30 Haziran 2010 Çarşamba

Dincilik-2

En genel tanımıyla “YOL”dur. İnsanın amaca ya da daha genel anlamda evreni tanımada takip ettiği yöntemdir.
Din Nedir?
En genel tanımıyla “YOL”dur. İnsanın amaca ya da daha genel anlamda evreni tanımada takip ettiği yöntemdir. Evren insan için her zaman belirsizliklerin egemen olduğu bir alan olarak görülmüş ve bu da insanda bir merak uyandırmıştır. Bilimsel yöntemle varılmak istenen sonuç kadar, diğer mitolojik, felsefi yaklaşımlar da özünde aynı hedefe ulaşmaya çalışmışlardır. Dinin varmak istediği hedef de aynısıdır. ‘YOL’ları farklı da olsa, hedefleri aynı olmuştur. Dolayısıyla son noktada evrenin ardındaki sırrı aydınlatmaya çalışan yöntemlerin hepsini de, yaklaşım farklılıklarını gözden uzak tutmadan, Yol olarak değerlendirmek mümkündür. Özellikle mitoloji başta olmak üzere diğerleriyle kardeş de olsa, dinin tanımı bu noktada farlılıklarıyla ortaya çıkmaktadır.
Din, evreni metafizik yaklaşımlarla ele alır. Doğaüstü tasarımlar ve işlemler bütünü olarak tanımlandığı gibi, fizik olayların fizikötesi (metafizik) yöntemlerle açıklanması olarak da tanımlanmaktadır. Genel anlamda bir yaratıcı güç ve bu yaratıcı gücün ‘kadir-i mutlak’ iradesi temelinde evren, doğa, toplum ve insana; bu dünya ve ölüm sonrası yaşama ilişkin sistematize edilmiş derli-toplu düşünceler ve bu düşüncelerin ifadeye kavuşturulmuş halidir. Temel açıklama tarzını bir yaratıcının varlığına dayandırır. Bu, mutlak güç sahibi ve yaratıcı tanrıdır. Dolayısıyla dinin temel tanımı, bu yaklaşımdan hareketle oluşur: “Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum ve bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan düzen”. Bu değerlendirmeler tanımlama itibariyle önemli değerlendirmeler içerseler de, dinin tarihsel, toplumsal yapısını sosyolojik olarak çözümlemeye yetmemektedir.
Evreni tanıma ve açıklama isteği her dönem insanının aklını kurcalayan temel yaklaşımlardan biri olmuştur. Mitoloji, felsefe, bilim kadar din de; ‘evren nasıl oluştu?’ arayışının sonucunda gelişmiştir. Bu bir dönem insanının zihniyet yapılanmasını gösterir. Evreni görüngülerden hareketle açıklamak yerine, soyut, maddi olmayan yollarla açıklamaya girişir. İnsan aklının gelişim düzeyinin ‘bilimsel’ ve somut olarak açıklamaya yetmediği noktada soyut ve fizikötesi açıklamalar kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Din, bu istek ve yaklaşımların bir ürünü ve sonucu olarak doğup gelişmiştir.
Dinin ilk gelişimi insan aklının gelişim düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır. Bildiğimiz anlamda, yani bugünkü anlamda gelişmiş tek tanrılı bir din yaratımına bir çırpıda ulaşılmamıştır. Uzun bir tarihsel evrim ve bilinç düzeyinin olgunlaşmasıyla bağlantılı olarak bir dizi aşamadan sonra, insanın binyıllarına hükmeden tek tanrılı dinlerin yaratımına ulaşılmıştır. Sistematize olup hakim duruma gelmeden ve tek tanrılı dinin mutlak egemenliği oluşmadan önce de insanın yaşamında ‘doğa dinleri’ olarak da tanımlayabileceğimiz animizm, fetişizm, totemizm gibi din öncesi dinsel oluşumlar önemli yer edinmiştir. Doğa olaylarının kavranma düzeyi bu temel yaklaşımların önemli bir kısmını sona erdirmiştir. Ancak insanın evreni tanıma, bilme arayışı son bulmamıştır. Her soru yeni kovalamacaları, yeni arayışları gündeme getirmiştir.

Dinin Ortaya Çıkış Koşulları
Doğal toplum insanı açısından doğa parçalanamaz bir bütündü. Kendisini de doğanın üstünde bir tür ya da yaratık olarak görmekten ziyade, bir parçası olarak ele almaktaydı. Dolayısıyla doğayı da kendisi gibi canlı görme temel yaklaşımı hakimdi. Her şeyin ruhu olduğunu düşünme esastı. Bilinebilen görülebilendi, bu da tanrılarla özdeşti. Animizm olarak tanımlanan bu yaklaşım, denilebilir ki ilk dindi ya da dinin gelişmesinin zemini oluyordu.  
