31 Aralık 2013 Salı

Yeşil Gladio’nun Kürdistan’daki Ayağı: FETHULLAH GÜLEN

Fethullah Gülen 1941 yılında Erzurum’da doğdu. 1970’lerden itibaren Nur hareketi içinde sahte gözyaşı politikalarıyla vaaz vererek karşıdakileri etkileme politikası ve bizzat kendisinin gece gündüz çalışmasıyla Gülen Cemaatinin özellikle Kürdistan’a yönelik akıl almaz imha, inkar, asimilasyon ve soykırım politikalarının başarılı olmasını sağlamıştır.

Fethullah Gülen 1941 yılında Erzurum’da doğdu.  1970’lerden itibaren Nur hareketi içinde sahte gözyaşı politikalarıyla vaaz vererek karşıdakileri etkileme politikası ve bizzat kendisinin gece gündüz çalışmasıyla Gülen Cemaatinin özellikle Kürdistan’a yönelik akıl almaz imha, inkar, asimilasyon ve soykırım politikalarının başarılı olmasını sağlamıştır. Gladio’nun Türkiye ayağında yer alan Fethullah Gülen ve cemaati Kayseri-Konya merkezli olarak; komünizme karşı Gladio tarafından kurulmuştur. Akyazılılar ve Türkiye Öğretmen Vakfı gibi kuruluşlarla başlayan örgütlenmesi, bugün Gladio’nun desteğiyle büyük bir ekonomik ve siyasi güce dönüşmüş durumdadır. Halkın saf dini duygularını kullanarak Kürdistan’ı Türkleştirme görevini alan Gülen, 1957 yılında Erzurum’da daha 16 yaşındayken, Türk Gladio’su elemanı Üsteğmen Esad Keşafoğlu tarafından örgütlendirilerek Gladio elemanı sıfatıyla Nur Cemaatine sızdırılmıştır. Kendisi de Kürt olan Said’i Kurdi’nin öğrencisiyken faşist, ırkçı tavırları nedeniyle Said’i Kurdi tarafından cemaatten uzaklaştırılmıştır. Nurcu cemaatinden uzaklaştırılan Fethullah Gülen daha sonra kendi soyadına hitap eden Gülen cemaatini kurmuştur. Kurulan bu cemaat Kürtlere asimilasyon ve soykırım politikalarını uygulayarak günümüze kadar gelmiştir.

Beyaz Soykırım Sonuç Vermeyince Yeşil Soykırım Devreye Girdi

Gülen Cemaatinin asıl amacı Kürtleri Türkleştirme görevini başarıyla gerçekleştirmektir. Daha önce Beyaz Türk faşizminin Kürtlere yönelik gerçekleştirmek istediği fiziksel soykırımın başarılı olamaması sonucu Yeşil Türk (Yeşil Gladio) faşizminin devreye sokularak ‘ılımlı İslam’ politikasıyla kültürel soykırım gerçekleştirilmek istenmiştir. Yeşil Türkçü İslamcı Fethullah Gülen, bir taraftan Said’i Kurdi öğretisini Türkleştirirken, diğer taraftan da Kürdistan’da kurduğu üniversite, YİBO’lar, özel okullar, dershaneler, okuma salonları, Işık evleri (erkeklerin kaldığı evler) ve Sevgi evleri (kadınların kaldığı evler) adlı hücrelerle Kürt çocuklarını ‘Türkleştirme’ için yavaş ve ince bir eritme çalışmasıyla soykırımdan geçirerek bu misyonunu üstlenmiş durumdadır.  Cemaat bugün de medyadan eğitime, finanstan sağlık sektörüne kadar Kürdistan’da önemli çalışmaları yürütmektedir. Bu çalışmalarla asıl amaçlanan Kürdistan’ı geliştirmek değil, tam tersine Türkleştirme faaliyetlerini hızlandırmaktır. Yoksul Kürt halkından, Kürt öğrencilerden dini duygular kullanılarak  ‘bağış ve zekat’ adı altında topladığı paralarla Kürdistan’da kültürel soykırım gerçekleştirmek için olmadık yatırımlar yapmakta, özellikle de Yatılı Bölge İlköğretim Okulları’nın ve özel okulların sayısının arttırılmasına büyük önem vermektedir. Fethullah Gülen’in uzun süredir ABD tarafından korunması ve ayrıca büyük bir ekonomik güce sahip olması diğer bir para kaynağının da Amerika olduğunu gösteriyor. Yıllardır çok ince bir çalışmayla Kürt asimilasyonunu gerçekleştirmeye çalışan Gülen Cemaati’nin çalışanlarının çoğu işbirlikçi Kürtlerden oluşmaktadır.  İşbirlikçi Kürt kesimi üzerinden Kürt gençlerini (özellikle de Kürt kadınlarını) örgütlemek için oldukça yoğun ve ince bir çalışma yürütmektedir. Bu doğrultuda özellikle lise ve üniversite öğrencileri asıl hedefleri arasındadır.

Cemaatin Hedefi Kürt Öğrenciler

Kayseri-Konya merkezli yürüttükleri soykırım faaliyeti Kürdistan’da özellikle son zamanlarda hızla artmaktadır. Kürt öğrencileri ağlarına düşürmek istedikleri kritik zamanlar genelde üniversite kayıt zamanları ve farklı bir şehre okumak için giden öğrencilere ev, yurt bulma bahanesiyle yaklaştıkları zamanlardır. Üniversiteyi kazanan öğrenci eğer uzak bir yeri kazanmışsa ve hele ki kız öğrenciyse o zaman tam isteklerine göre bir ağ yakalamışlardır. Örneğin Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ni kazanan bir öğrenci kayıt yapmak için gittiğinde daha otogarda ilk karşılaşacağı kişiler Gülenciler olacaktır.  Birden öğrencinin etrafını saran cemaat ordusu öğrenciyi etkileyip kazanmak için türlü yalan dolana başvurur. Ev bulma bahanesiyle öğrenciye yaklaşıp türlü vaatlerle öğrenciyi etkileri altına almak isterler. Asimilasyonu asıl yapmak istedikleri kesim Kürt kadınlarıdır, bu yüzden de özellikle okuyan kız öğrencileri kazanmak için yoğun çalışırlar. Eğer öğrencinin pek bir bilinci yoksa ve dini duyguları da ön plandaysa, uzak bir şehirde ev bulma telaşına düşmektense, böylesi bir yerde kalmak cazip gelir ve bu durumu kabul eder. Fakat asıl çile içlerine girip asıl yüzlerini gördükten sonra başlar. İlk başta pek bir şey belli etmezler, oysa birkaç hafta sonra, Kürt öğrencilere işkenceden daha beter psikolojik baskılar artarda gelir.

Gülen Cemaati’nin Botan’a Yönelik Özel Politikaları

hatice-avci-kolejiGülen’in asıl hedefleri arasında pilot bölge olarak belirlenen Hakkari ve ilçeleri, Şırnak ve ilçeleri, Siirt ve Mardin’den oluşan Botan bölgesidir. Özellikle bu bölgelerde üniversiteler üzerinden emellerini gerçekleştirmek için jet hızıyla üniversiteler, kolejler, özel okullar, okuma salonları, yaz Kur’an kursları ve dershaneler açıldı. Üniversitelere bizzat Gülen’in yardakçısı olarak bilinen AKP devletinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından rektörler atandı. Hakkari Üniversitesi’ne Gülen’in bir numaralı çalışanı olarak bilinen Prof. Dr. İbrahim BELENLİ, Şırnak Üniversitesi’ne Prof. Dr. Ali AKMAZ,  Bitlis Eren Üniversitesi’ne Prof. Dr. Mahmut Doğru getirildi. Ayrıca AKP devletinin iktidara geçmesiyle birlikte neredeyse bütün üniversitelerin rektörleri değiştirilip bizzat Fethullah Gülen tarafından belirlenen isimler atandı. Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ne daha önce AKP milletvekili adayı olan Prof. Dr. Ayşegül SARAÇ getirildi. Bu rektörler eliyle hem KESK’e bağlı memurlara, hem de yurtsever öğretim üyelerine inanılmaz şantaj ve baskı uygulanmaya başlandı. Kendi yandaşlarına her türlü imkan, kolaylık sağlanırken, kendilerinin karşıtı olarak gördükleri çalışan kesimi bıktıracak, iş bıraktıracak uygulamalar geliştirildi. Dicle Üniversitesi rektörü Ayşegül Saraç sırf Kürt oldukları için iki öğretim görevlisinin işine son vermiştir. Aynı şekilde Hakkari Üniversitesi Rektörü İbrahim BELENLİ’nin baskıları yüzünden 20 memur istifa etmiştir. Bunun yanında rektörün yandaşı ve MİT ile bağlantısı olan Şafak YAMİ üniversiteye okutman olarak getirilip daha sonra torpille Doç. Dr. ünvanı verilmiştir. Süleyman SOLMAZ, Hakkari Anadolu Lisesi’nde bir öğretmenken, uzun süredir Hakkari’de olduğundan, halkı tanıdığından ve psikolojilerini bildiğinden, rektörün dikkatli adım atmasını sağlamak amacıyla Hakkari Üniversitesi’nde Rektörün Özel Kalem Müdürlüğü görevine getirilmiştir; yine Solmaz’ın eşi de üniversitede kadın cemaat örgütlemesini yapmak üzere özel görevlendirilmiştir. Yine cemaat çalışanı olan Hakkari eski Ticaret Lisesi Müdürü Mahmut YİMEZ de torpille Hakkari Üniversitesi Genel Sekreterliği’ne getirilerek cemaatin çalışmalarının üniversite içerisinde yürütülmesi sağlanmıştır. Ayrıca bu üniversitelere devlet hazinesinden yüklü miktarda para aktarılmasına rağmen, birer tabela üniversitesi olmaktan çıkmamış, bu paralar üniversiteler için harcanmayarak cemaatin havuzuna aktarılmıştır. Bunun yanında kolejlere ağırlık verilmesi de yine Kürt çocuklarını kökten yetiştirmek istemelerinin göstergesidir. Hakkari’de Hatice AVCI Koleji ve Sümbül Etüt Merkezi Müdürü Cem Barutçu -Gülen Cemaat Üyesi- bunun somut örnekleridir. Sümbül Etüt Merkezi Rehber Öğretmeni ve ayrıca AKP devleti Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Hakkari’deki favorisi olarak bilinen ve son seçimlerde AKP milletvekili adayı olan Osman Kızılban’dır. Bu asimile merkezlerinde çalışan öğretmen ve müdürler ‘eğitim’ adı altında küçük çocuklara Türk milliyetçiliğini öven, Kürtlüğe düşman seminerler verilmektedir. Ayrıca bu okullara özellikle cemaatçilerin, polislerin, uzman çavuşların, subayların çocukları kayıt ettirilmekte, bununla amaçlanan da Kürt çocuklarını kendi yaşıtları olan Türk çocuklarıyla kaynaştırarak Kürtlüklerinden uzaklaştırmaktır.  Gülen Cemaatinin ‘pilot bölge’ olarak belirlediği Şırnak ve Hakkâri’ye yönelik asimilasyon politikaları bunlarla sınırlı kalmamakta, neredeyse bütün mahallelerde halka yönelik örgütlemelerini devam ettirmektedirler. Yurtsever halkın cemaatçilere ev vermemesi nedeniyle öğrenci kılığına girerek ancak ev bulabilmektedirler. Ve kiraladıkları evler genelde güvenlik gerekçesiyle polis merkezlerine yakın yerlerdir. Her Pazartesi ve Perşembe günleri toplantılarını gizli bir şekilde yapmaktadırlar. Halkın tepkisini çekmesin diye yurtsever Kürtlerden oluşan ‘Zehracılar’ ismiyle hareket etmektedirler. Sohbetlerini çoğu zaman gündüz vakti halkın evlerinde de yapmaktadırlar. Özellikle eşi ve çocukları evde olmayan evleri tercih ederek yalnız başına kalan Kürt kadınının dini duygularını kullanarak örgütlemeyi daha kolay yapmaktadırlar. Halk eğitim merkezleri bünyesinde açılan sergiler de yine kadınları örgütleme yollarından biridir. Bu şekilde bölgedeki kadınları örgütlemek için mahallelerde eğitim evleri açılmaktadır.

Kürt Kadınına Mikro Kredi Tuzağı


Kadınlara yönelik özellikle son dönemlerde geliştirdikleri ‘Mikro Kredi’ tuzağı da en büyük çalışmaları arasında yer almaktadır. Amed merkezli yürüttükleri çalışma en son Hakkari, Şırnak, Yüksekova, Cizir’de de kurulmuştur. Çalışmanın amacı Kürt kadınlarına  güya iş imkanı sağlamak amacıyla elden kredi vermektir. Tabii bunun altındaki asıl amaçları bu şekilde Kürt kadınlarını örgütlemektir. Bu örgütlenmenin Hakkari’deki ayağı Hakkari eski MHP belediye başkanı Abdurrahman Keskin’in yeğeni Nergiz Keskin tarafından yürütülmektedir. Şırnak’taki ayağını ise AKP Şırnak kadın kolları başkanı Hatice Atan yürütmektedir. Yine AKP’nin ‘çocuk parası’ adı altında Kürt kadınlarına güya 3 ayda bir verdiği ‘bazen de yılda bir defa verdiği, hatta bazen hiç vermediği’ paralar örgütleme çalışmalarından bir tanesidir. Bu şekilde sanki Kürt kadınlarına bir minnet yapıyormuş gibi göstermekte, halktan aldığı vergilerin çok çok küçük bir miktarını 3-5 kuruş halinde vererek bunu büyük bir yardım olarak göstermektedir.

Cemaatte çalışmak için ‘yemin’ ettirirler

Yaz aylarında okulların tatil olmasıyla birlikte açılan ve Türkleştirme eğitiminin verildiği önemli asimilasyon yollarından yaz Kur’an Kursları, Botan’ın önemli iki bölgesi olan Hakkari, Şırnak illeri ve ilçelerinde AKP’nin imamları tarafından küçük çocukları örgütleyerek cemaate eleman kazandırmak için yaptıkları özel soykırım çalışmalardan biridir. Kur’an kurslarına özellikle kız çocuklarının kayıt yaptırmaları için ev ev dolaşarak aileleri etkilemeye çalışmaktadırlar. Saf dini duygulara sahip Kürt aileler hiçbir şeyden habersiz çocuklarının kutsal kitabı öğrenmek için bu kurslara kayıt ettirmektedir. Oysa kurslarda kendi özlerine yabancılaştırmak, Türkleştirmek, kendi özüne düşman ettirmek gibi çalışmalar yürütmektedirler. Kur’an kursunu bitiren öğrenciye, kendilerine çalışması için ‘yemin’ ettirirler. Yemine rağmen eğer öğrenci kendilerine çalışma yapmazsa, bu sefer de tehdit ve şantaj yollarına başvururlar.

Hedeflerinde başarılı öğrenciler var

Ayrıca Gülen okullarına genellikle başarılı Kürt öğrencileri seçerek siyasi İslam dininin dilini kullanarak geleceğe yönelik eleman hazırlıyorlar. Yine yaz aylarında okulların kapanmasıyla birlikte, cemaate yeni katılanlarla (kendi dilleriyle çömezler), biraz eskimiş öğrencileri ‘gezi turları’ adı altında, ayrıca ‘gönül köprüsü’ kampanyalarıyla batıdaki öğrencileri doğuya, doğudaki öğrencileri de batıya götürerek öğrencileri etkilemektedirler. Bu geziyi 4 farklı şekilde düzenlemektedirler. Çocuk, genç, kadın ve aşiretlerin önde gelenlerine ayrı ayrı geziler düzenlemektedirler.  Özellikle muhtarlara yemek davetiyeleri, çay sohbetleri ve geziler düzenlemekte ve ekonomik düzeyine göre davranmakta, ona göre karşılama yapmaktadırlar.  Üniversite, lise ve ilköğretim öğrencilerine ayrı ev kiralamakta, öğrenciler burada dini eğitim de almaktadırlar. Geziye götürülen öğrencilere götürüldükleri yerlerde ağırlıklı olarak Fethullah Gülen’in kitaplarını okutup, Gülen Cemaati’nin tanıtımı yapılmakta, böylelikle daha cazip hale getirilmektedir. Ayrıca her türlü imkan sunularak, öğrencinin etkilenmesi sağlanmaktadır. Cemaat çalışanları, mahalle mahalle, belde belde, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, yıl boyunca bulundukları okullarda başarılı olan öğrencilerin aileleriyle görüşmekte, bu öğrencilerin kendi şehirleri dışında başka şehirlerde okumaları için aileleri ikna etmeye çalışmakta, sonuç alırlarsa bu öğrencileri farklı cemaat evlerine yerleştirmektedirler. Bölgedeki başarılı öğrencilerin bütün masrafları karşılanarak Konya, Ankara, Afyon, Malatya, Kütahya gibi Gülen Cemaati’nin yoğun çalışmalarının yürütüldüğü şehirlere gönderilmesi sağlanmaktadır. Buralara gönderilen Kürt öğrencilere başta iyi davranılırken, bir süre sonra evin abisi ve ablası tarafından türlü baskılar uygulanmaktadır. Kürtçe konuşma yasağı, Kürtçe müzik dinleme yasağı, yöresel elbiseler giyme yasağı, Kürtçe kitap okuma yasağı, kısacası Kürtlüğe dair ne varsa birden ortadan kaldırılıp yasaklanarak Kürt olduğunu unutması için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. Yine kendileri Kürt kültürüne saygısızlık etmekte, Kürtçe dilinin olmadığını, hatta çok ileri gidip Kürt diye bir halkın olmadığını iddia etmektedirler.

