30 Haziran 2010 Çarşamba

Politika Halkın Malıdır

Politika kavramı Hint-Aryen dil grubuna ait bir kavramdır. Ağırlıklı olarak Avrupa uluslarının kullandığı bir kavramdır. Arapçada kullanılan siyaset kelimesinin batıda politika kelimesi olarak anlam kazandığı belirtilmektedir.

Politika ve siyaset kavramlarının aynı içeriğe sahip olduğu genelde ifade edilir. Mevcut siyaset veya politika bilimi, tanım olarak bu iki kavramı aynı sayar. İçerik olarak biçilen misyon, her iki kavrama atfedilen tanım aynı olmaktadır. Bu iki kavramın aynı olduğuna dönük tanım devletçi paradigma sahiplerine ait bir tanım olmaktadır. Politika kavramı Hint-Aryen dil grubuna ait bir kavramdır. Ağırlıklı olarak Avrupa uluslarının kullandığı bir kavramdır. Arapçada kullanılan siyaset kelimesinin batıda politika kelimesi olarak anlam kazandığı belirtilmektedir. Örneğin politika kavramının ilk olarak Aristoteles tarafından kullanıldığı belirtilir. Yunanca Hint-Aryen dil grubu içinde yer almaktadır. Dolayısıyla politika kavramı da bundan dolayı siyaset kavramından farklı tanımlanmak durumundadır. Hint-Aryen toplumların, içinde bulundukları koşullar ve buna dayalı olarak kendilerini var etmeleri ve gelişimlerini sürdürme koşulları, Semitik toplumlara göre farklı olacaktır. Dolayısıyla yaşamları farklı olanın kavram sistemleri de farklı olacaktır.
Siyaset kavramı, oluşum ve biçilen misyon itibariyle ataerkil, yani egemenlikli bir içeriğe sahiptir. Yani kavramın ilk anlamı farklı olsa, devletçi sistem tarafından sonradan çarpıtılarak kullanılmış bir kavramdır. Ama siyaset kavramı köken olarak, içerik olarak ve oluşum olarak egemenliklidir. Yani ataerkil, iktidarcı özelliği sonradan yakıştırılmış değildir. Siyaset kavramı iktidarın kendisini tanımlar.
Politika kavramı bu yönüyle farklı bir tanımlamayı içermektedir. Kavram olarak ilk kullanılış ve kök olarak iktidarcılıktan farklı bir kullanıma sahiptir. Politika kavramı halk toplantısı anlamına gelmektedir. Yani kenti oluşturan halkın, yurttaşların toplantısı anlamına gelmektedir. Yani içerik olarak halk kavramını içermekte ve bu yönüyle demokratik paradigmaya daha yakın durmaktadır. Politika kavramının Yunanca polis kavramından türetildiği genel kabul görmektedir. Bu kabul ediş içeriği değil sadece kavramlaştırma için olmaktadır. Yoksa içerik ve faaliyet olarak politika olgusu daha eskilere dayanmaktadır.  Bu konuya ilişkin çeşitli ifade ediş biçimleri vardır.
“Politikanın kökü eski Yunancadaki şehir devletleri için kullanılan ‘polis’, yurttaş için kullanılan ‘polites’, devlet yapısı, siyasal rejim ve anayasa anlamında kullanılan ‘politeia’, vatandaşlık hakkına ilişkin şeyler, devlet yapısını ve egemenlik hakkını ilgilendiren her şey anlamındaki ‘politica’ ile politika sanatı anlamındaki ‘politike’ kelimeleriyle aynı kökten gelmekte olup polis/devlet’in yönetimine ilişkin işler, devletle ilgili faaliyetler anlamını taşımaktadır… Aristoteles Politika isimli kitabında aile, köy ve şehir (polis/devlet) birliklerini doğal topluluklar olarak görmekte ve polis/devlet’in aile ve bireylere göre önceliği bulunduğunu, çünkü bütünün parçalardan önce geldiğini söylemektedir. İnsanın ‘politik bir hayvan (zoon politikon) olduğunu söyleyen Aristoteles’e göre polis/devletin temel amacı ‘iyi yaşama’dır ve toplulukların en üstünü ve hepsini kapsayanı olan ‘her devlet iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluk’tur. ‘En yüksek iyiyi’ polis/devlet amaç edinmekte ve bu topluluk türüne de politik denmektedir. Bu durumda politika, toplulukların en üstünü ve diğer bütün toplulukları kapsayan devletin temel amacı olan iyi yaşamayı temin etmek için gösterilen faaliyetler olmaktadır”   
İlk ele almamız gereken kavram polis kavramı olmalıdır. Polis kavramıyla ifade edilmek istenen ne olmaktadır? Polis kavramı alıntıda da ifade edildiği gibi devlet için kullanılan bir kavram mıdır? Yoksa daha farklı bir oluşuma mı işaret etmektedir?
Ele alınması gereken bir diğer konu ise şehir, devlet ve polis arasındaki ilişki ve bu üç kavramın politika kavramıyla olan ilişkisidir. Ayrıca devlet ve toplum arasındaki ilişki de değerlendirilmesi gereken bir diğer konu olmaktadır. Çünkü alıntıdan da anlaşıldığı gibi Aristo aile, köy ve şehir (polis/devlet) birliklerini doğal topluluklar olarak görmektedir. Devlet ve toplum arasında nasıl bir ilişki vardır? Politika bilimi açısından bu ilişki biçimini nasıl tanımlamalıyız?
Bu sorulardan kastımız doğru bir politika tanımına ulaşma istemidir. Devletçi sistemin ağır ideolojik belirlemişliği altında tanımlanan kavramların gerçek ve ilk haliyle nasıl ortaya çıktıklarını anlamaya çalışmaktayız. Bugün devletle özdeş olarak anılmayan, tanımlanmayan ne vardır? Hangi konuyu ele alırsak alalım devlet odaklı tanımlanmayan hiçbir şey yoktur.
Polis kavramı eşittir devlet olarak tanımlanmaktadır. Tüm politika ve siyaset bilimi kaynakları açısından esas alınan tanımlama bu olmaktadır. Polis=Devlet formülü hakim devletçi paradigmanın varoluşsal kaynağını oluşturur. “Yaşam devletle başlar. İnsan devletle insan olur. Toplumsallaşma devletle gerçekleşir” Her dönemin temel sloganı bu olmaktadır. Bu durum devletler açısından temel sorun olan meşruiyet probleminin de çözümüne işaret eder. Buna göre Yunan da yaşam devletle başlamıştır. Yunan uygarlığı tüm insanlığın kaynağını oluşturmaktadır. İnsanlık Yunan uygarlığının kendini dışa açmasıyla oluşur. Doğu ve batının uygarlıksal varoluşunun kaynağı Yunan uygarlığıdır. Yunanda da yaşam devletle başladığına göre devletçi uygarlık insanlığın varoluşsal gerekliliğidir. Varlık gerekçesidir. Bundan dolayı da devlet eşittir her şey demektir. Varlıklı olmak devletli olmak anlamına gelmektedir. Devletsizlik yoklukla eş değerde olmaktadır. Hiçlik eşittir devletsizliktir. Devletsiz olmak hiçbir şeye sahip olmamak anlamına gelmektedir. Devletin yoksa tarihin, toplumun, kültürün yoktur. Maddi ve manevi tüm değerler devlet olmaya göre tanımlanmaktadır. Tarihte kimsin diye sorulacak bir soru karşısında verilecek öncelikli cevap sahip olunan devletlerin sıralanmasıyla olacaktır.
Polis kavramı Yunan toplumunda devleti mi izah eder? Yukarda da belirttiğimiz gibi hakim siyaset bilimi teorisinde polis, şehir devleti olarak ifade edilmektedir. Bunun karşısında polisin devleti ifade etmediğini savunan görüşler de vardır. Toplumsal ekolojist Murray Bookchin’in bu konuda ki yaklaşımı oldukça açıklayıcıdır. Kentsiz Kentleşme isimli kitabı bu konuya ilişkin önemli tespitlerde bulunmaktadır. Kimi alıntılarla konumuzu açıklayalım.
“Kan bağına dayalı klandan, kabileden ve köyden polise( antik Yunancada kent) yani politik kente geçişteki adımlar ile tanımlı toplumsal sorumluluklarıyla doğan kan kardeşlerinden kendi yurttaşlık sorumlulukları hakkında koşullar elverdiğince özgürce karar verip, yakınlarını akılcı ve seküler çıkarları doğrultusunda belirleyen yurttaşlara geçişteki adımlar, kentin anlamlı bir tanımını oluşturur.”
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi polis kavramı kent olarak tanımlanmaktadır. Kent olmak devlet olmak anlamına gelmemektedir. Bundan dolayı da polis eşittir devlet değil, kenttir.
“Politik alanın kendine özgü bir varlık olarak ortaya çıkışı, düşünce tarihinde karmaşık bir yere sahiptir. Politikanın devletten ve toplumsal yaşamdan farklı bir fenomen olarak ele alınması, ilk olarak antik Yunan uygarlığının belki de en önemli toplumsal kuramcısı ve filozofu olan Aristoteles’in yazılarında görülür. Aristoteles’in eserlerinde, hala kent ya da daha doğru bir tabirle polis düzeyindeki insan birlikteliğinden söz edilmektedir; bu sözcük çoğu zaman “kent-devleti” olarak yanlış çevrilmektedir.
Milattan önce beşinci yüzyılda yani Atina demokrasisinin gelişiminin en uç noktasına ulaştığı bir dönemde, devleti, toplumsal kontrolü amaçlayan, profesyonel nitelikli bürokratik bir mekanizma olarak tanımlayan bir kavram mevcut değildi. Atina Yunancasında devlet yer almazdı. Bu sözcük (state=devlet), Latince kökenli olmakla birlikte etimolojik kökleri tam olarak belli değildir. İlk anlamıyla, kişinin yaşam koşullarını, yani onun toplumsal statüsünü, yaşam biçimini ve ‘toplumsal itibarını’ belirtir, ortak çıkarlara sahip bir insan topluluğunu ya da günümüzdeki anlamıyla devleti tanımlamaz. On altıncı yüzyılın başlarında gerçek ulus-devletler ile son derece merkeziyetçi monarşilerin ortaya çıkışıyla birlikte, bu sözcük, belirli bir ‘halk kitlesini’ yönetme gücüne sahip olan profesyonel nitelikteki sivil bir otoriteyi tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır.”
“ Bunun yanı sıra, polis sözcüğünü devlet ile karşılamamız, devlet kavramını, bilinçli olarak amatör nitelik taşıyan bir yönetim sistemiyle bir tutmamızı gerektirir; bir yönetim sistemi neredeyse haftada bir toplanan halk meclislerine ve bu meclisleri küçük bir ölçekte temsil eden büyük jürilerden oluşan bir yargı sistemine dayanır; idarecilerin seçimi ve dönüşümü, kura yoluyla sağlanır; profesyonel askerlerin yerine silahlı yurttaşlardan oluşan milisler vardır; bu sistemde profesyonel nitelikte bir politikaya ve bürokrasiye rastlanmaz... Perikles zamanında Atina, monarşi ve tiranlık ile idare edilen devletlerle çevriliydi. Ancak bu devletler, çabucak, Aristoteles ile öğrencileri tarafından ortaya atılan polis kavramı ile karıştırıldı; polis’in idari işlerini belirten politikos sözcüğünü devlet anlamında kullanarak, aynı türden bir yanlışı bugün de tekrarlıyoruz. Aristoteles’in düşünce sisteminin merkezinde, belirsiz bir fenomen olan devlet değil polis yatıyordu. Bununla karşıtlık içinde olan günümüz düşüncesinin merkezinde ise politika değil devlet yatmaktadır; burada politika sözcüğüyle anlatılmak istenen, polis niteliği taşıyan bir sistemin idari işleridir. Politika ve devlet, her iki durumda da birbiri içine girer; ancak bu girişim, çok farklı yollardan ve bakış açılarından gerçekleşir. ”(12)
Tüm bu alıntılardan da anlaşılacağı gibi polis kavramı devleti tanımlamamaktadır. Polis daha çok şehir kavramıyla özdeş ele alınmaktadır. Şehir ise kendi başına devleti ifade etmez. Şehrin gelişmesi devletin gelişmesini gerekli kılmaz. Şehir olmadan devlet gelişemez, fakat devlet olmadan şehir gelişebilir. Şehir tarzındaki gelişme devletten bağımsız olarak gerçekleşe bilmektedir. Yani şehir = devlet demek değildir.
Politika devlet olmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Bookchin’e göre politika şehirleşmenin bir gereği olarak ortaya çıkar. Politika şehirleşmeyle var olur. Yine son olarak şunu ifade etmemiz gereklidir ki her otorite ve yönetim sistemi devlet değildir. Devlette bir idari yapılanmadır. Bir otoriteye ve yönetim anlayışına dayanır. Ama devlet olmadan da yönetim ve otorite olabilir. İdari sistemler oluşturulabilir. Bu devlet anlamına gelmemektedir. Murray Bookchin’in görüşlerini kısaca böyle özetlemek mümkündür.
Bu görüşler bizim için hangi açıdan önemlidir? Öncelikle temel önemli nokta devlet ve politika arasında yapılan ayrımdır. Bu düşünce, siyaset teorisinde yeni bir yaklaşımı ifade etmektedir. Örneğin en radikal devlet muhalifleri olarak anarşistler bile devlet ve politikayı özdeş olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı devletten kopma adına politikayı dışlamış ve bilinçli olarak politika karşıtı olmayı seçmişlerdir. Anarşistler ki tarihin en devlet ve iktidar karşıtı, otorite karşıtı kesimleri olarak bilinirler. Politika ve devleti böyle özdeş görmek ve bilinçli apolitikliği savunmak baştan devlete meşruiyet sağlamaktır. Bu anlayışı ortadan kaldırma anlamında Bookchin’in politika ve devleti birbirinden ayırma yaklaşımı önemli bir yer teşkil eder. Politika ayrı devlet ayrıdır.
Yine Bookchin’in politika ve şehir ilişkisi de önemlidir. Politika ve şehir arasında sıkı bir ilişki vardır. Şehirleşmek politikayı geliştirir. Fakat politikayı şehirleşme ortaya çıkarmıştır demek doğru bir tanımlama olmaz. Bu anlamda Bookchin’in şehirleşme olgusuna aşırı derece de önem ve belirleyicilik vermektedir. Bu yaklaşımı yanlıştır. Mutlaka şehirleşme devletle ortaya çıkmaz. Politika şehirleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaz. Politika kaynak olarak şehirleşme öncesine dayanır. Şehirleşme ve şehirleşmeyle ortaya çıkan değerler tarihsel evrimin bir aşamasında şekillenir. Yani kendisinden önce var olan aşamanın üzerinden şekillenir.