Doğal toplum insanı açısından doğa bilinmezliklerle doluydu. Çevresindeki hemen her şey ona yabancıydı. Doğal bir olayı, doğadaki herhangi bir varlığı tanımlayabilme gücünden yoksundu. Birlikte yaşadığı, tapındığı nesneleri bile tanılayabilmekten uzaktı. Kavrama düzeyi sınırlıydı, tanımladıkları şeyler de, bu sınırlı kavrayışı çerçevesinde olmaktaydı. O dönem açısından gelişmiş bir insan zihniyet yapısını ve doğaya bilme çerçevesinde yaklaşmalarını beklemek de gerçekçi olmaz. İnsanlığın çocukluk evresiydi ve bir çocuğun çevresindeki nesnelere yaklaşımı nasıl ise, bu dönem insanının doğa ve çevresindeki nesneler ve olaylara yaklaşımı da benzerdir. Dolayısıyla bilmek ikinci plandadır, inanmak esastır. Ki bu yaklaşım düşünsel olarak büyük gelişmeler kaydedildikten sonra bile geçerliliğini önemli oranda korumuş, dinsel düşüncelerin temel yaklaşımı haline gelmiştir. Bugün de tek tanrılı dinlerin temel yaklaşımı, olay, olgu ve nesneleri analitik aklın süzgecinden geçirerek yorumlama ve bu temelde ele alma değildir. İnancı fizikötesi yaklaşımları çerçevesinde ele almak esastır.
Düşüncenin gelişim düzeyi olay, olgu ve nesneleri yorumlama düzeyini oraya çıkarmıştır. Bilmek olayı düşüncenin gelişmesi ve buna bağlı olarak tutulan yolla bağlantılıdır. Düşüncenin sınırlı geliştiği bir dönemde bilme, tanıma ve yorumlama gücünün son derece sınırlı olacağı açıktır. İlk çağ insanları açısından hemen her şey, karalık bir sis perdesinin ardındadır ve yorumlamaya muhtaçtır. İnsan bilinmeyenler karşısında çaresizdir. Kutsallık atfedilen şeyler bilinmezlikler ve çaresizlikler ortamında gelişmiştir.
Bilinmez olandan daha korkutucu hiçbir şey yoktur. Doğal toplum insanları açısından doğa bilinmezliklerle doluydu. Bilinmezlik, belirsizlik bu dönem insanları açısından korku ve endişenin kaynağıydı. Baktığı, dokunduğu, günlük olarak birlikte olduğu çevresindeki her şey kendisi için yabancıydı. Güneş, Ay, yıldızlar gibi gökyüzünde bulunan varlıklar; yağmur, şimşek, bulut gibi doğasal olaylar; yaşamını idame ettirmede yararlandığı bitki, tohum, hayvanlar gibi hem bilemediği, görüp dokunamadığı, hem de her an elinin altında bulunan yararlandığı şeyler... Soyutlama düzeyi gelişmemiş olan insan bu şeyleri tanımlamada zorlanmıştır. Hayatını olumsuz yönde etkileyen bilinmedik şeyler ve yararlandıkları genelde mana gücünde ele alınmış, kutsallık atfedilmiştir.
