kendine göre tutumları vardır. 1990’daki yükseliş tutumlarıyla, 1994’te Türk devletinin yürüttüğü kirli savaş sonucu serhıldanların gerilemesi dönemindeki tutumları çok çok farklı olmuştur. Orta sınıfın tutumunun farklılaştığı en önemli süreçlerden biri de Önder Apo’nun uluslararası komployla yakalandığı süreçtir. Tabii ki Önder Apo’nun hareketin başında olduğu süreçte Kürt Özgürlük Hareketi bütün ezilen kesimleri ve toplulukları etrafında sürüklediği gibi, orta sınıflar ve çeşitli kesimler de bu hareketin müttefiki ve dostları haline gelmiştir. Kürt Halk Önderi onları da bu mücadeleye hizmet eder konumda tutmuştur. Onlar da Kürt halkı Kürdistan özgürlüğünü kazanırsa, Kürdistan’da Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkı ortaya çıkarsa kendilerinin de bundan yararlanabileceğini düşünmüşler, mücadelenin belirli kurumlarında, belirli alanlarında yerlerini almışlardır. Önder Apo’nun yakalanmasıyla birlikte orta sınıfın yaklaşımlarında çok önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bu iki biçimde ortaya çıkmıştır. Birincisi; örgüt içinde, ikincisi de; örgütün etrafındaki orta sınıf dostları, ittifakları arasında ortaya çıkmıştır. Önder Apo’nun yakalanmasından sonra bir kısım dostlar, orta sınıf diyebileceğimiz belirli kesimler “Apo yakalandı, siz bu mücadeleyi yürütemezsiniz, biz daha iyi yürütürüz, bizim imkanlarımız daha fazla, biz daha akıllıyız, biz dünyayla daha ilişki kurabiliriz, bu işleri yönetme işini daha yürütebiliriz, bizim böyle bir geleneğimiz de var” demişlerdir. Orta sınıfın önemli bir kesimi Kürt egemen sınıflarla ilişkilidir. Hatta onların çocuklarıdır. İşte bunlar Önderliğin yakalanmasından sonra hareketin kendilerine bırakılmasını istemişlerdir. Önder Apo’nun yakalanmasını örgüt dahil, ortaya çıkan bütün imkanların orta sınıfın ve Kürt egemen sınıflarının ele alması açısından bir fırsat olarak görmüşlerdir. 

Diğeri ise içte olmuştur. Önder Apo’nun yakalanmasıyla birlikte “dünya koşulları değişti, artık biz de dünyaya ayak uyduralım” diyerek, bu hareketin ideolojisini, politikasını beğenmeyip bunu değiştirmek isteyen ve bu temelde örgüte egemen olmayı amaçlayan bir orta sınıf eğilimi ortaya çıkmıştır. Bu eğilimi etkileyen dış güçler de bulunmaktadır. Diğer yandan da orta sınıf Kürt Özgürlük Hareketi’nin onlarca yıldır yürüttüğü mücadele sonucu toplumun ayağa kalktığını, toplumun önemli bir güç birikiminin ortaya çıktığını görmüş ve kendisinin de artık Türk devletine karşı bir siyasal mücadele yürütebileceğine inanmıştır. Ortada muazzam bir halk gerçekliği vardır, direnen bir halk gerçekliği vardır. Yurt ve halk sevgisi gelişen, kendi kimliğine sahip çıkan bir halk gerçekliği ortaya çıkmıştır. Öte yandan bu halk gerçeğinin örgütü vardır, kurumları vardır, bir mücadele geleneği vardır. 1970’lerde, 1980’lerde kendisinde böyle bir örgüt kurup mücadele etme gücü gösteremeyen ve bu nedenle PKK’nin içine gelenler Önder Apo’nun yakalanmasıyla birlikte onlarca yıllık mücadelenin birikimiyle kendilerinin de bu işi yürütebileceğini, kendilerinin de artık Kürdistan’da örgütlü bir güç olarak söz sahibi olacaklarını düşünerek örgüt içinde harekete geçmişlerdir. 1999 yılında kaçan Yılmaz, Küçük Zeki, Doktor Süleyman gibiler aslında bir orta sınıf eğilimdir. Egemen güçlerin desteğine özellikle de YNK’ye dayanarak PKK’nin üzerine konmak ve böylelikle Kürdistan’da gelişen bütün değerleri orta sınıfın egemenliği ve hizmetine veren bir yaklaşımla hareket etmişlerdir. Onların Önder Apo’nun yakalanmasından sonraki bu ilk kaçışları böyle değerlendirmek gerekiyor. Bunu hem düşünsel olarak ifade etmişlerdir, hem de anlayışları ve yaşamlarıyla ortaya koymuşlardır. “Önder Apo’nun düşünceleriyle ya da eski düşüncelerle mücadele etmenin zamanı geçti, kendimizi değiştirelim derken, bunu mücadele eksikliklerimizi giderelim, daha etkili mücadele edelim biçiminde değil, bağımsızlıkçı, özgürlükçü, iradeli çizgiyi bırakarak çeşitli güçlerle işbirliği yapıp bir şeyler elde edelim” biçimindeki orta sınıf gerçekliğini ortaya koymuşlardır. 

Uluslararası komplo ve uluslararası komplonun Kürt Özgürlük Hareketi üzerinde yarattığı baskı ortamında orta sınıf bir taraftan örgütten koparmaya yönelirken, diğer taraftan örgütün yaklaşımlarını bozmaya, gevşetmeye, kendi çizgisine getirmeye çalışmışlardır. Daha sonra bunu daha sistemli bir biçimde Ferhat-Botan tasfiyeciliği dediğimiz dönemde görmekteyiz. Onlar da bir orta sınıf eğiliminin temsilcileri olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle de uluslararası komplonun yarattığı baskıyı orta sınıf düşüncesini, eğilimini, ideolojisini PKK’de hakim kılarak, uluslararası güçlere ve Kürt işbirlikçiliğine dayanıp örgüt içinde güç olacaklarını düşünmüşlerdir. Bu nedenle de Önder Apo’nun Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgürlükçü ve demokratik çizgisi yerine, teslimiyetçi, işbirlikçi bir çizgi ortaya koymuşlardır. Aslında uluslararası komplo karşısında iradeleri kırılan kesimler olarak belirtmek gerekir. Bunların bir kısmı toplumun alt kesimlerinden, ezilen kesimlerinden gelmektedir, ama uluslararası komployla bunların iradesi kırılmıştır. İradeleri kırılınca da Kürt egemen sınıflarının ve orta sınıflarının eğilimi içinde yer almışlardır. Yani irade kırılmaları teslimiyete, bu da Kürt Özgürlük Hareketi dışındaki orta sınıf ve egemen sınıf eğilimlerle bütünleşmeye götürmüştür. Bunların eğilimi hemen Kuzey Kürdistan’da Kürt demokratik siyaseti içinde yankısını bulmuştur. Çeşitli kesimler hemen bu tasfiyeci eğilimle ilişkilenmeye, onun etkisiyle hareket etmeye yönelmişlerdir. Bu yönüyle Kürt demokratik siyasetindeki orta sınıf eğilimi hemen örgüt içindeki bu parçalanmanın bir parçası olarak kendisini ortaya koymuştur. 