Şehirleşme köy toplumsallaşmasının üzerinde şekillenir. Köy toplumu olmadan şehirleşme olgusu gelişemezdi. Neolitik toplum olarak var olan toplumsal biçim olmadan insanlaşmak, yerleşik yaşama geçmek ve toplumsallaşmak mümkün değildir. İnsanlığın varoluşu bu toplumsal biçimlenişle olur. İnsanlık adına tüm değerler adına doğal toplum ya da neolitik toplum dediğimiz bu toplumsal sistemde var olmuştur. Politikanın da kaynağı bu toplumsal sistemdir. Politika şehir toplumunun değil köy toplumunun yaratımıdır. Şehirleşmeyle politika olgusunda farklılaşmalar olmuştur. Bu politikanın var oluşuyla değil gelişim süreciyle ilgili bir konu olmaktadır. Şehirleşmeyle politikanın aldığı biçim nedir sorusu bir öneme sahip olabilir. Ama bir bütünen politikanın var oluşunu şehre dayandırmak doğru olamaz. Şehirlerin gelişimi birebir devletçi sistemin ortaya çıkışına bağlanamaz. Şehirleşmeler ilk oluşum itibariyle devlet merkezli değildir. Devletler birden ortaya çıkmazlar. Belli bir evrimin gelişimi sonucu ortaya çıkarlar. Köy toplumundan şehir toplumuna geçişte evrimsel bir gelişimi gerekli kılar. Şehirler büyüyen toplumsallığın ortaya çıkardığı bir oluşumdur. Devletlerde bu aşamadan sonra yani şehirleşmeler sonrasında vücut bulur. Yani devlet oluş itibariyle şehirlere muhtaçtır. Ama şehirler devleti gerekli kılmazlar. Burada önemli olan toplumların kendilerini yönetmek için oluşturdukları politik araçları ve yönetim olgusunu devletle özdeş görmemektir. Politika devletle özdeş alınırsa her şeyin devletle başlatılması doğaldır.
Bundan dolayı da ortaya çıkan şehirler devletçidir diyemeyiz. Devletçi şehirler de vardır. Devletler hakim olduktan sonra şehirleşmeler farklılık geçirmiştir. Bu anlamda bunlara dayalı politika nasıl bir seyir izlemiştir tarzındaki bir soru belki devletçi şehir ve politikanın anlaşılması için bir önem taşıyabilir. Ama kendi başına şehirleşme ve politikayı devlete mal etmek bize doğru sonuçlar vermez. Bizi yanlış tanımlamalara ve sonuçlara götürmekten başka bir sonuç doğurmaz.
Konumuzu ilgilendirmesi açısından Bookchin açısından ifade edebileceğimiz bir yetersizlik tarih yaklaşımına dönük olabilir. Neden politika olgusunu ele alırken Yunan toplumunu esas alarak çözümlemektedir? Polis olarak ifade ettiği şehirleşme konusunu neden Yunan toplumunda çözümler? Yunan toplumunu esas almak belki bize bu konularda tarihin belli bir aşamasından sonrasını anlamak için kimi verileri verebilir. Ama bunlar da bir evrimin halkasını oluşturur. Yunan toplumsal ve siyasal sistemi tarihin belli bir aşamasını teşkil eder. Tarihe kaynak olarak değerlendirilemez. Yunan uygarlığı hâkim tarih paradigmasında tarihin kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Bu değerlendirme yanlış bir değerlendirmedir. Yunan uygarlığı köleci devlet sisteminin çöküş aşamasına denk gelmektedir. İnsanlık tarihe kölecilikle başlamaz. Bu anlamda tarih Yunan uygarlığıyla başlamaz.
“Tarih Sümer’de başlar” deyişi bile eksik bir tanımlama olmasına rağmen tarihi Yunan uygarlığıyla başlatan teze karşı önemli bir karşı duruştur. Bu karşı duruş tarihin yazıyla başladığına dönük tezdir. Devletli tarih Sümerlerle başlar demek daha sağlıklı olabilir. Tarihi sadece yazıyla tarif edemeyeceğimize göre daha derinlikli bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Tarih yazının tarihi değil, insanlığın tarihidir. Dolayısıyla burada bizim için önemli olan yazının tarihi değil, insan toplumunun tarihidir. Yazı bile insanın bir ürünüdür, yaratımıdır. İnsan yazının da anasıdır. Anayı çocukla değil, çocuğu anayla tanımlamak daha sağlıklı sonuçlara götürür. İnsanın ve toplumun varoluşundan başlayarak günümüze gelen tüm bir zaman bize gerçek tarihi vermektedir. Yazı öncesi insan ve toplum yoktur diyemeyiz. Yazılı bir eser bırakmadığı için yazı öncesi insanlığı yok saymak,  kendisinin doğru olduğunu iddia eden bir tarih anlayışı için yanlış bir değerlendirme olsa gerek. Bundan dolayı tarih ne Sümer’le, ne de Yunan uygarlığıyla başlar. Tarih bugün bilimsel araştırmalara dayalı olarak ispatlandığı gibi, Zağros-Toros dağ ve ovalarında başlamıştır. Toplumsal tarih neolitik toplumun bir eseri olarak vücut bulur. Bundan kaynaklı olarak insan toplumuyla ilgili tüm ilkleri burada, bu toplum biçiminde aramak temel tezimiz olmalıdır. Politika ve şehir konusunda aranacaksa bir temel, neolitik toplumla bağlantılı olarak ele alınarak yapılabilir. Bu temel ne Yunan da ne de başka bir uygarlıkta aranamaz. Aransa da sağlıklı sonuçlara ulaşılamaz. Yanlış tarih bilinci bize yanlış yaşamdan başka bir şey vermez. Yanlış bilgi doğru yaşamı ortaya çıkarmaz. Doğru yaşam doğru bilgi üzerinde yükselir.     
Doğru tarih anlayışı Sümerlerde de aransa, bu konuların mutlaka neolitik toplumla olan bağı kurularak aranmak zorundadır. Eğer bağı kurulamazsa, kendi başına ne şehirleşmeyi ne de politika veya iktidar ve buna benzer olguları tanımlayamayız. Sümerler için bu durum böyleyken, bir Yunan uygarlığı için bu durum daha da geçerlidir, Sümerler devletçi sistemin yaratıcısı iken, Yunan uygarlığı bu sistemin çöküş aşamasını teşkil eder. Dolayısıyla Yunan uygarlığı esas alınarak orijinal tanımlar yapmak mümkün değildir. Bunu ifade ederken Yunan uygarlığının orijinal yaratımlarının olmadığını ifade etmiyoruz. Yunan uygarlığında gelişen orijinallik, kendisinden önceki gelişmelerin, kendi zaman ve mekân koşullarına, yaratıcı bir şekilde uyarlamasıyla, sentezlenmesiyle gerçekleşir. Belirttiklerimizden hareketle eğer politika ve şehirleşme tanımlanacaksa, bu tanımlama Yunan veya başka bir uygarlıkla değil, neolitik toplumla bağlantılı olarak tanımlanabilir. Bundan dolayı Bookchin’in çözümlemelerine teşkil eden kaynak doğru olmamaktadır.
Belirtilenlerin dışında sadece Yunan uygarlığını gelişim dinamiğini esas alarak kimi tanımlamalara gitmemiz mümkündür. Yunan uygarlığı ol demekle olmuş bir uygarlık değildir. Her toplumun olduğu gibi Yunan toplumunun da bir oluşum ve gelişim dinamiği vardır. Yunan toplumu da, tarihe devletle merhaba dememiştir. Yunan toplumunun da devletsiz olan bir tarihi vardır. Yunan toplumu ilk elden Zağros-Toros’da yaratılan neolitik toplumun değerlerine dayanarak var olabilmiştir. Var oluşu neolitik toplumun değerlerine dayanarak olmuştur. Neolitik değerler de doğudan yayılarak Yunan toplumuna ulaşmıştır. Yunan toplumu bu değerlerle tanıştığı sırada Ortadoğu devletçi sisteme adım atar. Ortadoğu’da devletçi sistem gericileşmeye, aşılmaya başladığı sırada, Yunan uygarlığı devletle yeni tanışır. Zerdüşt’le doğuda sistem reforma uğratılırken bunun Yunan toplumuna yansıması felsefeye dayalı seküler bir sistemin gelişimi olmuştur. Felsefenin gelişimi bile Ortadoğu’nun bir ürünüdür. Eğer Yunan toplumunda şehirleşme, politika, seküler bir sistem gelişmişse ve bunlar da felsefi düşünce yapısına dayalı olarak gelişmişse bunun kaynağında neolitik düşünce sistemi ve Sümerlerle başlayan devletçi uygarlık sisteminin Yunan uygarlığına taşınması yatar. Daha özgün olarak tanımlarsak Med-Pers çıkışı ve Zerdüşt zihniyet ve ahlak devrimi yatar. Bundan dolayı özgün Yunan uygarlık gelişimini kendi başına bile ele almak istesek, yine Ortadoğu’ya dönmek zorunda kalırız. Bundan dolayı Yunan uygarlığının kendisinden önceki tarihsel aşamalarla bağı kurulmadan, hiçbir gelişmeye kaynaklık edemez.
Konumuzu toparlarsak; politika olgusu devletle gelişmemiştir. Devlet olmadan da politika olabilir. Adına politika dediğimiz faaliyette, daha sonraki konularımızda da göreceğiz ki devletten önce ortaya çıkmış bir olgudur. Politika devletin bir ürünü değil, devletçi olmayan bir sistem olarak neolitik toplumun bir ürünüdür. Aynı şekilde şehirleşme de devletle birlikte var olmuş değildir. Devletten bağımsız bir gelişimi vardır. Ve hem politikanın, hem de şehrin kaynağı Yunan uygarlığı değil, Doğal (neolitik) Toplumdur. Politika köy toplumunun üretimidir. Bundan kaynaklı olarak da ilk politikacılar KADINLARDIR.
Tekrardan konumuzun başına dönersek kavram olarak politika içerdiği anlam olarak, devletçi bir kavram olmaktan uzaktır. Belki de Aryen dil grubundan türetilen bir kavram olmasından dolayı böyledir. Ama siyaset kavramı Semitik dil grubundan olmasından ötürü devletçi bir mantıkla türetilmiştir. Bundan kaynaklı olarak da demokratik sosyalist paradigma sahiplerince kullanılacak kavram politika kavramı olabilir. Siyaset kavramı kullanılsa da mutlaka demokratik siyaset olarak ifade edilmelidir.

Demokratik Ulus Üzerine

Halk denildiğinde esas olarak da devlet ve iktidar dışındaki topluluklar anlaşılmıştır. Bu tanımlanma halkla devletin tarih içinde ayrı olgular olarak kaldığını, bütünleşmediklerini ifade etmesi açısından önemlidir.
Ulus ve milliyetçilik kavramları özellikle 20. yy da siyasetçilerin ve sosyal bilimcilerin üzerinde en fazla durduğu kavramlar olmuştur. Öte yandan tarihte hiçbir kavramın bu kadar istismar edildiğine tanık olunmamıştır. Günümüzde bu kavramla özdeşleşmiş ulus-devlet olgusu da çok yönlü tartışılmaktadır. İnsanlığın birçok sorununun çözümünün bu kavramları anlamak ve irdelemekten geçtiğini söylersek abartmış olmayız.
Kürt halk Önderi İmralı’da yaşadığı yoğunlaşma sürecinde bu kavramları ciddi biçimde sorgulamaya ve bilimsel değerlendirmeler yapmaya yönelmiştir. Başta devlet olgusu olmak üzere bu kavramların insanlık için ne anlama geldiğini hiçbir sosyal bilimcinin ortaya koyamadığı kadar çarpıcı bir biçimde ele almıştır. Devlet, ulus-devlet, ulus ve milliyetçiliğin insanlığın sorunlarını kördüğüm hale getiren olgular olduğunu, dolayısıyla bu kavramları bilimsel ve insanlığın çıkarları doğrultusunda değerlendirmeden bu kördüğümün çözülemeyeceğini gözler önüne sermiştir. Özellikle de orta doğunun yaşadığı ağır sorunların çözümünün de bu olguların doğru ele alınıp çözümleyici alternatifler ortaya konulmasıyla mümkün olduğunu göstermiştir.
Bu kavramların tarihsel süreç içinde yaşadığı diyalektik, içerdiği anlam ve sonuçları itibarıyla irdelemiş, insanlığın bu olgular etrafında yaşadığı acıların demokratik ulusu esas alan bir zihniyetle aşılacağını ifade etmiştir.
Demokratik ulus kavramını; devlet, ulus, ulus-devletle milliyetçilik kavramlarının sosyal-siyasal, ekonomik ve kültürel anlamları, tanımları, işlevleri ve yarattığı sonuçları ele alma temelinde tanımlamaya ve günümüzde nasıl somutlaşacağını ortaya koymaya çalışacağız.
İnsan toplum yaşamına klan formuyla başlamıştır. Toplum yaşamıyla birlikte gücünü fark etmiş, bu nedenle de toplumsal yaşam ve onun sembolü olan totemi kutsamıştır. İnsan için ilk kutsallık toplumsal yaşam olmuştur. Bu nedenle insanlık, kutsallık kavramına her zaman haklı olarak büyük bir değer biçmiştir. Kutsallığın insan için önemini bilenler de, kendi çıkarlarına hizmet edecek olgulara böyle bir anlam yükleyerek kutsallığı kullanmışlardır. Kutsallık yüklenen olguların tümünün toplumsal ve insanları ortak duygulara yönelten nitelikte oldukları kesindir.
Klan formuyla başlayan toplumsallığın gücünün insan yaşamında ortaya çıkardığı kalite yükselmesi nedeniyle insanlığın yaşam kalitesini yükseltmek açısından yeni toplumsallık arayışlarına yöneldiği ya da ekonomik ve sosyal yaşam dinamiklerinin insanları yeni toplumsal form etrafında bir araya getirdiğini tarih içinde gözlemlemekteyiz.
Klandan sonra kabile, aşiret, etnisite, halk ve milliyet biçiminde toplumsallık tanımlamaları yapılır. En fazla kullanılan kavramların başında ise halk gelmiştir. Halk aynı dili konuşan ve ortak kültüre sahip kabile, aşiret ya da etnik topluluklar için kullanılmıştır. Halk denildiğinde esas olarak da devlet ve iktidar dışındaki topluluklar anlaşılmıştır. Bu tanımlanma halkla devletin tarih içinde ayrı olgular olarak kaldığını, bütünleşmediklerini ifade etmesi açısından önemlidir. Devleti ve halkı ayrı topluluklar olarak tanımlamak açısından anlam yüklü bir içerik kazanmıştır. Kürt halkı, Türk halkı, Arap halkı, Fars halkı denilirken egemenler bu tanımlamaların dışında kalmaktadır.
Millet kavramı halkın içerdiği anlamı taşıdığı biçimde kullanıldığı gibi; devleti oluşturan toplumsal kesimleri ve egemenleri içine alır biçiminde de kullanıldığını görmekteyiz. Sosyal bilimcilerin halk ile ulus arasındaki toplumsal formu ya da ulus öncesi aynı dili ve kültürü konuşan toplulukları bu kavramlaştırma ile tanımladıklarını görüyoruz. Ulus öncesi devlet içinde yer alanlar, halk kavramını kullanırken kendilerini içinde görmemeleri, ama millet kavramını kullanırken kendilerini de içinde görmeleri halk kavramı ile millet kavramının aynı şeyler olmadığını ya da aynı şeyler olarak anlaşılmadığını göstermektedir.