Din, basit bir temelde de olsa bu bilinç ve ilişki ortamında gelişmiş, şekillenmiştir. Son derece basittir,  ne karmaşık bir doğa-evren tanımı vardır ne de gelişmiş bir tanrı yaklaşımı. Analitik aklın yorumlama, soyutlama gücü, bilinç düzeyi henüz devreye girmemiş, duygusal zekanın yorum gerektirmeyen, ama yaşatan yaklaşımlarıyla her şey değerlendirilmekte, ele alınmaktadır. Yaklaşımın basitliği kadar, dinin kendisi de basittir. Ama bu basitlik etkisizlik anlamında değildir. Tam tersine fazla ritüellere, karmaşık tapınmalara, kural ve kaidelerin çokluğuna fazla yer verilmemiştir, ama en ufak bir kusur, bağlılıktaki zayıflık, inançtaki eksiklik değil bir kişiyi, bir toplumu bile tümden imha edebilecek güçtedir. İnanç gereği insanlar hiçbir acı çekmeden en olmadık uygulamalara katlanabilmekte, kendilerinden bir parça olan çocuklarını kurban etmekten çekinmemektedirler. Kendilerini, çocuklarını feda etmek toplumun geleceği açısından olmazsa olmaz, ya da kaçınılmaz olarak görülmektedir. Başka türlüsü zaten düşünülemez, yoksa toplumun tümünün imha olacağı düşünülür. Basittir, ama yaşam da basit olarak ele alınmaktadır. Basittir, ama en gelişmiş düşünce ve inanç yapılarının insanda yaratamayacağı ve yaratamadığı düzeyde bir inanç, bağlılık, güç ve enerji açığa çıkardığı da kesindir. Hiçbir gelişmiş inanç yaklaşımı bu toplumun ‘ilkel bilinç hali’ denilen bilinç kadar insanlar üzerinde etkide bulunabilmiş, onları tereddütsüz hareket edecek hale getirebilmiş değildir. Düşünmek, hele de sorgulamak bu bilinç yapısının ötesinde bir durumdur. Sorgulamak tanrıları kızdırmaya, öfkelendirmeye neden olabilir. Tanrıları öfkelendirmek ise, düşünülemeyecek bir şeydir. Doğal toplum dönemine damgasını vuran doğa dinlerinin tümünde bu son derece basit yaklaşım egemendir. Bugünden bakılırsa bunun çok ilkel bir yaklaşım olduğu rahatlıkla görülebilir, ama unutmamak gerekir ki, ilkellik ya da gelişmişlik zamanla birlikte ele alınması gereken bir kavramdır. “Zamanın ruhu”nu dikkate almadan yapılacak olan ilkellik-gelişmişlik değerlendirmeleri kesinlikle gerçeğin tanımlanmasına ulaştırmayacaktır. Her çağ insanı, kendi çağının bilinciyle hareket eder.
Tanımlama başlangıçta yoktur. Dilin tanımlama düzeyi de gelişmemiştir. Simgeleştirme, soyutlama sonradan gelişecektir. Simgeleştirme, soyutlama din aracı kullanılarak bir düzen anlayışına ulaşma, toplumda hiyerarşik yapılanmanın geliştiği aşamada gelişmeye başlayacaktır. İlkel de olsa ilk toplumsal bilinç formu olan doğa dinleri hakkında Önderlik şunları belirtmektedir:
“Komünal toplumun en kritik gelişme aşaması, hiyerarşik yapısallaşmaya uğradığı eşiktir. Biriken toplumsal tecrübe anlam zenginliğine, buradan da dile, simgeleşmeye doğru bir seyir izler. Totemik dinle bu süreç kutsanır. Dinin önemi, toplumun kendine ilişkin ilk kimlik rolünü oynamasından ileri gelir. Bu, ilkel bilinç halidir. Bilincin bu biçimindeki kutsallığı, toplumsal yaşamın bizzat kendisinden ileri gelmektedir. Hayvansı primat yaşamdan kopuş, ilk önemli anlam farkını da beraberinde getirir. Farkın yeniliği sarsıcıdır. İlk olma özelliklerini bağrında taşımaktadır. Toplumsal pratik önemli tüm adımlarında heyecan verici gelişmelere yol açmaktadır. Bu durum artan bilinçtir. Bilinç dillendirmeyi, dil de adlandırmayı, adlandırma ise simgeleştirmeyi içeren süreçtir. Bilinç süreci pratik üretkenlik için hayati öneme sahiptir. Onsuz ayakta durmak giderek zorlaşır. Bilinçsiz yaşamanın kalitesizliği anında anlaşılır. Kalite, niteliksel gelişme, bilinç farklılaşmasıyla at başı gider. Din olgusu tüm önem ve kutsallığını yaşamın bu kritik devresinden almakta, kendi içinde baştan itibaren bir çelişkiyi barındırmaktadır. İlk toplumsallaşmanın bilinç, kimlik ifadesi olduğu için onsuz yaşam zordur. Diğer yandan kutsallığa, tabusallığa -el sürmeme, dokunmama, yasak alan- ilişkin bir dizi kuralı beraberinde taşıdığı için ileriye yönelik tutucudur. Yeni bilinç unsurlarına kapalıdır. Bu özelliğiyle gelişmeye ket vurur. Bundan da daha başlangıcından itibaren çok dinlilik zorunlu hale gelir. Çok dinlilik, çok tanrılık bilinç farkının artımını ifade eder. Olumludur. Dinde başlangıçtaki her şeyi ruhlarla -animizm- izah etme toplumsal paradigmanın, doğal bakış açısının bir sonucudur. Olumludur. Giderek en büyük ruh, oradan tanrısallığa geçiş toplumun özgünlük, kimlik kazanmadaki yoğunlaşmasının simgeleştirilmesidir. Tanrı ilk başta topluluğun kendisidir.” (Bir Halkı Savunmak)
Evet, ‘Tanrı ilk başta topluluğun kendisidir’. Panteizmin tanrı-evren birliği anlayışının ilk nüveleri aslında bu dönemde atılmıştır. Evrende bulunan her şey tanrıdır; makrokozmos kadar mikrokozmos da tanrının cisimleşmiş halidir. Tanrının genişliğiyle evrenin ve toplumun genişliği birliktedir. Dolayısıyla topluluğun kendisini tanrıyla eş görmesi anlaşılır bir durumdur. Ama bu giderek değişecek, tanrı toplumsal niteliklerinden soyutlanacak, bazıları tarafından tekelleştirilecek, kendileri tanrı olarak kalacak, tanrılık sıfatından koptuklarında da tanrının yeryüzündeki temsilcileri haline geleceklerdir. Tanrı-krallar, tanrının sözcüsü krallara toplumun hiyerarşik ayrışımları çerçevesinde gidilmiştir.