Orta sınıf eğilimlerinin örgüt içinde ve dışında bu kadar cesaretlenmesinde ABD’nin bölgeye müdahalesi ve Güney Kürdistan’da KDP ve YNK’nin etkisi de bulunmaktadır. Özellikle de KDP’nin ağırlıklı olduğu bir Kürt bölgesinin ortaya çıkmasıyla birlikte bu güçler kendilerine bir dayanak bulmuşlardır. Örgüt içindeki ve Kürt demokratik hareketi içindeki orta sınıf ABD’nin bölgeye müdahalesiyle yaşanan bu gelişmeler çerçevesinde hemen Kürt egemen sınıflarıyla buluşmaya yönelmiştir. Kürt yoksullarının, ezilenlerinin özgürlükçü, bağımsızlıkçı irade ve tutumunu bırakıp geleceklerini işbirlikçi egemen sınıfta gören bir yaklaşım içine girmişlerdir. Bu yönüyle 2003’teki tasfiyecilik sonrasında Kürdistan’ın genelinde ortaya çıkan orta sınıf eğiliminde Güney’deki Kürt egemen sınıfına dayalı oluşumun etkisini özellikle görmek gerekmektedir. 

Orta sınıfın 1990’lar ve yakın döneme kadar Kürt Özgürlük Hareketi içinde yer almasında Türk devletinin katı inkarcı politikalarının da önemli etkisi olmuştur. Türk devleti Kürt’ü tümden yok sayıyordu. Bırakalım Kürtlerin varlığını kabul etmeyi, Kürt’ten söz eden işbirlikçiliği de kabul etmiyordu. Bu açıdan orta sınıfın önemli bir kesimi Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte hareket ediyordu. Çünkü Türk devleti inkarcı politikalarla hiç kimseye Kürtlük adına yaşam hakkı tanımıyordu. Ancak Önder Apo’nun yakalanmasından sonra Kürt Özgürlük Hareketi’nin artık tasfiye olacağını, bu nedenle Kürdistan’da toplumu Türk devletine bağlayan belli bir rehabilitasyon sürecinin yaşanması kanaatine varmışlar ve bu yönlü belirli politikalar tespit edip uygulamaya geçmişlerdir. Bu nedenle savaş dönemindeki sertlik politikaları bırakılarak, biraz yumuşak bir yaklaşım göstermek istediler. Ecevit-Yılmaz-Bahçeli hükümeti döneminde Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek için sınırlı yumuşamaları ifade eden kararlar aldılar. Ancak bu iktidar blokları çok teşhir olduklarından Önder Apo’nun yakalanmasından sonra böyle bir tasfiyeyi gerçekleştirecek rehabilitasyonu yapacak güçte değildiler. Ama bunların teşhir olması, yıpranması, böyle bir rehabilitasyonu, yani Önder Apo’nun yakalanmasından sonra tasfiyeyi tamamlama gücünde değildiler. Bu açıdan Kürt Özgürlük Hareketi’ni tümden tasfiye etmek isteyen güçler uluslararası güçlerin de eğilimini görerek AKP iktidarına destek verdiler. 

Türkiye’deki hakim iktidar blokları, belki AKP iktidarını hemen desteklemeyebilirlerdi. Ama ABD’ye dayanmadan, ABD’nin bölge politikalarının parçası olmadan Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmenin mümkün olmadığını biliyorlardı. Bu açıdan mevcut dönemde dış güçlerin desteklediği AKP’yi kendi politikaları için de uygun gördüler. AKP üzerinden dış güçlerin desteğini almayı umuyorlardı. ABD, AKP’yi önümüzdeki dönemde izleyeceği Ortadoğu politikaları açısından hazırlıyordu. Ortadoğu’ya müdahale ettiğinde Türkiye’de İslam yüzlü işbirlikçi iktidarı kendisi için çok gerekli görüyordu. Öte yandan soğuk savaşın ortadan kalkmasından sonra Türkiye’de de kimi anlayış ve kurumlarda değişiklik yapma ihtiyacını duydular. Sermayenin serbest ve güvenli dolaşımını sağlayacak, yani toplumsal meşruiyeti güçlü olacak iktidarlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede AKP’nin iktidara getirilmesi uygun görülmüştür. Çünkü ABD Ortadoğu’ya köklü müdahaleler düşünmektedir. Böyle bir müdahale sırasında işbirlikçi siyasal İslamcı bir iktidar olursa bunun Türkiye’de kendisine yönelik muhalefeti zayıflatacağı, öte yanında böyle bir işbirlikçi İslamcı yüzü olan bir iktidarın desteğini alırsa bunun müdahalesine meşruiyet kazandıracağını da düşünmüştür. 

İç odaklar ise AKP’nin demokrasi güçlerini ve Kürtleri aldatan bir rol oynayacağı düşündüğünden böyle bir iktidara onay vermişlerdir. Dolayısıyla sadece dış güçlerin değil, iç iktidar odaklarının da AKP’nin iktidara gelmesine onay verdiğini görmek gerekmektedir. Her ne kadar klasik iktidar blokları içinde bazı hizipler buna karşı çıksalar da, Türkiye 150 yıldır Batı’nın etkisinde, 50 yıldır NATO üyesi, yine kapitalizmin gelişmesi ortamında önemli bir burjuva sınıfının ortaya çıktığı bir ülkedir. Bu açıdan Batının öngördüğü projelere bazı hizipler karşı çıksa da güç getirmeleri mümkün değildir. Bu açıdan dış güçlerle çok yönlü bağı olan iktidar blokları AKP iktidarına onay vermişlerdir.