Bu evlerde Kürt öğrencilere sadece Fethullah Gülen’in kitaplarını okutulur. Öğrenciler sadece okul ve ev arasında mekik dokumaya mecbur bırakılır ve herhangi başka bir yere gittiklerinde ise tehdit ve şantaja maruz kalırlar. Kız öğrencilerin cemaat dışında birileriyle görüşmesi durumunda önce aileyle tehdit eder, tekrarlanması durumunda ise ‘Kızınız kötü yola düştü, olur-olmaz kişilerle görüşüyor, biz kızınıza sahip çıkamıyoruz, bizi dinlemiyor’ şeklinde yalanlarla aileleri etkilemeye çalışırlar. Kızlarından kilometrelerce uzakta olan aileler ise kaygılanıp çocuklarının cemaatte kalmasının daha iyi olabileceğini düşünür.

Yaz aylarında üniversite sınavlarına hazırlık adı altında il ve ilçelerde cemaatin eğitim kampları kurulmakta, bu kamplarda üniversiteye hazırlık yerine yine öğrencilere Fethullah Gülen’in kitapları okutulmaktadır. Buna itiraz eden öğrencilere ise psikolojik baskılar uygulayarak ve çoğu zaman ‘Eğer bizden ayrılırsan seni rahat bırakmayız, her üniversitede elemanlarımız vardır. Derslerinden kalırsın. Kamu hizmetinde çalışırsan sana engel çıkartırız.’ şeklinde tehditlerle öğrencinin cemaatte kalmasını sağlamaktadırlar. Aile ziyaretleri sırasında ise özellikle namaz vakitlerini seçmekte, cemaat namazı kılıp bu şekilde aile bireylerinin güvenlerini kazanıp yaptıkları Allah, peygamber ve Bediüzzaman Said-i Nursi sohbetleriyle kendilerini kabullendirmekte ve bu şekilde daha sonra yapacakları Fethullah Gülen’e yönelik sohbet ve propagandaların önünü açmaktadırlar.


II BÖLÜM

Birinci bölümde Fethullah Gülen Cemaati’nin Kürdistan’da nasıl örgütlendiğine ilişkin isim ve adresler belirtilerek verilmişti. Bu bölümde de örgütlenmede kullandıkları araç ve yöntemler üzerinde durulacaktır.

Kürt Gençlerinde Kürt Düşmanlığını Yaratmaya Çalışan Ev Ve Yurt Sohbetleri

Gülen Cemaati, evlerde ve yurtlarda örgütlemesini yapmaktadır. Evlere daha çok kesin olarak kazanmak istediklerini, yani başarılı kişileri alıyorlar.  Saat 4 -5’te sabah namazında uyanıp namazdan sonra da yine Gülen’e iman ettikleri tesbihat yaparlar. Tesbihatın ardından her sabah gerçekleştirdikleri sohbetleri vardır. Kahvaltıdan sonra da okula gidilir. Akşam dönüldüğünde ise akşam namazı kılınır ve tesbihatı yapılır. Akşam yemeğinden sonra zorunlu sohbet, çay saati, istişare ve Gülen’in kitapları okutulması programlarına dahildir. Sohbet konuları genelde PKK aleyhine, Kürt karşıtı söylemlerdir. Kısacası bu sohbetlerde Kürtlükle ilgili her şeyden uzaklaştırmanın yolları üzerine tartışmalar yürütülür ve özgürlük hareketinin anti propagandası yapılır. Düzenli olarak günlük tekmiller alınır. Tekmillerde kurallara uymayanlar türlü şekillerde cezalandırılır. Eğer kendi isteklerine göre hareket edilmişse de ayrıca ödüllendirmeler söz konusudur.

Kadınlardan sorumlu olana ‘abla’; erkeklerden sorumlu olana ‘abi’ diye hitap edilir. Hiçbiri gerçek ismini kullanmaz, kod isim kullanırlar. Abla ve ağabeyler daha sonra birbirleriyle evlendirilirler. Tabii eşler belirlenirken bayanın özellikle Kürt kökenli; erkeğin ise batılı, yani Türk olmasına özen gösterirler. Yani ne olursa olsun iki Kürt birbiriyle evlenemez. Bunların istisnaları varsa da, bunlar kendilerinden daha fazla Türk olmuş ve Türkleştirme politikasına çalışanlar olabilir, ancak o zaman evlenmelerinde sorun yoktur. Cemaatin kadın çalışanları tıpkı bir köle gibi gece-gündüz çalışırlar ancak öne çıkan isim yine erkeğinki olur. Kadınlar cemaat içindeki erkeklerden habersiz tek adım atmazlar. Oysa cemaat erkekleri evli olmalarına rağmen her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar. Bu duruma yine örnek verecek olursak, özellikle eski Hakkâri Çağlayan Dershanesi, şimdiki adıyla FEM Dershanesi’nde küçük kız çocuklarına ahlaksızca yaklaşılmakta, burada görevli olan cemaat mensupları evli olmalarına rağmen çocukları yaşındaki kız çocuklarına ikinci eş teklifi yapmaktan çekinmemektedirler.

Cemaatin genel örgütlenmesinde Çarşamba günleri tekmilleri vardır. Bugünlerde tekmilleri ardından Fethullah Gülen’in fetvaları ve perspektifleri okunur. Bu perspektifler okunurken veya toplanırken belirlemiş oldukları yerde ortam dinlemesini engellemek amacıyla mobil jammer cihazları yerleştirilir. Toplantının yapılacağı evlere kesinlikle cep telefonları götürülmez ve dikkat çekmemek için evlere belli aralıklarla tek tek girilip çıkılır. Söz konusu evler, güvenlik gerekçesiyle genellikle emniyet müdürlükleri yakınlarında tutulur.

Türkiye ve Kürdistan’da İnsanlar Yoksulluk İçinde Yaşarken, Gülenciler Lüks Villalarda Yaşıyor

Cemaat çalışanları öğrencileri okutacağız adı altında zengin iş adamlarından para toplamaktadırlar. Ayrıca valiliklere bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’ndan farklı şekilde örgütledikleri kişiler üzerinden de para almaktadırlar. Fakat bu paranın çok önemli bir kısmı kendi harcamalarında kullanılmakta, sadece kendi çevreleri tarafından tüketilmektedir. Türkiye’de açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca fakir varken, Gülen Cemaati’nin fakir ailelerden din yoluyla aldıkları (özellikle de öğrencilerden) paralarla yaşadıkları lüks yaşamın insanı düşündürmemesi mümkün değildir. Konya Meram’da villalarda yaşayan Gülencilerin özellikle de öğrenci evleri lüksün ötesinde tanımlayabileceğimiz eşyalarla döşenmiştir. Aynı şekilde giyim, kuşam ve diğer ihtiyaçlarının da genelde toplum standartlarının çok çok üstünde bir lüksü barındırdığı da dikkat çeken ayrı bir husustur.

Tekrardan örgütlenme biçimlerine dönecek olursak, ev ablaları bütün ev üyelerinden sorumludur. Bir semtte bulunan birkaç evden sorumlu abla, alan ablası olarak nitelenmektedir. Birkaç alandan sorumlu abla ise bölge ablasıdır ve bölge ablaları korumalarla dolaşır. Bölge ablaları bizzat Fethullah Gülen tarafından seçilmiş kişilerdir ve bu kişiler kendi bölgelerindeki hemen hemen her eve aylık olarak toplantılar düzenlerler. Bu toplantılarla öğrenciler dini duygularının kullanılması, istismar edilmesi temelinde kandırılarak farklı farklı görevlerle cemaate bağlanırlar. Kürt öğrencilere zorla ajanlık dayatmaları ve diğer Kürt öğrencileri örgütlemeleri için sürekli baskı yapmaları toplantı kararlarındandır.

Halka Günah, Cemaate Helal

Gençler ve öğrencilerle yaptıkları sohbetlerde sürekli futbolun günah olduğundan bahsetmelerine rağmen, kendi aralarında her hafta düzenli olarak futbol oynar, cemaat kurumları arasında futbol turnuvaları düzenlerler.

İlk tanıştıkları insanlara kendilerini çok hoş görülü, farklılıklara saygılı vb. göstermelerine rağmen, içlerine girildikçe bu hoş görüden eser kalmadığı, insanları kurallar ve yasaklarla kuşattıkları, tek tipleştirici yaklaşımları dayattıkları görülmektedir. Öyle ki bu giyim tarzlarına bile yansımaktadır. Örneğin giydikleri ayakkabılar düz taban babettir ve herkesin aynı olmak zorundadır. Örtü, pardesü,  ayakkabı, örtünün bağlanış şekli neredeyse herkesin aynı olmak zorundadır. Çünkü tüm bunlar bir sembol haline gelmiştir. Ayrıca yaşamlarında attıkları her adımın, yedikleri yemeğin, içtikleri suyun, konuşmalarının, yürümelerinin, giyimlerinin, dinledikleri müziğin, seyrettikleri kanalın (Samanyolu TV), okudukları ve okuttukları gazetenin (Zaman gazetesi), alışveriş yaptıkları marketlerin (BİM Büyük İslam Marketleri) aynı ve cemaatin kurum ve kuruluşları olması gerekir. Bunlar dışında başka seçenek tanımazlar. Cemaate kazandırılan ailelerin alışverişlerini dahi kendi kurumlarından (BİM vb.) yapmalarını, sadece buraların helal ürünler sattığının propagandasını yaparlar.

Basın Ve Yayın Yoluyla Asimilasyon Politikaları

Cemaat, basın yayın yoluyla da asimilasyon ve eleman kazanmak için propaganda çalışmaları yürütmektedir. Özellikle Samanyolu TV’de yaptıkları program ve dizilerle (Tek Türkiye, Gönül Kapısı, farklı dini dizi serileri vb. gibi) insanları etkilemeyi hedeflemektedirler. Ayrıca Zaman Gazetesi, Sızıntı vb. yazılı organları üzerinden de yine eleman kazanma, insan devşirme çalışmaları yürütmektedirler. Dine karşı hassas olan aileleri ziyaret ederek Cihan Haber Ajansı, Zaman Gazetesi ve Sızıntı Dergisi’ne abone yapmaya çalışıyorlar. İlk önce üç ay bedava abone yapıyorlar. Daha sonra zorunlu olarak parayla satıyorlar. Abonelikten çıkmak isteyenlerden de daha önceki üç ayda bedava verilen gazete ve bir yıllık dergilerin paralarını fazlasıyla alıyorlar.

Gençleri Tecavüz Ve Şantaj Yoluyla Ajanlaştırıyorlar

Gülen Cemaati’nin bir başka görevi de AKP hükümetine polis ve özel harekât yetiştirmektir. Kürdistan’da geliştirmiş olduğu kirli politikalarını her alanda sağlamlaştırmak için Gülen’in talimatıyla AKP hükümeti yoluyla devletin bütün resmi dairelerine ve özel kuruluşlara kendi elemanlarını yetiştirip yerleştirmiştir. Cemaat, özel yetiştirdiği bu elemanları en son ABD’ye gönderip eğittikten sonra özellikle Kürdistan’daki şehirlere göndermektedir. Bu bölgelerin başında da Botan bölgesi gelmektedir. Hakkari ve ilçeleri, Şırnak ve ilçeleri, Siirt ve ilçeleri ve Mardin ve ilçeleri; valileri, kaymakamları ve emniyet müdürlerinin sicillerine bakıldığında Gülen cemaati tarafından özel bir eğitimden geçirildikten sonra memurluk ve görev kademelerinde çok hızlı bir yükseliş yaşadıkları ve pratiklerine bakıldığında da hangi maksatla bu bölgelere atandıkları rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Yine bölgedeki vali ve kaymakamların yürüttükleri çalışmalara bakıldığında bölge halkı için değil de Gülen Cemaati’nin yararı için çalıştıkları açıkça görülmektedir. Toplum ve devletin her alanına ahtapot gibi kollarını uzatmış olan bu örgütlenme, bölgedeki proje ve çalışmalardaki ihalelerin de bölge insanının yararına ve bölge insanlarına değil de, yine cemaate ait şirketlere verilmesini, bu yolla çok büyük bir rant ele geçirmesini de sağlayabilmektedir.

AKP’nin iktidara geldiği süreçten bugüne, emniyet mensupları bölgede birçok insanın yaşamını yitirmesine ya da yaralanma, sakat kalmasına sebep olmuştur. Fakat emniyet mensuplarının bölgede işlediği bu ve benzeri bütün suçlar, yine yargı kendi denetimlerinde olduğundan, cezasız kaldığından birçok olayın üstü örtülebilmekte, zaten yandaş olan medya da yaptıkları yalan haber ve propagandalarla bütün bu ölüm ve yaralanmalara birçok kılıf yaratarak kelimenin tam anlamıyla katledilen, yaralanan, sakat kalan insanları suçlu pozisyonuna sokmaktadır.

Cemaat ve AKP’nin bölgedeki emniyet mensupları tecavüz ve şantaj yoluyla erkek ve kız çocuklarını ve gençleri ajanlığa zorlamaktadır. Ağlarına düşürdükleri gençleri ajan yapmak için alkol ve uyuşturucuyla kendinden geçirterek tecavüz etmekte ve tüm bunları kayıt altına almaktadırlar. Daha sonra da yine bu kayıtları ajanlaşmayı kabul etmeyenlere karşı “Senin görüntülerini medyaya veririz ya da ailene göndeririz” gibi tehditlerle şantaj malzemesi olarak kullanarak özellikle genç kızları ajanlığa zorlamaktadırlar.

‘Okutuyoruz’ adı altında ailelerinden kopartıp yavaş yavaş ağlarına çekip tuzağa düşürdükleri bu gençlerin bir kısmı daha sonra polis ya da özel harekat görevlisi olmak üzere özel eğitimlerden geçirilmektedirler.

Cemaatin tuzağına düşmesine rağmen bir süre sonra pişmanlık duyan, cemaatin gerçek yüzünü fark eden öğrenciler cemaat ortamından ayrılmaya çalıştıklarında ise türlü baskılar ve şantajlara maruz kalmaktadır.

Cemaat, AKP hükümetleri döneminde aldığı destek ve Kürt halkının özgürleşme mücadelesi karşısında önünün sonuna kadar açılmasıyla devletin resmi kanal ve imkanlarını sonuna kadar kullanarak Kürtleri tekrardan bir soykırımdan geçirme çalışması yürütmektedir.


III.BÖLÜM

Haftalardır Cemaat ile AKP arasında süren çatışmanın henüz Fırat’ın öte tarafını geçmediği bir gerçekliktir. Oysa asıl kirli ittifak Kürdistan’da geliştirilmiştir. Özellikle de çocuklar, gençler ve kadınlar üzerinde oluşturulan örgütleme ağları, aşılması zor birer tuzak niteliğindedir. Dosyamızın bu son bölümünde de bu konulara mercek tutacağız.

Haftalardır Cemaat ile AKP arasında süren çatışmanın henüz Fırat’ın öte tarafını geçmediği bir gerçekliktir. Oysa asıl kirli ittifak Kürdistan’da geliştirilmiştir. Özellikle de çocuklar, gençler ve kadınlar üzerinde oluşturulan örgütleme ağları, aşılması zor birer tuzak niteliğindedir. Dosyamızın bu son bölümünde de bu konulara mercek tutacağız.

‘MİT’e, Emniyet’e ve Genelkurmay’a Elemanlar Yetiştiriyoruz.’


Gülen Cemaati, Kürdistan’a genellikle asimile olmuş, özünden uzaklaşmış Kürt öğretmenler ve belletmenleri göndermektedir. Bunun yanında özellikle yasama ve yargı gibi bütün devlet kurumlarında tepeden tırnağa örgütlenmiş durumdadırlar. AKP ile ittifakı doğrultusunda da en son MİT ve Genelkurmay’ı da kısmen bünyesine alarak Kürtler ve diğer azınlıklar üzerinde asimilasyon ve tekçi anlayışlarını şiddetlendirerek katliamlar gerçekleştirdi. En son Kürtlere uygulanan Roboski katliamı somut örneğidir. AKP’nin vali ve kaymakamları özel savaş politikaları yürüterek sonuç alamadıkları yerlerde emniyet müdürlerine talimatlar vererek şiddet ve katliamların önünü açmaktadırlar. 2001 yılında Cizre’de Gülen Cemaati adına çalışma yürüten ‘Hacı Hoca’ o dönemin öğrencileriyle yapmış olduğu bir sohbette ‘Bizim cemaatin müritlerinin dünyanın her yerinde örgütleme çalışmaları vardır, Türkiye’de de çok güçlü bir örgütlülüğümüz vardır, sağlam temeller atmışız, emniyet ve genelkurmaya da elemanlar yetiştiriyoruz, onların da yerleri sağlamlaştığında gün gelecek cemaat olarak Türkiye’de iktidar olacağız.’ sözlerini sarf etmiştir. Fakat o sohbetinde hangi partiyle birlikte olduklarını açıklamayan ‘Hacı Hoca’, 2002 yılındaki seçimlerde cemaatin bütün üyeleri ile birlikte gece-gündüz çalışarak AKP hükümetine oy toplamak için seferber olmuştur. Sandık görevlilerinin geneli cemaate hizmet edenlerden oluşturulmuştu. Valilik ve kaymakamlıklar bünyesinde çalışma yürüten sosyal yardımlaşma vakıfları yoluyla ihtiyacı olanlara dağıtılması gereken yardımlar Gülen cemaatinin elemanları tarafından kendi yandaşlarına dağıtılmasını sağlamışlardır.