İnsanın evren ve tanrı tanımlamaları ilk başlarda çok farklı değildir. Her ikisi arasında tam bir bütünlük vardır. Tanrı tek bir şey olarak ele alınmamıştır. Doğa dinlerinin tümünde tanrı çoklu bir yaklaşımla ele alınmıştır. Tanrı aşkın değil, içkindir, her şey de içerilmiştir. İnsan canlıdır, o zaman doğada bulunan her şey de canlıdır. Her şeyin bir ruhu vardır, ruhsuz hiçbir şey yoktur. Doğanın hiçbir parçasını kendisinden farklı görmemekte, her şeyi aynı tanrısallıkla ele almaktadır. Animizmin doğayı ele alış tarzı budur ve bu giderek toplumun bilinç ve kimlik kazanmasında önemli bir aşama olacaktır. Zaman farkları olsa da, diğer doğa dinlerinin yaklaşımları da farklı değildir. Fetişizm, totemcilik gibi çoklu din ve tanrı sistemleri dönemin özelliği ve toplumsal bilinçle bağlantılıdır. Çok dinlilik, çok tanrılılık bu bakıştan kaynağını alır ve toplumsal bilinç ‘farkının artımında’ önemli etkileri olur.
Doğa karşısında bilinçsizlik ve güçsüzlük dinin doğuş nedenleri arasında en önemli yeri tutarlar. Ama din bundan çok daha öte bir şeydir. Dilin, düşüncenin, örgütlenmenin gelişmesinde, toplumsal bilincin oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Tanımlar, kavramlar, simgeleştirmeler yani soyut aklın ve karşıt da olsa analitik zekanın gelişmesinde çok önemli bir yer tutmuştur. Ki dinin gelişmesini sadece doğa karşısındaki güçsüzlüğü, çaresizliği olarak değerlendirmek de yetersiz kalır. İnanç olmadan insanın yaşaması mümkün değildir. İnanç mutlak anlamda metafizik bir tanrıyla bağlantılandırılmak zorunda değildir. İnanç, insanın yaşam dayanağıdır, bu bir yaratanın varlığına inanmak temelinde olabileceği gibi, başka şeylere inanma ve bağlanma temelinde de olabilmektedir. Ama insanın metafizik bir varlık olduğu da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bilmek ya da doğanın temel sırlarının keşfine varmak, insanı metafizik bir varlık olmaktan çıkarmamaktadır.
Çok tanrılı, tümtanrıcı doğa dinleriyle dinsel sürece giren insanlık, simgeleştirme ve tanımlama düzeyinin gelişmesiyle birlikte, her şeyi tanrı gören, kendi elleriyle yaptığı putları tanrı kabul eden ve tapan yaklaşımlardan kendisini arındırmaya, tanrıyı mabetlerin kuytuluklarından, evlerinin köşelerinden çıkarmaya, tekleştirmeye, soyutlaştırıp el altından çıkarmaya, görülmez, ulaşılmaz, dokunulmaz, ama her zaman ve her yerde olan tek, bütün ve evreni kaplayan bir tanrı fikrine ulaşılacaktır. O zamana kadar fazla kural-kaideye kavuşmamış, tapınmanın bir ritüel tarzında yürütülmüş olduğu din, kural ve kaidelere, sistemli tapınmalara, mabetlerin tekleşmesine ve ortaklaşmasına geçmiştir. Çoklu dinler ve tanrılar tek’e ineceklerdir. Bu çok önemli bir gelişme evresi anlamına gelmektedir.
Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş, İbrahimî dinlerle başlar. İbrahim Peygamberin put kırıcılığı, güçsüz, insan yapımı putun tanrı olamayacağını, bir kutsallığının bulunmadığını ve insanlığın gerek günlük, gerekse de temel sorunlarına çözüm olmadığını gösterir. Put, anlam yüklenmiş de olsa insanın kendi elleriyle yaptığı bir nesnedir ve kendisini bile kuruyabilecek güçten yoksundur. Put kırma üzerine İbrahim Peygamber ile Nemrut arasında geçtiği söylenen mitolojik değerlendirmeler de, putun tanrı olamayacağını kanıtlar niteliktedir. Bu zihniyet dönüşümünde bir devrim niteliğindedir ve sonraki tüm insan zihniyetini de etkileyecektir. Güçsüz ve el yapımı olduğu bilinse bile tanrılara karşı gelmek, onların güçsüz birer varlık olduklarının düşünülmesi bile başlı başına büyük bir gelişmedir. Eyüp Peygamber’in işkenceli yaşama sabırla katlanması ve ‘Tanrım, ben ne yapabilirim’ çaresizliğini ve yakarışlarını dile getiren söylemi bile bir sorgulamayı, insanın zihniyet yapılanmasında kayda değer bir gelişmedir. Önemli olan, var olanın sorgulanabilir hale gelmiş olmasıdır. İnsanların kendi yaptıklarından korkmadan karşı koyabilecek duruma gelmiş olmalarıdır. Bu güce ulaşıldıktan sonra eski zihniyet kalıplarının atılması zor olmayacaktır.
Musa, İbrahim’i gelenek ve kökten gelse de, onu çok aşan bir gerçeklik ortaya çıkarmıştır. İbrahim Peygamber dönemin tanrı-krallarına meydan okumuş, putları kırmış, Tevhidin kapılarını aralamıştır, ancak onu gerçekleştiren Musa olmuştur. Şüphesiz Musa’nın tek tanrılı din yaklaşımı kendisinden önceki süreçlerden ve gelişmelerden çok etkilenmiştir. Musa’nın tanrısı mitolojiden çıkmış gibidir. Evreni yaratma sürecinin anlatımı böylesi bir değerlendirmeye ortam sunmaktadır. Soyuttur, görünmezdir, güçlüdür, ama yine de Yakup’la güreşebilecek ve üstelik de yenişemeyecek kadar da insanidir. Evreni yarattıktan sonra ‘dinlenme ihtiyacı’ duyması da bu insani özelliğini göstermektedir. Daha az da olsa aynı, ya da benzer yaklaşımlar Hıristiyanlık ve İslamiyet’te de yer bulmaktadır. İsa’nın Tanrı ve Oğul olması, Allah’ın gökyüzünde kendi ‘kürsüsü’nde oturarak evreni yönetmesi, aynı yaklaşımla bağlantılıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu insansı özellikler tek tanrılı dinlerdeki tanrının güçsüz olduğu anlamına gelmemektedir.
Musevilik tek tanrılı bir din olarak gelişmiş, ancak evrensel bir özellik kazanamamıştır. Çok tanrılı da olsalar diğer kavmi dinlere karşı Yahudi kavminin dini olarak gelişmiştir. Kavmi yaklaşım direkt tanrının ağzından dile gelmiştir; ‘Sizi kendimle evlendirdim’ diyen tanrı, Yahudi kavminin ayrıcalığını dile getirmiştir. Diğer tek tanrılı dinler kavmi dinler olmaktan kendilerini kurtarmış, tanrıyı evrenle bütünlüklü ele almış, dolayısıyla dinleri de evrensel nitelikler taşımıştır. Tanrı tek ise herkesin olmak, ya da herkesin de aynı tanrıya tapınması gerektiği fikrinden hareket etmişlerdir. Tanrıya inanmak ne bir ayrıcalık, ne de bir farklılık getirmemelidir.     
Hıristiyanlığın evrensel bir din olarak gelişmesinde Roma İmparatorluğu’nun bir ‘cihan imparatorluğu’ olması ve Hıristiyanlığın doğduğu alanların da bu imparatorluğun egemenlik sahasında bulunması ve bu imparatorluğa karşı mücadele içerisinde doğmuş olmasının bir payı olsa da, esası gelişen zihni yapının yerel yaklaşımları aşması olarak gösterilebilir. Evrensel bakabilen felsefi yaklaşımların da bu gelişmede oldukça etkili olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Evreni sonsuz ve sınırsız gören felsefi yaklaşımlar, din kapsamında da olsa evrensel düşüncelerin gelişmesinin zeminin hazırlamıştır. İslamiyet de aynı yaklaşımlardan etkilenecek ve aynı iz üzerinden yürüyecek, ama kendisini de en sonuncusu olarak ilan edecektir. Doğadaki her şeyi kendisi gibi canlı gören, evrende bulunan her şeyin ruhunun olduğuna inanan, dolayısıyla evrende de mutlak bir ruhun olduğu düşüncesiyle başlayan dinin ve tanrının doğuş fikri, zamanla tek, soyut, mutlak, hem içsel hem aşkın din ve tanrı fikrine ulaşılmıştır. Yani hikaye en basitinden en yoğun ve karmaşık haline, toplumun inşa edilmesi ve yönetilmesindeki en önemli ve etkili araç haline gelmiştir.