 Tasfiyeciliğin bir ayağı Türkiye’ye dayanmaktadır 

AKP, bu kendine demokrat, kendine Müslüman yüzüyle de kimi Kürtleri ve demokrasi güçlerini yanına alarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi planlamıştır. Nitekim AKP’nin iktidar olmasından sonra orta sınıfa dayalı kimi Kürt kesimleri AKP’nin içinde yer almaya başlamışlardır. Hatta 2003’te çıkan Ferhat-Botan tasfiyeciliği bir nevi Kürtlerin AKP’si olma gibi bir misyon kendilerine biçmişlerdi. Zaten onlar da Refah partisi içindeki yenilikçiler onlar da kendilerine Kürt Özgürlük Hareketi içindeki yenilikçiler ismini vermişlerdir. Bu yönüyle AKP’nin belirli yumuşak söylemlerle orta sınıfı ve çeşitli kesimleri yanına alıp Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme yaklaşımı içinde olduğu daha o zaman görülmüştür.

Türkiye’ye kadar dayanmaktadır. AKP’nin kendine göre yumuşak söylemlerle Kürt Özgürlük Hareketi’ni mücadelesiz bırakıp tasfiye etme politikası izlemiştir. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi içteki tasfiye hareketini bertaraf ettiği gibi, AKP’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ni mücadelesiz bırakıp tasfiye etme politikalarını da aşarak 2004 yılında yeniden direnişe geçmiştir. İçte ve dışta geliştirilen tasfiye politikasına mücadeleyi geliştirmeyle cevap verilmiştir. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo’nun ortaya koyduğu gibi Kürt sorununu demokratik siyasal yollardan çözmek istemiştir. Bu yönüyle en yumuşak yaklaşımları da göstermiştir. Ancak Türk devleti Kürt sorununu demokratik siyasal yollardan çözmeyi değil de, AKP gibi bir partiyi iktidara getirip Önderliğin esaret koşullarında Kürt Özgürlük Hareketi’ni tümden tasfiye etmeyi hesaplamıştır. Kürt özgürlük hareketi, 2003’te AKP hükümetine defalarca çözüm konusunda adım atma çağrılarında bulunmuştur. Israrlı yapılan bu çağrılara olumlu bir cevap verilmeyince, PKK 2004’te mücadeleyi tekrar yükseltme kararı almıştır. 

Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadeleyi yükseltmesiyle birlikte AKP hükümeti kısa sürede zorlanmıştır. Bu açıdan Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesini durdurmayı planlayan çeşitli arayışlar içine girmiştir. Kürt sorununun çözümünü değil de, Kürt Özgürlük Hareketi’ni bölmeyi, parçalamayı ve bu temelde sonuca ulaşmayı hedeflediğinden 2005 yılında Demirel, Çiller ve Mesut Yılmaz gibi Kürt sorununun varlığını kabul eden, hatta devletin geçmişte yanlışlar yaptığını söyleyen açıklamalarda bulunmuştur. 2006’da esas olarak da orta sınıf diyebileceğimiz çeşitli kesimleri araya sokarak, onları etkileyerek ateşkes önerisinde bulunmuştur. Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi de “belki bazı adımlar atabilirler ya da bazı adımları teşvik edebiliriz” düşüncesiyle bu çağrılara olumlu cevap vermiştir. Ama bir yıla yakın süren ateşkes süreci göstermiştir ki, AKP Kürt sorununu çözmeyi değil de, orta sınıfı ve çeşitli kesimleri etkileyerek, beklenti yaratarak, oyalayarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme politikası izlemektedir. Nitekim 2007 seçimlerinde birçok kesim “demokratikleşme adımı atabilir ve Kürt sorununu çözebilir” diyerek seçimlerde AKP’yi desteklemişlerdir. Ancak AKP Kürt sorununu çözmeyi değil, dış güçlerin desteğini alarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Nitekim çözüm için adım atmayı değil de, ABD’nin desteğini alarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme planları hayata geçirilmiştir. 2007’de 5 Kasım Erdoğan–Bush görüşmesinde ABD AKP’ye destek vereceğini söylemiştir. Erdoğan da Güney’deki federasyonu tanıma ve Türkiye içindeki Kürt orta sınıflarla ilişkilenip Kürt sorununda bazı yumuşamalar yapmaya söz vermiştir. Böylece o güne kadar kullanılmayan Kürt işbirlikçiliğini TRT 6, kimi üniversitelerde Kürtçe öğreten bölümler açarak kullanma politikasına yönelmiştir. TRT 6 gibi adımları Kürt sorununun çözümü açısından bir başlangıç, ilk adım olarak değil de, tasfiyeciliğin toplumsal zeminini genişleten, tasfiyeciliğe meşruiyet kazandıran, bu yönüyle tasfiye hareketini sürdürmenin argümanları olarak gündeme getirmiştir. Buna dayanarak Kürt orta sınıfı ve çeşitli kesimleri Kürt sorununu çözüyoruz yaklaşımı içinde yanına çekmek Kürt Özgürlük Hareketi’ni daraltıp tasfiye etmeyi hedeflemektedir. 

Ancak özellikle Kürt orta sınıfına yönelik bu politikası, 29 Mart 2009 seçimlerinde başarısız olmuştur. 2007 seçimlerindeki oyları da alamamıştır. Kimi orta sınıflara, kimi kesimlere umut vererek, “Kürt sorununu ben çözerim, demokratik bir anayasayı ben yaparım” diyerek 2007 seçiminde belirli kesimlerin oyunu almış olan AKP, 2009’a kadar uyguladığı politikayla önemli oranda teşhir olduğu için 29 Mart yerel seçimlerinde ağır bir yenilgi yaşamıştır. AKP orta sınıftan bazılarını yanına çekmiş olsa da Kürt Özgürlük Hareketi hala orta sınıfı belirli düzeyde Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ittifakı konumunda tutmaktadır. Türk devletinin 29 Mart seçimlerinden sonra Kürt Özgürlük Hareketi’nin 13 Nisan’da ateşkes ilan etmesine rağmen 14 Nisan’da siyasi soykırım operasyonlarını başlatmasının bir nedeni de hem halkı sindirmek hem de orta sınıfı sindirerek mücadeleden koparmak, hatta mücadelesinin karşısına çıkarmaktı. Nitekim saldırıların önemli bir bölümü de orta sınıf denen politikacılara yönelik olmuştur. Onlar da baskı altında tutulmaya çalışılmışlardır. Onlara “PKK’nin politikasıyla, KCK’nin politikasıyla bu işler olmaz, onların politikasıyla bir yere varamazsınız, onların politikasıyla beraber olursanız zindanlara atılırsınız, ezilirsiniz, bu nedenle bu yoldan vazgeçin, bizim çizgimize gelin, yani biz ne dersek onu kabul edin” dayatması yapmaktadırlar. “ İradeli ve özgür politika izleyeceğiz, kendi taleplerimizi kabul ettireceğiz, tutumundan vazgeçin; Türk devleti bunları kabul etmez, kendinizi Türk devletinin insafına bırakın. Eğer Türk devletinin insafına bırakırsanız, Türk devleti sizi devletin ekonomik, sosyal, kültürel imkanlarından yararlandırır” yaklaşımı göstermektedir. Zaten “Kürtlüğünüzü de inkar etmiyoruz. Kürtlüğünüzü inkar etmeden Türk devletinin imkanlarından yararlanabilirsiniz” biçiminde bir çizgiye çekmek için bu başta siyasal soykırım operasyonları olmak üzere baskılarını arttırmıştır. Türk devletinin siyasi soykırım operasyonlarından elde etmek istediği amaçlarından biri de budur.