En Büyük Hedefleri Arasında Asimile Yuvaları Olan YİBO’lar Gelmektedir

Kendisini bütün dünyada gönüllü eğitim hareketi olarak yansıtan, fakat bu okullar vb. ile birlikte hem asimilasyon, Türkleştirme politikaları güden, hem de bu eğitim kurumları üzerinden gelir sağlayan Gülen hareketi bu okullar sayesinde hem kadro ihtiyacını karşılayabilmekte, hem de eğitim çalışmaları şemsiyesi altında çok da denetime girmeden her tür faaliyeti yürütebilmektedir. Başlı başına uzun ve kapsamlı bir değerlendirme konusu olan cemaatin eğitime yaklaşımı ve okulların gerçek misyonları, eğitim adı altında yürüttükleri faaliyetler konusuna değinmeden Kürdistan coğrafyasında cemaat faaliyeti yürüten belli başlı bazı okulları belki birçoğumuz biliyor olsak da tekrarlamakta fayda olacaktır. Kuzey Kürdistan’da Sabah Dershanesi, Fem Dershanesi, Fatih Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi, Sevgi Okulları, vb. onlarca dershane, okul, dil kursları vb. üzerinden kendisini örgütleyerek asimilasyonu geliştirmeye çalışan cemaat, Güney Kürdistan’da da kendisini uzun yıllardır kapsamlı bir şekilde örgütlemekte, asimilasyonu daha yumuşak biçimde de olsa burada da yürütmektedir. Hewler’de Fezalar Eğitim Kurumu, Işık Dil Merkezi, Işık İlköğretim Okulu, Nilüfer Kız Koleji, Işık Erkek Koleji ve Işık Üniversitesi olmak üzere toplam altı; Süleymaniye’de, Süleymaniye Kız Koleji, Selahattin Eyyubi Erkek Koleji, Selahattin Eyyubi Dil Merkezi olmak üzere toplam üç okul; Kerkük’te ise 1 okul ve 1 dil merkezi Gülen cemaatine ait eğitim kurumlarından öne çıkanlarıdır. Tüm bu okullar ve yürüttüğü politikalarla Güney Kürdistan’da Kuzey Kürdistan’a değil, fakat Türkiye’ye özendirme temelinde toplumun her kesiminden çocuk ve gençler söz konusu okullarda iyi ve kaliteli eğitim kisvesi altında asimilasyona tabi tutulmaktadır.

“Haydi Kızlar Okula”

90’lı yıllarda Tansu Çiller-Doğan Güreş ekibi zamanında Beyaz Türkçü faşizm politikasıyla kurulan YİBO’ların günümüzdeki hükümranlığını ise Cemaat-AKP tabanlı Yeşil Türk faşizmi yürütmektedir. Çocukların deyim yerindeyse henüz ana kucağındayken, alınıp özel olarak yetiştirilmesi amacıyla kurulan YİBO’lar, Gülen cemaatinin Kürt gençleri üzerindeki özel politikalarını en yoğun uyguladığı alanların başında gelmektedir. Bu noktada özellikle de kız öğrenciler için açılan YİBO’lara ağırlık veren cemaat, Kürt gençlerini çocukluktan alıp özünden kopartarak kendilerine her alanda hizmet edecek bireyler olarak yetiştirmeyi hedeflemektedir. ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyası bu konuda özellikle geliştirdikleri bir kampanyadır.

Gülen cemaati, YİBO’larda (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları) direkt cemaate mensup öğretmenler üzerinden Kürt çocuklarını cemaate kazandırmak için her türlü yol ve yöntemleri denemektedir. Cemaatin öğretmenleri özellikle köyleri dolaşarak durumu iyi olmayan ve başarılı öğrencilerin aileleriyle görüşerek, ailenin dine karşı olan hassasiyeti üzerinden İslam dinini ve dilini kullanarak bu yönlü duygulara hitap etme politikalarıyla bu ailelerin çocuklarını cemaate kazandırmaya çalışmaktadırlar. Cemaate çocuk yaşta birey kazandırmak ve cemaat yoluyla asimilasyon politikasını aileden başlatmak için AKP hükümeti çıkarmış olduğu eğitim yasasıyla toplumsallığın eğitimini değiştirmeye çalışmaktadır. Bu yasayla okul öncesi eğitimin dört yaştan başlatılması ve zorunlu olması, ilköğretimin eğitim süresinin liseyle birleştirerek zorunlu olarak on bir yıla çıkartılması ve bu uzatılan eğitim süreci boyunca Kürt çocuklarının beyinlerinin yıkanarak cemaate kazandırılması hedeflenmektedir. YİBO’lara alınan özellikle köylerden gelen kız çocukları özel olarak eğitilip cemaat çalışmalarında kullanılmaktadır. Ayrıca cemaatin çok sık kullandığı bir yöntem olarak bu küçük kızlar, kafelerde çay ya da içeceklerine bizzat cemaatin polis ya da öğretmenleri tarafından koyulan ilaçlar yoluyla uyutulup uygunsuz görüntüleri çekilmekte ve bu görüntüler daha sonrası için şantaj malzemesi olarak saklanmaktadır.

Kürdistan’da Feqelerin Yerini Gülen Müridleri (İmamları) Aldı

Geçmişte Kürdistan’daki camilerde ‘feqe’ler’ kız ve erkek çocuklarına Kuran-ı Kerim’i Kürtçe öğretiyordu. Feqe’ler için camilerde bir oda yaptırılır, gece-gündüz camilerde din eğitimleri verirlerdi. ‘Feqe’lerin’ yemeklerini da her gün düzenli olarak bir aile verirdi. Yine kişisel ihtiyaçları da caminin ihtiyaçları ile birlikte Cuma namazlarında halkın gönlünden ne koparsa verilen paralarla karşılanırdı.

Fakat TC tarihinde her gelen hükümet kendi politikaları doğrultusunda ve kendi yararı için dini kendilerine göre yorumlayarak ve yasalarla gerçekliğinden uzaklaştırmışlardır. AKP hükümeti döneminde de aralarında ittifak doğrultusunda Kürdistan’da feqe’lerin yerini Gülen cemaatinin müritleri almıştır. Cemaatin para kazanması için AKP’nin açmış olduğu yaz kuran kursları yoluyla ‘feqelerin’ yerini alan bu müritler, Kuran-ı Kerim’i ve dini eğitimleri çocukların kendi anadillerinde vermeyerek asimilasyon politikalarıyla yozlaştırma yöntemlerini yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. Eskiden Kürtler camilerde kendi anadillerinde vaazlar ve hutbeler dinlerken, Gülen cemaatinin AKP’li imamları yoluyla camilerde de asimilasyon politikaları en yoğun bir biçimde yürütülmeye başlanmıştır. Yine AKP döneminden önce Kürdistan’daki camilerin kapıları yirmi dört saat açıkken, AKP hükümeti ile birlikte özellikle Kürdistan’da Gülen cemaatinin eline geçen camilerin kapılarına kilit vurulmuştur. Cemaatin müftüleri, halktan toplanan bağışlarla camilerin onarımını yaparken, sahte belgelerle de devletin hazinesinden cemaate para aktarmayı kendileri için bir görev olarak belirlemişlerdir. Cemaat müritlerini diyanete bağlayarak devletin hazinesi ve Diyanet İşleri Bakanlığı’ndan paralarını aklayarak tekrardan Gülen cemaatine aktarmaktadırlar. Diğer hükümetler döneminde Diyanet İşleri Bakanlığı hazineden bugüne göre çok daha az bütçe payı alırken, AKP hükümeti dönemlerinde Diyanet İşleri Bakanlığı bakanlıklar arasında hazineden en çok bütçe payı alan bir bakanlık haline gelmiş, Kürdistan’a yerleştirilen sözde din adamları vasıtasıyla ikinci bir işgal hareketi hedeflenmiştir.

Hakkârili Kadınlara, AKP’nin ‘Mikro Kredi’ Tuzağı


Faşist AKP devleti Kürt kadını üzerindeki kirli ve sinsi politikalarını bu vb. yöntemlerle uygulamaktadır. Maddi olarak zaten sıkıntı yaşayan Hakkârili kadınların birçoğu da bu tuzağa düşmekten kurtulamamıştır. Sürekli yapılan propagandalarla kadınları etkilemeye çalışıp; kredinin çok avantajlı olduğu, iş imkanı sağlandığı, geri ödeme olmasa bile hiç sorun çıkarmayacaklarını, tek amaçlarının kadınlara yardım olduğunu, özellikle Kürt kadınlarının eşlerine muhtaç olmaması için, ekonomik olarak özgürlüklerinin sağlanması için çabaladıkları vb. gibi bir sürü yalan ve sahtekarca söylemlerle kadınlar teşvik edilmeye çalışılmaktadır. Fakat kadınlar biraraya gelip grup kurup kredi için imza attıktan sonra asıl kirli yüz ortaya çıkmaktadır. Bundan sonra kadın üzerinde baskı uygulanıp her hafta parayı geri almak için evine gidilip kadının parayı geri vermesi için baskı uygulanmaktadır. Hele bir de kadınlar işyeri kurma şansı yakalayamadıysa, parayı nasıl vereceğinin derdine düşmekte ve bu şekilde tuzağa düşen yüzlerce Kürdistanlı kadın asıl psikolojik olarak bundan sonra yıkılmaktadır. Özellikle Hakkari’de kendisi de Hakkarili olan Yüksekova eski MHP belediye başkanı Abdurrahman Keskin’in yeğeni Nergiz Keskin ev ev dolaşarak kadınları bu projeye teşvik etmektedir. İlk kez projenin Hakkari’de geliştirilmek istenmesi, yine Nergiz Keskin tarafından önerilmiş ve merkez başkanı tarafından kabul edilmiştir. Gülen cemaati kadınlarının da yoğun destek verdiği proje, yoğun bir örgütleme çalışması şeklinde devam etmektedir. Hakkari’yle sınırlı kalmayan Keskin, Yüksekova’da da şubesini kurmuştur. Hakkari’nin diğer ilçelerinde de geliştirilmek istenen proje için ısrarla halktan destek istenmektedir.

Önce Hakkari Üniversitesi Rektörlüğü bünyesinde Hakkari Valiliği desteği ve denetiminde çalışma yürüten bu mikro kredi tuzağı daha sonra kendisi de Fethullah Gülen cemaati üyesi olan ve bundan uzak bir görüntü vermeye çalışan Üniversite Rektörü Prof. Dr. İbrahim Belenli tarafından güvenlik gerekçesiyle rektörlükten ayrılmıştır. Bunun üzerine Bulvar Caddesinde bulunan Hakkari Valiliği İl Özel İdaresi’ne taşınan mikro-kredi tuzağı çalışmalarına burada devam etmiştir.

Asimilasyon politikalarını başarıya ulaştırmak için her yol ve yöntemi deneyen AKP hükümeti ve Gülen cemaati bu mikro kredi tuzağıyla da esas olarak biraraya gelen kadınların aynı köy ya da mahalleden olması şartını koyarak kendilerini örgütlemeyi esas almaktadır. Ayrıca bankalar yoluyla değil de direkt elden verilen bu paraların bir resmiyeti de bulunmadığından, ödemelerin geciktirilmesi durumunda çok yüksek faizlerle kredi alan kadınlar ezilmekte, bir nevi tefecilik faaliyeti yürütülmektedir. Bundan önce de bu yönlü çalışmalar yürüten cemaat ve AKP ittifakı daha önce de ‘Çocukların süt parası’ adı altında yine kadınlara maaş bağlamış, bununla da Kürt kadınlarına ekonomik anlamda bağımsızlıklarını kazandırdıklarının propagandasını yapmışlardır. Bu ve benzeri propaganda ve kendine bağlama çalışma ve faaliyetleriyle Kürt kadınını, toplumsal üretimden, topraktan koparmayı, içinde yaşadığı topluma yabancılaşarak asimilasyon politikalarının bir nesnesi haline getirmeyi amaçlayan Gülen cemaati ve AKP hükümeti, bu tür çalışmalarını her seferinde farklı isim ve yöntemlerle yürütmektedir.

Sağlık Hizmetleri Adı Altında Yürütülen Kısırlaştırma Faaliyetleri

Gülen cemaati ve AKP ittifakının Kürdistan kentlerinde özellikle de Hakkari-Şırnak gibi pilot bölgelerde uyguladığı politikalar bunlarla da sınırlı değildir. Buna farklı bir örnek verecek olursak gittiği her yerde toplumun her şeyini belirleyen bir güç edasıyla ‘En az 3 çocuk’ söylemini kullanan Erdoğan, yine Gülen Cemaati ortaklığıyla birlikte Kürdistan’da çok daha kirli bir yöntem uygulamaktadır. Gülen cemaatinin örgütlendirdiği sağlık kuruluşları vasıtasıyla Kürdistan’ı köy köy, ev ev dolaşılarak tatanoz, verem vb. aşıları adı altında 18 yaşını doldurmuş bütün kadınlara doğum kontrol iğnelerinin vurulması da aslında Kürdistan’ın nüfusunu kontrol altına almak, ayrıca azaltmak için verilen uğraşı göstermektedir. Aslında bu şekilde Kürdistanlı kadınların doğum yapmalarının önüne geçerek Kürdistan’da özellikle de genç yapıyı azaltmaya çalışmak istemektedirler. Bu dereceye varan ırkçı politika ve yaptırımlarla Kürt toplumsallaşması ve halklaşmasına zarar vermek için her yol ve yöntemin denenmesi, yine bunun özellikle de Kürt kadınları üzerinden yapılmaya çalışılması son derece özel bir çalışmanın yürütüldüğünün en önemli göstergesi olarak ele alınmalıdır.

Din İstismarcılığında Sınır Tanımıyorlar

Faşist Gülen cemaatinin geliştirdiği ve sayılarında sürekli bir artış olan, alttan alta kendi politikalarını yayma ve uygulama zemini olarak kullandıkları Kuran Kursları da özel çalışma alanları arasında yer almaktadır. Özellikle de Hakkari’de sayısının hızla arttırılması tesadüfi değildir. Yeni Mahalle’de Ensar Kız Kur’an Kursu ve M. Yeni Mah Kur’an Kursu isimli kuran kursları, yine Bulvar Caddesi’nde Sümbül Giyim’in bulunduğu binanın arka kısmında (çalışmalarını gizli olarak yürütmek istedikleri için) yürütülen Kuran Kurslarında aslında amaçları Kuran öğretmek değil kendi çalışmalarını yürütmektir. İşin asıl yönü ise ailelerin dini duygularının kullanılarak özellikle kız çocuklarının kurslara gönderilmesi yönünde baskı yapmaktır.

Kuran Kurslarına gönderilen kız çocuklarının önemli bir kısmının özel eğitimlerden geçirilerek Gülen Cemaati’ne kazandırılması ve özel çalışmalarında kullanılması hedeflenmektedir. Bütün bunlar bu kız çocuklarının ailelerinin haberdar olmaması için gösterilen büyük bir özenle yürütülmektedir. ‘Çocuklarınıza Kuran öğretiyoruz’ adı altında’ Kürt kız çocukları üzerinde farklı amaçlarını gerçekleştirmeyi hedeflemektedirler.

Kürt Kadınları İçin Oluşturulan Kirli Tezgahlar

Ayrıca Gülen Cemaatine bağlı kadın çalışanlar -ki bunlar genelde polis ve uzman çavuş eşleridir- daha önceden kandırılıp cemaate katılan Kürt kadınları üzerinden onların akrabalarına ulaşılıp daha çok Kürt kadını şiarıyla örgütleme yapmaktadırlar. Kandırılan kadınlara dinin propagandası yapılıp etkilenmekte ve daha sonra da cemaatin çalışmalarında kullanılmak istenmektedir. Bir müddet sonra bu kadınlar Pazartesi ve Perşembe günleri ÖZGÜR-DER evlerinde toplanıp polis ve uzman çavuş eşleri tarafından eğitilmektedir. Sohbetlerde elbette ki en temel konu Kürt özgürlük hareketinin, yani PKK’nin antipropagandası olmaktadır. Özellikle Hakkari’de Yeni Mahalle’de başlayan bu söz konusu ev toplantıları, daha sonra artmış ve bütün mahalle ve ilçelerine yayılmıştır.

Gülen Cemaati ve onun yardakçısı AKP devletinin Kürt kadınlarını kendilerine bağlamak için geliştirdiği bu tür yöntemler Kürt kadınlarını oldukça yıpratmaktadır.

Bu noktada özellikle genç kızların fuhuş ve uyuşturucu batağına çekilmesi ve bunun özellikle Kürdistan’da yapılması, faşist sistemin, namus anlayışı çok güçlü olan Kürtlere yönelik geliştirdiği kültürel soykırımların en önemli ayaklarından bir tanesini oluşturmaktadır. Kendi amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle Kürt kız çocuklarına, kadınlarına yönelmeleri Kürtlere yönelik kültürel, toplumsal asimilasyonun ne derece derin olduğunu en yakıcı bir biçimde göstermektedir.