İnsan Yaratımı Olarak Tanrı ve Din
Tanrı olmadan bir din inşa edilemez. Tanrı ile din bir bütündür ve birbirlerinden ayrıştırılamazlar. Dinlerin niteliği bile, tanrının niteliğiyle ölçülmektedir: Çok tanrılı din, tek tanrılı din değerlendirmesi, tanımlaması buradan ileri gelir ve tanrı ile dinin içiçeliğini gösterir.
Din, insan yaratımı bir kurumdur. İnsanın evreni bilme arayışı her zamana damgasını vurmuştur. Felsefenin temel sorusu ve sorunu olan ‘bu evren nasıl yaratıldı, nasıl var oldu ve nasıl olduğu gibi duruyor?’ sorusuna metafizik temelde cevaplar verme dinin tanımı oluşmuştur. İnsanın kendisini ve doğayı tanıma ve tanımlama isteği olan bu sorular dinin bir kurum olarak gelişmesini sağlamıştır. Bu soru, kavrama ve tanımlamanın zayıf olduğu dönemlerde yaratıcılarla ifade edilmiştir. Her şeyin canlı ve bir tanrısının olması çoklu tanrı ve din sistemlerini ortaya çıkarmıştır. Ama başlangıçtaki tanrı ile sonraki tanrı arasında bir fark olmuştur. Tanrı nitelik değiştirmiş, canlı olan her şeyden, simgeleştirilerek daha da somut hale getirilmiş, en nihayetinde de mana ve kavram düzeyinde soyutlanarak zaman ve mekan itibarıyla sonsuz hale getirilmiştir. Varlığı ezel-ebed kavramıyla tanımlanan, derinliğine ve genişliğine evrene yayılan, görülmeyen, dokunulmayan, duyu organlarıyla farkına varılamayan, ama insana da “Şahdamarından daha yakın” olan tanrı, evrenin, insanın her şeyinin, hayatının belirleyeni olmuştur. Duyu organlarıyla tanımlanamayan ve kanıtlanamayan tanrının varlığı, ancak uslamlama yoluyla, sezgiyle görülebilmektedir. Somut olanın somut yöntemlerle görülebilmesi fizik tanımlama itibarıyla doğrudur, ancak soyut olan somut yol, yöntem ve araçlarıyla görülemez. Soyut olan da ancak soyutlama yoluyla görülebilir. Bu da son derece de anlaşılır bir şeydir.
Doğal toplumlardaki tanrının somut tanımlaması zihniyetin gelişme durumuyla bağlantıdır. Tanrı her şey kadar kanlı-canlıdır. Ancak somut tanrıya yüklenenlerin ise, içerik olarak kavramlarla tanımlandıkları açıktır. Dolayısıyla en basit ele alındığı zamanlar da bile tanrıya yüklenimler olduğu kesindir. Bu neolitik dönemin insanı ile günümüz insanı arasındaki farktır da. Neolitik dönem insanı somut ilişki ve yaklaşımlar çerçevesinde hareket etmiştir, ama çağımız insanı yaşamını somut yaklaşımlar çerçevesinde düzenlemesine rağmen, metafizik konular söz konusu olduğunda soyut bakabilmektedir. Neolitik dönem insanıyla modrenist dönem insanı arasında çok büyük farklar olduğunu söylemek doğrudur. Zihniyet yapılanmasından tutalım, düşünme, yaşama ve inanmaya kadar hemen her şeyleri farklıdır. Tanrılarının da farklı olduğu kesindir. Sınıflı toplumun tanrısı, neolitik dönemin tanrısı kadar kutsallıklarla yoğrulmuş değildir. Korku, ceza, günah, cehennem, kural, kaide vb. kavramlar sınıflı toplum tanrılarının temel özellikleri olurken, tam tersi kavramlar da neolitik dönemin tanrılarının özellikleri olmaktadır. Bu kıyaslamayı yapan Önderlik neolitik dönemin tanrıları hakkında şunları belirtmektedir:  