 Orta sınıf üzerinde havuç-sopa politikası 

Siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlülüğünü dağıtmak, Kürt halkının iradesini kırmak isterken, diğer önemli bir amacı da; orta sınıfı Kürt Özgürlük Hareketi’nden koparıp, ona karşı çıkar hale getirmektir. Koparamadığını ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı çıkaramadıklarını da Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgürlüğü ve demokrasiyi kazandıracak çizgisini geriye çeken ve mücadeleyi engelleyen bir konuma getirmek istemektedir. Türk devletinin özellikle 2009’ dan sonraki politikalarının altında yatan temel gerçek, hem Kürt halkının iradesini kırmak, mücadelesini geriletmek hem de orta sınıfı mücadele karşıtı ya da mücadeleyi geriye çeken sağ çizgiye çekmektir. Yani mücadele çizgisini gevşetip bunlar vasıtasıyla orta yolcu bir çizgiyi hakim kılmak istemektedir. Hem Kürtlükten söz etmek, hem özgürlükten söz etmek, ama bunu da mücadeleyle değil de, Türk devletinin insafına bırakmak ya da pasif, etkisiz mücadele yöntemleriyle de sonuç alınabileceğini sanan orta yolcu sağcı, geriye çekici bir çizgiye getirilmek hedeflenmiştir. Türk devletinin arttırdığı saldırılarla özellikle de Kürt demokratik hareketi içinde böyle bir çizgi yaratmayı hedeflediği açıktır.

Dikkat edilirse, bir taraftan siyasi soykırım operasyonlarını sürdürürken diğer taraftan da sürekli açılımdan söz edilmektedir. Kürt sorununda bir şeyler yapılacağı beklentisi yaratılmaktadır. Bu bir yönüyle orta sınıf üzerinde hem havuç hem sopa politikasını yürütmektir. Kuşkusuz bu politika Kürt halkının tümüne de uygulanmaktadır. Ama AKP hükümetinin en önemli hedefi; orta sınıfı Kürt Özgürlük Hareketi’nin karşısına çıkarmak, onların işbirlikçiliğine dayanarak kendi yeni sömürgecilik ve kültürel soykırım politikalarını meşrulaştırmak ve sistemleştirmektir. Bu açıdan Kürtlükten söz etmeleri, Kürt sorununda “ bir şeyler yapacağız” beklentisi yaratmaları orta sınıfı yanlarına çekmek istemeleriyle ilgilidir. Bir kısmını yanına çekme, yanına çekemediklerini ise etkileyerek Kürt Özgürlük Hareketi’ni mücadelesiz bırakan, geriye çeken konuma getirmek istemektedir. Dikkat edilirse Oslo görüşmeleri sürecinde esas olarak örgütle yapılan müzakere çerçevesinde bir oyalamayı yaratmayı hedeflemişlerdir. Kürt Özgürlük Hareketi de “belki devleti ve toplumu çözümü hazırlarız, AKP’yi de çözüme zorlarız” diye bu görüşmeleri yürütmüştür. Ancak bu görüşmelerden bir sonuç alınamamıştır. AKP’nin oyalama ve beklenti yaratma politikalarını bırakmadığı görülünce, buna karşı tutum alınmıştır. AKP ondan sonra bir taraftan saldırılarını arttırmış, diğer taraftan da görüldüğü gibi terörle mücadele, uzantılarıyla çözüm biçiminde yaklaşımlarla hala bir çözüm politikası varmış gibi bir beklentiyi canlı tutmaya çalışmaktadır. Bununla da orta sınıfa mücadeleyi esas alan “örgüte karşı çıkarsanız, ondan uzak durursanız sizinle de çözüm müzakereleri yaparız” mesajı vermektedirler. Saldırıların en fazla arttığı dönemde bile açılım sonlanmadı. “Açılıma devam edeceğiz” yaklaşımı bir yönüyle toplumu aldatmayken, diğer yönü de orta sınıfı Kürt halkının mücadeleyle, direnişle özgürlüğünü ve demokrasisini kazanma politikasını frenleyen ve geriye çeken konuma getirilmek istenmesidir. Türk devletinin yürüttüğü özel savaşın, psikolojik savaşın orta sınıfa yönelik böyle bir politik hedef taşıdığını da görmek gerekmektedir. 

Orta sınıf mücadeleci bir karaktere sahip değildir, iradesi zayıftır. Bu bakımdan direnme gücünü gösteremez. Baskılar zaten bir yönüyle de bunların iradesini kırmaya yöneliktir. Onların direniş gücü olmadığı için, mücadele gücü olmadığı için baskı yapıldığı takdirde onların iradesinin kırılacağı, teslim alınacağı ve kendi politikalarına getirileceği hesabı yapılmaktadır. Türk devleti özellikle de Kürt egemen sınıflarının, Kürt orta sınıfının bu zayıf yanını, bu zayıf karakterini gördüğünden sürekli baskıyı arttırarak kendine göre bu kesimler üzerinde sonuç almayı düşünmektedir. 

Orta sınıfı hem baskıyla hem de beklenti altında tutarak mücadeleyi geriye çeken bir pozisyona getirirken, diğer taraftan ekonomik imkanlarını da kullanmaktadır. Türk devleti geçmişe göre belirli ekonomik imkanlara sahip hale gelmiştir. Özellikle de bizim silahlı güçleri geriye çektiğimiz, mücadeleyi belirli düzeyde durdurduğumuz, ateşkesleri sürdürdüğümüz dönemde AKP hükümeti bölgesel konjonktürden de yararlanarak ekonomisini belirli düzeyde düzeltmiştir. Yine Güney Kürdistan’ın bütün gelirlerini kendisine çekerek, İran’la, Irak’la, Suriye’yle ticaretini geliştirerek, kendisini bu alanların ihtiyaçlarını karşılayan bir ekonomik merkez haline getirip belirli ekonomik imkanlara kavuşmuştur. Şimdi bu ekonomik imkanlarını da kullanarak Kürt işbirlikçiliğini, özellikle orta sınıfı kendi yanına çekmeye çalışmaktadır. Özellikle de günümüz dünyasında maddi imkanlarla insanları işbirlikçi yapmak, kendi yanına çekmek imkanları daha da artmıştır. Çünkü kapitalist sistem tüketiciliği, tüketim toplumunu bir kültür haline getirmiştir. İnsanları tüketim toplumunun bağımlısı durumuna sokmuştur. İnsanlar kapitalizmin bu tüketim materyallerini elde etmek için çokça çalışmakta ve bunlara ulaşmak için her yol ve yöntemi denemektedir. Amiyane deyimle tüketim maddelerine ulaşmak için insanlara kırk takla attırılmaktadır. Bu yönlü insanlar gerçekten zaaflı hale getirilmiştir. Kapitalizmin tüketim toplum gerçeğini amiyane deyimle öküze ot uzatıp boyunduruğa koşma gibi insanları tüketim toplumuna çekip sistemin kölesi haline getirmek olarak değerlendirebiliriz. 

Bugün Kürdistan’da da insanlar tüketim peşinde koşmaktadırlar. Bu yönüyle de en fazla tüketmek isteyen, kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak isteyen kesim de orta sınıftır, küçük burjuvalardır. Bunların bu yönlü hararetli ve doymaz eğilimleri vardır. Bu yönüyle Türk devleti ekonomik imkanlarını kullanarak kapitalist toplumun bu tüketici kültüründen yararlanıp insanları kendi sisteminin parçası yapmaktadır, işbirlikçisi yapmaktadır. Orta sınıfın devlet politikalarına yakınlaşması, radikal mücadele yürütmemesi, mücadeleyi geriye çekmesi, pasif olmasının bir nedeni de bu tüketici karakteridir. Aslında kapitalizm bir yönüyle de orta sınıf demektir; tüketen kesim demektir. Bunlar daha fazla sisteme bağlıdırlar. İşte Türk devleti ekonomik imkanlarını kullanarak bu kesimleri işbirlikçi yapmaya, bu kesimleri kendi politikalarının parçası yapmaya, bu kesimlere dayanarak da Kürdistan’da siyasal sömürgeciliği ve kültürel soykırımı yeniden inşa etmeyi hedeflemektedir. AKP’nin bugün Kürdistan’da varlığını sürdürmesinin en önemli nedeni, bu orta sınıfa, bu çeşitli kesimlere dayanmasıdır. Bunlara sunduğu imkanlarla onları kendi politikasının parçası yapmaktadır. Kuşkusuz AKP toplumun dini hassasiyetlerini kullanarak da kendisine bir çevre edinmektedir, ama AKP’nin Kürdistan’da belirli düzeyde etkili olmasını sadece bununla izah etmek eksik kalır. Türk devleti ekonomik imkanlarını kullanarak, tüketen, tüketmek isteyen tüketici kesimi de kendisinin en önemli dayanak güçleri haline getirmiş bulunmaktadır.

 Ne mücadeleyi bırakıyorlar ne geliştiriyorlar

Zaten üst ekonomik kesimler, iş adamları, büyük ticaret sahipleri AKP hükümetinin politikasını desteklemektedirler. Çünkü günümüz koşullarında Türk devletinin ekonomik imkanları bu kesimleri yanına çekme imkanı verdiği gibi, ekonomik mekanizmaları ve imkanları da elinde tuttuğundan istediği iş adamlarını de iflas ettirebilmektedir. Bu bakımdan ticaret sahipleri, iş sahipleri, çeşitli çevreler devletlerin ve hükümetlerin kuklası durumundadırlar; onların istediklerinin dışına çıkamazlar. Bu yönüyle Kürdistan’daki kimi iş adamlarının, ticaret sahiplerinin tam bir AKP çizgisinde politika izlemeleri kesinlikle kapitalizmin doğasıyla bağlantılıdır. Bu bakımdan onlardan farklı bir politika beklemek mümkün değildir. Zaten AKP ekonomik imkanlarını kullanarak işbirlikçi kesim yaratma ve siyasal sömürgeciliği Kürdistan’da yeniden örgütlemeye çalışmaktadır. Eskiden feodallere, ağalara dayanan işbirlikçilik şimdi esas olarak kapitalist ekonomi çarkının içine giren işbirlikçi kesimler vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu yönüyle de işbirlikçiliğin karakterinde geçmişe göre değişiklikler yaşanmış bulunmaktadır. 

Kürdistan’da orta sınıf gerçekten tam kendi karakterine uygun olarak ikili davranmaktadır. Geçmişte tamamen pasifti, iradesizdi. Kendi kimliği ve kültürüne sahip çıkacak düzeyde değildi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesiyle orta sınıf da önemli düzeyde etkilendi. Kürt Özgürlük Mücadelesinin etkisine girdi. Kürt halkının kimliğini, kültürünü sahiplenen, bu yönüyle Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkını savunan bir bilince ulaştı. Kürt toplumunun gücünü, örgütlenme düzeyini gördüğü için belirli bir yurtsever tutum içine girdi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi bir yönüyle de bu küçük burjuva ve orta sınıfı da ayağa kaldırdı; onların da kırılmış iradesini biraz geliştirdi. Bu bir yönüdür. Ancak diğer yönü de Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi şiddetlendikçe, mücadele önemli bir düzeye ulaştıkça Türk devletinin de buna karşı saldırıları artmakta; bu saldırılar karşısında da dayanacak gücü göstermektedir. Bir taraftan fiziki saldırılar, diğer taraftan psikolojik savaş altında mücadeleyi geriye çeken bir konuma sürüklenmektedir. Bu tür ortamlarda ne mücadeleyi bırakabiliyor ne de mücadeleyi geliştirme iradesini gösterebiliyor. Bir taraftan mücadelenin gelişmesiyle bundan etkilenmekte, diğer taraftan da baskı ortamında, saldırı ortamında tüketim toplumunun kültürünün etkisiyle mücadeleyi geriye çeken, pasifize eden, orta yolcu ve sağcılığı geliştiren bir tutum içine girmektedir. Bu biçimde de sistemden kopmayan, hatta sisteme belirli yönleriyle yardımları olan bir karakter ortaya koymaktadır. 