Bütün bunların amacı, yıllardır gerçekleştirmek istedikleri ama bir türlü başaramadıkları Türkleştirme politikalarını ılımlı İslam yoluyla hayata geçirmektir ve toplumun en dinamik kesimleri olan kadın ve gençliği hedefleyen bu politikanın günümüzdeki yürütücüsü de AKP devleti ve Gülen Cemaatidir.

Reşit Dîlan – Nergiz Botan / Tevn.org

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Devrimci Halk Savaşı’na Karşı NATO’nun Gladio Savaşları


Abdullah ÖCALAN

1950 başlarında NATO’ya girilerek, gladionun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç, Türk gladiosu olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi Türk gladiosunun ilk eylemleridir

Kürdistan’da 15 Ağustos 1984 Hamlesi’ne karşı savaşan esas gücün NATO’nun gizli ordusu gladio güçleri olduğu gittikçe netleşmiş bulunmaktadır. Türk güvenlik sisteminin PKK’ye karşı mücadelede yetersiz kaldığını kanıtlayan en önemli olay 15 Ağustos 1984 Hamlesi’dir. Güvenlik sisteminin yetersizliği aslında Ankara’dan çıkışımızla başlayıp Ortadoğu’da üslenmemizle kesinleşmişti. Hamlenin gerçekleştirilmesi bu kesinliği açığa çıkardı. Ardından 1985 yılında Almanya merkezli NATO gladiosu harekete geçirildi. Unutmamak gerekir ki, Alman devletinin PKK’yi 1985’te ‘terörist’ ilan eden ilk devlet olması bu gladio ordusuna merkezlik etmesi nedeniyledir. NATO gladiosu inşa edilirken, Avrupa’daki bölümden Almanya’daki merkez sorumlu tutuldu. Başlangıçta bu gerçekleri bilmiyorduk. Hatta Almanya başta olmak üzere, AB’yi ve diğer Avrupa ülkelerini devrimci mücadelenin dostları sayıyorduk. Halklara karşı (buna Avrupa halkları da dahildir. Özellikle İtalya, Yunanistan ve Balkan halkları başta gelmektedir) gizli yürütülen bir savaşın söz konusu olduğu çok sonraları anlaşıldı. NATO kurulduğunda, bu ordu da komünizmin sızmalarına karşı kuruldu. Çok az kimse bunun farkına vardı.  Gizli ordu en çok İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Almanya’da devrimcilere karşı harekete geçirildi. Sovyet Rusya’nın tehdit olmaktan çıkması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Türkiye dışındaki diğer NATO üyesi ülkelerde önemini yitirdi. Türkiye’de ise, tersine çok daha üst düzeylere taşındı. Bunda İran Devrimi (1979) ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali (1980) önemli rol oynadı. Ayrıca Ortadoğu’da oynadığı jandarma rolü nedeniyle Türkiye gladiosuna sınırsız destek sağlandı. İsrail’i koruma istemi de bunda önemli bir etkendir. Petrol kaynakları ve işbirlikçi iktidarların korunması gladioyu hep devrede tutmaya zorlayan diğer önemli etkenlerdir.

15 Ağustos Hamlesi’nin beklenmedik çıkışı bu ortamda gerçekleşti. Türkiye gladiosu Türk devrimcilerinin kalan son izlerini de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle temizlemişti. 15 Ağustos 1984 Hamlesi hesapta yoktu. Gerçekleştiğinde ise, başlangıçta basit bir sol maceracı çıkış sanıldı. Klasik ordu, polis ve istihbarat güçleriyle hemen üstesinden gelineceğine inanıldı. Fakat ilk yılda işin bitirilememesi, meselenin NATO’ya taşırılmasına yol açtı. NATO, kuruluş yasasının 5. maddesine göre müdahalede bulunmayı 1985’te kararlaştırdı. Alman devletinin aynı yıl PKK’yi ‘terörist’ ilan etmesi bu karar nedeniyleydi. 1985’ten sonra da görünüşte Türk güvenlik güçleriyle çatışıyorduk. Bilinçli olarak bu görüntü verdirilmişti. Savaş özünde NATO gladiosuyla yürütülüyordu. Elbette gladionun Türkiye’deki kolu çok büyük rol oynuyordu. Ama tek kol değildi. Sayıca büyük olması sonuç almasına yetmiyordu. Türk güvenlik güçlerinin tek başına değil yıllarca, bir yıl bile o kapsamda savaş yürütmesi zordu. Sürdürse bile kısa bir süre içinde devlet olarak iflası anlamına gelirdi. Dolayısıyla açıktan olmasa ve mekanizması büyük oranda gizli çalışsa da, savaş bir NATO savaşıydı. Günümüzde Afganistan’da ve Irak’ta, daha önceleri Somali’de yürütülen savaşların çok üstünde boyutları olan ve uzun süreli yürütülen bir savaştı bu. PKK olarak savaşın bu gizli ve gerçek yüzünü kavrayamıyorduk. Avrupa ve ABD’ye yönelik eleştirilerimiz ideolojik düzeyde kalıyordu. Genelde son iki yüzyılda, 1920’ler sonrasında, özelde de 1984 sonrasında Kürdistan’da Kürt halkına ve PKK’ye karşı yürütülen hegemonik güç savaşlarında kapitalist modernitenin çözümlemesini yapma kapasitesinde değildik. Bu nedenle NATO çözümlememiz çok eksik kalmıştı. Reel sosyalizmin slogan düzeyindeki yaklaşımını aşmıyordu. Zaten gladiodan ad olarak bile haberdar değildik. Kürdistan’daki halk savaşının düzeyi genişleyip derinliği artıkça, bu gerçeklik yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Almanya’dan sonra ABD ve İngiltere’nin 1990 sonrasında PKK’yi ‘terörist’ ilan etmeleri, daha önceki Papa suikastı ve Olof Palme cinayeti, gerçeği biraz daha anlaşılır kıldı. İtalyan gladiosunun açığa çıkarılması diğer önemli bir aşamaydı.

PKK’ye ve devrimci halk savaşına karşı yürütülen gladio savaşlarından önce demokratik ve sosyalist muhalefete ve Kürt halkının varlığına karşı yürütülen cumhuriyet dönemi komplolarını hatırlamak gerekir. Koçgiri isyanı 1920’de bastırılmış, Mustafa Suphi önderliğindeki on beş kişilik Komünist Parti Merkezi 1921 yılının Ocak ayı sonlarında Karadeniz’de boğdurulmuş, aynı yıl Çerkez Ethem kuvvetleri dağıtılmış, ayrıca sultanlık ve halifelik yanlısı isyanlar bastırılmıştır. Asli müttefikler olan Kürtler, islami ümmetçiler ve komünistler, Ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulacak yeni düzenin dışında bırakılmışlardır. Buna karşı gösterilen tepkiler daha sert bir biçimde bastırılmıştır. Tek partinin proto faşist düzeni meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Almanya ve İtalya’da aynı tarihlerde yükselen faşizmin benzeri Türkiye Cumhuriyeti’ne de yansımıştır. Kürtlerin varlığına yöneltilen asimilasyon ve soykırım uygulamaları 15 Şubat 1925 provokasyonuyla resmen başlatılmış, bunlara karşı gelişen direnişler en son Dersim’de 1938 katliamıyla bastırılıp, halkın geri kalan önemli bir kesiminin mecburi iskanıyla sonuçlandırılmıştır. Bu dönemde İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle sağlanan anlaşma temelinde Kürdistan’ın parçalanması ve Kürtlerin kimliklerinden uzaklaştırılması için her türlü baskı, sömürü ve asimilasyon yöntemleri uygulanmıştır. Amaç homojen bir ulus devlet yaratmaktır.
1950 başlarında NATO’ya girilerek, gladionun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç Türk gladiosu olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi Türk gladiosunun ilk eylemleridir. 1951 komünist tevkifatı belki de başlangıç eylemidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, daha sonraları yapılan bütün iktidar düzenlemeleri ve muhaliflerin etkisizleştirilip tasfiye edilmesi hep Türk gladiosunun denetiminde gerçekleştirilecektir. Emniyet, istihbarat ve genelkurmay her ne kadar bağımsız güç gibi görünseler de, esas güç kontrolü ve kullanımı gladio örgütlenmesiyle gerçekleştirilmektedir. 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte devrimci ve demokratik hareketlerin tasfiyesi, sisteme iyice hakim olan gladio örgütüyle yürütülmüştür. Taksim ve Maraş katliamları, Ecevit’e suikast girişimi başta olmak üzere, devrimcilere, aydınlara ve halka yönelik tüm suikast ve katliamlar NATO’nun gladio ordusunun doktrin ve uygulamaları çerçevesindedir. 12 Eylül askeri darbesi NATO gladiosunun en önemli eylemlerinden biridir. Bu döneme kadar NATO ve Türk gladiosu iç içe ve diğer güvenlik güçlerinden hem bağımsız hem de onların üstünde rol icra etmektedir.


Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir

Bu dönemden itibaren PKK’ye yönelik bir kronoloji düzenlersek:

Grup aşamasından 12 Eylül askeri darbesine kadar PKK’ye yönelik takip ve tasfiye amaçlı saldırılar, gladio güçleri de devrede olsa bile, ağırlıklı olarak geleneksel güvenlik güçlerince (MİT, emniyet ve jandarma) yürütülmektedir. Gelişmesine pek şans tanınmadığı için, grubumuzun daha aktif ve aktör konumunda olan diğer örgütler kadar takip edilmediği kanısındayım. Grup THKP-C’nin bir uzantısı olarak değerlendirilip öyle bırakılmış, THKP-C’nin tasfiye edilmesiyle grubun da tasfiye olacağı varsayılmıştır. Grup bazı şahıslarca kontrol edilip elde tutulmak istenmiş olabilir. 1975’ten sonra grubun bağımsız olduğu anlaşılınca, KDP üzerinden Sterka Sor (Kızıl Yıldız) eliyle müdahalede bulunulduğu, bunda Alaattin Kapan denilen ve en son Haki Karer’i katleden unsurun kullanıldığı bilinmektedir. KDP’nin başından itibaren İsrail paralelinde ve NATO’yla bağlantılı olarak hareket ettiği ve Kürdistan genelinde bir kontrol örgütü olarak destek gördüğü kesindir. Gladionun denetiminde olduğu ve özellikle 1961’den itibaren Türk gladiosunun da desteğiyle silahlandırılıp ayaklanmaya teşvik edildiği belirtilebilir. Aynı desteğin İran şahlığı üzerinden sürdürüldüğü çok sayıda belgeyle kanıtlanacaktır. Dolayısıyla KDP üzerinden Kürdistan’daki sol gruplaşmalara yapılan müdahaleleri gladionun dolaylı desteği biçiminde değerlendirmek önem taşımaktadır.

Sterka Sor’un sözde ‘Beş Parçacılığı’ (Kürdistan’ın küçük bir parçasının da SSCB’de kaldığını savunuyordu!) bu görüşü doğrular niteliktedir.

Daha sonra KUK’la takviye edilen bu müdahale, grubun Ankara’dan çıkmadan, çıksa da Fırat’ın doğusuna varmadan tasfiyesine yöneliktir. 1976 yılından itibaren harekete geçen Pilot Necati Kaya, eğer ajansa (kesinliğini bilemiyoruz, araştırılması gerekir) Türk gladiosuna bağlı olabilir. Eğer gruba yönelik bir tasfiye planı varsa, bu planı uygulamaya geçirme şansı bulamamıştır. Grup bilinçli olarak bu tuzağa düşmemiştir. Eğer babası Ali Yıldırım kanalıyla Kesire Yıldırım’ın bir ajanlığı söz konusuysa (bu da kesin bilinmiyor, araştırmayı gerektirir), geleneksel olarak MİT kadrosu çerçevesinde düşünülebilir. Dilaver Yıldırım konusu da hakkında yanlışlık yapmamak açısından üzerinde araştırma yapılmasını gerektirir. Alaattin Kapan’ın 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’i provokasyonla tuzağa düşürüp katletmesi, daha grup aşamasındayken PKK’ye yönelik Türk ve NATO gladiosunun ilk eylemi olabilir. 1977’de grubun ilk defa ciddi olarak tasfiye kapsamına alındığı belirtilebilir. Eğer program yayınlanmasa, PKK’nin ilanıyla buna yanıt verilmese ve Alaattin Kapan ölümle cezalandırılmasaydı, grubun tümüyle olmasa da ciddi bir tasfiyeyi yaşaması beklenebilirdi. 1978 sonlarındaki Maraş katliamı, o yörede hızla gelişen gruba karşı gladionun ikinci büyük eylemi olarak değerlendirilebilir. Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir. Maraş katliamını halen yürürlükte olan bu plan çerçevesinde düşünmek gerekir. Özellikle Malatya, Adıyaman, Elazığ, Dersim, Sivas, Erzincan ve Antep yöresindeki Kürtlere yönelik olarak sistematik biçimde uygulanan asimilasyon ve gladio eylemleri bu bağlamda düşünülmek durumundadır.

Özcesi, 1960’lardan sonra gelişen sol ve Kürt muhalefeti üzerinde gladionun giderek yoğunlaşan bir denetimi ve baskısı vardır. 12 Mart 1971 darbesiyle daha da yoğunlaşan bu denetim, baskı, çatışma ve suikastlar sistematiktir ve örgütle bağlantılıdır. İslamcı ve ülkücü gruplar kadar sahte Türk ve Kürt sol grupçuklar da gladio savaşları çerçevesinde kullanılmışlardır. Gladionun Türkiye’deki varlığı 1955-60’tan itibaren tüm hükümet oluşumlarında, sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalarda, darbelerin planlanıp uygulanmasında, önemli suikastlar ve katliamlarda son derece etkilidir. Diğer güvenlik ve istihbarat örgütlerinin bağımsız rolü giderek sınırlandırılmış, hatta bu örgütler ele geçirilmişlerdir. Tüm ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik ve iktidara ilişkin faaliyetler devletin güvenliği kapsamında ele alınarak, gladio stratejisi ve taktikleri çerçevesinde değerlendirilip yönlendirilmeye çalışılmıştır. Başta sol ve komünist hareketler, daha sonraları kontrolleri dışında gelişen devrimci ve sosyalist Kürt hareketi üzerinde gittikçe yoğunlaşan operasyonlar yürütülmüştür. 1970-80 arası operasyonların en yoğun dönemi olup, 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır. Kürt devrimci sosyalist hareketinin 1980 sonrasında Ortadoğu’daki üslenmesi kendisine de yöneltilen bu operasyonları boşa çıkarmıştır.

*‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı kitabından alınmıştır.

30 Aralık 2013 Pazartesi

AKP-Cemaat Kapışırken Ortak Düşman HDP



BDP’li tutuklu vekillerin serbest bırakılması beklenirken yargı dışarıdaki vekillere göz dikti. HDP Eşbaşkanı Tuncel’e verilen ceza, HDP’ye yönelik siyasi bir operasyon olarak değerlendiriliyor

Yargıtay’ın, HDP Eşbaşkanı Sebahat Tuncel hakkında, Roboski Katliamı’nın yıldönümüne denk getirerek onadığı hapis cezası büyük tepki çekti. Kadınlar, “Kürt halkına ya mezara ya hapishaneye denilmektedir” derken, HDP, “Karar, umudun adresi olan HDP’ye yönelik siyasi bir operasyon” dedi


Karar HDP’ye operasyon

Hakların Demokratik Partisi (HDP) ve Hakların Demokratik Kongresi (HDK) Kadın Meclisleri yaptıkları yazılı açıklama ile HDP Eşbaşkanı ve İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel’e verilen 8 yıl 9 aylık hapis cezasının onanmasına tepki gösterdi. Kararın hukuki değil siyasi olduğu vurgusunun yapıldığı açıklamada, “Roboski Katliamı’nın yıldönümünde açıklanan bu ceza mevcut hükümetin Kürt halkına ilişkin ya mezara ya hapishaneye dediğini göstermekte. Şovenist AKP’nin bu oyunu artık tutmayacak. Özgürlük, eşitlik, adalet ve onurlu bir yaşam isteyen biz HDP’li kadınlar, Milletvekilimiz ve Eşbaşkanımız Sebahat Tuncel’in yanındayız. Eşbaşkanımıza verilen bu ceza siyasi olarak önü açık olan HDP’ye yönelik bir operasyondur. Halkların nazarında tek seçenek olan ve her geçen gün itibarını yükselterek büyüyen HDP, muktedirleri iyice korkutmakta. Cinsiyetçi, şovenist muktedirlere diyoruz ki; kadınlar artık siyasetteler ve hayatı belirliyorlar. Sizin cinsiyetçi muhafazakar politikalarınız ve baskılarınızdan korkmuyoruz. Siz her ne kadar kadınları siyasetten atmaya, cezalandırarak uzaklaştırmaya çalışsanız da buradayız, gitmiyoruz. Ve asla direnmekten, özgürlüğümüz için mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz” denildi.de.