“Tanrı kavramına uygar toplumun yüklediği anlamı yeri geldiğinde yorumlayacağız. Mühim olan, neolitik toplumun zihniyetini büyük oranda işgal eden tanrısallıkların baskı, sömürü ve zorbalıkla, onların örtbas edilmesiyle ilgisinin bulunmadığıdır. Daha çok rahmet, şükran, bolluk, sevgi, coşku, işler kötüye gittiğinde korku ve ışık gibi kavramlarla bağlantılandırılarak, onlarla (yani doğayla, bilimsel olarak ekolojik davranılarak uyumlu geçinme, çevreci olma) uyumlu geçinmeye büyük önem verilmektedir. Gerektiğinde en değerli varlıklarını, kendilerinin bir parçası olan çocuklarını, genç erkek ve kızlarını kurban olarak sunmaktadırlar. Tanrının toplumsallık yönünü ise, eski klan toplumunda da kült kabul edilen ‘totem’, ‘tabu’ ve ‘mana’ gibi kavramlarla topluluğun atasal varlığının kendisi olarak kabul edilmektedir. Bir nevi ‘atacılık’, ‘ana-tanrıçalık’ dini olarak anlam bulmaktadır. Kutsallık ve saydığımız totem, tabu, mana kavramları tam tanrısallık sayılmasa da, zihniyetlerinin ağır bir bulutu olarak hep başlarının üstünde dolaşmaktadır. Kutsallık da özünde yaşamları üzerinde etkili bulunan her şeye gösterilen ve huşu, coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi ve saygı, bazen acı ve ağlayış içinde gösterilen tutumdur. Nesne ve anlamların yaşamları üzerindeki etkilerine biçtikleri değerdir. Ahlak olarak da yorumlayabiliriz. Zaten ahlakın temelinde de topluluklarını ayakta tuttuklarına inandıkları bu tanrı ve kutsallıklar vardır ve temel rol oynar. Topluluklar bu konuda çok ciddidir. En ufak kural ihlalinin, saygısızlığın, kurban sunmamanın felaketle sonuçlanacağına inanırlar. Yani tam ahlaki toplumlardır.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme)
Neolitik toplumun tanrı kavramına yüklediği anlamlar, kutsallıkları bununla açıklaması, yaşamını bu kutsal kavramlar temelinde ele almasının ve değerlendirmesinin bilinçli bir yaklaşımın ürünü olduğu anlaşılıyor. Bilinç kavramından analitik aklın her şeyi en ince ayrıntısına kadar parçalara ayırarak derinliğine ulaşma yaklaşımı olarak anlaşılmamalıdır. Bilinç, yakıştırdığı tanımlamaların yaşamı üzerinde olumlu etki yaratacağı beklentisiyle hareket edildiğinin bilinmesidir. Çok tanrılar yaratması, bu tanrıların hepsine doğada bulunan özellikler atfetmesi, kendi yaşamını ve geleceğini buna bağlaması, bir eksiklik, yetersizlik, yaptığı işe inanmadaki zayıflığın olumsuz; inanç ve bağlılıkla hareket ettiğinde ise olumlu sonuçların doğacağına olan inançla hareket etmiştir. Evlerinin, barınaklarının en güzel yerlerini gelecek güzel yaşam beklentilerini yüklediği tanrılarına adamıştır. Tanrı insan aklının bir ürünü ve beklentilerinin ifadesi olarak doğmuştur.
Tanrı yaratılan bir olgu, bir kavramdır. Ama bu yaratım öyle sıradan ve herhangi bir yaratım değildir. Milyonlarca yıllık insanlığın toplumsallaşma tarihinin en etkili yaratımıdır. Ne tanrı ne de insan kaynaklı başka hiçbir yaratım olayı bu kadar güçlü ve etkili değildir, olamaz da. Evreni, insanları ve içindeki her şeyi yaratan tanrının kendisi bu yaratım olayının konusudur. En muazzam yaratımlar bu yaratımla başlamıştır. Bu tanrı yatım fikri geçekleşmemiş olsaydı, ne bir evren, ne bir tanrı, ne de bir yaratım olayından bahsedilebilirdi. Bundan dolayı başlangıç noktasının burası alınması önemlidir.