Feodal dönemde imparatorlukların, imparatorluk sınırları içindeki farklı dil ve kültürlerdeki halklara millet kavramı kullandıklarını çeşitli belgelerde görmek mümkündür. Örneğin ilk siyaset bilimi kitabı olarak bilinen Siyasetname’de Nizam ül Mülk, sultanlara verdiği nasihatlerde ordunun ve devletin kadrolarının farklı milletlerden olması gerektiğini söyler.
Millet kavramının halk ile ulus kavramı arasında bir anlamda kullanılmasından anlaşılacağı gibi kapitalizm öncesi dönemdeki toplumsal formu tanımlamaktadır.
Ulus Kavramı ve Kapitalizm
Kapitalizm ile birlikte halk ya da milliyet yerine daha çok ulus kavramının öne çıktığını görmekteyiz. Uluslaşma kavramı ortak dil, kültür ve vatana sahip toplulukların sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerinin sıklaşarak daha üst bir toplumsallaşmaya evirilmesi olarak ifade edilmiştir. Böyle bir anlam yüklü olduğunu belirtmek için de feodal çitlerin kalkmasıyla uluslaşmanın gerçekleştiği vurgulanmıştır. Feodal dönemde imparatorluk ve merkezi krallıkların var olduğu yerlerde bile feodal beylerin, prenslerin kendi etkinlik alanlarında belirli bir özerklikleri olmuş, diğer alanlarla ilişkilerinde her zaman  bir sınırlama bulumuştur.
Ancak şu da bir gerçekliktir ki,  tarihin hiçbir döneminde bırakalım feodal bey ve prenslerin hakimiyet alanları, devlet sınırları bile ticareti engelleyememiştir. Hatta  ister köleci, ister feodal dönemde olsun istikrarlı, güçlü devletler ticaret yolarında güvenliği sağlayan devletler olarak görülmüştür. Bu nedenle feodal çitlerin yada devlet sınırlarının ticareti önlediği tezinin gerçeklik  yanları olsa da  önemli oranda bir çarpıtmadır. Ticaret serbestliğinin en fazla kısıtlandığı dönem kapitalizmin ilk dönemlerindeki yüksek gümrük duvarlarının  var olduğu merkantilist dönemdir. Bırakalım merkantilist dönemi, yakın zamana kadar ulus -devlet  sınırları içindeki burjuvazi bu yaklaşımı önemli oranda sürdürmüştür.
Ulus kavramının özellikle burjuvazi tarafında kullanılması ve benzer dil ve kültüre sahip toplulukların bir pazar etrafında toplanması olarak ifade edilmesi, burjuvazinin çıkarları ile örtüşmekteydi. Burjuva ulus kavramı en fazla kapitalizm karşıtı olduğunu söyleyen sosyalistler ve Önderleri tarafından da benimsenmiştir. Onlarda ulusu, dil, kültür, toprak birliği olan ve bir Pazar etrafında ruhi şekillenme birliği bulunan topluluklar olarak tanımlamışlardır. Dolaysıyla burjuva ulus anlayışını kabul etme temelinde her ulusa  bir devlet anlayışını meşrulaştırmışlardır. Nitekim ulusların kendi kaderlerini tayın hakkının devlet kurma anlayışı biçiminde ele alınması bu tanımlamanın doğal sonucu olarak kabul görmüştür.
Ortak coğrafyada yaşayan ve aynı dili ve kültürü konuşan toplulukların ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini  sıklaştırarak potansiyellerini olabildiğince açığa çıkarmaları yanlış değildir. Toplumsallığın insan açısından mucizevi  gelişmeler  yaratığı bu nedenle kutsandığı  dikkate alınırsa toplumsallığın yaygınlaşması ve derinleşmesinin insanlık açısından yeni ufuklar getireceği açıktır. Ancak ulus, uluslaşma ve ulusal  devlet olguları burjuvazinin   sömürü ve kar hırsı için kullanıldığından  toplumsallaşmayı mı geliştirdiği, yoksa toplumsalığa ve insanlığa en büyük zaraları mı verdiği(?)  Ortaya çıkan sonuçlardan açıkça görülmektedir. Ulus-devlet ve milliyetçiliğin  acı ve olumsuz sonuçlara yol açtığını bu gün burjuvazinin kendisi de dahil herkes görmektedir.
Tarih; milliyetçi, devletçi ulus anlayışının insanlığa en fazla zarar veren olgular olduğunu; bunun da kapitalizmin kar ve sermaye biriktirme hırsından kaynaklandığı  yazacaktır. Kaldıki şimdiden bunlar  fazlasıyla yazılıp çizilmektedir.
Burjuvazi Avrupa’da eşitlik, özgürlük, kardeşlik talepleriyle gelişen ve feodalizmi yıkan halk devrimlerini kendi çıkarları için değerlendirmede, ulus kavramını, milliyetçi ideolojiyi ve ulus devlet hedefini çok iyi kullandı. “Aynı dili ve kültürü konuşanlar bir devlet olmalıdır; diğer  uluslara karşı kendini korumalıdır”, diyerek kendi çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi  göstermeye başladı.  Ulus-devlet çerçevesinin burjuvazinin gelişmesi için iyi bir sömürü zemini olduğu kesindir. Milliyetşi devletçi uluslaşma sonucu sınırları çizilmiş topraklar üzerinde sömürme ve ticaret yapma tekelini kendi eline almıştır. Ulus- devlet başka ulus-devletlere karşı korunmalıdır, derken burjuvazinin çıkarlarının kastedildiği açıktır. Feodal beylikleri ortadan kaldırıp merkezi devlete yönelirken de;  usul- devlet duvarlarını yüksek tutarken de amaç aynıdır: sermaye birikimi artırmaktır. Bir taraftan feodal beylerin çitleri olmasın derken, diğer taraftan kendisi daha yüksek çitler örmektedir. İçeride, mal ve sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı; dışardan geleceklere karşı ise engel koymak;  Ulus- devletçi ekonomik yaklaşımın ortaya çıkartığı bir sonuçtur.
Ulus-devletin kaygıları halkın sorunları değildir
Ulus-devletlerde, halkın sosyal, ekonomik, kültürel potansiyellerinin açığa çıkarılması yada halkın örgütlenerek her alanda güç olma kaygısı taşınmaz. Tek kaygı burjuvazinin, siyasi, ekonomik, sosyal bir güç olmasıdır. Tüm bunları ulusun ortak çıkarlarıymış gibi gösteren milliyetçilik ideolojisi de burjuvazinin kendi toplumu üzerinde egemenlik kurmasını meşrulaştıran bir ideolojidir. Burjuvazi milliyetçilikle kapitalist çağın yeni dinini ortaya çıkarmıştır.  Artık din uğruna savaşlar yerine milliyetçi ideolojinin etrafında  kanlı savaşlar yürütülmektedir. Tarihin en kanlı savaşlarının Hıristiyan dinine sahip toplumlar arasında yapıldığı görülürse; milliyetçiliğin yeni bir din haline getirildiği rahatlıkla söylenebilir. Bu dinle devlet kutsanmıştır. Ulusal-devlet bütün değerlerin üstüne çıkarılmıştır. Herkes bu ulus devletin güçlenmesi için çalışmak ve hizmet etmekle yükümlü kılınmıştır.  Köleci devlet kulluğundan daha fazla kayıtlarla, şartlarla köle kılınmış bir ulus -devlet yurttaşlığı getirilmiştir. Bu yurttaşlar topluluğu devlete kulluk düzeyinde hizmet ederken, ulus-devlet, “ben sana hizmet ediyorum o zaman gereklerini yerine getireceksin” dayatmasıyla yurttaşlarının önüne zorunlu yapması gereken birçok görev koymuştur. Bu görevleri yerine getirmeyenler vatan haini ilan edilmiştir. Tarihin hiçbir döneminde vatan hainliği kavramı ulus-devlet döneminki kadar kullanılmamıştır. 
Burjuvazinin milliyetçi ideolojiyle kutsadığı ulus- devlet halkın ya da ulusun güç olduğu devlet değildir. Aksine devletin merkezileşmesiyle halk üzerindeki otorite daha yaygın ve derin hale gelmiştir. Devletin toplum üzerindeki hâkimiyetinin en fazla derinleştiği ve sistematik hale geldiği dönem ulus- devlet dönemidir. Artık ulusa ait olduğu söylenen bireyinin her şeyine karışılmaktadır.  Ekonomik, sosyal ve kültürel araçların kapsamlı kullanılarak bio-iktidarın geliştirildiği dönem böyle başlamıştır. Öyleki ulus-devlet uygulamaları ve milliyetçilik ideolojisiyle kölelik içsel düzeyde kurumlaşmıştır.
Ulus-devlet: burjuvazinin sömürü ve baskı tekelinin olduğu, sınırlarla çizilmiş, duvarlarla örülmüş kar ve sermaye birikiminin sağlandığı büyük bir fabrikadır. Köleci ve feodal devlet dönemlerinde tüccarların ya da özel mülkiyet sahiplerinin kar isteklerini karşılayan böyle bir imkân hiçbir zaman bulunamamıştır.  Hiç bir devlet bu kadar tüccarların ve özel mülkiyet sahiplerinin koruyucusu olmamıştır. Dolayısıyla ulus- devlet ve ulus kavramının kutsallaştırılması, sömürücü düzene hizmettin kutsallaştırılmasıdır.  Öyleki toplumda yapılan en kutsal iş sömürü ve sermaye birikimi sağlamak olarak görülmüştür.
Ulus-devleti korumak en kutsal görevdir, denilirken burjuvazinin sömürmek için çizdiği sınırlar ve sömürü tekelini korumak kutsal hale getirilmiştir. Tarihte hiçbir zaman bütün halkın ve ulusun devleti diye bir şey olmamıştır. Hatta ilk ve orta çağda halk ve devlet ayrışması kesindir. Bu nedenle halk derken devlet dışındaki toplum anlaşılmıştır. Bütün ulusun devleti anlayışı burjuvazinin sömürü ve baskısını meşrulaştırmak için uydurulmuştur. Sümer rahiplerinin toplumu devlete itaat ettirme gerekçesinin daha geliştirilmiş biçimidir. İlk çağda gök düzeninde nasıl bir hiyerarşi var ve bütün gök alemi ona uyuyorsa yerde de herkesin ona uyması zorunluluğu dayatılmıştır. Ama “bu devlet senindir; halkındır denilmemiştir.” Tanrının yada kralın devletidir, kullarda ona hizmet edecektir, zihniyeti vardır. Ulus-devlet ise artık toplum kandırılamadığı için, devlete uymanın meşruiyetini daha etkili hale getirmek için milliyetçilik ideolojisiyle devlet tüm ulusundur, herkes bunu korumalıdır biçiminde bir aldatma sağlanmıştır.
Demokratik halk devrimleri feodalizmin aşılmasında belirleyici rol oynamıştır. Bu devrimler feodal düzeni yıkarken kapitalist toplumu ya da burjuvazinin ortaya koyduğu ulus- devleti hedeflememiştir. Demokratik devrimlerin önünü açan Rönesans Feodal toplumdaki dogmatik zihniyeti; doğayı ve insanı değersiz ve cansız ele alan yaşam felsefesini aşmak istemiştir. Bu süreç tabiiki yalınız maddi alanda değil manevi alanda da yeni açılımlar ortaya çıkarmıştır. Toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkileri bu sürecin doğal sonucu daha derinleşip yaygınlaşacaktır. Bunun yarattığı toplumsallaşma demokratik uluslaşmaya yol açacak özellikleri bağrında taşımaktadır. Rönesans ve reform demokratik uluslaşma yolunda önemli adımlardır. Demokratik ulus haline gelme anlamında gelişmelerde yaşanmıştır. Toplumda var olan komünal demokratik değerler canlanma içine girmiştir. Aydınlanma sürecinde ortaya çıkan Ütopik sosyalist düşüncelerin öngördüğü toplumsal proje bir yönüyle de demokratik uluslar haline gelme projesidir.
Ulus kavramı kapitalizmin istismar ettiği bir kavramdır
Rönesans ve reformun hedeflediği toplum projesi demokratik ve özgürlükçü olmasına rağmen, burjuvazi elindeki imkânları devleti ele geçirme ve sömürüsü için çitlerle örülmüş güvenli bir alan yaratmak için seferber etmiştir. Ulus kavramını kendine göre ele almış;  ulus olmak için ulus devlet kurmanın zorunluluğunu vaaz ederek toplumu peşinden sürüklemeye yönelmiştir. “Ulusun çıkarları” derken kastedilen burjuvazinin toplum üzerindeki hâkimiyeti ve ulusu kendi hizmetine koşturması olmuştur. Zorunlu askerlik, her şeyin vergi konusu yapılması, daha birçok yükümlülük, tamamen burjuvaziyi güç yapan, sistemi güvenceye alan uygulamalar ve kurallardır.
Kapitalizmin hâkimiyeti ile birlikte demokratik uluslaşma sekteye uğramış; Milliyetçi, devletçi uluslaşma temelinde ulusun değil, burjuvazinin güç olduğu bir sistem gerçeği ortaya çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi devlet halkın ya da ulusun değil bir azınlığın devleti olmuş ve halk ulusal çıkarlar adına bu azınlığın hizmetine koşturulmuştur. Milliyetçilik bu gerçeği gizlemenin ideolojisidir. Yoksa bir halkın dilini, kültürünü geliştirmek, kimliği ve vatanına sahiplenmek milliyetçilik değildir.  Bunlar yurtseverlik ve halkçılıktır. Bu değerler en fazla da yurdu ve halkı istismar eden egemen sınıflara karşı savunulur. Burjuvazi milliyetçilik ideolojisiyle halkın kendi değerleriyle ve kültürüyle vatanında özgürce yaşama özlemin çarpıtıp çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Halklar tüm tarih boyunca yaşadığı toprakları ve özgürlüklerini savunma içinde olmuşlardır. Toplumsal var oluş, bu direnişi ve savunmayı gerektirir. Milliyetçilik halk ve vatan savunması yerine içerde halka baskı ve dışa karşı ise saldırganlık zihniyetini bir hastalık gibi toplum içine yayar.
Burjuvazi halkın siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda örgütlenmesine, örgütlü, dolayısıyla demokratik ulus haline gelmesine fırsat vermez. Ulus adına bütün örgütlenme ve faaliyetleri o yapar. En demokratik organ olması gereken meclisler, öyle bir siyasi ve örgütsel zemin üzerinden şekillendirilirki ağırlıklı olarak egemen sınıfları yansıtır. Halk adına değil de burjuvazi adına yetki kullanan, yasa çıkaran kurumlardan öteye bir işlev görmezler. Temsili sisteme dayanan parlamentoların bırakalım baskıcı rejimlere karşı koyup Halkın sözcüsü olması; faşizme alet olma ile halkları birbirine kırdıran savaş kararlarının alıcısı ve uygulayıcısı olmuşlardır. Ulus-devletin ve bu çerçevede oluşan kurumların ikinci dünya savaşı sonrasına kadar demokrasinin geliştirilmesinde engel konumda oldukları birçok yönüyle ortaya konulabilir.