Bu sorunun mimarı AKP

Tahliye talebi Diyarbakır 5 ve 6. Ağır Ceza mahkemeleri tarafından reddedilen tutuklu BDP Mêrdîn Milletvekili Gülser Yıldırım, mahkeme kararına ilişkin avukatları aracılığı ile açıklama yaptı. Açıklamada şunlara dikkat çekildi: “3 partiden seçilmiş 9 milletvekilinden 6’sının hala içeride tutulması AKP’nin bugün kendisinin bile altından kalkamadığı ve artık yargıya eleştiri olarak yönelttiği nokta; esasta kendi elindeydi. Bugün düğüme dönüştürülen bu sorunun mimarı AKP hükümeti ve bağımlı olduğu yargıdır. AKP hükümeti Sayın Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi tarafından kendisine sunulan çözüm ve demokratikleşme fırsatını daha erken, doğru ve iyi niyetli bir biçimde değerlendirmiş olsaydı hem demokratik cumhuriyetin teminatını sağlamış olacaktı, hem de bugün kendisinin de yakındığı paralel derin devlet sorunu yaşanmayacaktı.”

Bayık: Rojava Devrimi 2013’e Damgasını Vurdu



KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, 2013 yılına damgasını vuran Rojava direnişini değerlendirdi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’ya gidişinden sonra yaklaşık 20 yıl boyunca orada yürüttüğü çalışmalar yürüttüğünü belirten Bayık, “Rojava’da yirmi yıl Kürt halkını eğitmiştir. Kürt halkına yurtsever demokratik ölçüler kazandırmıştır. Rojava’da Kürt halkının yurtseverlik duygularını yükseltmiştir. Rojava halkını Kürdistan Özgürlük Mücadelesine bağlayarak, onun içine çekerek daha devrimci, daha yurtsever bir karakter kazandırmıştır” dedi.

Rojava devrimine toplumun her kesiminin dahil olduğunun da altını çizen Bayık, Türkiye’nin Rojava devrimini boğma çalışmalarını sürdürdüğünün de altını çizdi.

Kürtlerin birlik olarak Cenevre2 Konferansına katılması yönünde aldığı kararın olumlu bir gelişme olduğunu da söyleyen Bayık, “Cenevre 2’ye gidilmesi konusunda ABD'nin de, Avrupa’nın da tavrı olumsuzdur. Rusya ilk başlarda Kürtlerin bağımsız olarak Rojava’ya gitmesini savunurken, bu söylemler tam pratiğe geçmemiştir. Türk devleti zaten Rojava devrimci güçlerin Cenevre 2’ye gitmesini istememektedir. KDP ile ilişkili olduğu söylenen güçler ise sadece kendileri gitmek istemekte, kendileri dışında başka Kürtlerin, daha doğrusu Rojava’da etkin olan, Rojava’da kendi kendini yöneten, hatta geçici yönetim kurma çalışmaları yürüten PYD’nin de içinde olduğu Halk Meclisinin katılmasını istememiş ve engellemeye çalışmıştır” dedi.

ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Rojava devrimini, Suriye’deki iç savaşı, Cenevre2 Konferansına Kürtlerin katılımını değerlendirdi.

Rojava direnişi 2013’e damgasını vurdu. Rojava’daki devrimin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Türkiye, çeteler, Beşar Esad rejimi karşısında direnen Rojava’ya 2014 neler getirecek?

Rojava devrimi Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi tarihinde çok önemli bir yere sahip olacaktır. Rojava Kürdistan'ın küçük parçasıydı, ancak bugüne kadar bütün diğer büyük parçalara destek veren, bedel ödeyen bir parçaydı. Bu yönüyle ufku hep geniş olmuştur. Sadece yerel, kendi parçasını düşünen bir yaklaşım göstermemiştir. Kendi kurtuluşunu bütün parçalardaki mücadelenin gelişmesinde görmüştür. Bu da yanlış olmamıştır. Eğer bugün Rojava devrimi gerçekleşmişse bunun en önemli nedeni, Kürdistan'ın diğer parçalarındaki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişkinliğidir. Bu ortam, koşullar oluştuğunda Rojava’da büyük bir devrimci patlama ortaya çıkarmıştır. Rojava halkı küçük parça olarak bütün parçaların direnişine katılırken, bu aynı zamanda bütün parçaların tecrübesini alan, yaşayan, böylelikle olaylara ve olgulara dar yaklaşmayan bir yaklaşımla bütün parçalardaki devrimci mücadelelerin pratiğini Rojava devriminde sentezleyerek ortaya koymuştur. Bu açıdan Rojava devrimi onlarca yıllık mücadelenin yarattığı birikimin devrimidir.

‘ÖNDER APO, ROJAVA’DA YURTSEVER VE DEMOKRATİK ÖLÇÜLER KAZANDIRMIŞTIR’

Özellikle Önder Apo'nun Ortadoğu'ya gidişinden sonra yirmi yıla yakın burada kalması, Rojava’da devrimci ruhun gelişmesinde en önemli etken olmuştur. Rojava’da yirmi yıl Kürt halkını eğitmiştir. Kürt halkına yurtsever demokratik ölçüler kazandırmıştır. Rojava’da Kürt halkının yurtseverlik duygularını yükseltmiştir. Rojava halkını Kürdistan Özgürlük Mücadelesine bağlayarak, onun içine çekerek daha devrimci, daha yurtsever bir karakter kazandırmıştır. Kuşkusuz binlerce şehit vermiştir, ama bugün bu şehadetler Rojava devrimiyle anlam bulmuştur. Bu açıdan Rojava devrimini değerlendirirken kapsamlı ele almak gerekir. Rojava devrimi dört parçanın devrimi olduğu gibi, dört parçaya güç katan bir toplum olarak sadece Rojava halkının gücünü, desteğini yanında görmemektedir. Rojava devrimi bir yönüyle bütün parçaların devrimi olma karakterine sahiptir. Nasıl ki Filistin Kurtuluş Mücadelesine bütün Arapların gücü katılmışsa, Filistin bütün Arpaları yanında görmüşse, Filistin devrimi bütün Arap devrimci hareketini, yurtsever devrimci hareketini temsil eden bir düzey kazanmışsa, bugün Rojava’daki durum bundan daha öte sonuçlar yaratacak bir karaktere sahiptir. Rojava devrimini sadece bir ulusal kurtuluş hareketi olarak görmemek lazım. 20.yüzyılın ulusal kurtuluş hareketlerinden çok çok farklıdır. Önder Apo'nun ulusal devrimle toplumsal devrimin iç içe geçtiği, esas olarak da toplumsal özgürlükçü yanın öne çıktığı kurtuluş anlayışının Rojava’da pratikleşmesi gerçekleşmiştir. Rojava’daki ulusal demokratik devrim esas olarak toplumsal devrime, demokratik devrime dayanarak gelişen bir devrimdir. Esas olarak da toplumcu ve özgürlükçü karakteriyle öne çıkmaktadır. Milliyetçi, ulusalcı yanları yoktur. Sadece Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamı anlamında ulusalcı yanı vardır; ama esas itibariyle Rojava devrimi şahsında bütün Suriye'nin özgürlüğünü, bütün Suriye'nin özgür ve demokratik yaşamı çerçevesinde bütün Ortadoğu'nun özgür ve demokratik yaşamını hedefleyen, etkileyen bir devrimci karaktere sahiptir.

‘ROJAVA DEVRİMİNE TOPLUMUN HERKESİMİ DAHİL OLDU’

Rojava devriminde olduğu gibi dünyada hiçbir devrimde kadın, çocuk, yaşlı bu düzeyde devrime katılmış mıdır? Hiçbir devrimde kadın bu kadar öncü devrimci rol oynamış mıdır? Hiçbir devrimde toplumun bütününe yakını devrimci mücadelenin içine katılmış mıdır? Özellikle Rojava gibi on yıllardır ağır baskı altında tutulan, despot bir rejim altında yaşayan, kültürel soykırımla karşı karşıya kalan bir halkın bu düzeyde ayağa kalkması çarpıcı olmuştur. Başta Türkiye olmak üzere Rojava devriminin düşmanları devrimi boğmak istemiştir. KDP, Türkiye ile olan ilişkileri ve hegemonik anlayışı nedeniyle Rojava devrimine olumsuz yaklaşmıştır. Vermesi gereken desteği vermemiştir. Özellikle KDP ile ilişkili olduğu söylenen partiler devrime güç vereceğine, devrimin moralini bozan, tutumlarıyla devrim düşmanlarını cesaretlendiren yaklaşımlar içinde olmuşlardır. Ama buna rağmen devrim ayakta kalmıştır. Bu kadar baskı altına alınan, bu kadar saldırıya uğrayan bir devrimin ayakta kalması da kolay değildi. Ama topluma dayanan, toplumun bilincine dayanan, demokratik örgütlenmesine dayanan bir devrim olduğu için her türlü saldırıyı püskürtmüştür.

Rojava devrimci güçleri şunu da görmüştür; topluma dayanan devrimler yenilmez. Toplumcu demokratik devrimlerin gücü sınırsızdır. Her türlü saldırıyı püskürtecek durumdadır. Bu yönüyle de toplumun demokratik enerjisini ortaya çıkaran Rojava devrimi, bu demokratik enerjiyle de bütün saldırıları püskürtmüştür. Öyle Türkiye'nin ya da KDP ile ilişkili olduğu söylenen partilerin iddia ettiği gibi demokratik karakteri olmayan bir devrim değildir. Dünyada  demokratik karakteri en fazla olan devimlerden biridir.

Kuşkusuz eksikliği, yetersizliği olmuştur; savaş ortamında bazı yanlışlıklar yapılmıştır, ama bunlar dünyadaki diğer devrimlerle, diğer ulusal hareketlerle karşılaştırıldığında bu devrimdeki özgürlükçü ve demokratik yanın diğer hiçbir devrimle karşılaştırılamayacak kadar üstün olduğu açıktır. Buna rağmen Türkiye'nin, Rojava’daki toplumsal desteği olmayan kimi marjinal partilerin bu devrimin imajını zedeleyen olumsuz propagandalar yapması, Rojava halkının çıkarlarını düşünen değil de, çok bencil, çıkarcı kendi dar çıkarlarını düşünen bir yaklaşımı ifade etmektedir. Esas olarak da hegemonik bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bana ait değilse, benim değilse kötüdür, biçiminde bir yaklaşımla Rojava devrimine saldırılar yapılmıştır. Ancak kim dışarıda nasıl gösterirse göstersin, Rojava halkı için bu devrim gerçeğinin demokratik ve özgürlükçü değeri vardır. 

Rojava’ya onlarca gazeteci gitmiştir. Rojava’ya giden onlarca gazeteci, yabancı basın Rojava’nın devrimci karakterinden, demokratik karakterinden, özgürlükçü karakterinden söz etmiştir. Rojava’da yeni bir yaşamın yükseldiğini ortaya koymuştur. Rojava devriminin çarpıcı ve olumlu yanlarını büyük bir coşkuyla ifade etmişlerdir. Herhalde Rojava devriminin karakterinin ne olduğunu, Türkiye gibi Kürt düşmanı ya da Rojava’da Kürt halkının kazanmasını istemeyenlerden, rejim yanlısı bazı güçlerin yaptığı propagandalardan ya da Suriye'de hakim olmak isteyen antidemokratik çevrelerin tanımlamalarından değil, tarafsız kesimlerden ve Kürt halkından öğrenilmesi gerekir. Ya da bazı marjinal partilerin hasetlik, kıskançlık ya da toplumun içinde etkili olmaması sonucu kara çal izi kalır yaklaşımıyla yaptığı propagandalar ya da Güney’deki bazı televizyonların yayınlarıyla Rojava devriminin karakteri belirlenecek değildir. Güneş balçıkla sıvanamaz. Rojava devrimi gerçekten balçıkla sıvanamayacak, kara propagandayla yanlış tanıtılamayacak kadar özgürlükçü, demokratik, gerçekten toplumları etkileyen, toplumların gözlerini kamaştıran bir karaktere sahiptir.

‘GELENEKSEL YAKLAŞIMLAR TÜMDEN AŞILMADI’

Kuşkusuz eksiklikleri ve yetersizlikleri olmuştur. Hala Önder Apo'nun ortaya koyduğu özgürlükçü, demokratik paradigma derinliğine ve kapsamlıca pratikleşmiş değildir. Hala geleneksel iktidarcı, devletçi, klasik ulusal kurtuluşçu yaklaşımlar tümden aşılamamıştır. Bu yönüyle kendi içinde de bir ideolojik, paradigmasal mücadele geçiren, değişim dönüşüm geçiren bir karaktere sahiptir. Çünkü yeni bir devrimdir, yeni bir paradigma temelinde gerçekleştirilen demokratik konfederalizme dayalı özgürlükçü bir demokratik özerklik sistemidir. Buradaki demokratik özerklik  herhangi bir özerklik biçimi değildir. Buradaki demokratik özerklikten kasıt, Kürtlerin kendi kendini yönetmesinin demokratik karakterinin derinliğidir. Özgürlükçü karakterinin derinliğidir. Tam özgürlükçü, tam demokratik karaktere sahip bir devrim hedefi ortaya konmuştur. Bu yönüyle tarihin ulusal demokratik mücadeleleri içinde en demokratik, en özgürlükçü statüsünü oluşturmayı hedeflemektedir. Bu bakımdan Rojava’daki demokratik özerklik herhangi bir bölgesel ve yerel özerklik, kültürel özerklik, otonomi, federasyon ya da devletle karşılaştırılamayacak düzeyde, ya da onlar ölçü alınarak değerlendirilmeyecek düzeyde özgürlükçü ve demokratik bir sistemin ifadesidir.

Rojava’da demokratik konfederalizme dayalı kendi kendini yönetmenin ifadesi olan demokratik özerklik pratikleştiğinde dünyada hiçbir özerkliğin, hiçbir otonominin, hiçbir bağımsız devletin, hiçbir bağımsız ve özerk yapılanmanın elde edemediği düzeyde özgürlükçü demokratik bir siyasal statü ve toplumsal yaşam ortaya çıkacaktır. Bu açıdan zaman zaman yapılan federasyon mı ileridir, özerklik mi ileridir, devlet mi ileridir, demokratik özerklik mi, yerel özerklik mi ileridir tartışmaları kesinlikle demokratik özerklikle karşılaştırılamayacak konulardır. Onlarla demokratik özerkliği karşılaştırmak amiyane deyimle elmalarla armutları karıştırmaktır. Demokratik özerkliğin karakteri çok farklıdır. Derin ve radikal demokratikleşmeye dayanan bu toplumun bizzat kendi kendini yönetmeye dayalı statü devletle, otonomiyle, federasyonla, bölgesel özerklikle karşılaştırılamaz. Sadece tam özgürlük ve tam demokrasi ölçüleriyle karşılaştırılabilecek bir statüyü ifade etmektedir. Bu nedenledir ki Rojava’ya giden gazeteciler, çeşitli kesimler Rojava deneyimine büyük bir heyecanla yaklaşmaktadırlar. Kuşkusuz acemilikleri vardır, sistemi nasıl kuracağı konusunda yetersizlikleri vardır, eski paradigmayla yeni paradigma arasında kalmalar yaşanmaktadır. Ama bütün bunlar bir süreçtir, bir dinamizmdir; bu dinamizm içinde doğruyu bulma mücadelesi yoğun olarak sürmektedir. Rojava’daki devrimci durumun demokratik topluma dayalı özgür ve demokratik yaşamı inşa süreci bunu ifade etmektedir.

‘ROJAVA DEVRİMİ 2013 YILINA DAMGASINI VURDU’

Kuşkusuz Rojava devrimi 2013 yılına damgasını vurmuştur. 2013 yılının Ortadoğu’suna damgasını vurmuştur. Arap baharından söz edilmiştir, çeşitli Arap ülkelerindeki rejimlerin devrilmesi, yeni rejimlerin ortaya çıkması gündeme gelmiştir, tartışılmıştır. Eğer bir bahardan söz edilecekse, gerçek bir değişimden söz edilecekse, yeni bir durumun ortaya çıkmasından söz edilecekse Ortadoğu'da bu da Rojava devriminde somutlaşmıştır. 

Rojava devriminde gerçekleşen değişim dönüşüm ve yeni olma karakteri ne Tunus’ta, ne Mısır’da, ne Libya’da ne de başka bir yerde kendini ifade etmiştir. Tamamen kendini eskiden koparan, yeni ve özgürlükçü bir yaşam ortaya çıkaran kesinlikle Rojava devrimidir. Bu gerçeğin başta Rojava ve Suriye halkı olmak üzere tüm halklar tarafından görülmesi gerekmektedir.

Rojava devrimi bütün saldırılara rağmen ayakta kalmıştır. Özellikle El Kaide ve El Nusra denen çetelerin Suriye'de ve Rojava’da yeni bir hegemonya ve baskı kurmak isteyen güçlerin saldırısı püskürtülmüştür. Suriye devleti bile bu güçler karşısında tutunamazken, Rojava devrimi bu güçler karşısında büyük bir direniş göstermiş, onları püskürtmüş, Rojava’nın çeperlerinden uzaklaştırmış, Rojava’ya saldıramayacak duruma getirmiştir. Bu güçlere hiçbir yerde yaşamadıkları yenilgiyi yaşatmıştır. Bu açıdan özgürlükçü karakteri, örgütlü toplum karakteri, örgütlü ve özgürlükçü topluma dayanma temelinde meşru savunmayı geliştirme karakteri gerçekten güçlü hale gelmiştir. Şu anda on binlerle ifade edilen bir gerilla ve milis gücüne sahiptir.