Orta sınıfa bu karakterini bilerek yaklaşmak gerekir. Ondan, özellikle de mücadelenin zorlaştığı, keskinleştiği, devlet baskılarının arttığı dönemde çok fazla radikal tutumlar beklememek gerekir. Bu yönüyle Kürt orta sınıfından geçmiş dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde görüldüğü gibi küçük burjuva radikalizmi, orta sınıf radikalizmi diyebileceğimiz yaklaşımları beklememek gerekir. Kaldı ki, günümüz dünyasında artık küçük burjuva orta sınıf radikalizmi çok azalmıştır. Geçmişte orta sınıfın, küçük burjuvazinin bu yönlü siyasal hamlesel çıkışları vardı, ancak günümüz dünyasında kapitalizmin tüketim toplumunu geliştirmesi ortamında ve kapitalizmin dünyada gelişmesiyle birlikte belirli imkanları ve tüketim maddelerini orta sınıfa sunma imkanları artınca radikalliği törpülenmiştir, zayıflamıştır. Bu açıdan orta sınıf ve küçük burjuva radikalizminin dünyada önemli düzeyde gerilediği bir ortamda her koşulda mücadelenin zor olduğu Kürdistan’da orta sınıftan radikal duruşlar ve tutumlar beklemek çok gerçekçi değildir.

 Orta sınıfı en fazla etkileyen PKK’dir 

Bu açıdan Kürdistan’da orta sınıfa yaklaşırken, orta sınıfın bu ikili karakterini değerlendirmek gerekir. Yani yurtsever yanlarını ve mücadelenin etkilediği yönlerini güçlendirmek, onun mücadelenin parçası haline getirmek isterken, onu mücadelenin parçası olarak tutmaya çalışırken, diğer yandan da serhildanı ve mücadeleyi geriye çeken, psikolojik savaştan etkilenen, toplumda beklenti yaratarak mücadelesizliğe yol açan, devlete karşı mücadele veren değil de ona kulağını veren yaklaşımlarını bilerek, mücadele öncülüğünün, mücadele tarz ve üslubunun orta sınıfın etkilerinden arındırılması gerekmektedir. Orta sınıfı hem özgürlük mücadelesinin yanında tutmak hem de orta sınıfın tutumları konusunda toplumu bilgilendirmek önemli görülmelidir. Orta sınıfın karakterinden gelen yaklaşımlarını bilerek onun tutumunun, ruh halinin mücadelenin tutumu ve ruhu haline gelmesini engellemeye çalışmak gerekmektedir. Çünkü orta sınıf ruh halini sürekli yansıtmaya çalışır. Zorlanan ruh halini, mücadeleyi geriye çeken ruh halini hep mücadelenin genel ruhu haline getirmeye çalışır. Hatta kendisini toplumun yerine koyarak, “toplumun ruh hali, toplumun beklentileri ve istekleri budur” gibi bir anlayışı toplumun özgürlük mücadelesine dayatmaya çalışır. 

Orta sınıfı Kuzey Kürdistan’da AKP, yukarıda belirttiğimiz yol ve yöntemlerle ve kimi liberal ve kimi işbirlikçi Kürtler eliyle etkilemeye çalışırken, bunun dış dayanakları da vardır. Uluslararası güçler, ABD ve Batı da orta sınıfı etkilemekte ve onları Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı çıkarmaya çalışmaktadır. Onları Kürt halkı Özgürlük Mücadelesi verirken Kürt Özgürlük Mücadelesini geliştiren değil de, törpüleyen bir konuma sokmaya çalışmaktadır. Orta sınıfı en fazla etkileyen odaklardan biri de; Güney Kürdistan, özellikle de KDP’dir. Güney Kürdistan ve KDP, AKP ile işbirliği çerçevesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesini geriye çekmeye çalışmaktadır. Sürekli “AKP iyidir, AKP bu sorunu çözecektir, AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı olumludur, Kürtler AKP’yi desteklemelidir” biçiminde mesajlar vermekte, bu mesajlar en fazla da orta sınıfı etkilemektedir. Güneyli siyasal güçlerin bu tutumları, orta sınıfın AKP’ye Türk devletine karşı duruşu zayıflatmakta, bu çerçevede de mücadeleyi pasifleştiren, geriye çeken orta yolcu, sağcı bir tutum içine girmelerini beraberinde getirmektedir. Bu yönüyle Güney Kürdistan’ın, KDP’nin Kürt Özgürlük Mücadelesini geriye çeken, pasifleştiren ve böylelikle AKP’yi rahatlatan bir konumda olduğunu görmek gerekiyor. AKP bugün hala belirli düzeyde rahatsa bu, Güneyli güçlerden aldığı destek sonucudur. Güneyli güçlerin verdiği destek, AKP’yi Kürdistan’da ve Türkiye’de rahatlatmaktadır. En son kaşımıza çıkan Leyla Zana’nın söylemi aslında KDP’nin söylemidir. KDP yıllarca bunu söylemektedir. “Kürt sorununu çözerse AKP çözer, AKP iyidir” yaklaşımlarını bu defa da doğrudan kendisi değil de, Kürtler içinde tanınan kişilere söyletmektedir. Bu yönüyle Kürt halkının Özgürlük mücadelesini geriye çeken, beklenti yaratarak toplumu mücadelesizliğe sevk eden orta sınıfın AKP’ye kulak vermesini sağlayan etkenlerin başında, KDP ve Güney Kürdistan gerçeğinin görülmesi, toplumun bu konuda da bilinçlendirilmesi gerekmektedir. 

Türk devleti Kürt halkının özgürlük mücadelesini geriye çekmek açısından çok yönlü politikalar sürdürmektedir. Beklenti yaratma, “Kürt sorununu çözeceğim” deme, ekonomik imkanlar sunma yanında baskıları da süreklileştirerek orta sınıfın iradesini zayıflatıp ya teslim alma ya da mücadelede sağcı, reformist, orta yolcu konuma çekmek istemektedir. Bu bir yönüdür. Kürt halkının özgürlük mücadelesini geriye çekmenin bir yönünü de yine siyasi soykırım operasyonları gerçeğinde görmekteyiz. Herhalde AKP ve emrindeki istihbarat birimleri, BDP içinde kim daha radikal, kim daha devlet politikalarına yatkın, il ve ilçe örgütlerinde kim toplumu sürüklüyor, kim daha etkili, kim toplumun mücadelesini geriye çekiyor, pasifleştiriyor, toplumun radikal mücadeleye geçmesinin önün alıyor gibi geniş bir alan çalışması ve analizleri yapmaktadırlar. Bunu BDP merkezinden tutalım, il ve ilçe yöneticilerine, sokaklara kadar irdeliyorlar. Bu konuda demokratik siyaset alanında olan bütün kesimleri masaya yatırarak, “kimleri zindana atarsak mücadele geriler” yaklaşımıyla hareket etmektedirler. AKP’nin yürüttüğü saldırıların böyle bir boyutu olduğunu da söylemek gerekir. Tabii bunu söylerken dışarıda kalanlar “ AKP’nin adamlarıdır, devletin adamlarıdır” gibi bir şey demek istemiyoruz. Zaten AKP iktidarı dışarıda kalanlar hakkında kuşkular uyandırmak için çaba göstermektedir. Zaten bazılarının tutuklamaması ya da bazılarının erken bırakılması, bu yönlü bir psikolojik savaşı da içermektedir. Bu açıdan kuşkucu yaklaşımlar içine girmek, Türk devletinin oyununa gelmek olur. 