Milliyetçi-devletçi uluslaşma ve ulus devletlerin insanlık açısından bir hastalıklı durum olduğu günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. İlk ve orta çağlarda devlet yöneticileri için siyasi hâkimiyetlerin kabul ettirme yeterli görünürdü. Devlet ya da imparatorluk sınırları içinde bulunan diğer etnik topluluklar üzerinde bilinçli, sistemli bir asimilasyon ve baskı politikası uygulamazlardı. Nizam-ül-mülk’ün vasiyetlerinde olduğu gibi iktidarların bekasını Milliyetçilikten uzak yaklaşımlarda görürlerdi. İktidar savaşlarının etnik topluluklar arasında değil de bir hanedanın kendi içinde daha fazla yürütülmesi söz konusu olurdu.
İktidarlar yalnızca bir etnik topluluk üzerinde hâkim bir devlet kurma gibi bir anlayışla hareket etmezlerdi. Hatta tek bir etnik topluluk üzerinde kurulmuş devletlerin sayısı tarihte az görülür. Belki ulus-devlet çağında bile bir devlet içinde tek bir ulus bulunmaz, ancak bir ulus adına devlet üzerinde hâkimiyet kurulur. Söz konusu ulus korunur ve yüceltilir. Eski çağlarda ise devletler ya kurucusu hanedanın adıyla ya da üzerinde kurdukları şehir veya coğrafya adıyla anılır.
İktidarların otoritesi sağlatıldıktan sonra devletlerin toplum yaşamının her anıyla ilgilenmesi diye bir uygulama söz konusu olmaz. Bu yönüyle kapitalizm ya da ulus devlet öncesi devletlerin toplumlara daha uzak ve iç içe olmadıklarını söyleyebiliriz. Devlet işleri ile halk işleri birbirinden ayrıdır. Devletler kendileri için de getirisi olacak genel yarar sağlayan yatırımlar dışında halkla ilgili işlerle ilgilenmezler. Bu ilgisizliğinin yararları da, zararları da irdelenebilir. Bireylerin yada küçük toplulukların yapamadığı işlerin daha geniş bir örgütlenme yada devlet gibi bir organizasyon tarafından yapılmasının gerekli olduğuna olumlu bakılabilir. Adına devlet denilmeyecek bu tür örgütlenmelere her zaman ihtiyaç olacaktır. Ancak bu nitelikli işler dışında halkın ve toplumun kendini örgütleyerek işlerini yapması ve devlet olgusunun bu toplumsal işlerden uzak durması demokratik bir yaşam için daha gerekli bir işleyiştir.
Devlet-iktidar ve meşruiyet sorunu
İktidarlar ya da devletler her zaman bir meşruiyet sorunu yaşamışlardır. İktidarlarının uzun ömürlü olmasını egemenliğin meşruiyetinin sağlam olmasında görmüşlerdir. Tanrı, Allah ve din adına devlet iktidarını yürütme en bilinen meşruiyet kaynaklarıdır. Bir hanedandan gelmiş olmakta iktidar sahibi olmanın meşruiyeti olduğunun sık görüldüğü diğer bir gerçekliktir. Ancak bu hanedanlar da esas olarak Allah ve din adına bu iktidarı yürüttüklerini iddia etmişlerdir.  İktidar sahibi olmanın meşruiyetlerini böyle açıklamışlardır. Böylece zorla elde ettikleri ve sürdürdükleri iktidarlarına meşruiyet kılıfı bulmuşlardır. Çünkü hiçbir iktidarın zor kullanarak uzun süre ayakta kalamayacağını, zorun en büyüğü ve en güçlüsüne sahip olanlarda bilir.
Burjuvazi ulus-devleti kutsar, milliyetçilik bayrağını dalgalandırırken esas olarak ta kendi egemenliğine ve iktidarına bir meşruiyet arama çabası içinde olmuştur. Devlet ve iktidar sorununun en temel cevaplandırması gereken konu olması gereken meşruiyet sorununa, burjuvazi “egemenlik millete aittir” diyerek cevap bulmuştur. Ulusun tümünün devleti yada iktidarı, sadece bir söylem olduğu için, burjuvazi egemenlik millete aittir derken kendi iktidarına bulduğu meşruiyeti dilendirmektedir. Zaten ulus derken burjuvazi her zaman kendisini bu ulusun sözcüsü ve ulus adına hareket edeni olmuştur. Milliyetçiliğin çoğunlukla bu sınıf tarafından bayraklaştırılması, ulus için konulan hedeflerin ve ihtiyaçların hep bu sınıf tarafından belirlenmesi bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”; bu yetkiyi de meclis ya da hükümet kullanır, denilerek burjuvazinin ulusun bütün potansiyellerini kendi çıkarına kullanması yetkisini almaktan söz edilebilir. Nitekim tüm parlamento ve hükümetler böyle bir rol üstlenmişlerdir.
 “Ulusun mutlaka bir devleti olması; ancak devlet olursa ulusal topluluklar gelişim sağlar” tezi ya da paradigması bugüne kadar uluslara kabul ettirilen bir paradigma olmuştur. Ancak 2. dünya savaşından sonra uluslarla ilgili bu paradigma sorgulanmaya başlanmıştır.
Ulus devlet konusunda Kürt halk Önderinin “Bir Halkı Savumak” adlı eserinden alınan aşağıdaki pasajlar bu konuda özlü bir fikir vermektedir.
 “Toplumların ulusal olgular biçiminde şekillenmesinin doğrudan kapitalizmin bir ürünü olmadığını kavramak gerekir. Bu konuda da sanki kapitalizm ulus yaratı gibi bir ideacılık ciddi bir yanlıştır.  Bu yanlışlıkta Marksizm’in payı da vardır. Toplumlarda klan, kabile, aşiret, milliyet ve millet şeklindeki süreç kendine özgü bir diyalektiğe sahiptir. Sınıflı toplumun ürünü olarak doğmazlar. Kapitalizm olmadan da ulus olabilir. Ulus şekillenmesinde dil, kültür,  tarih ve siyasal güç daha belirleyici rol oynar. Uluslar eşit- özgür ve demokratik toplumsal yapılarda daha sağlıklı gelişebilirler. Batı Avrupa’da ulusların 12. yüzyıldan itibaren şekillendiklerini görmekteyiz.
Sistemlerden hangisinin uluslar içinde hâkim olacağı ancak 18. yüzyılın sonunda burjuvazinin zaferi ile belirlenir. Kapitalizmin ulus içindeki zaferi, aynı zamanda milliyetçiliği dinin yerine egemen ideoloji haline getirilmesiyle birlikte yürür. Hem içte pazarı geliştirme, hem dışa doğru açılmak güçlü milliyetçiliğin bu özeliği ulus-devlete götürür. Ulus-devlet dinsel ideolojik örtünün laiklikle aşılmasıyla gelişir. Özünde tüm ulusun devleti diye bir bir kavram kökünden yanlıştır. Toplumun ulusallığından, ulusal bütünlüğünden bahsetmek belli bir gerçekliği yansıtır.  Ama devletin ulusallığı daha çok ideolojik bir yargıdır; toplumsal realite değildir.  Çünkü tüm toplumsal kesimler devletin sahibi olamazlar. Devlet her zaman ulusal bir azınlığın elinde ve hizmetindedir. Devletin yaptığı, ulusal olguyu-tıpkı din olgusunda olduğu gibi- ideolojik bir olguya dönüştürmek meşru temel sağlamaktır. Tüm 19. ve 20. yüzyıl milliyetçilikleri toplumsal meşruiyeti ideasıyla bağlantılıdır. İçte sınıf çelişkilerini gizlemede, dışa doğru saldırganlığı teşvik etmede milliyetçilik büyük rol oynar. Milliyetçiliğin kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir.
Milliyetçilik aynı zamanda devletteki merkeziyetçiliği güçlendirir. Daha demokratik federal yapılara karşı devlet milliyetçiliği, merkezi-Üniter yapılara kayar. Buradan faşist ve totaliter devlet anlayışına geçilir. Toplumsal hastalığın histeriye dönüşmesi, kapitalizmin intiharıdır. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu anlamda milliyetçilik dozajının aşırı kullanılmasından doğan sistemin intihar eylemleri olarak ta düşünülebilir. Kendisi uygarlık krizi olan kapitalizmin en genel ve derinlikli krize, kaosa girme sürecidir.
Ulusal devlet ve küreselcilik sürecine baktığımızda durum daha somuttur. Ulusal olguyu aşırılaştırıp devleti tümüyle ele geçirdikten sonra, önce güç kazanmış olan birey adeta “karıncalaşma” dönemine girer. Rönesansla büyümüş insanlık-hümanizm ve birey tersine bir sürece konu olur.  Adeta saldırı hedefi haline gelirler. Bu gerçeklik bile tek başına kapitalizmle Rönesans değerleri arasındaki aykırılığı göstermeye yeterlidir.  Kapitalist büyürken birey küçülür. Hümanizm içi boş bir kavrama veya küreselcilik adı altında büyük şirketlerin azgın fetih savaşları karşısında utanılacak bir kavrama dönüştürüldü.  Ulusal devlet dışındaki tüm diğer kurumlar eritilmesi, sömürgeleştirilmesi gereken olgular haline gelir. “Hiçbir değer ulus-devletten daha yüce olamaz” ilkesi bu hale getirilmekle, hiçbir çağ devletinin ulaşamadığı bir kutsallık zırhına bürünür. Her şey milli devlet için! Aslında milli devlet kisvesi veya kurnazlığı altında her şey kapitalist içindir. Devlet, özelikle ulusal devlet, o kadar kestirmeden kâr, aşırı kâr getirme sihrine sahiptirki ulus-devlet ideolojik olarak milliyetçilik, hiçbir mitolojik, felsefi ve dini kavrayış ve inancın erişemeyeceği boyutlarda bir inanç ve iman akımı haline getirilir. Tüm ilgili gözleri ve yürekleri adeta kör eder. Milli gerçekliğin abartılmış figürleri dışında hiçbir değer anlamlı gelmez. Kutsallık yalınız milli değerlerin abartılmış unsurlarında gizlidir. Bun karşılık yurttaş olarak birey adeta ortaçağ tarikatlarına üye yapılır gibi “devlet tarikatına” bağlanmaya çalışılır.
Yurttaşlık gerçeği çok iyi çözümlenmesi gereken bir kavramdır.  Aslında ilk ve orta çağlardaki birey-devlet bağı olan köle-serf ilişkisinin yerine ikame edilmiştir. Bir nevi burjuvaziye-devlete-kölelik ilişkisine dönüşümü ifade eder. Devlet yurttaşlığı, kölenin modern biçiminin düzene hazırlatılmasıdır. Bu, burjuva sınıfı için işe yarar hale getirilmiş bireydir. Asker, vergi başta olmak üzere birçok yükümlülüğe konu olur.   Devlete ve egemen sınıfa ihtiyacı olan gücü doğururlar. Çocuk yapma burjuvazi için masrafsız bir iş haline dönüştürülmüştür. Lafta her ne kadar ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel haklardan bahsedilse de özünde bu hakları kullanan ezici biçimde egemen sınıftır.”
Bu gerçekler ışığında ulus devlet ya da kapitalizmin ulusu ne kadar güçlendirdiğine bakılabilir. Güçlenen, büyüyen birey ve toplum değildir. Büyüyen, tamamen istismarcı, sömürücü sınıflardır. Birey ve toplum güçlenmediği gibi toplumların sosyal ve kültürel zenginleşmesi değil aksine tek bir ulusun yüceltilmesi ile diğer kültürlerden beslenmemesi kültürel zenginliği azalttığı gibi renkleri matlaştıran bir durum yaratır. Her ne kadar ulus-devlet ve milliyetçiliğin farklı ulusları ve kültürleri dışlayıcı ve ezici yaklaşımları Post-modern anlayışla eleştirilse de kapitalizmin doğası gereği esas işleyen yön farklı kültürlerin zenginliğinin ortaya çıkarması değildir. Kapitalist değerlerin tek değer halinde geliştirilip topluma yutturulması ya da her tür kültürün çok fazla parçalanarak kimliksiz hale getirilmesi söz konusudur. Belki klasik kapitalizm ve ulus devlet anlayışına göre tek renklilik dayatması yoktur. Ancak toplumun güçlü ve yaygın örgütlenmesi temelinde bir demokratikleşme yaşanmadığı için, yine ortaya çıkan demokratik uluslaşma doğrultusunda toplumun güçlenmesi değil, zayıflaması gerçeğidir.
Ulus-devlet olgusu Ortadoğu kaosunun en temel nedenlerindendir
Dün ulus-devletin baskıcı, otoriter uygulamaları ulusu güçlendirmezken; günümüzde de toplumu ve örgütlülüğü parçalayan etkenlerin fazlalığı benzer bir rol oynamaktadır. Bu nedenle günümüzde toplumların her bakımdan güçlenmesinin yolu demokratik bir toplum, dolayısıyla demokratik bir ulus olmaktan geçmektedir. Bunun içinde demokratik ulus nasıl olunur(?) Sorusuna cevap vermeliyiz. Böylece milliyetçi devletçi uluslaşma karşısında alternatif uluslaşmamızı da ortaya koymuş oluruz. Özelliklede ulus-devlet anlayışının Ortadoğu halklarına fazlasıyla zarar verdiği, bu zarardan en fazla acının da Kürtlerin payına düştüğü dikkate alınırsa demokratik ulus zihniyetinin Ortadoğu’ya oturtulması ve Kürt halkının da böyle bir uluslaşmaya öncülük etmesi Ortadoğu halklarının kara kaderini değiştirmede de bir dönüm noktası olabilecektir.
Batıdaki milliyetçilik ideolojisiyle iç içe gelişen ulus- devlet anlayışının Ortadoğu’ya gelmesi yüzyıllardır, hata bin yılardır yan yana barış içinde yaşayan toplulukları bir birine düşman hale getirmiştir. En azından din kardeşliği temelinde bir birlerine husumetleri zayıf noktada tutulan halklar milliyetçiliğin Ortadoğu coğrafyasına girmesiyle bir birlerine kanlı bıçaklı düşman haline gelmişledir. Türk, Arap, Fars ve Kürt milliyetçilikleri esas olarak batıdan esinlenen Ortadoğu tarihini ve halklar gerçeğini dikkate almadan taklitçi biçimde bir hastalık olarak toplumlara dayatılmıştır. Dış güçler milliyetçilikleri kışkırtıp halkları bir birine düşman etmiş, böylece böl parçala yönet politikasını kolayca uygulamışlardır. Bundan da devlet geleneği olmayan, siyasal iktidar olarak bir güç ifade etmeyen Kürtler zarar görmüştür. Dış güçler esas olarak birinci derecede kullanacağı ve dayanacağı güçler olarak gördüğü Türkleri, Farsları ve Arapları dikkate alırken; Kürtleri de ikinci derecede ve gerektiği zaman kullanan bir topluluk olarak değerlendirmiştir. Bölgedeki tüm milliyetçiliklerin gelişmesinin arkasında bir batılı ülke vardır. Örneğin Türk milliyetçiliğini arkasında Rusya’yı zayıf düşürmek isteyen güçler vardır. Daha önce öne çıkarılan pan-islamizmin bile arkasında Almanya vardır.