‘TÜRKİYE ROJAVA DEVRİMİNİ BOĞMA AMACINDAN HALA VAZ GEÇMEDİ’

Kuşkusuz Rojava devrimine yönelik saldırılar bundan sonra da devam edecektir, devam etmektedir. Türkiye Rojava devrimini boğma amacından, projesinden hala vazgeçmiş değildir. Yine bölgedeki çeşitli güçler Rojava Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamını kazanması ve kendi kendini yönetir hale gelmesinden rahatsızdır. Yine mevcut Suriye rejimi Rojava devriminin Kürtlerin olduğu alanlarda kendi kendini yönetir hale gelmesinden, özgürlükçü ve demokratik karakteriyle tüm Suriye'ye örnek olmasından rahatsızdır. Uluslararası güçler de Rojava devrimini tam sindirememişlerdir. Rojava devriminin özgürlükçü ve demokratik karakterinin bütün Ortadoğu'ya örnek olmasından, kendilerinin egemenlere dayanan üst toplum demokrasi gerçeğini teşhir edecek bir karaktere sahip bulunmasından dolayı Rojava devrimine karşı soğuk yaklaşmaktadırlar.

‘KÜRLERİN CENEVRE2’YE BİRLİK OLARAK GİTMESİ ÖNEMLİ BİR GELİŞMEDİR’

Konferans düzeyinde Cenevre 2 toplantısı yapılacak, ama Cenevre 2’ye gidilmesi konusunda ABD'nin de, Avrupa’nın da tavrı olumsuzdur. Rusya ilk başlarda Kürtlerin bağımsız olarak Rojava’ya gitmesini savunurken, bu söylemler tam pratiğe geçmemiştir. Türk devleti zaten Rojava devrimci güçlerin Cenevre 2’ye gitmesini istememektedir. KDP ile ilişkili olduğu söylenen güçler ise sadece kendileri gitmek istemekte, kendileri dışında başka Kürtlerin, daha doğrusu Rojava’da etkin olan, Rojava’da kendi kendini yöneten, hatta geçici yönetim kurma çalışmaları yürüten PYD’nin de içinde olduğu Halk Meclisinin katılmasını istememiş ve engellemeye çalışmıştır. Kuşkusuz son görüşmelerle birlikte ya bağımsız gitme ya da ortak bir heyetle gitme gibi ortak bir karar alınmış olunsa da, bu noktaya gelene kadar Rojava devrimci güçlerini Cenevre’nin dışında tutma çabaları sürdürülmüştür.

Hala ne Suriye rejimi ne de muhalefet Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamını, kendi kendini yönetmesini kabul etmektedirler. Ne El Kaide gibi güçler ne de devrimci ulusal konsey denen batı ile ilişkileri daha iyi olan güçler ne de İslami cephe olarak örgütlenen kesimler Kürtlerin siyasal statüsünü, bu çerçevede özgür ve demokratik yaşamını kabul etmektedirler. Tabii bu retler devrim açısından tehlikeyi göstermektedir, devrimi reddetmeyi ifade etmektedir. Bu açıdan hala Rojava devrimi konusunda tehlikeler bitmemiştir, tehlikeler devam etmektedir.

Kuşkusuz Rojava devrimci güçleri de bunun farkındadır. Devrim ancak bedel ödenerek kazanılabilir. Bedel ödemeyi göze alamayanlar, zorluklara katlanmayı göze alamayanlar, açlığa, susuzluğa, acıya katlanmayı göze alamayanlar özgür ve demokratik yaşamı hak edemezler. Bu, devrimlerin diyalektiğidir, kanunudur. Devrimler ancak zorluklara katlanan halkların hak ettiği bir rejimdir. Özgür ve demokratik yaşam ancak zorluklara karşı direnen, her türlü bedeli ödemeyi göze almış halkların, toplulukların hak ettiği bir yaşam gerçeğidir. Rojava halkı ve devrimci güçleri de bunun farkındadır. Bu açıdan kendilerini örgütleyerek, bilinçlendirerek her türlü bedeli ödeme karşılığında özgür ve demokratik yaşamlarını, kendi kendilerini yönetme gerçeğini koruyacaklardır.

Zaten hükümet kurma hazırlıkları vardır. Bu, Rojava devrimci güçlerin kendi özyönetimlerini kurmada ne kadar kararlı olduğunu göstermektedir. Kaldı ki bütün Rojava’yı kurtaran ve çevresini güvenceye alan bir devrimin artık eski yol ve yöntemlerle idare edilemeyeceği, inşa edilemeyeceği, özgür ve demokratik yaşamın tüm kurumlaşmalarını gerçekleştirmeyeceği açıktır. Bu açıdan tabii ki bir özyönetim kurulacaktır. Devrim ortamında bu kadar sorun varken; toplumun ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaçları varken, kuşatma altında olan bir devrim gerçeği, bir özgür Kürdistan gerçeği varken özyönetimlerini kurmadan, öz yönetim gerçeğini kurumlaştırmadan bu sorunların altından kalkmak mümkün müdür? Bu nedenle kim özyönetimini kurma diyebilir? Kim özyönetim, kendi kendini yönetme konusuna itiraz edebilir ya da yönetim oluşturma diyebilir? Kimsenin bunu demeye hakkı yoktur. Hele hele kendine Kürt diyenlerin, Kürt örgütü olarak görenlerin Rojava devrimci güçlerin kendi kendini yönetmesini sağlayacak bir meclisi, bir yerel yönetim gücünü kurması kadar doğal bir şey olamaz.

‘2014 ÖZ YÖNETİM GERÇEĞİNİN KURUMSALLAŞMA YILI OLACAKTIR’

Rojava devrimci güçleri Önder Apo'nun özgürlükçü çizgisi gereği iktidardan, hükümetten söz etmiyorlar. Ama toplumun, devrimin ve halkın kendi kendini yönetmesi, kendi yönetim gerçeğini kurması ve kurumlaştırmasından söz ediyorlar. Bu, toplumun kendi kendini yönetmesi gerçeği, egemenlerin toplumlar üzerinde iktidar ve hükümet olma gerçeğinin alternatifi olmaktadır. Bu da onların en tabii hakkıdır. Zaten devrimin gerçekleşmesinden sonra toplumsal sorunların ortaya çıkması, toplumsal sorunların çözümü açısından da böyle bir adım zorunlu ve gereklidir.

Bu açıdan 2014 yılı hem özyönetim gerçeğinin kurumsallaşması, Rojava devriminin hem uluslararası alanda tanınması hem de Suriye'nin bir bütün gerçeği haline gelmesi anlamına gelecektir. Rojava devrimi kendisiyle sınırlı devrim değildir. Rojava devrimi bütün Suriye için yapılmıştır. Bütün Suriye halkı için yapılmıştır. Öyle Suriye’den ayrılayım, bir parça koparayım, devlet olayım gibi bir yaklaşım içinde değildir. Kesinlikle Suriye'nin demokratikleşmesi temelinde mevcut sınırlar içinde yaşamak istemektedir. Devrimini de bütün Suriye adına yapmıştır. Demokratik özgürlükçü anlayışını da bütün Suriye'ye yaygınlaştırma mücadelesi verecektir. Suriye'deki devrimci, demokratik ve özgürlükçü güçlerle birlikte yeni Suriye'nin yapılanmasında aktif rol oynayacaktır. 2014’te Cenevre’ye de şöyle ya da böyle gidecek, Kürtlerin özgür ve demokratik yaşam hakkı olduğu, bu temelde demokratik Suriye çerçevesinde bir statüye kavuşması gerektiğini savunacak ve en doğal hakkı olan özyönetim gerçeğini de kabul ettirecektir.

Ortadoğu ülkeleri açısından belirleyici bir yıla giriyoruz. Özellikle Suriye’de yaşanan iç savaşa konusunda uluslararası alanda bir çaba göze çarpıyor. Bunun nasıl sonuçlanacağını düşünüyorsunuz. Kürtlerin bu süreçteki pozisyonu ne olacak?

Ortadoğu yeni dengelerini arıyor. I. Dünya Savaşı ile ortaya çıkan dengeler yıkıldı; ancak yenisi de kurulmuş değil. Özellikle Arap baharı olarak tanımlanan halk hareketlerinin tarih sahnesine çıkmasından sonra Ortadoğu dinamik bir süreci yaşıyor. Anlaşılıyor ki artık Ortadoğu eskisi gibi despot güçlerin kolaylıkla egemenlik kuracağı bir coğrafya olmayacaktır. Halkların uyanışı ve demokrasi isteği ve bunun için mücadele uzun yıllar sürecektir. Bu açıdan Ortadoğu'nun önemli bir mücadele, çatışma sürecine girdiği açıktır.

‘ORTADOĞU’DA CİN ŞİŞEDEN ÇIKMIŞTIR’

Tabii ki bundan sonra belirleyici olan halk güçleri, dinamikleri olacaktır. Amiyane deyimle cin şişeden çıkmıştır. Ortadoğu halkları binlerce yıllık devletçi despotik sistemler altında yaşamanın ağır sonuçlarını bilince çıkardığından, öte yandan da ilk toplumsal yaşamı yaratan coğrafyalardan olduğundan Özgürlük Mücadelesini demokratik topluma dayalı toplumsal demokrasiyi yaratana kadar sürdürecektir. Bu önemli bir gelişmedir. Her ne kadar özgürlükçü, demokratik, alternatif güçlerin ortaya çıkmaması nedeniyle iktidarcı, devletçi karakterdeki İslam’ı maske yapan güçlerin öne çıkma, kendisini etkin kılma çabaları olsa da, bunların alternatif bir sistem olmadığı açıktır. Bunlar, yıkılan iktidarcı, devletçi, despotik rejimlerin yerine yeni iktidarcı, devletçi, hegemon düzen kurmak istiyorlar. İktidarcı, devletçi, hegemon bir zihniyetin iktidar anlayışının farklı versiyonudurlar. Farklıkları, halkların İslami kültürünü, inançlarını bu iktidarcı devletçi hegemon hedefleri için kullanmaya çalışmalarıdır. Ama halklar binlerce yıllık devletçi sistemden acı çekmişken, artık bu devletçi despotik sistemleri kabul etmezken yeni iktidarcı devletçi despotik güçlerin kendi üzerinde egemenlik kurmasını kabul etmeyecektir. Bu nedenle boşluktan yararlanarak kendini güçlendiren bu iktidarcı devletçi hegemonik güçler zaman içinde gerileyeceklerdir. Eğer özgürlükçü demokratik alternatif ortaya çıkar ve bu alternatif Ortadoğu'nun kültürel değerlerini, başta İslamiyet olmak üzere bütün inançları özgürlük ve demokratik yaşamın değerleri ve parçası olarak görürlerse kendi sistemlerini bu temelde inşa ederlerse, bu iktidarcı devletçi, despotik, hegemonik güçlerin geriletilmesi zor olmayacaktır. Rojava devrimi bu açıdan önemli bir modeldir. Bunu özellikle belirtmek gerekir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin özgürlükçü, demokratik karakteri ve Ortadoğu halklarının inanç değerlerini kendi özgürlükçü ve demokratik değerleri haline getirmek isteyen yaklaşımı başta Kürdistan halkları olmak üzere Ortadoğu halkları açısından çekici bir karaktere sahiptir. Bu özgürlükçü ve demokratik karakterin başta Kürdistan olmak üzere Ortadoğu'da daha etkili olacağını şimdiden söylemek gerekmektedir.

‘SURİYE’DEKİ EN TEMEL AKTÖR ROJAVA DEVRİMİDİR’

Suriye'de yaşanan iç savaş belli bir tıkanma noktasına gelmiştir. İlk başta belli hamle yapan ÖSO denilen uluslararası güçlere bağlı olan kesimler gerilemişlerdir. Ama zorlanan rejim de son aylarda kendini belirli düzeyde toparlamaya çalışmıştır. Diğer yandan hem El Kaide’ye bağlı iktidarcı devletçi İslami güçler hem de kendine İslami cephe diyen muhalif kesimler şu andaki Suriye'deki siyasal aktörlerdir. Tabii Suriye'deki en temel aktör ise Rojava devrimidir. Rojava devrimci güçleri bu üç güçten daha fazla yeni Suriye'nin oluşmasında etkili olacak karaktere sahiptir. Çünkü hem devlet hem muhalif güçler toplumun özgürlük ve demokrasi ihtiyacını karışlayamayan güçlerdir. Zaten bunlar da demokratik ve özgürlükçü alternatifin yeterince devreye girmemesi nedeniyle varlığını sürdürmektedirler. Eğer özgürlükçü ve demokratik güçler Suriye genelinde devreye girerlerse hem devlet hem de bu iktidarcı devletçi güçler gerileyeceklerdir. Esas olarak da Rojava devrimiyle demokratik ittifak içinde olacak Suriye'nin özgürlükçü ve demokratik güçleri daha etkili olacaklardır.

Suriye üzerinde uluslararası ve bölgesel güçlerin de bir mücadelesi vardır. Ama mevcut durumda hiçbirisi politikalarını tam hakim kılamamıştır. İslam’ı maske yapan iktidarcı devletçi muhalif güçler belirli bir hamle yapmış olsalar da despotik, iktidarcı, devletçi karakterleri, halka yaklaşımları, demokratik olmayan otoriter karakterleri onların ilk başlardaki etkisini frenlemiştir. Belki hala belirli bir askeri ve siyasi güçleri vardır, bu yönlü etkileri de vardır, ama ABD ve Rusya yeni Suriye'de bu güçlere yer vermeyi düşünmemektedir. Onların dışlanacağı bir Suriye yaratmaya çalışacaklardır. Ancak İslami cephe denen cepheyle ABD'nin belirli düzeyde ilişki kurduğu söylenmektedir. Bunların biraz daha farklı bir karaktere sahip olduğu, sistem içinde kurulacak yeni Suriye'de varlıklarını sürdürecek güçlerden olduğu düşünülmektedir. Bu yönüyle yeni Suriye oluşturulurken bunları da içine alma ihtimalleri vardır. Ancak şu anda Cenevre’ye gitmeyi reddetmişlerdir. Eğer Cenevre’de yeni Suriye konusunda belirli bir uzlaşma ortaya çıkarsa, ya bu güçler tasfiye edileceklerdir ya da yeni oluşturulacak Suriye içinde öngörülen anayasal ve yasal çerçevede yer almayı kabul edeceklerdir.

Ancak Suriye'nin önemli bir kesiminde etkili olan iktidarcı devletçi İslami güçlerin Cenevre 2’yi reddetmesi ister istemez Cenevre 2’nin alacağı kararların pratikleşmesinde belirli sorunlar ortaya çıkaracaktır. Ancak Suriye'de demokratik ve özgürlükçü güçlerle Kürtler bu yeni Suriye içinde özgürlükçü demokratik karakterlerini ortaya koyar, bu yönlü ağırlıklarını gösterirlerse, yeni bir Suriye'nin demokratik temelde oluşmasının imkanları artacaktır. Çünkü Rojava devrimiyle Suriye'nin demokratikleşmesini isteyen güçlerin birleşmesi durumunda bu demokratik ve özgürlükçü güçlerin karşısında hiçbir güç duramaz. Belirli yerlerde etkinliği olan El Kaide’ye bağlı iktidarcı devletçi güçler ve adına İslami cephe denen çevreler de geriletilir. Bu İslami cephe ya yeni Suriye’nin içine hegemonik yaklaşımları bırakıp demokratik toplum gerçeği içinde diğer farklılıklar gibi yer alır ya da parçalanıp bir kısmının öngörülen yeni Suriye içine katılması gerçekleşir.

‘KÜRLER DEMOKRATİK OLMAYAN SURİYEYİ KABUL ETMEYECEKTİR’

Kürtlerin bu süreçteki pozisyonları, Suriye'nin demokratikleşmesi yönünde olacaktır. Ağırlıklarını bu yönde kullanacaktır. Demokratik olmayan Suriye'yi kabul etmeyeceklerdir. Bütün çevrelere, ister rejime olsun, ister İslami cepheye olsun, ister El Kaide’ye bağlı çevrelere olsun, demokratik ve özgürlükçü olmayan Suriye'yi kimse kuramaz diyeceklerdir. Demokratik ve özgürlükçü olmayan bir Suriye'yi hiç kimse Kürtlere kabul ettiremez, diyecektir ve bu çerçevede Suriye'deki demokratik ve özgürlükçü çevreleri cesaretlendirecektir. Onların en temel moral ve güç kaynağı olacaktır. Onların dayanacağı temel güçlerden olacaktır. Bu nedenle bütün karışıklığa, yaşanan iç savaşa rağmen Suriye'de özgürlükçü ve demokratik karakterde yeni bir Suriye'nin yaratılması konusunda umutluyuz. Kürtler Suriye'de demokrasi ve özgürlük istiyor. Dürziler demokrasi ve özürlük istiyor. Arap Aleviler bundan sonra ancak demokratik ve özgürlükçü bir Suriye'de kendilerini güvende hissedebilirler. Onlar da artık Baas dönemindeki hegemonik yaklaşımı bırakıp demokratik ve özgürlükçü bir Suriye'den yana olurlarsa, yeni kurulacak Suriye'nin demokratik güçlerinden biri olarak varlıklarını etkin biçimde sürdüreceklerdir. Yine Sünni Arap halkı içinde önemli bir demokratik güç vardır. Sünni Arap toplumunun da toplumcu ve demokratik karakteri güçlenmiştir. Rojava devrimi, demokrasiden çıkarı olan diğer güçler ve Arap demokratik güçleri birleştiğinde, Suriye'de hegemonik olmak isteyen güçlere karşı baskın çıkacaklardır. Onları daraltıp sınırlayacak ve demokratik Suriye'yi kuracaklardır. Kesinlikle demokrasiden çıkarı olan, ancak demokrasi içinde kendi varlığını ve özgür yaşamını güvenceye alan Kürtler, Dürziler, Hıristiyanlar, Alevi Araplar, demokrasiden çıkarı olan Sünni Araplar, gençler, kadınlar bir araya geldiğinde şu anda belli silahlı güce dayanarak Suriye'de etkili olmak isteyen hegemonik muhalif kesimleri geriletmek ve bu temelde de demokratik ve özgürlükçü Suriye'yi kurmak zor olmayacaktır. 