Ancak Türk devleti Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bu kadar büyük bir savaş yürütüyorsa, her şeyi planlı yapıyorsa, o zaman tutuklamalarda belirli bir seçicilik yaptığının da görülmesi gerekir. Özellikle de içeri alınmayan, dışarıda tutulan kesimler de kendilerini gözden geçirebilirler. “Acaba neden bizi bıraktılar” diyebilmelidirler. Bu temelde de tarzlarını ve duruşlarını daha da etkili hale getirmelidirler. Kuşkusuz bunu şizofrenik bir duruma getirmek doğru değildir. Ne tutuklanmayan kişiler ne de başkaları böyle bir takıntıyla hareket etmelidirler. Ama etkili olanları, radikal olanları, toplumu sürükleyenleri, yeteneği olanları, becerisi olanları, toplumu etkileme gücü olanları içeri aldıklarını söylemek yanlış olmaz. Bu da serhıldanların geriye çekilmesinin başka bir boyutu olarak ele alınabilir. 

Bütün bu gerçeklikler orta sınıfa karşı yeni ve doğru bir yaklaşımın göstermesini gerektirmektedir. Orta sınıfın konum itibarıyla baskılardan ve devletin psikolojik savaşından en fazla etkileneceği, sert mücadeleye dayanamayacağı, bu nedenle sert mücadele dönemlerinde geri çekilebileceği görülmelidir. Yine AKP’nin, Türk devletinin “sorunu siyasal ve barışçıl yöntemlerle çözeceğiz, Kürtlerin haklarını vereceğiz” gibi yoğun bir propagandayla bu kesimleri etkilemek istediğini de görmek gerekir. Bu açıdan tabii ki eğitim, ideolojik ve siyasal mücadeleyi geliştirmek ve toplumu bilinçlendirmek gerekir. Sadece toplumu değil, orta sınıf dediğimiz yurtsever kesimleri de aydınlatmak ve etkilemek gerekir. Onları da eğitimle, ikna ile doğru politikalarla, doğru yaklaşımlarla Türk devletinin, AKP’nin çeşitli söylemlerle onları etkileyip mücadeleyi geriye çeken konuma düşmelerinin önüne geçmek gerekir. Önemli bir kısmı gerçekten iyi niyetlidir, ama sınıf karakterleri, zihniyetleri bu tür etkilenmelere açıktır. Bunun bilinmesi gerekir. Orta sınıfa karşı tedbir almak lazım. 

Sınıf karakteri boşuna demiyoruz, herkesin bir sınıf karakteri ve buna göre olaylara bir bakışı vardır. Tabii ki dünya sadece sınıf mücadeleleri tarihi değildir. Her şey sınıf anlayışıyla ya da sınıfa dayanarak izah edilemez ve sınıf anlayışıyla sorunlar çözülemez. Ama sınıfların da bir gerçek olduğunu bilmek, sınıfların da konumlarına göre düşünce yatkınlığı olduğunu, bazı eğilimlere daha yatkın olduğunu, bazı eğilimlere kapalı olduğunu görmek gerekiyor. Bu yönüyle orta sınıfın karakteri iyi analiz edilirse, onların düşman propagandaları, saldırıları karşısında etkilenmesinin önüne geçilir. Onların karakteri iyi bilinirse, onların karakterinde var olan zayıflıkları görüp, o zayıflıkları gidermek mümkün olur. Onları ikna ederken ya da onları eğitirken onların zayıf gerçekliklerini gösterip, bu konuda doğru tutum takınmalarını da sağlamak gerekir. Sadece “orta sınıf geriye çekiyor, sağcılaştırıyor, orta yolculuk yapıyor, AKP’nin politikalarına hizmet ediyor, kulağını AKP’ye veriyor, sürekli toplumu beklenti içinde tutuyor” yaklaşımları göstermek ve buna dayanarak itici yaklaşımlar içine de girmemek gerekir. Tabii ki beklenti yaratma, oyalama yapma konumuna çok düşüyorlar. Bu konuda gerçekten bir nevi devletin ve AKP’nin söylemlerinin Özgürlük Hareketi’ne ve Kürt toplumuna taşıma rolleri görüyorlar. Kuşkusuz Önderlikle görüşme olmadığı halde Kürt Özgürlük Hareketi’yle görüşme olabilir, el altında görüşme olabilir, AKP böyle saldırgan davranıyor, ama aslında bir çözüm politikası olabilir gibi gerçekliği değil de niyetlerini ortaya koyan ya da psikolojik savaşın yarattığı ortamdan etkilenen, onların yönlendirmesiyle hareket eden bir orta sınıf gerçeği vardır. Bu tür eğilimler ve ruh hali gerçekten Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve mücadeleyi zorlamaktadır, geriye çekmektedir. Bugün geriye çektiği gibi, yarın da geriye çekecek tutumlar gösterebilirler. 