Ortadoğu coğrafyası halklar ve etnik topluluklar mozaiğidir. Bu nedenle milliyetçilik en fazla bu coğrafyaya zarar vermiştir. Nasıl ki halklar mozaiği olan Balkanlar milliyetçiliğin etkisiyle halkların birbirini boğazladığı bir coğrafya haline geldiyse, benzer biçimde Ortadoğu da bu yönlü acılar çekmiştir. Milliyetçi-devletçi uluslaşma yerine toplumların yaygın örgütlenme temelinde demokratikleşmesine dayalı demokratik uluslaşma bu nedenle önemlidir.
Milliyetçi devletçi uluslaşmada bir ulusun diğerinin aleyhine güçlenmesi esas kural iken demokratik uluslaşmada güçlenme kaynağı ise toplumun derinliğine ve genişliğine yaygın örgütlenmesi olarak görülür. Öte yandan iç içe, yan yana yaşadığı topluluklarla husumeti bir yana bırakalım birbirlerinden güç aldıklarından demokratik uluslaşma güç kazanır.
Milliyetçi-devletçi uluslaşmada güçlenme ölçüsü devlet ve egemen sınıflar iken, demokratik uluslaşmada güçlenme ölçüsü, halkın güç kazanarak devletin ve egemen sınıfların gücünün sınırlanması olarak ele alınır.
Ulus devletler de ekonomik çıkarları gereği dilin, kültürün belirli düzeyde gelişmesini isterler. Okuma yazması olmayan ya da dünyayı tanımayan bir insan kapitalist sistemin ihtiyacına cevap veremez. Yine olay ve olguları dinle açıklamayan bilimsel bir yaklaşımda, bu sosyal ekonomik sistemin bir gereğidir. Kapitalizmin bu yönlü yaptığı işlere bakılarak ulus olmak için devlet gerekir kanaatine varılamaz. Kaldı ki ulus tanımını oluşturan tüm unsurların, önceleri gelişip bu günlere taşındığı bilinmektedir. Feodalizmin çözülüşünden sonra demokratik uluslaşmanın gelişmesi dolayısıyla ulusun ve bireyin gelişmesi söz konusuyken-kapitalizmin ulus-devlet anlayışının derinleşmesiyle birlikte bu gelişmenin önünün alındığı göz önüne getirilip iki uluslaşma arasındaki fark ortaya konulursa, milliyetçi devletleşmenin uluslar açısından ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Kıyaslama geçmişe göre ortaya çıkan bazı gelişmeye bakarak değil demokratik uluslaşmanın önünü alarak yaratığı geriliklere ve halka ödettiği bedellere göre yapılırsa, doğru değerlendirme imkânı bulunur.
Demokratik uluslaşma ve demokratik konfederalizm
Demokratik uluslaşma, uluslaşma önündeki tüm barajların yıkılarak toplumun her bakımdan ilerlemesinin önünün sonuna kadar açılmasıdır. Nitekim sınırlı demokratikleşme imkânına kavuşan ulusların büyük gelişmeler ortaya çıkardığı bilinmektedir. Demokratikleşmeyle ulusun gelişmesi arasında doğru orantılı bir bağ olduğu artık günümüzde hiçbir tereddütte yer verilmeyecek düzeyde kanıtlanmıştır. Örneğin Avrupa da düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün- kapitalist sistemin bütün olumsuzluklarına rağmen- sınırlı düzeyde ortaya çıkardığı demokratik uluslaşmanın yaratığı pozitif enerji ve sonuçlarını ekonomik, sosyal ve kültürel ilerlemeden bilmekteyiz. Yine en demokratik ulusların ve gelişme gösteren toplumların milliyetçi ve devletçi uluslaşmayı belirli düzeyde aşmış ülkeler olduğunu da görmekteyiz. Avrupa, günümüzde halkın yetersizde olsa güç kazanması ve demokratik kültürün belirli düzeyde varlığı sonucu demokratik uluslaşma sürecine girmiş topluluklar olarak değerlendirilebilir. Güçlenmelerini milliyetçi devletçi uluslaşmada değil demokratik uluslaşmada gördükleri bir bilinç gelişimi söz konusudur. Kapitalizmin çıkarları ve ulus-devlet zihniyetinin tümden aşılamaması bu gelişmeyi zehirlese de toplumsal düzeyde demokratik uluslaşmaya yönelen bir eğilim vardır. 
Demokratik uluslaşmayı kısaca örgütlü ulus olarak ifade edebiliriz. Kürt Halk Önderi bir toplumun derinliğine ve genişliğine, yaygın ve sıkı örgütlenmesinin en doğru biçimini demokratik konfederal örgütlenme olarak koydu. Demokratik uluslaşmanın en iyi biçimini bugünkü veriler ve demokratik bilinç çerçevesinde konfederal örgütlenme olduğunu örnekleri ve yansıtacağı sonuçlarla birlikte göstermeye çalıştı.
Konfederal örgütlenmeyi, devlet zihniyetinden kaynaklanan yöntem ve tarz olarak taban örgütlerini işlevsiz bırakıp boğuntuya getiren merkezi örgütlenmelerin olumsuzluklarına son verip, örgütlenme ve demokrasinin ortaya çıkaracağı tüm enerjilerin toplum hizmetine sunulmasının modelidir. Sosyal, ekonomik, kültürel tüm potansiyelleri harekete geçirecek bir model olduğu gibi; hiçbir merkezileşme modelinin yaratamayacağı kadar bu enerjileri birleştirip, kaynaştırıp eklektik olmayan organik bir toplumsal dinamizm patlaması yaratacak niteliğe sahiptir. Ne var ki işin hep teknik ve şematik yönü ile uğraşıldığından, kimin kiminle nasıl bir ilişkide olacağı gibi tartışmalar içinde konfederal örgütlenmenin yaratacağı güçlü demokratik uluslaşma gerçeği görülememektedir. Dolayısıyla bu uluslaşmanın ne kadar ağır olursa osun tüm sorunları çözme gücü üzerinde yoğunlaşılamamaktadır. Ya da dönüp dolaşılıp hep sistem içi çözümlere takılıp kalınması durumu yaşanmaktadır.
Komünler ve demokrasi
Demokratik Konfederalizm devlet dışı toplumun bütün fertlerinin örgütlendirilmesini hedeflemektedir. Köy ve mahalle komünleri bu örgütlülüğün en alt ve en işlevsel birimleridir. Zaten bu işlevsel ve canlı özelikleri, konfederal sisteme toplumun tüm enerjisini ortaya çıkarma imkânını vermektedir.   Komün tüm bireylerin katılımıyla oluşan ve kendi zeminin de çözebileceği tüm sorunları üstlenen ve topluma canlılık niteliği kazandıran temel örgütlenme ünitesidir. Siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik bilincin aldatma ve aldanmadan uzak sağlıklı oluştuğu topraktır, komün doğrudan ve tam demokrasinin işlediği üniteler olarak demokratik kültürün oluşmasının anasıdır. Komünal olanının demokratik, demokratik olanın komünal olduğu, dolayısıyla komünal ve demokratik kültürünün birbirinden kopmaz biçiminde var olduğu komünler; demokratik sosyalizmin yaratıldığı ve yaşatıldığı günlük yaşam yerleri olarak, insanın kendi doğasına döndüğü ve doğayla sürdürebilir ve güçlendirici bir uyum yakaladığı kök hücredir.
Demokratik ulusun kimliğini kazanacağı ve komünal demokratik yaşamın yaratıldığı bir kök hücrelerin üzerinden yükselen kasaba, şehir yada semt meclisleri daha büyük iş ve görevlerin demokratik temelde çözülmesini sağlarlar. Böylece söz, karar ve yürütmenin bir birinden koparılmadan işlediği halk demokrasilerin kurulduğu bir sistem oluşur.
Komünler zaten karar ve yürütmenin birbirinden kopmadığı birimleridir, meclisler ise esas karar verici güç olarak pratik işleri yürüten koordinasyonları yakından denetler. Devlet sistemlerinde ya da daha önceki ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal örgütlenmelerde esas güç piramidin üstündekidir. Alttaki sadece piramidin üstünden alınan kararlara uyan ya da uygulanmasının edilgin bir dişlisi rolündedir. Demokratik konfederal örgütlemede söz, karar ve güç sahibi tabandır, ya da Kürt Halk Önderinin anlaşılması için verdiği güzel örnekte olduğu gibi  “ tespihin ilk önce taneleri dizilir sonra imamesi takılır.” Yani üsten alta doğru değil, alttan üste doğru işlevselliğin olduğu bir toplumsal yaşam biçimi ortaya konulmaktadır.
Devletçi ulus zihniyetinde bırakalım tabanın söz ve karar sahibi olması, tüm toplum milliyetçiliğin kör etiği gözlerle devlete ve egemenlere hizmet ettirilir. Birey ve toplum güçsüzdür, dolayısıyla ortaya çıkan uluslaşma da güçsüz ve hastalıklıdır.  Toplumun örgütlemesini geliştirmeyip irade kılmayan her sistem bireyi de, toplumda güçsüz bırakır. İnsanlık toplumsal yaşamam başlar başlamaz, toplumsal yaşamın sembolü olan totemi kutsamıştır. Gücü ve yeteneklerinin muazzam açığa çıkarışını örgütsellik anlamına gelen toplumsallaşmayla görmüştür. Bu toplumsallaşmada esas olarak birey kendi gücünün farkına varmış bulunmaktadır. Kendi gücünün toplumsallıkla açığa çıkışını görmektedir.
Demokratik konfederalizm ya da bu temelde gelişip güçlenen demokratik uluslaşma, günümüz topluluklarında ilk toplumsallığın insanlıkta yaratığı muazzam ilerlemeye benzer bir rol oynayacaktır. Binlerce yıllık toplumsal yaşam, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda büyük birikimleri ortaya çıkarmıştır. İnsan da bu birikimin en güçlü, işlevsel ve harekete geçirici öğesidir. Ekonomik, sosyal ve kültürel birikim ancak bu insanın örgütlülüğüyle bir anlam bulabilir. Bu günkü mevcut sistemler insanın enerjisini ve gücünü açığa çıkaramıyor. Rönesans ve reformlarla birlikte insanın muazzam gücü nasıl açığa çıktı ise bu günde benzer bir hamleye ihtiyaç vardır. İşte bu hamleyi yaptıracak, bireyin ve toplumun enerjisini açığa çıkaracak sistem demokratik konfederalizmdir. Böylece Rönesansla başlayan demokratik uluslaşma süreci demokratik konfederalizmle anlamlı düzeye çıkarılabilir.
Komün örgütlemeleri, söz ve kararın taban meclislerinde olduğu demokratik konfederal örgütlenme ağıyla tüm bireyleri örgütlenmelerin etkin öğeleri haline getirir. Böylelikle milliyetçi devletçi uluslaşmanın bireyde sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel faaliyetlerle yaratığı yabancılaşmayı aştırmak mümkün hale gelir. Söz ve kararın tabanda olmasıyla birlikte birey, sosyal kültürel ve ekonomik faaliyetlere özne olarak katılır. Bu durum onun siyasete yabancılığını ortadan kaldırır. Hangi siyasetlerin ve tercihlerin kimlerin çıkarına olduğunu daha çabuk kavrar. Böylece bireyler, aldatma ve demagojilerin nesnesi olmaktan çıkar. Sadece siyasa, sosyal, ekonomik faaliyetlere yabancılığını gidermez, böylece komşusuna çevresine karşı yabancılığı da aşılır.  Komşunun komşuyu tanımadığı bir sistemden, komşusuyla birlikte komün ve meclislerde yer aldığı için yabancılaşma aşılıp kaynaşmanın güçlü örnekleri ortaya çıkar. Uluslaşma toplum içindeki ilişkilerin yaygınlaşıp, derinleşip nitelikli hale gelmesiyse, gerçek uluslaşmanın örgütlü yani demokratik ulusallaşmayla gerçekleştiği her şeyden önce ulus bireyinin ilişkilerinin düzeyinde ortaya çıkar.
Rönesans ve reformun uluslaşmada gelişme sağladığı tartışmasızdır.  Cansız doğa ve miskin toplum anlayışını aşıp doğa ve toplumun cıvıl cıvıl ele alınması, etnik toplulukların, halkların ve bireylerin gücünün açığa çıkarılması temelinde daha üst bir toplumsallaşmaya evirilmesi demokratik uluslaşma sürecini ortaya çıkarmıştır. Demokratik konfederalizmin birey ve toplumda yaratacağı etki Rönesans ve reform gücünde olacaktır. Hata Kürt ve Ortadoğu toplumlarında Rönesans ve reformun oluşması bir yönüyle de böyle bir örgütlenme modeliyle gerçekleşecektir.
Demokratik konfederalizm siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlere katılan bireyin kendine güvenmesini sağladığı için, moral düzeyi yüksek bir uluslaşma ortaya çıkmaktadır. Kendine güvenen ve moral düzeyi yüksek birey ve toplumların yaratıcılığının artacağı da tartışmasızdır. Dolayısıyla halkın örgütlenmesi ve güç haline gelmesi demek olan demokraside böylece morali yüksek bir uluslaşmayla güçlü gerçekleşme imkânına kavuşmuş olacaktır.
Ekonomi ve demokrasi
Bugün ekonomik faaliyet derken, burjuvazi ve orta sınıfa ait bir iş olarak anlaşılmaktadır. Halk ise sadece hizmet eden ve çalışan olarak görülmektedir. Hâlbuki ekonomik faaliyet emek ve örgütlenme ile yaratılan bir gerçekleşmedir. Halkın yalnız emek düzeyinde değil, birleştiğinde üretime geçecek birikim olarak ta büyük bir gücü vardır. Bu harekete geçirildiğinde halkın birçok ekonomik sorunu yerinde çözülür. Tabandan örgütlenme ile bu birikimler harekete geçirildiğinde demokratik uluslaşmanın gelişkinlik düzeyi ekonomik alanda da gelişmişlik ortaya çıkacaktır. Ekonomik işler böylelikle yalnız sömürücü ya da küçük işletme sahiplerinin işi olmaktan çıkarılmış olacaktır. Kürt halk Önderi halkın ekonomik gücünün açığa çıkarılarak sistemin açlıkla terbiye edilmesinin önüne geçilmelidir derken demokratik uluslaşmanın bu yönlü çözüm gücüne dikkat çekmektedir.
Milliyetçi devletçi uluslaşma sosyal dinamizmi yaratmaz, aksine toplum üzerinde baskı katı merkeziyetçi bir denetim sağlamak istediğinden sosyal ilişkiler, faaliyetler ve dayanışma geriler. Zaten sosyalleşme ile örgütlenme arasında doğrudan bir bağ vardır. Sosyal dinamizm örgütlenme ve bireyin çevresindeki olay ve olgularla ilgilenmesi düzeyinde gelişir. Devletin ve egemen sınıfların “her şeyi sizin için bizler yapıyoruz” dediği sistemde sosyal hareketlilik, dolayısıyla sosyal ilişkilerin düzeyi de geri kalır. Olay ve olgulara ilgi duyan bireylerden oluşan toplumlarda dinamizm olur. Ortak duygular, ortak paydalar kendilerini ilgilendiren sorunlara ilgi duydukları oranda ortaya çıkar. Dolayısıyla uluslaşmada önemli öğe olarak görülen ortak duygu ve kader birliği ve bunun bilinci, demokratik konfederalizmin sağladığı demokratik uluslaşma ile gerçekleşir.