ANF

http://www.firatnews.com/news/guncel/bayik-rojava-devrimi-2013-e-damgasini-vurdu.htm


19 Aralık 2013 Perşembe

Karasu: Balbay CHP, Cemaat Görüşmesi Sonrasında Serbest Bırakıldı

Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendiren Koma Civakên Kurdistan (KCK) Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, CHP’li vekil Balbay’ın hangi görüşmelerden sonra serbest kaldığına, Kürt milletvekillerinin neden serbest bırakılmadığına, Cemaat-AKP çatışmasının perde arkasına ve İstanbul merkezli gelişen yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ne anlama geldiğine yönelik önemli ve çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Türkiye gündemine dair ANF’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Mustafa Karasu, Kürt milletvekillerin serbest bırakılmamasının güncel siyasal boyutu kadar tarihsel nedenlerinin de olduğunu, cumhuriyet tarihi boyunca kanunların Türkiye’nin batısında farklı Kürdistan’da farklı uygulandığını söyledi. Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in BDP’li vekillerin bırakılmamasından sonra cemaate yaptığı göndermeyi samimi bulmadıklarını ifade eden Karasu “Eğer hükümet olarak böyle düşünüyor olsalardı, yasa çıkarıp bir saatte Kürt vekilleri bıraktırırlardı” dedi.

Balbay’ın, CHP’lilerin cemaat ile ABD’de gerçekleştirdiği görüşmeden sonra serbest bırakılmasına dikkat çeken Mustafa Karasu, “Balbay’ın bırakılmasının CHP-Cemaat dirsek temasının sonucu olduğunu ve cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümete yönelik geliştirdiği hamle kapsamında geliştiğini” söyledi.

Karasu, son dönemde yaşanan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu, emniyet müdürlerinin görevden alınması ve cemaat ile AKP arasında yaşanan çatışmaları, cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi ve buna karşı AKP’nin geliştirdiği karşı hamleler olarak değerlendirdi.

Anayasa mahkemesi bireysel başvuru sonucu verdiği kararla CHP’li milletvekili Mustafa Balbay’ı serbest bıraktı. Kamuoyunda da bu kararın emsal teşkil edeceği ve BDP’lilerin de serbest bırakılacağı şeklinde bir beklenti oluştu. Ancak mahkeme Kürt parlamenterlerin serbest bırakılması talebini ret etti. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az çok demokratik geleneği olan ülkelerde böyle bir beklenti doğaldır. Ama Türkiye demokratik olmadığı gibi, normal bir ülke değil. Bundan dolayı böylesi bir beklenti yanılgıydı. Her şeyden önce bu vekillerin tutuklu kalmaları normal değildi. Şu an tutuklu olan binlerce Kürt siyasetçinin hiçbirisi herhangi hukuki bir gerekçeyle tutuklanmadılar. Bunların tutuklanmasına yol açacak hiçbir neden yoktu. Hepsi politik nedenlerle tutuklandılar. Bu tutuklamalarda AKP ve cemaat ortak bir anlayış ve pratik içindeydi. Şu an tutuklu olan vekiller ise, AKP hükümeti tarafından bir nevi ‘niye tutukluları milletvekili adayı gösterdiniz? O zaman içeride kalmalarına da katlanırsınız’ yaklaşımıyla adeta burun sürtme biçiminde bir siyasetle milletvekilleri zindanda bırakıldı. Bilinçli olarak bunu yaptılar. Hukuka uydurarak milletvekillerini içerde tuttular, tutuyorlar. Milletvekillerini içeride tutmayı siyasal mücadelenin bir parçası olarak gördüler. Yoksa milletvekillerini cezaevinde tutacak bir neden yoktu.

Öte yandan bir kişi milletvekili seçilir seçilmez tutukluysa, serbest bırakılır biçiminde Türkiye tarihinde bir gelenek vardı. Eğer kesinleşmiş ağır bir cezası yoksa milletvekillerinin bırakılması biçimindeki gelenek demokrasi açısından doğruydu. Çünkü halkın temsilcilerinin içeride tutulması, halkın iradesine bir saygısızlıktır. Çünkü seçime girmeleri önünde bir engel olmadığına göre, seçildikten sonra cezaevinde tutulmaları hukuken de kabul edilecek bir durum değildir. Kaldı ki Kürt milletvekilleri herhangi bir ceza almamışlardı. Sadece belli iddialar vardı. Bu iddialar da temelsiz, AKP tarafından muhaliflerini içeride tutmayı hedefleyen siyasi iddialardı. Nitekim bu milletvekillerini şu ana kadar politik nedenlerle içeride tutmaya devam ediyor. Tutuklu MHP’li vekil Engin Alan ceza aldı ve cezası Yargıtay’da onandı. Diğer milletvekilleri açısından onaylanmış bir ceza da yoktur.

2009 seçimleri sonrası kamuoyunda önemli beklentiler oluşmuştu ki siyasi soykırım operasyonları başlatıldı. Şimdi de benzer bir süreç mi yaşanıyor?

Kürt vekillerin hangi koşullarda tutuklandığı da bilinmektedir. 2009 seçimlerinden sonra herkes AKP’nin Kürtlerin iradesini dikkate alarak demokratik çözüm, demokratikleşme doğrultusunda adım atmasını beklerken; 14 Nisan siyasi soykırım operasyonları gelişti. Hem de Kürt Özgürlük Hareketi'nin 13 Nisan’da seçim öncesi süren ateşkesi resmileştirmesinden bir gün sonra bu siyasi soykırım operasyonları yapıldı. AKP bu seçimlerden kazançlı çıkacağını düşünüyordu ama öyle olmadı. Seçimden DTP çok etkili ve kazançlı çıktı. Yüze yakın belediye başkanlığını kazandı. O zaman devlet ve hükümet toplanarak “biz bu düzeyde örgütlü ve politikleşmiş bir halkın iradesini kıramazsak, onlar üzerinde siyasi baskı kuramazsak, onların bu örgütlülüğünü ve kararlılıklarını geriletmezsek; böyle bir halka -ki bu düzeyde DTP’ye yöneliş vardı- kendi düşündüğümüz Kürt çözümünü kabul ettiremeyiz” kararına varıp kendi öngördükleri kimi bireysel haklara dayalı Kürt çözümünü bu halka kabul ettirmek için bu halkın iradesinin kırılması ve örgütlülüğünün dağıtılmasını hedefleyen siyasi soykırım tutuklamalarını gerçekleştirdiler.

Dolayısıyla tutuklanmalar bir siyasi hedefi gerçekleştirmek için planlı yapılan bir saldırı olmuştur. Bu yönüyle Kürt sorunu söz konusu olduğunda esası kararları ve uygulamaları belirleyen hukuk ilkeleri, yasa ve anayasalar değildir. O andaki siyasi projelerdir. Kürt halkı üzerinde yürüttükleri kültürel soykırım politikasıdır. Atacakları adımların Kültürel soykırım konusunda hangi sonuçları alıp almayacağıdır önemli olan. Özellikle cumhuriyetle birlikte Kürtler üzerinde izledikleri politika budur.

‘HUKUK TÜRKİYE’DE BAŞKA KÜRDİSTAN’DA BAŞKA UYGULANIYOR’

Siz milletvekillerinin bırakılmamasının sadece güncel hukuki bir sorun olmadığını, cumhuriyetin kuruluşundan beri uygulanana bir planın parçası olduğunu mu söylüyorsunuz?

Yani Kürtler sözkonusu olduğunda hukuktan bahsetmek, hukuki kararlar beklemek Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtlere ayrı bir anayasa ve yasalar uygulanmaya başlanmıştır. Bunun en somut ifadesi Şark Islahat Planı’dır, Tunceli Kanunlarıdır. İstiklal Mahkemesi kanunlarıdır. Şark Islahat Planı şu an herhangi bir uluslararası mahkemede değerlendirilse, planlı bir soykırım yasası olarak kabul edilir ve Türkiye bu konuda yargılanır. 1926’da böyle bir plan hazırlanmış ve Kürdistan'da uygulanmıştır. Bu planın amaçları, hedefleri, felsefesi ve uygulamaları Türk devletinin Kürdistan'daki anayasası ve yasası olmuştur. Milletvekillerinin bırakılmamasının güncel nedenleri var, ama bir de bu yönlü tarihsel nedenleri vardır. Bu, Türk devletinin tarih boyunca Kürtlere uyguladığı özel yasalardır. Dersim’de de böyle olduğunu biliyoruz. ‘Tunceli Kanunları’ Kürtlere yönelik bu özel savaş ve yasalar çerçevesinde çıkmıştır. Bu kanunlar çıkarılarak Kürtler üzerinde fiziki ve kültürel soykırım politikaları izlendi. Jandarma, polis, savcı ve hakimler Türkiye’nin batısında uyguladığı ölçüleri Kürdistan’da uygulamıyor, farklı uyguluyorlar. Farklı ölçülere göre iddiada bulunuyor, farklı ölçülere göre cezalar veriyorlar. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur.

'KÜRDE HUKUK YOKTUR'

Size yakın tarihten bir örnek vereyim. Biz 1990’da cezaevindeydik. Özal bir yasa çıkardı. Bu yasayla Türkiye solundan siyasi tutukluların çoğunluğu serbest bırakıldı. O yasaya göre bizim de çıkmamız gerekiyordu. Avukatlar, bütün hukukçular böyle düşünüyordu. Cezaevindekilerin çoğu da böyle bir beklenti içine girmişti. Cezaevindeki insanlar yıllar içinde yasaları da biraz öğrenirler. Bir hukukçu gibidirler. Bir yasa çıktığında bu yasa nedir, anayasa ile ilişkisi nedir, AİHM ile ilişkisi nedir? gibi konularda yorumlama güçleri vardır. O zaman tıpkı şimdi Balbay’ın bırakılmasından sonra olduğu gibi ‘Kürt tutsaklar da bırakılır’ biçiminde genel bir eğilim, beklenti vardı. Aradan kısa bir süre geçti ve mahkemeler Kürt tutsaklar açısından ret kararı verdi.
Türkiye solundan tutsaklar çıkarken, Kürt siyasi tutsakların hepsi cezaevlerinde bırakıldılar. Bu yaklaşımı anlamamak, sömürgeci hukuku, Türk devletinin Kürtlere yönelik uyguladığı özel hukuku anlamamak, 90 yıllık cumhuriyet tarihini bilmemek demektir. Türkiye’de şöyle oluyorsa Kürdistan’da böyle olur. Yasa, anayasa Türkiye’de uygulandığı gibi Kürdistan’da uygulanır demek kendini kandırmadır, gaflettir. Türk devletinin Kürtler üzerindeki soykırım politikalarını ve bunun hukuka yansımasını bilmemektir. Türkiye’de ve Kürdistan’da kimi çevrelerde ve kişilerde hala böyle yanılgılar var. Böyle düşünülürse Türk devletine karşı doğru bir mücadele verilemez. Türk devletine karşı yürütülen mücadele başarılı olamaz. Eğer mücadelende başarılı olmak istiyorsan mücadele ettiğin gücü tanıyacaksın.

‘CHP’LİLERLE CEMAATİN DİRSEK TEMASI SONUCU BALBAY BIRAKILDI’

Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik, BDP’li vekillerle ilgili kararı eleştirdi. Çelik’in cemaati işaret ettiği yönünde değerlendirmeler var? Çelik’in değerlendirmesini siz nasıl okuyorsunuz?

Hüseyin Çelik’in değerlendirmesi cemaate yönelik açık bir göndermedir. ‘Bunun hükümetimizle bir alakası yoktur. Cemaat savcı ve hakimlerde etkilidir, onlar bırakmıyorlar’ biçiminde bir değerlendirmeyi ifade ediyor. Savcı ve hakimler içinde ve poliste cemaatin örgütlenmesinin olduğu doğrudur. AKP hükümeti döneminde buralara daha fazlasıyla sızmıştır. Bu yönüyle cemaatin Kürt milletvekilleri konusunda farklı bir tavır alma gerçeği mevcut durumun bir kısmını ifade edebilir.

Bu açıdan Mustafa Balbay’ın bırakılmaması, ama Kürt milletvekillerinin bırakılmaması bu çerçevede bir izahata kavuşabilir. Son dönemlerde cemaat ile CHP arasında bir dirsek teması var. Bir ilişki var, görülüyor. ABD’ye gittiğinde Kılıçdaroğlu’nun kendisi olmasa da bazı CHP’lilerin onlarla görüştüğü söyleniyor. Balbay’ın bırakılmasının bundan sonra olması tabii ki dikkat çekicidir.

ÇELİK’İN AÇIKLAMASI ALDATMACADIR

Ama Kürt milletvekillerinin bırakılmamasını Hüseyin Çelik’in dediği gibi açıklamak toplumu ve demokrasi güçlerini, Kürt halkını kandırmaktır. KCK operasyonları adı altında siyasi soykırım operasyonları başladığı dönemde de böyle haberler yaydıklarını biliyoruz. İşte ‘hükümetin değil de cemaatin yaptığı bir operasyondur’ gibi göstermek istemişlerdi. Bu doğru değildi. Çünkü siyasi soykırım operasyonlarını cemaatle hükümet birlikte yapmışlardı. MİT, savcılar, polisler ve hükümet ortaklığıyla demokratik siyasetçiler zindana atılmıştı. 14 Nisan operasyonlarındaki hükümetin tutumu, daha sonraki tutuklamalar ve DTP’nin kapatılması, milletvekillerin milletvekilliğinin düşürülmesi, belediye başkanlarının tutuklanması süreci düşünülürse; AKP’nin bu sürece tam destek verdiği görülür. Hiçbir AKP’li, başbakan, hükümet yetkilisi o süreçte ‘bunlar niye tutuklanıyor, bu yanlıştır’ demedi. Kaçamak cevaplar verenler oldu, ama açık karşı çıkanlar olmadı. Aksine AKP bu operasyon kararını veren organların içinde yer aldı. Kürt Özgürlük Hareketi'ni zayıflatmanın bir yolu olarak düşündüler. Dolayısıyla Çelik’in, ‘bizimle ilgili değildir’ açıklaması bir aldatmadır. Kuşkusuz cemaat siyasi soykırım operasyonların psikolojik ortamını hazırlamış, daha sonra da hükümetle birlikte bu operasyonları gerçekleştirmişlerdi. Bu tür operasyonları cemaat hararetle savunmuştur. Hatta geç olduğunu bile düşünmüşlerdir. Ancak böyle olması bile Hüseyin Çelik’in açıklamalarını mazur göstermez. Eğer böyle düşünüyor olsalardı hükümet olarak açık tavır alırlardı ve gerekirse bir yasa çıkarıp bu milletvekillerini bir saat içinde bıraktırabilirlerdi. Ancak hükümetin milletvekillerin içeride tutulması konusunda cemaatten daha az hevesli olmadığını biliyoruz. Belki KCK tutukluları konusunda cemaat katıdır, ama milletvekilleri konusunda esas tutumun hükümetten geldiği bilinmektedir. Eğer hükümet açık olarak tutumunu ortaya koysaydı cemaate bağlı savcılar bu düzeyde açık bir tutum göstermezlerdi.

‘CEMAAT İLE AKP ARASINDA BİR KAVGA SÜRMEKTEDİR’

Kürt milletvekillerinin bırakılmaması cemaat ve AKP ilişkisi açısından ne ifade ediyor?

Kuşkusuz cemaatle AKP arasında bir kavga sürmektedir. Cemaatin devlet içinde örgütlendiği ve paralel bir devlet haline geldiği de bir gerçektir. Aslında bu yönüyle devlet içinde yasadışı bir örgütlenmeye sahiptirler. Bu yönüyle devlet açısından da, demokrasi açısından da, hükümet sorumluluğu açısından da, şeffaflığı önleyen gizli kapaklı işler yapmaya ikan sunma açısından da bu örgütlenmenin sorunlu olduğu açıktır. Bunun hiçbir biçimde savunulacak yanı yoktur. Ancak dün ittifak halindeyken bu durumu görmeyenlerin şimdi kıyamet koparmaları da anlaşılır değildir. Dün kirli işler konusunda ittifak yaparken bir birine sahip çıkanlar, şimdi çıkar çatışmasına girmişlerdir, birbirlerinin açıklarını yakalamaya çalışmaktadırlar. Cemaat ve AKP Kürt meselesinde daha önce açıktan ittifak içindeydi, şimdi ise kapalı ittifak sürüyor. Zımni ittifak içindeler. Örneğin, her ikisinin de Kürt sorununda bir çözüm politikası yoktur. Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye etme konusunda hemfikirdiler. Kürt milletvekillerin, belediye başkanlarının ve siyasi tutukluların bırakılmasını istemiyorlar. Belli nüanslar olsa da, özünde Kürtlere karşı ortak tutum içindeler. Faklı bir politika söz konusu olsaydı, AKP hükümeti şimdiye kadar bunu ortaya koyabilirdi.

Zaten kendileri de Kürt sorunu hükümet politikası değil, devlet politikasıdır diyorlar. Bunun içinde cemaat de var, asker ve sivil bürokrasinin bir kesimi de var. Devlet içindeki asker, sivil bürokrasi de, paralel devlet denilen cemaat de, AKP hükümeti de Kürt sorununun çözümü konusunda hala bir zihniyet değişimini yaşamış değildir. Bu konuda bir projeleri veya uygulamaları yoktur. Kültürel soykırımı ortadan kaldırmayacak, kültürel soykırım eşiğini aşmayacak bazı ufak-tefek adımlar atarak Kürt sorununun çözümü konusunda üzerinde oluşan baskıyı hafifletmek istiyorlar. Kütlerin mücadelesi karşısında teşhir olduklarından dolayı, kültürel haklar vb. konularda yumuşama yapmak istiyorlar.

Ama Kürtleri, siyasi temsilcilerini muhatap alma, sorunu Kürtlerle çözme yaklaşımı yoktur. Cemaat de, AKP de çözüm için herhangi bir siyasi gücü muhatap almaya gerek yoktur, diyor. İmralı’da yapılan görüşmeleri sadece çatışmasızlık ve gerillanın silahsızlandırılması için gerekli görüşmeler olarak belirtiyorlar. Bu nedenle hükümetin Kürt sorununu çözmekten ziyade seçime kadar oyalayarak zaman kazanma ve Kürtlerin mücadelesini yumuşatarak seçimi kazanmayı hedefleyen bir politika izlemektedir. Kendine göre fırsatını bulduğunda da tasfiyeyi gerçekleştirecek darbeyi indirmeyi düşünmektedir. Kürt Halk Önderi ve Özgürlük Hareketi Kürt sorununun demokratik çözümü için yirmi yıldır adımlar atmakta ve hamleler yapmaktadır. Bu adımlar ve hamlelerle toplum ve devlet çözüme hazırlanmaya çalışılmaktadır. Yine bu adım ve hamlelerle Kürt tarafının makul bir çözüme hazır olduğu gösterilmektedir.

‘PARALEL DEVLETİN MERKEZİNDE CEMAAT VAR’

AKP'li bakan oğullarının da içinde olduğu 50’den fazla kişi rüşvet ve yolsuzluk yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı. Emniyetlerde görevli müdürler de görevden alınıyor. Türkiye siyasetinde neler oluyor? Yaşananları Cemaat ile AKP hesaplaşması olarak değerlendirmek mümkün mü?

Bir süredir Önder APO da, hareketimiz de Türkiye’de bir paralel devlet oluşumundan söz ediyor, bunun merkezinde cemaatin olduğunu da çok boyutlu değerlendiriyordu. Geçmişte de derin devlet kavramıyla devlet içindeki odak ve yapılanmalardan söz edilirdi. Derin devlet kavramını da özellikle 1980’lerden sonra en fazla Önder Apo ve hareketimiz dile getirmiştir. Devlet içinde kendilerini Atatürkçü olarak tanıtan belli güç odaklarının olduğunu, onların toplumu, devleti yönettiğini, hükümetlerin bir örtü olduğunu söylüyorduk. Bunlar zamanla doğrulandığı ve herkes tarafından kabul edildiği gibi, Önder APO’nun cemaatin de içinde olduğu paralel devlet tanımlaması doğrulanmış bulunmaktadır.

Bu durum AKP iktidarını nasıl etkiler?

Bilindiği gibi AKP, uluslararası konjonktür ve iç siyasi koşulların elverişli olduğu bir ortamda dış güçlerin ve kimi iç odakların desteğiyle iktidar oldu. AKP'nin iktidar olmasında ve iktidarını yakına kadar sürdürmesinde ABD ve Avrupa’nın desteği belirleyici olmuştur. Eski iktidar odaklarının geriletilmesinde bu desteğin belirleyici etkisi olduğu bilinmektedir. Kuşkusuz Türkiye'deki iç siyasi etkenler ve yirmi yıldır süren savaşın yarattığı ekonomik ve siyasi etkenler de AKP'nin iktidar olmasına uygun zemin sunmuştur. ANAP, DYP, DSP, MHP gibi partiler bizimle yürüttükleri savaşta yıpranmıştı. Öte yandan savaşın yarattığı ve biriktirdiği ekonomik yükün 2001 krizi ve yapılan devalüasyon bu partilerin üzerine yıkılması ve savaş döneminde Türkiye halkının da baskı altına alınması durumu AKP'nin iktidar olmasını sağladı. AKP, böylesi bir ortamda uluslararası güçlerin yanı sıra iç güçlerin desteğiyle de geldi. AKP güçlü bir demokrasi mücadelesiyle iktidara gelen bir parti değildir. Kuşkusuz İslamcılar da mevcut rejime muhalif duruş içindeydiler. Ama sosyalistler ve Kürtler gibi Türkiye cumhuriyeti tarihinde güçlü bir demokrasi mücadelesi vermemişlerdi. Dolayısıyla demokratik siyasal mücadeleyle iktidara gelmediler. Konjontürün el vermesiyle kolayca iktidarı ellerinde buldular. Güçlü bir demokrasi mücadelesiyle iktidara gelmediği için kendisini destekleyen iç ve dış güçler karşısında zayıf kaldılar. Kürt sorununu çözerek, Türkiye'yi demokratikleşerek de kendini güç yapma basiretini ve yeteneğini de ortaya koyamadı. Bu temelde kendisini topluma güçlü dayandıran bir siyasi hareket haline gelemedi.

Son dönemde yaşananları cemaatin merkezinde olduğu paralel devletinhükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi olarak görüyoruz.

AKP bu karakteriyle son zamanlarda özellikle dış politikada ABD’yi ve İsrail’i rahatsız eden politikalar izledi. Bilindiği gibi, AKP’nin iktidara getirilmesinde dış politika etkili olmuştu. Çünkü o dönemde ABD, Irak üzerinden Ortadoğu’ya müdahale edecekti. Böyle bir dönemde İslami yüzü olan AKP’nin iktidarda olmasını kendi politikasının bir enstrümanı olarak uygun görüyordu. Ama AKP, son zamanlarda özellikle Mısır politikasında ABD ile ters düştü. Daha sonraları Suriye politikasında da aynı durumu yaşadı. Bu durum, AKP ile bazı uluslararası güçleri karşı karşıya getirdi. Böyle olunca ABD’ye daha fazla bağlı ve ABD'nin bölge politikalarında çok önemli bir enstrüman olarak hazırlanan ve kullanılan Fethullahçılarla AKP hükümetinin arası bozuldu. Kuşkusuz iç nedenleri de var. Kapitalist dünyada yaşıyoruz. AKP hükümeti döneminde zamanla önemli bir rant oluştu. Özelikle savaşı durdurmamızdan ve 2001 krizinin halkın sırtına yüklenmesinden sonra ekonomik verilerin iyileşmesine uygun bir zamanda AKP iktidara geldi. Rant kavgasına yol açacak önemli düzeyde bir birikim oluştu. Ekonomik birikim ve Kapitalist modernite koşullarında bu Türkiye de önemli bir rantla paylaşım konusu oldu. AKP hükümeti kendini demokratikleştirerek güç yapmaktan çok yandaşlarına rant dağıtan bir iktidar haline geldi. Bu da tabii ki Türkiye’deki rant üzerinden kavgayı pekiştirdi. İçerde sermaye güçleri arasında bir çekişme açığa çıkardı. Diğer yandan Fethullahçılar ile AKP’liler arasında hem iç hem de dış politikada belli farklılıklar açığa çıktı. Böyle olunca AKP ile Fethullahçılar arasında siyasi çekişme yoğunlaştı. Biz bunu cemaatin merkezinde olduğu paralel devletin hükümeti tümden kontrol altına alma hamlesi olarak görüyoruz. Yani bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ya da temiz eller operasyonu değildir. Kirlenmiş iki gücün güç savaşı olarak değerlendirmek doğrudur. Eğer sorun rüşvet ve yolsuzluksa Fetullahçıların AKP’lilerden aşağı kalır yanı yoktur. Fetullah’a bağlı şirketlerin, holdinglerin bu on yıldaki servetlerinin ne kadar arttığı araştırılırsa, cemaate yakın insanların ekonomik durumlarındaki gelişme ortaya konulabilirse bu gerçek rahatlıkla görülür.

Daha önce yeşil Ergenekon diyordunuz. Paralel devletle kastınız bu mu? Paralel devlet, derin devletin yeni biçimi mi oluyor?

Geçmişte Ergenekon gibi oluşumlara derin devlet deniyordu. Şimdi de cemaatin merkezinde bulunduğu yeşil Ergenekon oluşturulmuştur. Aslında yeşil Ergenekon’u AKP ile cemaat birlikte oluşturmuşlardır. Biraz ortaklıkları vardı. MİT, cemaatin paralel örgütlenmesinin farkındaydı. Ama ittifak içinde olduklarından ses çıkarılmıyordu. Şimdi görülüyor ki bu ittifak şiddetli bir çekişmeye sahne olmuştur. Cemaatin örgütlenmesi derin devletten çok paralel devlet tanımına denk düşmektedir.

Kuşkusuz bu da bir yönüyle derin devleti ifade etmektedir. İşte mevcut hükümetle paralel devlet iç ve dış politikadaki farklılıklar sonucu karşı karşıya gelmiştir. Yoksa sorunu sadece dershaneler üzerinden düşünmek yanlış olur. Sorun sadece dershaneler olsaydı bunun dış boyutları, bölgesel boyutları olmasaydı, içerdeki ekonomik ve diğer siyaset etkenleri olmasaydı dershaneler sorunu çok kolay çözülürdü. Fetullahçılar kendileri açısından önemli de olsa dershanelerin kapatılmasını böyle bir kavga noktasına getirmezlerdi. Ancak karşı karşıya getiren birçok etkeni olduğu için Fetullahçılar böyle bir hamle yapmıştır. Bu da açıkça hükümete yönelik bir hamleydi. Aslında bu hamleyi MİT müsteşarına yönelik olarak başlatıp yaygınlaştıracaklardı. Ama AKP o dönemde bugünkü gibi yıpranmadığı için fetullahçılar o girişimi ileriye götürmemişlerdi. Hükümet de durumun ciddiyetini görerek belirli yasalar çıkararak paralel devletin hamlesinin önünü almışlardır. O hamle aslında polisi ele geçiren Fetullahçıların MİT’i de ele geçirerek devlet içine daha köklü yerleşme hamlesiydi. Fetullahçılar şimdi bu düzeyde bir hamleyi yapma fırsatını yakaladıklarını düşünmüşler ve harekete geçmişlerdir. Anlaşılıyor ki, bu operasyonları uzun süredir hazırlamışlardı.

‘CHP İLE FETHULLAHÇILARIN İLİŞKİLENMESİ DE BU HAMLENİN BİR PARÇASIDIR’

Bu hamle sadece Fethullahçıların değil, Fethullahçılara dayanan bir burjuvazinin ve onların kimi ittifaklarının ve dış destekçilerinin AKP hükümetini, terbiye etme, terbiye olmuyorsa da iktidardan düşürme ve kendi projelerini uygulayacak yeni bir iktidar yaratma hamlesidir. CHP ile Fethullahın ilişkilenmesi de böyle sürecin parçasıdır. Hükümet de ciddi bir hamleyle karşı karşıya geldiğini görerek bir karşı hamle yapmıştır. Anlaşılıyor ki, fazla uzlaşma zemini kalmamıştır. Her ne kadar Erdoğan’ın kendini çok akıllı sanan danışmanı bir uzlaşma kapısı bıraksa da, paralel devletin hamlesi bir ulaşma yaratamayacak düzeyde AKP'yi köşeye sıkıştırmıştır. Emniyet müdürlerinin görevden alınması, soruşturma heyetiner iki savcının atanması bu çekişmenin artarak sürecini gösteriyor.

Erdoğan’ın danışmanı bu süreç kaybet kaybet olarak kanılamasa da paralel devlet kendisinin kazanması ve AKP'nin kaybetmesine dayanan bir hamle yaptığı açıktır. Bu çekişme süreceğe benziyor. AKP mi daha etkili olur, yoksa Fethulahçılar mı daha etkili olur? Şu anda bir şey söylemek mümkün değil. Ama buradan şu sonuç çıkabilir: Türkiye’de ulusalcılar, belirli kesimler zaten alternatif olmaktan çoktan çıkmış durumdalar. Türkiye’nin ne siyasal sorunlarını ne de ekonomik ve toplumsal sorunlarına cevap olacak bir yaklaşımları söz konusu değildir. AKP hükümeti de 12 yıl gibi uzun bir zamanı doğru kullanmamış, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü doğrultusunda adım atmadığı için kendisini demokratik siyasetin kalıcı bir gücü haline getirmemiştir.

Sadece dış güçlerin, Fethullahçıların, ve çeşitli güçlerin desteğini alarak iktidarını sürdürme tercihi yapmıştır. Daha doğrusu zihniyeti ve politikası başka karakterde bir iktidar haline gelmesine imkan vermemiştir. Paralel devlet ve asker-sivil bürokrasiyle yaptığı ittifakla iktidarını bir ekonomik rant dağıtma organı haline getirmiştir. Öte yandan Ergenekoncuların bir kesimi ve Fethullahçılarla anlaşarak onların isteği doğrultusunda hareketimizin yürüttüğü mücadeleyi frenleme ya da kimi yumuşamalarla, paketlerle -Önderlik buna yozlaştırıcı paketler dedi- işin özünü ortadan kaldıran, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusunda ortaya çıkan birikimi çarçur edip hem bu paralel devletin hem de devletin bir kesiminin dediklerini yaparak toplumun taleplerini karşılamadı. Bu nedenle de mevcut durumda artık iktidarının sonuna doğru gelmiş bulunmaktadır. AKP 12 yılı doğru kullanamadı. Bundan sonra da çözüm için adım atması zor görünüyor. Zaten doğru politikalar üretemediği, topluma ve demokratikleşmenin getirdiği toplumsal güce dayanmadığı için bu noktaya geldi.

‘TÜRKİYE SİYASETİNDE YENİ ALTERNATİFLER ORTAYA ÇIKABİLİR’

AKP’nin toplumsal sorunları çözemediğini ve mevcut durumda iktidarının sonuna geldiğini söylüyorsunuz. Alternatif bir güç olarak gördüğünüz bir odak var mı?

Paralel devletin Türkiye’nin sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Kürt sorununa yaklaşımı ortadadır. Kürt sorununda çözümsüzlüğü sürdürerek Türk devletinin dış güçlerin çıkarlarına göre şekillenmesini sağlayan bir karaktere sahiptir. Demokratik karaktere sahip olmayan ve hegemonya peşinde koşanların izleyeceği politika da tabii ki böyle olacaktır.

Cemaatin merkezinde olduğu paralel devlet, dış güçlerin bir ayağı olarak Türkiye’de hegemon olmak istiyor. 90 yıl Kemalistler mi yönetti Türkiye’yi, 90 yıl da biz yönetelim diyorlar. Son yıllardaki pratikleri bu gerçekliklerini açık biçimde ortaya koymuştur. Kısa sürede etkinliğini arttırabilirler, hatta kendilerine bağlı bir iktidar da oluşturabilirler, ama paralel devlet denen bu güçlerin Türkiye’nin sorunlarını çözmesi mümkün değil. Bunlar dikkate alındığında gerçek demokrasi güçlerinin, radikal demokratların tek çözüm ve alternatif olduğu bir ortam ortaya çıkmış bulunuyor.


Özellikle bu olayla birlikte Türkiye'deki rejimin bir yolsuzluk rejimi olduğu çok güçlü bir biçimde ortaya konulabilir. Toplum kapitalist modernist sistemin nasıl bir sömürü ve yolsuzluk sistemi olduğunu görebilir. Yine AKP ve cemaat gibi güçlerin İslami maske altında nasıl bir rant ve yolsuzluk rejimi oluşturduklarını gösterilebilir. Bu çerçevede de halk gerçek radikal demokratik güçlerin etrafında toplanabilir. Eğer HDP gibi güçler ve radikal güçler gerçekten güçlü bir demokrasi hareketi yaratabilirlerse, politik olarak çözüm üretebilirlerse Türkiye’de yaşanan bu durum onlara büyük bir fırsat veriyor. Bu yönüyle bu süreçte gerçek demokratların, sosyalistlerin, aydınların, demokratik İslami güçlerin geniş yelpazede bir demokrasi programında bir araya gelerek Türkiye’de gerçekten de yeni bir alternatif, bir siyasi güç ortaya çıkarmaları mümkündür. İşte bu gün yaşadığımız paralel devletin yarattığı sorunları dış güçlerin yarattığı sorunları, AKP gibi demokrasi mücadelesi sonucu değil de dış ve iç konjonktürden yararlanarak iktidar olup iktidarı rant bölüştürme olarak gören siyasi güçler yerine, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümünü sağlayacak yeni alternatifler ortaya çıkabilir.