Öte yandan Türk devleti BDP içinde, Kürt hareketi içinde, Kürt toplumu içinde farklılıklar, ayrılıklar, bölünmeler yaratmak istiyor. Bu bölünmeleri de orta sınıf eliyle gerçekleştirmeye çalışıyor. Gerçeklere uymayan düşüncelerle Türk devletinin ve AKP’nin konumunu farklı gösteren, Özgürlük Hareketi ve yürüttüğü mücadele konusunda kuşku yaratan söylemleri, yaklaşımları tabii ki bu orta sınıf toplumun içine taşıyor. Orta sınıf bu tür safsataları BDP içine taşıyor, Kürt halkının eylemine, mücadelesi içine sokuyor. Bunların tabii ki hepsi gerçektir. Bunları görmek, bunlara karşı tedbir almak gerekiyor, bunlara karşı toplumu eğitmek gerekiyor. Ama buradan yola çıkarak dışlayıcı, sekter yaklaşımlar da doğru değildir. Zaten Türk devletinin amacı bu yurtsever orta sınıfı kesimi kendi yanına çekmek, böylelikle de buna dayanarak tasfiye politikasını ve çözümsüzlüğünü sürdürmek istiyor. Zaten çözümsüzlükte ısrar etmesinin en önemli nedeni, Kürtler arasındaki birliğin zayıf olmasıdır. “Eğer orta sınıfı yanıma çekersem, Kürt Özgürlük Hareketi konusunda kuşku yaratırsam çözümsüzlüğü sürdürürüm, buna dayanarak da tasfiye politikasını sonuca götürürüm” diye düşünüyor. Bu yönüyle tabii ki tasfiye politikasını da, çözümsüzlükte ısrar etmesini de, orta sınıfın zayıflıklarına, kararsızlıklarına, ikirciklerine dayandırıyor. Bunu tabii ki bilmemiz gerekiyor. Bu konuda tedbirli olmamız gerekiyor. 

Ancak Türk devletini çözümsüzlükte ve tasfiye politikasında ısrar etmesini sadece orta sınıfın tutumuna ve Kürtler arası birliğin zayıflığına bağlamak da yetersiz bir değerlendirme olur. Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadroları açısından da bu geçerlidir. Birçok kurumda kadro gerçekten Kürt halkının özgürlük mücadelesini kararlı yürütecek durumda değildir. Kadro da beklentili ruh halindedir. Baskılar karşısında zorlanıyor, bir an önce çözüm olsun diyor. Tabii ki herkes bir an önce çözüm istiyor; en fazla da Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi istiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesini verenler ve Kürt halkı içinde kim bir an önce çözüm olmasını istemiyor ki? Ama Türk devletinin gerçeği dikkate alındığında çözüm politikası yok. Aksine tasfiye politikası ve çözümsüzlükte ısrar ediyor. Kürtleri yeni koşullarda siyasi egemenlik ve kültürel soykırım altında tutmak istiyor. Ama bir kısım kadromuz da bunu görmüyor. Devletin politikaları karşısında gaflet içinde ve zayıf yaklaşıyor. Mücadelenin zorlukları karşısında kendisini bırakıyor ya da mücadeleyi başarıya götürecek örgüt anlayışı, tarzı, üslubunda hareket etmiyor, gevşek davranıyor. 

Bu açıdan Türk devletinin çözümsüzlük politikalarına sadece orta sınıf değil, içimizdeki kadroların gevşekliği de zemin sunuyor. Bu nedenle Türk devleti kadro ve örgütteki bu zayıflığı görünce biraz daha yüklenirsem sonuç alır, tasfiye ederim diyor. Bu yönüyle de örgüt içindeki zayıflıklara da dayanıyor, bunların da görülmesi gerekir. Bu açıdan mücadeleyi geriye çeken orta yolcu, pasif, sağcı her türlü yaklaşıma karşı tutum geliştirilmesi gerekir. Hem Kürt demokratik siyaseti içindeki orta sınıf kesimlere karşı tedbir almak gerekir, eğitmek gerekir hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin kurumları ve kadroları içindeki gevşekliklere, olumsuzluklara karşı “dur” denilmesi gerekir. Hatta en başta da Kürt Özgürlük Hareketi içindeki kadrolar, buna bağlı sempatizanlar doğru çalışmalı ki, doğru tutum içinde olmalı ki bu bütün toplumu, orta sınıfı da etkilesin. Orta sınıftaki zayıflığı bir yönüyle de kadrodaki zayıflığın yansıması olarak ele almak gerekmektedir. Orta sınıf eğilimleri de örgüt içindeki gevşekliklerden cesaret almaktadır. Bununla kendi eğilimlerine meşruiyet sağlamaya çalışmaktadır. Eğer gerçekten örgüt sağlam durursa, kadrolar sağlam durursa, duruşu sağlam olursa, politikasını, tutumunu, eylemini sağlam ortaya koyarsa bu harekete bağlı yurtsever orta sınıfı da önemli oranda etkileyecektir. Her ne kadar karakteri her zaman gevşemeye, sağa, geriye çekmeye müsait olsa da Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadrolarının, kurumlarının sağlam, doğru tutum takınması karşısında onlar iki tercihle karşı karşıya kalacaktır. Ya düşmanın hareketimizi mücadelesiz bırakmayı hedefleyen, mücadeleyi geriye çeken yaklaşım içine gireceklerdir yada Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadeleyi geliştirmeyi sağlayan doğru tutumu içinde kalacaklardır. Eğer biz onlara gri alanlar, gevşeyeceği alanlar bırakmazsak, örgüt ve kadro olarak tutumumuz sağlam olursa biz orta sınıfın bu eğilimlerinin de geriletileceğini, onların serhıldanları ve mücadeleyi geriye çeken, pasifleştiren, bu yönüyle de devletin beklenti, oyalama yaratıp mücadelesiz bırakıp kendi politikalarını hakim kılma, sürdürme ve sonuçta da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme politikalarının önüne geçileceğine inanıyoruz. 

Özcesi mücadelenin zorlaştığı dönemlerde her zaman yanlış eğilimlerin ve gevşekliklerin ortaya çıkacağı görülmelidir. Orta yolcu, pasif, sağa çeken eğilimlerin gelişeceğini bilmek gerekiyor. Bunlar mücadelenin doğası gereğidir. Mücadele sertleştikçe bunlar ortaya çıkar. Bu bakımdan bunlardan şikayet edip “bunlar niye oluyor” demek yerine, bunları doğru yaklaşımlarla bertaraf etmek esas alınmalıdır. Eğitimse eğitim, iknaysa ikna, gerekirse tutum takınarak bu tür orta yolcu, pasif, geriye çeken duruşları engellemek gerekmektedir. Bu yönüyle orta sınıfın bu geriye çekici, sağa çekici, pasifleştirici, beklentili yaklaşımlarına karşı tek bir yöntem değil, çok zengin yöntemler kullanmak önemlidir. Onları psikolojik savaşın etkisinden çıkarmak, ya da Türk devletinin psikolojik savaşını, açılım dediğinin ne anlama geldiğini ortaya koyarak, bilinçlendirerek onları doğru özgürlük çizgisinin yanında tutarak bu mücadelenin parçası haline getirmek tüm Kürt Özgürlük Hareketi kadrolarının, çalışanlarının, yurtseverlerinin sorumluluğundadır.

serxwebun.org