Eğer siyaset, imkânlar düzeyinde olabileni gerçekleştirme sanatı ve tercihiyse; demokratik uluslaşmada halk mevcut imkânlar içinde kendisi için en iyi tercih yapma imkânı ve fırsatı bulacaktır. Milliyetçi devletçi uluslaşmada bütün tercihler egemen sınıflar ve onunla çıkar birliği yapanların ihtiyaçlarına göre yapılır. Demokratik ulusallaşma, örgütlü toplum anlamına geldiğinden; halk yerel sorunlardan başlayarak genel sorunlara kadar kendi çıkarı için tercih yapılmasına karar verir. Komünleri ve meclisleri aracılığıyla kendisi için politika yapar; devleti de halkın çıkarları doğrultusunda tercih yapmaya zorlar. Eğer tüm köylerde, mahallelerde örgütlü hale gelinmişse, bu örgütlülük gençleri, kadınları, emekçileri tüm etnik ve dinsel toplulukları kapsamışsa, o zaman halk topluluklarının çıkarlarının dengelendiği demokratik bir siyasi yaşamın pratikleşmesi sağlanmış demektir. Dolayısıyla tabandan örgütlenip sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetlere katılıp siyasetsi anlama gücü kazanan topluluklar gerçek anlamda uluslaşmış ve gücünü katlamış olarak ortaya çıkaran topluluklardır.
Günümüzde birey ve toplum siyasete yabancıdır, ilgisizdir. Siyaset denilince haklı olarak yalan-dolan anlaşılmaktadır. Çünkü toplumsal tüm sorunlarla ilgilenmesini sağlatacak bir sistem söz konusu değildir. İnsanların bir bütün olarak ülkenin tüm sorunlarına birden vakıf olması zordur. Dolayısıyla ulusal tüm sorunlara bir katkısı olmamaktadır. Bırakalım ulusal çaptaki tüm sorunlar için katkı sunmasını, kendisini günlük ilgilendiren yerel sorunlar karşısında bile söyleyeceği ve katkı sunacağı bir şeyi bulunmamaktadır. Demokratik ulus haline gelme ve buna ulaşmanın en iyi modeli olan demokratik konfederal örgütlenme içine girme bireyler için siyasi, sosyal ve ekonomik yaşamı öğrenme okulu olmaktadır. Yerel sorunlarda düşünce üretme ve katılım gösterme kapasitesi olduğundan bu zeminden başlayarak demokratik siyasal yaşama katılma ve bunun kültürüne sahip olma bu temelde de ulusal çaptaki sorunlarda söz ve karar sahibi olacak birikime ulaşma imkânı elde edecektir. Dolayısıyla demokratik uluslaşma hiçbir milliyetçi devletçi uluslaşmanın yapamayacağı biçimde toplum için doğru siyaseti- daha doğrusu doğru tercihleri- pratikleştirme imkânı ortaya çıkaracaktır. İşte ulusal düzeyde de tüm toplumsal kesimlerin ihtiyacına cevap verme anlamında güçlenme budur. Ulusu sevmek, bireye değer vermek de budur.
Demokratik ulus yurttaşlığı milliyetçi devletçi uluslaşmada görüldüğü gibi devlete kölece bağlı silik ve kişiliksiz değildir. Demokratik ulus yurttaşı özgür bireydir. Siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın aktif öğesidir. Birey olarak güçlenmesini demokratik ulus toplumsallığında bulur. Kapitalist sistemin karıncalaştırdığı ve sadece manipüle ettiği birey değildir. Toplumsal faaliyetlere aktif ve gönüllü katılandır. Yerelde ve genelde yaşamın yeniden üretilmesinde rolü olan canlı bireydir. Bireyci, bencil bir bireysellik içinde değildir. Topluma karşı en yüksek düzeyde sorumluluk duyan demokratik ulusun özgür yurttaşıdır. Demokratik kültüre sahip olduğundan haksızlığa tahammül etmez; özgürlüğü için derhal örgütlenen ve harekete geçen etkin bir kişiliktir. Demokratik ulusun demokratik kültürüne sahip bireyi olarak özgürlükleri için mücadelenin her biçimine hazırdır. Demokrasi ve özgürlük bilinci yüksek olduğundan yaşamından vazgeçer, ama demokratik ve özgür yaşam felsefesi ve duruşundan vazgeçmez. Dolayısıyla demokratik kültüre ve örgütlenme bilincine sahip yurttaşlar olarak ulusun güçlü ve dirençli olmasının güvencesidirler.
Demokratik uluslaşma gücünü nerden alır?
Demokratik uluslaşma gücünü başka halkların zayıflamasından değil kendi örgütlülüğünden, insanının enerjisini ortaya çıkarmaktan alır. Demokratik ulus beraber yaşadığı etnik ve dinsel toplulukları bir zenginlik kaynağı olarak görür. Kürdistan’da yaşayan Süryaniler, Araplar, Türkler ve diğer etnik ve tüm dinsel toplulukları, mezhepleri zenginliği olarak görür. Onlarında kendilerini örgütleyerek demokratik konfederalizm içinde yer almasını, dil, kültür ve kimliğini geliştirmesini demokratik ulusu güçlendiren bir öğe olarak görür. Dolayısıyla uluslaşmayı sadece bir etnik topluluğun örgütlenmesi ve bir arada yaşaması yaklaşımını da ret eder. Farklı etnik toplulukların demokratik uluslaşmasını da kendi uluslaşması için bir tehdit olarak görmez. Demokratik uluslaşma, uluslaşmayı bir devlet sınırı çizmek olarak ele almaz. Hatta devlet zihniyetini ulusların güçsüz bırakılması olarak görür. Bir devleti tercih etme yerine başka demokratik uluslarla birlikte yaşayıp güçlerini birleştirmeyi tercih eder.
Demokratik ulus tek dil, tek kültür, tek mezhep gibi farklılıkları ortadan kaldıran yaklaşımları ret eder. Aksine kendi farklılığını korumak nasıl ki demokratik kültürün, yaşamın olmasa olmaz gereği ise, dışındaki farklılıkları da aynı çerçevede ele alır. Bir etnik topluluğu ve mezhebi bir diğerinden üstün tutmaz. Asli unsur, tali unsur ayırımı yapmaz. Tüm toplulukları nüfusuna ve gücüne bakmadan toplumun asli üyesi olarak kabul eder.
Demokrasi ve özgürlüğün derinleştiği ve derinleştirdiği toplumsal kesimin kadın olduğunun bilinciyle hareket eder. Kadın özgürlük düzeyi ve toplumdaki örgütlülüğü ve katılımını toplumun özgürlük ve demokratik düzeyi olarak görür. Demokratik uluslaşmanın gerçek anlamda ancak kadın renginin ağırlığını koyduğu zaman gerçekleşeceğine inanır. Çünkü kadının özgürlüğü ve yaşama katılımıyla erkek egemen toplumun, toplumu yarımlık hale getirmesini aşar. Toplum bütünlüklü, sağlıklı ve birbirini güçlendiren erkek ve kadınlardan oluşmuş, niteliğiyle gücünü katlamalı arttırır. Demokratik ulusla kadının özgürlüğü ve katılımı arasındaki doğru orantılı bağ daha kapsamlı irdelenmesi gereken bir konudur. Biz sadece demokratik ulusun güçlendirici ve zenginleştirici esas unsurunun kadın olduğunu vurgulamakla yetiniyoruz.
Kadın gibi gençlik de yaygın örgütlülüğü ve tüm örgütlere kazandırdığı dinamizm ile demokratik ulusun temel ve öncü güç kaynağıdır. Demokratik ulus, gençliği örgütlü gücüyle tüm yaşama etkin katan toplumdur. Örgütlü gençliğin demokratik ulus içindeki işlevi de çok boyutlu değerlendirilebilecek bir konudur.
Kürt demokratik uluslaşması 1990’lı yıllardan bugüne kadar önemli bir gelişme sağlamıştır. Yaşanan demokratik devrim, devletten, ağadan, beyden koparak örgütlülüğüyle kaderini kendi eline alan bir ulus ortaya çıkarmıştır. Hala örgütlülüğü yetersiz olsa da örgütlenmeye yatkın, demokratik kültürlü bir toplum haline gelmede yaşadığı gelişme Kürt demokratik uluslaşmasının geldiği düzeyi ifade etmektedir. Devlet olmadan da güçlü ulus olmanın mümkün olduğu Kürdistan gerçekliğinde kanıtlanmıştır. Eğer demokratik konfederalizmin gereği olarak her yerde ve her toplumsal kesim bu gün belirli düzeyde var olan örgütlülüğünü daha da yaygınlaştırıp, derinleştirirse tüm Ortadoğu’yu demokratikleştirmede rol alacak bir demokratik ulus ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki daha bugünden Diyarbakır merkezli Kürt demokratik uluslaşması yaşanmaktadır. Bu nedenle Kürt halk Önderi “Diyarbakır Kürt demokratik uluslaşmasının merkezidir”, değerlendirmesini yapmıştır. Bugün Diyarbakır merkezli Kürt demokratik uluslaşması diğer parçalardaki uluslaşmadan daha kapsamlı uluslaşma düzeyeni şimdiden yakalamıştır. Hatta diğer parçalardaki demokratik uluslaşmanın gelişmesinde öncü, örnek ve harekete geçirici rol oynamaktadır.
Bütün parçalarda Kürt demokratik uluslaşmasının yaratılması, milliyetçi, devletçi uluslaşma yaklaşımını bir kenara iterek, diğer uluslarla birlikte yaşama gerçeğini pratikleştirecektir. Bu konuda oynayacağı öncü rolle halkların birbirini boğazlamasını değil, birbirini güçlendirecek özgür birliği bu coğrafyanın temel yaşam gerçeği haline getirecektir. Her parçada Kürt demokratik uluslaşması İran, Türkiye, Irak, Suriye genel uluslaşması önünde engel değildir. Kürt, Arap, Türk ve Fars demokratik uluslaşmaları, bu uluslaşmaların kader birliği, ortak duygu ve ortak yaşam kurma doğrultusundaki bir Türkiyelilik, İranlı, Iraklı ve Suriyeli bilincine ulaşmaya engel değildir. Aksine özgür birlikle böyle bir aidiyet bilinci, zoraki yaratılmak istenenden bin kat daha fazla ortaya çıkarılır. Yeterki özgün demokratik uluslaşmaların diğer ülkelerdeki parçalarıyla demokratik konfederal nitelikteki ilişkilerine engel olunmasın.
Kürt demokratik uluslaşması, hem Türkiye içinde Türkiyelilik aidiyetini ifade eden Türkiye ulusu içinde yer alır, hem de diğer ülkelerdeki Kürt demokratik uluslaşmalarıyla ekonomik, sosyal ve kültürel ilişki içinde olur. Zaten demokratik uluslaşmalar geliştiğinde bu tür ilişkileri engellemek bir yana geliştirilmesi teşvik edilecektir. Çünkü bu tür ilişkiler diğer demokratik ulusları zayıflatan değil güçlendiren etken olacaktır.
Türkiye’de Türk demokratik uluslaşması ile Kürt demokratik uluslaşması Türkiyelilik kimliğiyle birlikte Türkiye’yi ortak vatan yapabilir.
Demokratik Kürt ulusunda böyle bir irade vardır. Bu iradenin tamamlanıp pratikleşmesi için demokratik Türk uluslaşması da benzer bir irade gösterebilmelidir. Kürt ve Türk halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle böyle bir iradenin ortaya çıkacağına inanıyoruz. Doğru yol da budur. Bunun dışında başka bir yol aramanın ne Türk halkına, nede Kürt halkına yararı olur.
Kürt halkı milliyetçi, devletçi uluslaşma yerine demokratik uluslaşmayı tercih etmiştir.  Bu tercih diğer uluslar tarafından da tercih edilirse Ortadoğu halklarının kaderi değişecektir.

Mustafa KARASU

Ortadoğuda Ulus Devlet

Tarihsel olarak ortaya koyduğumuz Ortadoğu’daki bu ulus devlet yapılanmasının Ortadoğu halklarının hiçbirisinin sorunlarına çözüm olmadığı, bilakis sorunların büyümesine ve katmerleşmesine yol açtığı bu serüven sonucu görülmüştür.

Hüseyin Amed

   Ortadoğu’da ulus devlet olgusu tartışmaya başlamadan önce genel olarak ulus devlet olgusunu değerlendirmek faydalı olacaktır. Çünkü genel anlamdaki ulus devlet olgusu tartışılmadan ve anlaşılmadan Ortadoğu’daki ulus devletçiliğin taklitçiliği ve anlamsızlığı anlaşılamaz.
    Önder Apo ulus devleti ortaya koyarken “Ulus-devlet herhangi bir iktidar biçimi değildir. Devlet iktidarının en gelişmiş biçimi olmaktan daha öte bir anlamı vardır. Faşizmin izinde geliştiği bir devlet biçimlenmesidir. Kapitalist tekelciliğin ekonomi üzerinde kurduğu hegemonya ancak devlet iktidarının toplum seviyesinde kendini yaymasıyla, örgütlemesiyle mümkündür. Ulus-devlet bu anlamla tanımlanır. Faşizm ise, bu devlet biçiminin içten ve dıştan ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerle, rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır. Aralarındaki fark, barışla savaş süreci arasındaki farka benzer. Her ikisinde de farklı siyasi oluşumlar tasfiye edilir. İktidar toplum gibi homojenleştirilir. Homojenleştirilmiş toplum, homojenleştirilmiş iktidar olarak konsolide edilir. Faşist devlet de homojen toplum ve devlet azami birliğini ifade eder. Tek dil, tek vatan, tek kültür, tek bayrak, tek ulus temel sloganıdır. Bu yapılanma açık ki, toplumsal doğa gibi çok karmaşıklık ve çeşitlilik arz eden gerçeklik için bir çözüm değil, muazzam oranda problem üretir. Toplumsal kanserleşme denilen süreçtir. Ya tüm toplumu yutacaktır ya da bir toplumsal ur olarak kesilip atılacaktır. “  ulus devletin ortaya çıkış koşulları bu minvalde seyir etmektedir. Özellikle İngiltere ve Hollanda da ulus devletin ortaya çıkış koşulları değerlendirdiğinde bu çok daha fazla anlaşılacaktır. Kapitalizmin gelişim seyri içerisinde özellikle sermaye ve iktidar yapıları sürekli olarak ‘güvenlik’ ve ‘daha çok kar’ yasası çerçevesinde hareket etmiş bu durum İngiltere de kendini ulus devlet formu biçiminde örgütleyerek iktidarını zirveleştirmiştir. Ulus devleti Inşaa ederken endüstriyalizm en önemli aracı olmaktadır. Öyle ki sermaye ve iktidarı biriktirmek , sermayeyi  kapitalizmin yeni ana yurdu İngiltere ye taşımak için her turlu yol ve yöntem denenir. Özellikle bono olarak devlet tahvili satışları en önemli yöntem olmaktadır. Bu aşamada İngiltere üç-dört defa satılsa bile karşılayamayacağı kadar İngiltere devlet tahvilleri satılır. Gelen para ise büyük oranda endüstriye yatırıl. İşte kapitalizm-endüstriyalizm ve ulus devlet üçlemesi bu temelde kendisini örgütler ve sistem haline getirir.
      Ancak insanların buna tam  olarak itaat etmeleri için değişik tabiiyet yöntemleri de devreye konulmaya başlanır.özellikle insanların günlük  olarak 16 saat çalışabilmesi için ciddi bir zihniyet çalışması topluma karşı yürütülür. Özellikle ucuz işgücü elde edilmesi icin insanların endüstrinin geliştiği metropollere en insanlık dışı koşullarda yaşamalarına yol açılır. Bunun en önemli yöntemi bir din olarak geliştirilen milliyetçilik biçiminde olmaktadır. Önderlik ‘Eğer ulus-devlet yeryüzünde gezinen tanrıysa, milliyetçilik de o tanrının yeryüzündeki (seküler-laik) dinidir. Bu iki kavramın gerek teolojik, gerek daha genel olarak sosyolojik çözümlemesini yapmadan, kapitalist moderniteyi tanımlamak çok eksik kalacaktır’. Özellikle dinsel açıdan Protestanlığın gelişimi, klasik anlamda dinin kitleleri mevcut duruma ikna etme olasılığı çok fazla bulunamadığı için ulus devletçe milliyetçilik bir din olaraktan işlevselleşmeye baslar. Günümüzde ise bu işlevsellikler farklı bir muhtevaya bürünmektedir. özellikle kapitalizmin faşizm biçimindeki ortaya çıkışları bununla birlikte ortaya çıkan iki dünya savasının yarattığı  yıkım, yeni arayışların  ortaya çıkmasına yol  açmaktadır. Bunun üzerine Sovyet tehditi de eklendiğinde bu çok daha fazla yeni arayışların ortaya çıkmasını yol açtı. Özellikle liberalizmin ortaya çıkışı bu minvaldedir. Önderlik  ‘Burjuva liberalizmi her ne kadar anti-faşist, anti-komünist sloganlar altında liberal devlet anlayışına (minimum devlet) sahip çıksa da, tam bir aldatmaca içindedir. Ulus-devletin anası da, babası da liberalizmin kendisidir. Ulus-devlet gerek oluşumunda, gerek olgunlaşmasında liberalizmin ideal devlet biçimidir. Dolayısıyla kapitalizmin faşizmi doğuran gerçekliği kadar, devlet sosyalizmini (reel sosyalizm) doğuran gerçekliği de ulus-devlette birleşir’.                  


        Kendisini böyle organize eden ve ulus devlet biçimini alan kapitalizmin ortaya çıktığı, özelde İngiltere genelde ise Avrupa’da sinirli kalması düşünülemezdi. Kendisini hegemon bir güç olarak örgütlemesi kaçınılmaz olmaktadır. Marksistlerin tanımladığı argümanlarla ifade edersek kapitalizmin emperyalist aşamasında bu hegemonyaya çok daha fazla acil ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi kar ve güvenlik ihtiyacı bu sistemi devletli sistemlerin ilk olarak ortaya çıktığı Ortadoğu’ya doğru itmektedir.  Tarihsel olarak ortaya çıkan her hegemon güç mutlaka Ortadoğu da kendisini hegemeon güç olarak örgütleme ihtiyacı duymaktadır. Sanki buraya hakim olmadığında egemenliğinden bir şeyler eksik kalacak gibi bir görüş içerisinde olmaktadırlar. Bu durum ilk Akadlardan başlamak üzere, Babil, Asur, Pers, Makedonyalı İskender, Roma imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu, Britanya imparatorluğu ve günümüzde de Amerika birleşik devletleri imparatorluğu içinde ayni anlama gelmektedir. Bu güçlerden hangileri Ortadoğuya müdahale etmişlerse mutlaka kendi siyasal sistemlerini de dayatma arayışı içerisinde olmuşlardır. Örneğin Makedonyalı İskenderin müdahalesi ve hegemonya arayışı en fazla böyle olan müdahaleler içerisinde saymak mümkündür. İskender kendisini Aristo’nun öğrencisi olarak Aristo felsefesini Ortadoğu ya hakim kılmaya ad ettiğini iddia eder, ancak tarihsel gelişim farklı bir seyir izler. Çünkü devletci paradigmanın anayurdu olan bu topraklarda kendi sistemini kurmak öyle kolay olmamaktadır. Buralar kolay kolay yabancı aşi Kabul etmemektedir. O yüzden tarihçiler pers topraklarına giriş yapan İskender ile pers topraklarını işgal edip Hindistan’a doğru giden İskender’in kişisel  özellikler açısından ayni olmadığı iddiası içerisindedirler. Persia’yaya doğru hareket eden  Aristo’nun öğrencisi iddiasındaki İskender’in kendine göre ölçüleri vardır. Ancak persi’yayi işgal eden ve Hindistan’a doğru hareket eden İskender ise tam bir bölgesel despot haline gelmiştir. Bir Asurlu hükümdar ne ise İskender’in ondan pek fazla farkı kalmamıştır. Kendi komutanlarını dahi öldüren bir İskender realitesi ortaya çıkmıştır. Çünkü Ortadoğu toplumları, günümüzde de dünya ölçeğinde etkileri suren ve insanlığı besleyen neolitik devrimi yarattıkları gibi, her tarafa kötülükler saçan devletli sistemde maalesef buradan her tarafa yayılmıştır. Ortadoğu adeta hem demokrasinin kok hücresi hemde iktidarın kok hücresi konumundadır.
        İskender hikayesini anlatmamızdaki amaç Ortadoğu’daki iktidar ve Devlet olgusunu daha açık izah edebilmek açışındandır. İskender döneminde yaşanan iktidarsal yaklaşımlarla ulus devletlerin kendilerini Ortadoğu da örgütlemeleri ile günümüzde Ortadoğu ya ABD müdahalesi arasında çok ciddi paralellikler bulunmaktadır. Yaşanan durum sadece İskender’le sinirli bir durum olmamaktadır. Hakeza Romanın Hıristiyanlık tarafından da çözdürülmesinin benzer tarihsel gelişim seyri mevcuttur. Ancak biz konuyu fazla dağıtmadan esas konuya geleceğiz.
         Yukarıda izah ettiğimiz ulus devletin ortaya çıkışı ve kendisini milliyetçilik ve liberalizm gibi ideolojik araçlarıyla sarmaladıktan sonra artik İngiltere öncülüğünde Ortadoğu ya müdahale etme zamanının geldiğini düşünmüş 1800’lerden sonra başlangıçta milliyetçilik biçiminde bir giriş sağlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrası ise çok fazla işlevsel anlamları olmayan ve Ortadoğu halklarının başına bela olan ulus devlet sistemi, devletçikler biçiminde kendisini örgütlemiştir. Ortadoğu da ki tüm ulus devletler 1920-1950 yılları arası bir mantar gibi türetilmiştir.
       Ulus devletin bu şekilde örgütlendirilmesi Ortadoğu realitesine ne kadar uyar bu ciddi bir tartışma konusudur. Kapitalizmi kendi mantığı içerisinde değerlendirdiğimizde, kendisini kapitalizm-endüstriyalizm –ulus devlet üçlemesi ki önderliğimiz bunu mahşerin üç atlısı diye tanımlamaktadır- Ortadoğu da kendisine uydular biçiminde devletleri organize etmiştir. Yoksa Ortadoğu’nun egemenlik bazında da ele alındığında kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkan bir durum olmadığını bastan itibaren belirtmekte fayda vardır. Ortadoğu da ciddi anlamda ne bir kapitalist gelişme vardır nede endüstriyel bir gelişme söz konusudur. Bunlar söz konusu olmamasına rağmen milliyetçilik nutukları altında bunca ulus devletin ortaya çıkarılması, dünyada esi benzeri görülmemiş maskaralıkların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Tabi bu sistem özellikle İngilizler tarafından ortaya çıkarıldığı için doğallığında onlara hizmet edecektir. 1800 lerden itibaren tabiri caizse suni teneffüsle Osmanlı ve Pehlevi hanedanlıklarını ayakta tutan İngilizler yeni dönemde yeni koşullara göre Ortadoğu’yu kendisine göre yeniden dizayn etmiştir.  Önderliğimiz ‘Türkî ve İranî ulus-devlet inşaları aynı hegemonik çıkarların ürünüdür. Kapitalist modernitenin fetih damgasını taşıdıkları halde, meşruiyet krizlerini aşırı dinci ve milliyetçi ideolojilerle aşmak isterler. Hepsinde laik ve dini milliyetçilik iç içe geçirilerek ulus-devlet sağlam bir ideolojik zırhla kaplanmaya çalışılır. Azınlık durumunda bırakılan tarihsel kültürler, etnisiteler, din ve mezhepler ulus-devlete karşı varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıyalar’. Temel mantığı iktidar-daha fazla kar ve kendi güvenliğine endeksleyen İngilizler Ortadoğu da bol-parçala ve yönet stratejisini uygulamaya koymuştur. Önderliğimiz ‘Bugün adına Suriye, Irak ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları denilen yapay çizimlerin Birinci Dünya Savaşının galipleri olan İngiliz ve Fransız hegemonyasından miras kaldığı, tarihsel toplumsal kültürün bu temelde parçalanmasının jeostratejik böl-yönet politikasının gereği olduğu tartışma götürmez. Bu sınırların yapaylığını derinliğine ve bütün sonuçlarıyla kavramadan, tarihin Verimli Hilal’inde anlamlı kültürel birlikler inşa edilemez. En büyük ahmaklık bu sınırların kutsallığına (en kutsal olmayan, yabancı hegemonyanın en uğursuz çizimleri) inanıp bütünlüklü bir kültürel çıkışa niyet ve akıl edememektir. Kültürel bütünlükten kasıt eşitlik, özgürlük ve demokratik değerler etrafında örülen maddi ve manevi kültürdür. Böylesi bir kültür, milliyetçi olmayan bir ulusallık, dinci olmayan bir dinsellik, cinsiyetçi olmayan bir toplumsallık ve pozitivist olmayan bir bilimsellik zihniyetiyle yorumlanmak ve inşa edilmek durumundadır’. Kendilerine göre kurdukları bu sistemin sürekli bir bicimde kendilerine bağlı kalması için bölgede istikrarsızlık seçilen temel yöntem olmaktadır. Sürekli kendi içerisinde sorunlu olan ve güç oluşturamayan bölgenin batıya bağlılığı istikrarsızlık sayesinde daha kolay olacaktır. İşte bunun sonucu 22 Arap devleti ortaya çıkarılmış, Kürtler dört parçaya bölünmüş ve Arap-İsrail sorununun fitili ateşlenmiştir. şimdi ilk sorumuzu soralım. bu ulus devletler ınşaa edilirken ve sınırları belirlenirken hangi kriterler esas alınmıştır. Ortak dil mi?! Ortak tarih mi?! Yada bir ulusun yasama sınırlarımı esas alinmiş?. Eğer bir ulusun ortak siniri esas alınacaksa bu 22 tane Arap devleti de nereden çıkıyor?  Şöyle düşünelim belki de çok büyük bir coğrafya olduğu için tek bir Arap devleti yönetimsel açıdan mümkün de olmayabilir, ancak 22 tanesinin de ayrı bir anlamı olduğu kesindir. Yine Kürtlerin yaşadığı coğrafya neden dörde bolundu. Buda ayrı ve ciddi bir sorundur. Bunu dile getirirken Kürtlerinde benzer bir ulus devleti olsun demiyoruz. Ancak mevcut sorun teşkil eden durumunda herkes tarafından Kabul edilmemesi gerektiği de bir o kadar gereklidir. Yazımızın son bölümünde nasıl olması gerektiğine dair görüşlerimizi dile getireceğimiz için şimdilik sadece değinerek gecelim.
       Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi Ortadoğu da ulus devletler inşaa edilirken içerden bazı değişik güçlerin ittifakına dayanmadığı için hep despotik karakterde olmuştur. Örneğin bati kapitalist ulus devleti inşaa edilirken hanedanların yada bazı güç odaklarının ittifakı seklinde inşaa edildikleri için karakterleri farklı olmuş liberalizmi sayesinde de sürekli olarak hegemonyasını sürdürmüştür. İngiltere’nin kurulusu bu minvaldedir. Yine Almanya’nın wetsphalia anlaşması sonrası kurulusu bu çerçevededir. Ancak Ortadoğu ulus devleti tamamıyla farklıdır. İçerde halklara karşı despotik, dışarıda ise İngilizlere yüzde yüz bağlılık temelinde şekillendiği için oldukça şekilsizdir. Yine sınırların ve iktidarın dağılımından dolayı sürekli istikrarsızdır. Bu istikrarsızlık bir politika olarak Ortadoğu ya dayatılmıştır.
    Tek tek ülkeleri ele aldığımızda bu durumun çok daha iyi anlaşılabileceği kanaatindeyiz.  Bu dengede tarihsel olarak şekillenişinden dolayı Türkiye ve İran’a ayrı ayrı roller biçilmiş, ancak bu iki gücün sürekli birbirlerini dengelemeleri esas alınmıştır. Türkiye 600 yıllık Osmanlı mirası üzerinden, ancak sınırları hegemonyası oldukça daraltılmış bir bicimde kurulmuştur. Bu durum milliyetçi ittihat ve terakki zihniyeti ile birleştirildiğinde adeta bir ucubeleşmenin yaşanmasına yol açmıştır. Yine Kürdistan’ın büyük parçasının bu ülkenin sınırları içerisinde bırakılması ciddi bir istikrarsızlık unsuru haline gelmiştir. Bu durum Türkiye’nin Kürtleri asimile etme politikası ile birleştirildiğinde durum yabancı güçlerin tam olarak istedikleri noktaya evirilmesine yol açmıştır. Yine Türkiye’deki milliyetçilik ve bilimcilik ideolojik yaklaşımları hem Kürtlerin hemde Türklerin mevcut hegemonyanın baskısı altına almıştır. Bu denklem içerisinde Türkiye sürekli İngilizlerin ve batinin çıkarları çerçevesinde bir bağımlılık ilişkisi içerisine alınmıştır. Gelinen aşamada bu kadar sorunlu bir görüntü vermesinin altında bu realite yatmaktadır.
       İran’ın durumu da benzer bir durum ihtiva etmektedir. İran’ın yapılanmasında % 42 civarı fars, %39 Azeri ve 20 civarı da Kürtlerin oluşturduğu bir denge içerisinde oluşmuştur. Tabii ki bu kurumlaşma içerisinde Persliğin 2500 yıllık tarihsel devlet geleneğini de görmekte fayda vardır. İran’ı gelenekte din’in kullanılması tarihsel bir realiteyi oluşturmaktadır. önderlik ‘Çinliler en vahşi kapitalizmi ‘komünizm’ diye cilalarken, İran modernistleri kapitalizm imalatı ulus-devlet putunu büyük ruhçuluk olarak ‘İslam Cumhuriyeti’ adıyla sunmaktan utanmayacak denli pişkindirler. Güncel somutluğuyla küresel sistemin zayıf karnı durumunda olup Iraklaşma olasılığı yüksektir. Bölgenin diğer ulus-devletleri gibi kurumsal faşizmi temsil etmesine rağmen, ABD-AB hegemonyacılığının zaaflarını kullanarak ömrünü uzatmaktadır. Fakat diğerleri gibi krizin pençesinde olup, Irakvari kaotik duruma yol açabilecek potansiyeli fazlasıyla taşımaktadır ‘ diye tabir etmektedir.Tarihsel olarak Zerdüştiliği kullanan pers geleneği , İslam’ın gelişimi ile birlikte ,islamin Şialık yorumunu resmi pers ideolojisi haline getirmiş, bu durum ulus devlet yapılanmasıyla birleştiğinde sorunlar içerisinden çıkılmaz hale gelmiştir. Ama bunu yaparken oldukça kurnaz bir şekilde gerçekleştirmektedir. Şialık normalde islamın egemen yorumuna muhalefet biçiminde ortaya çıkmıştır. Ancak Şiilik resmi  pers milliyetçiliğine dönüştüğünde , bir taraftan 2500 yıllık devlet geleneği diğer taraftan muhalefet gibi gözüken bir milliyetçilik , ikisi birleştiğinde muhalefet gibi hareket eden bir iktidarsal olgunun ortaya çıkmasına yol açmakta buda muazzam iktidarsal bir olgunun ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Önderlik  ‘Fars veya İran ulusal toplumundaki sorunlar tarihsel uygarlıklardan ve son iki yüz yılın kapitalist modernite girişimlerinden kaynaklanmaktadır. Sümer rahip ideolojisinin üç türevinden de etkilenmiş bir uygarlık geleneği vardır. Zerdüşt ve Mitra geleneği orijinal kimliği oluşturmalarına karşın, İslam türeviyle etkisizleştirilmişlerdir. Üçlü türevin (Musevilik, İsevilik ve Muhammedîlik) ve Grek felsefesi ekolünün bir sentezi olarak ortaya çıkan Manicilik, resmi uygarlık ideolojisi karşısında etkili olamamıştır. Daha doğrusu isyancı geleneği beslemekten öteye gidememiştir. İslamî geleneği Şia mezhebine dönüştürüp son dönem uygarlık ideolojisi olarak uyarlamıştır. Günümüzde de kapitalist modernitenin unsurlarını Şia süzgecinden geçirerek (Çin Konfüçyüzminin modernist biçimi olarak) modernleşmeye çabalamaktadır’. Dikkat edersek halen İran da bu durum açık bir şekilde devam etmektedir. Normalde persler hakim olmasına rağmen Irandaki Kürtler Azerileri suçlamakta, Azerilerde Kürtleri suçlamakta bu denge içerisinde Şialık biçiminde kendisini örgütleyen İran milliyetçiliği iktidarını sürdürmektedir. Tabii ki dış konjukturu göz önünde bulundurarak. 1800 lerden sonra İran da Petrolun bulunması ile birlikte buraya İngiltere’nin yerleşmesi başlamıştır. Ve kurulan denge içerisinde İran üzerinde sürekli bir bicimde çıkarlarını koruyabilmişlerdir. Kontrolden çıkma olasılıkları bulunduğu durumlarda ise İran-ırak savaşı biçiminde müdahalelerle çıkarlarını koruyabilmiştir. Sonuç olarak önderlik ‘İran toplumu hem etnik, hem dinsel açıdan çok kimlikli nitelikler itibariyle zengin bir kültüre sahiptir. Ortadoğu’nun tüm ulusal ve dinsel kimliklerine ev sahipliği yapmaktadır. Çoklu kimlikleri tek başına soycu veya dinci ideolojik hegemonyalarla bir arada tutmakta zorlanmaktadır. Çok ince bir tarzda dinci ve soycu bir milliyetçilik biçimi uygulamaktadır. Öte yandan kapitalist moderniteyi uyguladığı halde, işine geldiğinde anti-modernist propagandaya da başvurmaktan geri durmamaktadır. Devrimci ve demokratik gelişimleri geleneksel uygarlık kültürü içinde eritmekte ustalaşmıştır. Despotik bir rejimin ustaca uygulanması söz konusudur. Ortadoğu’nun bünyesi çelişkili en gergin devlet ve toplumların başında gelmektedir. Petrol kaynakları gerginlikleri kısmen yumuşatmaya yol açsa da, İran ulus-devletçiliğinin varlığı dağılmaya en müsait konumda yaşamaktadır. Bunda kapitalist modernitenin baş aktörleri ABD-AB hegemonyacılığıyla yaşadığı uyumsuzluklar da oldukça etkilidir’.
       Ortadoğu da en anlamsız ulus devlet oluşumu için Irak’ı ornek vermek mümkündür. Önderlik ‘Bugünkü Irak 1920’lerden önce var olmayan bir ülkeydi. Ütopya olarak bile yoktu. Britanya İmparatorluğu’nun stratejik ihtiyaçları ve petrol çıkarları göz önüne getirilerek inşa edildi. İçindeki kültürel birimlerin durumu hiç dikkate alınmadı. Aralarında uyumlu yaşamaları için adil bir ilke konmadı. Başlarına toplumsal gerçekleriyle ilgisi olmayan bir kral getirildi’. Diye tarif etmektedir.Bir taraftan %60 civarında Arap Şii çoğunluk, %20 civarında Kürt, %15 civarındada Arap Sünni nüfus yaşamaktadır. Ancak iktidarı istikrarsızlığın sürekliliği için %15 oranında nüfusa sahip Sünni Arap azınlığın egemenlerine verilmiş ve çıkarlar sağlama alınmıştır. Irak İngilizler açısından bir koç başı olarak kullanılmış istedikleri zamanlarda kullanabilecekleri bir araç haline dönüştürülmüştür. Zaman zaman kontrolden çıkma denemeleri yaşandığında askeri darbelerle durumu kontrol altına almaktan çekinmemişlerdir. Örneğin 1958 tarihinde iktidarı ele geçiren Abdülkerim Kasım’a karşı düzenlenen askeri darbe bu minvaldedir. Abdülkerim kasım kendine göre hareket etmeye başlayıp Sovyetlere yakınlaşma belirtileri gösterdiğinde anında kendisine karşı harekete geçilmiş ve iktidardan askeri darbe ile alaşağı edilmiştir. Ama önderliğimizin tanımı ile bugün için  ‘Irak’ta ve Afganistan’da ulus-devletin yeniden inşası için gösterilen tüm çabalar boşa gitmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından yıkılmış Avrupa için verilmiş sınırlı bir yardım (Marshal Yardımı) yeniden inşaları için yeterli olduğu halde, Irak çapında küçük bir mekân için katbekat daha fazla destek sunulmasına rağmen yeniden inşa gerçekleşemiyor. Irak’ta olup bitenler aslında tüm bölge gerçeklerini yansıtmaktadır. O da kapitalist modernitenin her üç sacayağı üzerinde de iflasını ve krizini haber vermektedir. Sonuç olarak Ortadoğu, sahip olduğu onca ulus-devleti, endüstriyalizmi ve kapitalizmiyle ancak kriz ve savaş üretir’.
     Suriye’de benzer bir durum söz konusudur. İsminin dahi nereden geldiği pek fazla bilinmemektedir. Bir ihtimal İskender’in ölümü sonrası imparatorluğunu bölüşen ve şama yerleşmiş olan İskender’in komutanlarından seleucis tan türetilmiş olma ihtimali mevcuttur. Ancak herhangi bir tarihsel anlamı olmadığı kesindir. önderlik ‘Suriye adının bile nasıl seçildiği pek anlaşılır değildir. Yüzyıl öncesinde hepsinin yerinde daha geleneksel, belki de belli anlamlılıkları olan bir Osmanlı Vilayetleri kavramı geçerlidir. Tarihte geriye gittikçe ne vilayet adı kalır ne de ülke. İslamiyet’le birlikte yön duygusu temelinde bir adlandırma benimsenmişti. Belki de daha gerçekçi, belli bir anlamı olan ‘Beled-ül İslam’, İslam’ın Memleketi genel ad olarak kabul görüyordu. Pek mesele de yapılmıyordu. Ülke tapınması yoktu. Tapınılacak varlık sadece Allah’tı. O da toplumun ortak vicdanıydı. Sıfatlarıyla, isimleriyle belli bir kavramı oluşmuştu. Belki de daha doğru olan buydu’.Demografik olarak  %70 lerin üzerinde Sünni Arap nüfusun yaşadığı ,%10 civarı Kürt ve % 15 civarında Şii Arap yaşamaktadır. Ancak iktidar  burada da  sozde %15 lik Şii Arapların egemenliğine verilmiştir. Bu denklem içerisinde sürekli bir bicimde istikrarsızlık hakim olmuş bunun sonucu olarak Suriye’nin Fransa ve İngiltere ye bağımlılığı sürdürülmüştür. Zaman zaman Müslüman kardeşler örgütü aracılığıyla tehdit edilmiş ancak Hamma görüldüğü gibi bu ayaklanmalar ulus devletin en açık ve gaddar yüzü olan katliamla bastırılmış ve şehir bir butun olarak haritadan silinmiştir.
      Ortadoğu ulus devlet garabetine en iyi örnek Ürdün’ün kurulusudur. Şam da İngilizlerin desteği ile Fransızlara karşı isyan eden bir Haşimi hanedanı üyesine devlet bulmak için Süni olarak inşaa edilmiş bir devlettir. Yoksa bir ulusun ihtiyacı diye bir durum söz konusu değildir. Sadece egemenlikle bağlantılı inşaa edilmiş ne idüğü, belirsiz bir devlettir.
      Bir bütün olarak bu ülkelerin kuruluş mantığına bakıldığında halkların iradeleri ile bağlantılı olmadıkları çok rahatlıkla görülecektir. Bu yüzden Ortadoğu da yürütülen milliyetçilikler kadar anlamsız başka bir milliyetçilik anlayışını bulmak mümkün değildir.sürekli kendi halkları ve komsu halklara karşı milliyetçiliği bağnaz bir bicimde kullanan bu rejimlerin, gerçekten samimilerse bağımsız bir duruş sergilemeleri beklenebilinirdi. Ancak içerde bu kadar despotikleşen bu rejimler söz konusu İngiltere veya Amerika olunca yelkenleri sonuna kadar suya indirmeleri bu kuruluş mantığı ve uydu karakterlerinde görmek gerekmektedir.
     Gelinen aşamada bu uydu karakter yetmediği için Amerika ve bati tarafından Ortadoğu ya yeni müdahaleler gerçekleştirilmektedir. Çünkü mevcut siyasal durum artik karlı olmaktan çıkmıştır. Küreselleşen sermaye açısından sorun teşkil etmeye başlamıştır. Küresel sermaye için serbest para dolaşımı, pazarların açık olması ve işgücünün sonuna kadar kullanılması kar açısından olmazsa olmazlar arasındadır. Bunun içinde mevcut ulus devletlerin gevşetilmesi ve bunun sonucu olaraktan belli bir istikrarın oluşturulması ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. İşte bu ihtiyaç ile kendileri tarafından kurulan Ortadoğu’daki ulus devlet mantığı arasında da ciddi çelişkiler mevcuttur. önderliğimiz  Ortadoğu kültürünün bütünselliği kapitalist modernitenin ulus-devlet parçalayıcılığıyla köklü bir çelişki içindedir. Modernite ortak yaşam gerçekliklerine dayatılan demirden kafes rolünü oynamaktadır. Şiddetin sürekli gündemde olması bu gerçeği doğrulamaktadır’. Kurdukları sistem adeta başlarına bela olmuş durumdadır. Bu açıdan müdahaleye bunun en uç noktası olan ıraktan başlamaları,  mantığı anlamak açısından öğreticidir. Önderliğimizin tabiriyle Saddam’ın idamı ile birlikte aslında mevcut çerçevedeki ulus devletlerin sonunun ilanı gerçekleştirilmektedir. Nasıl ki Fransa kralı altıncı Louis’in idamı ile ulus devlet dönemi başlatılmışsa Saddam’ın idamı ile birlikte bu dönem kapatılmaktadır. Ancak nasıl karlı bir sistem kuracakları ve güçlerinin ne kadarına yeteceği hususu muğlâklığını korumaktadır. Çünkü kültürel açıdan bakıldığında Ortadoğu kültürü kapitalist sistemin ve onun bireyci, faizci, rantçı sisteminin gelişimine kapalıdır. Bu ret ediş radikal İslamcıların dile getirdikleri gibi dinle izah edilemez. Bu durumu neolitik devrimin değerleri ile izah etmek daha gerçekçi bir değerlendirme olacaktır. Çünkü Ortadoğu’daki demokratik kültür geleneksel olarak vardır ancak bu iç ve dış iktidar odakları tarafından bastırılmış nefes alamaz hale getirilmiştir. Önemli olan bunun açığa çıkarılması için yol ve yöntemlerin örgütlenmelerin ortaya çıkarılmasıdır. Örneğin Türkiye deki Türkmenler, Kürtlerde Kurmançlik ve Araplardaki bedevilik kültürü sanıldığı gibi geri kültürel bir durum değildir. Kendi içerisinde ciddi demokratik ve toplumsallık değerlerini barındırdığı kesindir. İktidara bulasan kısımları eğer ayıklanabilinirse ciddi bir direniş ve demokratik kültürü açığa çıkarma potansiyeli oldukça yüksektir.
   Tarihsel olarak ortaya koyduğumuz Ortadoğu’daki bu ulus devlet yapılanmasının Ortadoğu halklarının hiçbirisinin sorunlarına çözüm olmadığı, bilakis sorunların büyümesine ve katmerleşmesine yol açtığı bu serüven sonucu görülmüştür. Bundan daha fazla ısrar etmek daha fazla dışa bağımlılık anlamına geleceğinden alternatif arayışlar içerisine girmek zaruret haline gelmiştir. Halkların kardeşliğine dayalı konfederal yapılanmaların geliştirilmeleri Ortadoğu halklarının kurtuluşu için önemli bir perspektif olmaktadir. Neden milliyetçilik temelinde halklar birbirlerine düşman olsun. Ve bu düşmanlık kimin isine yarar. Bir düşünelim İran-ırak savaşında bir milyondan fazla insan öldü. Pekki kim kazandı? Iran ve ırakta yasayan halkların bundan ne faydası oldu? Sadece halkların payına düşen katliam ve gözyaşı oldu. Ancak silah tüccarları ve burada hegemonik çıkarlarını sürdüren batili devletler bu denklemde oldukça karlı çıkan taraflar oldular. Bir daha benzer durumların yaşanmaması için harekete geçme zamanının geldiğini belirtmekte fayda vardır. Yeniden benzeri tabloların ortaya çıkmaması için Araplar, Kürtler, Türkler ve Farsların gerçekten eşitlik ve kardeşlik temelinde bir araya gelip sistemlerini kurmalarının zamanı gelmiştir. Bunun için ciddi bir demokratik kültür ve batıdan bulaştırılan milliyetçilik ve ulus devlet mantığını terk etme ihtiyacı bulunmaktadır. Artik eskisi gibi Ortadoğu halkları hem içerdeki despotizmi hemde dışarıdaki dayatmacı hegemonyayı Kabul etmeyecekleri açığa çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında Ortadoğu’nun kaynakları halklarımızın çıkarları temelinde kullanıldığı zaman görülecektir ki bu kaynaklar herkese fazlasıyla yeterlidir.