Tanrı insan aklının bir yaratımıdır. Doğal toplum insanının en etkili düşünebilenlerin –ki bunlar toplumun bilge insanlarıdır, rahipleridir- çevresinde gördüklerine kutsallık atfetmeleriyle tanrı yaratım serüveni başlamıştır. Bu yaratım olayı bir çırpıda gerçekleşmemiş, çağlara yayılan zaman dilimi içerisinde gerçekleştiği, en yetkin yapısına da yaşamın diri ve zinde ilişkileri içerisinden çıkarılarak soyutlaştırılması temelinde varılmıştır. Tüm sınıflı toplum ve buna bağlı ilişkiler tanrı yaratım olayı gerçekleştirilmeden yürütülemezdi. İnsanların sömürülmesi, baskı altına alınması, alt ve üst toplum ayrışımının sağlanması, bir kesimin diğer kesimler üzerinde etkin ve egemen olması tanrı yaratımına bağlı olarak gelişen toplumsal olgulardır. Yeryüzü düzeninin bir tanrı düzeni olarak tanımlanması, düzen yöneticilerinin tanrının yeryüzündeki temsilcileri, sözcüleri olarak gösterilmesi kurulan sömürü sisteminin aksamadan ve herhangi bir zorlukla karşılaşmadan yürütülebilmesi için tanrı yaratımı zorunluydu. Tanrı olacaktı, yoksa da yaratılacaktı. Düzen, sistem buna bağlı olarak kurulacaktı. Bu büyük keşfi ve yaratım olayını rahipler gerçekleştirmiştir. Rahibin toplumun en saygın ve etkili kişisi olması bununla bağlantılıdır. “Muhtemelen rahibin tüm avantajı tanrı silahını kullanmaktır. İşte burada rahibin muhteşem işlevinden biri devreye giriyor: TANRI İNŞA ETME görevi. Konu çok önemlidir. Bu görevde başarılı olunmazsa, yeni kent ve toplumu, dolayısıyla bol üretim gerçekleştirilemeyecektir. Neden ilk devlet yöneticilerinin rahipler olduğunu da bu örnek gayet iyi açıklamaktadır.
“Rahibin temel işlerini daha ayrıntılı görelim:
“Rahibin en önemli işlerinin başında yeni bir din ve tanrı inşası gelir. Benim yorumuma göre, Sümer rahiplerinin din icat etmelerinin özü, eski ‘totem’ tapınmasıyla putçuluğu aşan İbrahimî dinler arasında kopuk gibi gözüken geçiş halkasını oluşturmasıdır. Gökleri düzenleyen kuvvet kavramı olarak tanrıyla toplumun kimliğini belirleyen totemik dinin bir karmaşasını oluşturmaktadır. Totemin klanı ve onun genişlemiş hali olan kabileyi belirleyen kimlik ifadesini temsil ettiği genel kabul görmüş bir yorumdur. Klanın yaşamında önem taşıyan herhangi bir nesne totem olabilir. Çoğunlukla güç ifadesi taşıyan varlıkları esas alırlar. Halen aşiret adlarında rastladığımız aslan, şahin, yılan, kurt, güneş, rüzgâr, yağmur, önemli bitki ve ağaç adları bu dönemden kalmadır. Neolitiğin devindirici gücü olan ana-kadın etrafındaki kutsallık inşası erkek rahibinkini andırır. Totemik ve göksel tanrı temsilleri, bereket-verimlilik sembolü ana-tanrıça biçiminde önem kazanır.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme)
Din ve tanrı rahibin bilinciyle ve önderliğinde binyıllara hükmedecek olan en önemli toplumsal gerçeklikler olarak inşa edilmişlerdir. Bu yaratım ve inşa olayı tüm ilişkilere yansımıştır. Toplum örgütlü duruma getirilmiş, güçler düzenli bir şekilde üretime koşulmuş, tanrı adı anılarak yükseltilen nidalarla üretimde müthiş bir artış sağlanmıştır. Üretim artışı, ürün fazlalığı toplumsal ayrışma ve farklılaşmaların gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Toplum alt-üst diye ayrışmış, toplumun bir kesimi tanrının kulu, bir kesimi de temsilcileri olarak düzenin sürdürülmesinde etkin roller üstlenmişlerdir. Toplumu yönlendiren, tüketim fazlası ürünün kullanım iradesini denetimine geçirenler, tanrının temsilcileri adına toplumun karşısına çıkanlar olmuştur. Tanrı ve din inşasını gerçekleştiren ve toplumun en bilinçli kesimini oluşturan rahipler bu temsil işini gerçekleştiren kişilikler olarak öne çıkarlar. Toplum tanrılarla direkt görüşemez hale gelir. Onların yerine tanrılarla ilişki kuranlar, onlar adına tanrılardan bağışlanma ya da istemlerinin yerine getirilmesini isteyen aracılar olarak, din ve tanrı inşacıları rahipler öne çıkarlar. Rahiplerin toplum üzerindeki etkileri bu temelde gelişir. İlk devlet yöneticilerinin, kralların, tanrı-kralların rahipler olmaları, onların bu etkinlikleriyle bağlantılıdır. Bu toplumsal inşa sınıflaşmayı beraberinde getirecektir.

Hiç yorum yok: