30 Haziran 2010 Çarşamba

İttihat Ve Terraki Gerçeği

İttihat ve Terakki Partisi Osmanlı devletinde kurulan ilk siyasi partidir. 21 Mayıs 1889’da İttihat-ı Osmani adıyla II. Abdülhamit yönetimine karşı gizli bir örgüt olarak İstanbul'da kurulan örgütün ilk başkanı Ali Rüşdi’dir. Paris, Bükreş, Kahire, Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlının tüm merkezi yerlerinde örgütlenmiştir.

E. Ergin

İttihat ve Terakki Partisi Osmanlı devletinde kurulan ilk siyasi partidir. 21 Mayıs 1889’da İttihat-ı Osmani adıyla II. Abdülhamit yönetimine karşı gizli bir örgüt olarak İstanbul'da kurulan örgütün ilk başkanı Ali Rüşdi’dir. Paris, Bükreş, Kahire, Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlının tüm merkezi yerlerinde örgütlenmiştir. Model olarak İtalyan masonlarının örgütlenme modelini esas aldığı iddia edilmektedir.

 
Yürüttüğü çalışmalarla 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinde önemli rol oynayan İttihat Terakki Örgütü 23 Ocak 1913'de tarihe “Babıali Baskını” olarak geçen askeri darbeyle iktidarı fiilen ele geçirmiştir. 1908–1913 arasında hükümetleri yönlendirerek Osmanlı siyasetini belirleyen örgüt I. Dünya savaşının da yaşandığı 1913–1918 arasındaki beş yıl boyunca Osmanlının siyasal gidişini direkt belirlemiştir.

 
İktidarı ele alana kadar izlediği yöntem, İstanbul’a gönderdiği temsilcileri eliyle siyasete müdahale ederek, hükümet ve Meclisi Mebusan üzerinde denetim sağlama biçimindedir. Bu 1908–1913 arası dönemde siyasi istikrarsızlığı körüklemiş ve Osmanlının dağılışını hızlandırmıştır. Partinin Selanik’teki Merkez-i Umûmi üyelerinden Ahmed Rıza, Talat, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmail Hakkı, Dr. Bahaeddin Şakir ve Nazım beyler 1908‘de hükümetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a gelirler. Kendileri kabineye giremezler fakat hükümet üzerinde denetim kurarlar. Doğrudan doğruya kabine kurmak yerine hükümetleri kontrol altında bulundurmayı tercih ederler. 4 Ağustos 1908’de kurulan ve Meşrutiyetin ilk kabinesi olan Said Paşa hükümeti, İttihat ve Terakkinin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kalır. İkinci defa kurulan Said Paşa hükümeti ise beş gün dayanabilir. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştır ama hükümeti ve hükümetin icraatını tayin etmektedir. İdari ve siyasi sorumluluktan uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışması, hükümeti ve halkı tahakkümü altına alması ve orduyu siyasete karıştırması daha o zamandan şiddetli eleştirilere neden olmuş ancak Türkiye Cumhuriyeti devletinde günümüze kadar süren temel bir siyaset yöntemi olarak var olagelmiştir.
18 Ekim–8 Kasım 1908 tarihleri arasında İttihat ve Terakki gizli bir kongre yaparak partileşir. İttihat ve Terakki ile Abdülhamit arasında süren iktidar çekişmesinde Osmanlı içinde istikrarsızlık had safhaya çıkar ve çöküş dönemi derinleşir. 1909 Martında “Din elden gidiyor!” “Şeriat isteriz” gibi sloganlarla başlayan ve tarihe “31 Mart Vaka’sı” diye geçen şeriatçı ve hilafetçi ayaklanma üzerine İttihat ve Terakki’ye bağlı Hareket Ordusu İstanbul’a girer. II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki ileri gelenlerince tahttan indirilerek, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşad getirilir.

 
31 Mart ayaklanmasının bastırılmasından ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra duruma hakim olan İttihat ve Terakki, diğer bütün partileri feshederek birçok muhalifi tutuklar. İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilerek Sıkıyönetim mahkemeleri kurulur ve birçok kişiyi idam eder. Birçoğu da sürgüne gönderilir. Fakat yine de siyasi istikrarsızlık sona ermez. İttihatçıların hükümeti dışarıdan idare etme ve siyasete müdahale yöntemleri istikrarsızlığı körüklemenin ötesine gitmez. Kısa aralıklarla birçok hükümet, hükümet başkanı ve bakan değişiklikleri olur.

 
Bulgar, Yunan ve Sırplar arasında Osmanlı aleyhine Balkan İttifakı bu süreçte kurulmuştur. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıkarken; 9 Mayıs 1910’da da Girit meclisi, Yunan kralına bağlılık yemini eder. İtalya Trablusgarp ve Bingaziye asker çıkarır ve Osmanlı devletine savaş ilanında bulunur. Kısa süreli bir savaş sonunda yapılan görüşmelerle buralar İtalyanlara devredilir.
İttihat ve Terakkinin uyguladığı baskıcı politikalar muhalefeti artırmış ve bu İttihat ve Terakki Partisinin içine kadar işlemiştir. İçte ve dışta yaşanan baş aşağı gidiş önlenemeyince 21 Kasım 1911’de Meclis-i Mebusan feshedilerek tekrar seçime gitme kararı alınır. “Sopalı seçimler” diye bilinen 1912 seçimlerinde, İttihat ve Terakki çeşitli provokasyon ve hilelerle yine birinci parti çıkar ve iktidarını daha da pekiştirerek baskıcı politikalarını yoğunlaştırır.


Balkan savaşının da başladığı bu süreçte İttihat ve Terakki ile Abdülhamit arasında süren iktidar çekişmesi nedeniyle Osmanlı’da kriz ve bunalım had safhaya çıkar. “Din elden gidiyor!” “Şeriat isteriz!” gibi sloganlarla başlayan ve tarihe “31 Mart Vakası” adıyla geçen ayaklanma üzerine İttihat ve Terakki’ye bağlı Hareket Ordusu İstanbul’a girer. 

 
1909 31 Martındaki ayaklanmanın bastırılmasından ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra duruma hakim olan İttihat ve Terakki, diğer bütün partileri feshederek birçok muhalifi tutuklar. İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilerek sıkıyönetim mahkemeleri kurulur ve birçok kişi idam edilir, birçoğu sürgüne gönderilir fakat yine de kriz ve kaos bitmez. İttihatçıların hükümeti dışarıdan idare etme ve siyasete müdahale yöntemleri istikrarsızlığı körükler, kısa aralıklarla birçok hükümet, hükümet başkanı ve bakan değişiklikleri olur.

 
Bulgar, Yunan ve Sırplar arasında Osmanlı aleyhine Balkan ittifakı bu süreçte kurulmuştur. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıkar; 9 Mayıs 1910’da da Girit meclisi, Yunan kralına bağlılık yemini eder. Yine İtalya Trablusgarp ve Bingaziye asker çıkararak Osmanlı devletine savaş ilan eder. Kısa süreli bir savaş sonunda yapılan anlaşmayla buralar İtalyanlara devredilir. 

 
Balkan savaşında Osmanlı orduları bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğrar. İçerde ve dışarıda yaşanan karmaşa ve kötüye gidiş İttihatçı hükümeti istifaya sürükler. Kamil Paşa liderliğinde kurulan ve ittihatçılara mesafeli duran yeni hükümet karşısında aleyhte propagandaya başlayan İttihatçılar seçimlerin riskli ve iktidara gelme ihtimalinin düşük olduğunu görünce 23 Ocak 1913’de Babıali Baskını diye bilinen kanlı bir baskınla iktidara el koyarlar.
Talat, Enver ve Cemal gibi İttihat ve Terakki paşaları kaybedilen toprakların geri alınacağı, kaybedilen istikrarın yakalanacağı, büyük ve görkemli imparatorluğun yeniden canlanacağı hülyalarıyla 1914 yılında Osmanlı Devletini Birinci Dünya savaşına sokarlar. Bu savaş Osmanlının ve yanında savaşa girdiği Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanır. Osmanlı İngiltere’nin başını çektiği müttefik güçlere teslim olur ve işgal edilir.

 
1914-1918 yılları arasında geçen ve yenilgiyle sonuçlanan Birinci Dünya savaşı sonunda İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştırılır. Lider konumunda bulunan Enver, Talat ve Cemal paşalar ile Doktor Bahaaddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imza ettikten bir gün sonra gece yarısı kaçarlar. Daha sonra Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa da Tiflis’te Ermeniler tarafından öldürülürler.

 
İttihat ve Terakki, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazanmıştır. Parti ilk zamanlar Osmanlıcı bir çizgi izlediği halde sonradan Türkçü ve milliyetçi çizgiye kaymıştır.

 
Selanik’te İttihat ve Terakki, Hürriyet, Rumeli gazeteleri, İstanbul’da Tanin ile Şûra-yı Ümmet gazeteleri yanında bağımsız fakat İttihat ve Terakkiyi destekleyen Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat, İstiklal, Hak, Hadisat, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûra-yı Ümmet gibi mizah gazeteleri yine Türk Yurdu, İslam Mecmuası, Yeni Mecmua gibi yayın organları İttihat ve Terakkiyi desteklemişlerdir. “Talat, Said Halim, Enver, Cemal, Halil ve Nuri paşalar, Babanzade İsmail Hakkı, Seyid, Hacı Adil, İsmail Hakkı, Hüseyin Cahid (Yalçın), Ahmed Rıza, Halil (Menteşe), Ziya (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Naci, Ahmed Şükrü, Dr. Nazım, Cavid, Bahaaddin Şakir, (Kara) Kemal, (Küçük) Talat beyler ve Hafız İbrahim, Emrullah, Hayri, Şeyhülislam Mûsa Kazım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibi Ermeni ileri gelenleri İttihat ve Terakkinin önde gelen kadroları olmuştur.

 
Örgüt; kuruluş, örgütlenme ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Örgütün yöneticilerinin çoğu Masondu ve genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrutiyet ilan edildikten sonra bile açıklanmamıştı. Üyeler, Masonların merasimlerine benzer yöntemlerle örgüte alınırdı. İleri gelen ittihatçı kadrolarca tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemin kurulu) önünde yemin ederlerdi. Heyet başkanı, önce örgütün amacını, örgüt üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra Merkez-İ Umumi’nin(Genel Merkez) hazırladığı yemini okurdu. Aday üye, inandığı dinin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilatın amaçları uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca örgütün vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedai şubeleri kurulmuştu. Fedailer görev sırasında öldükleri takdirde, örgüt, ailelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Örgütün amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezalandırırlardı. Cinayetten hüküm giyenler ölüm cezasına çarptırılırdı. 

 
On seneye yakın bir müddet iktidarda kalan ve izlediği politikalar ile Osmanlı Devletinin sonunu getiren İttihat ve Terakkinin son kongresi, I. Dünya savaşının yenilgiyle sonuçlanmasından sonra gerçekleşti. 14 Kasım 1918’de toplanan kongrede parti kendini feshettiğini ilan etti. 

 
Bazı İttihatçılar birleşerek Teceddüt Partisi adıyla bir parti kurdular ancak etkili olamadılar. Daha sonra İttihatçılara karşı sert tedbirler alındı. Sıkıyönetim askeri mahkemelerinde yargılandılar. Partinin mallarına el konuldu. Yurt dışına kaçanlar gıyaben cezalandırılırken bir kısmı da mahkûm edilerek Malta’ya sürüldü. 

 
İttihatçıların örgütleri ortadan kalkarken Türk tarihinin bu ilk partisinin politikaları, yöntemleri, çizgisi daha sonra ortaya çıkacak olan birçok partiye esin kaynağı oldu. 

 
Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Celal Bayar gibi cumhuriyetin kurucu kadroları da İttihat Ve Terakki Partisinin üyesiydi. Eski ittihatçıların çoğu 1925 yılında İzmir suikastı ile ilgili bulunarak yargılandı ve çeşitli cezalara çarptırıldılar.

İttihat Terakki Ve Ermeni Katliamı

 
19.yy.da Osmanlı İmparatorluğu'nda batının da desteğiyle ulusal hareketler başlayıp Balkan halkları bir bir bağımsızlığına kavuşurken Ermeniler, Osmanlı'ya karşı cephe almamışlardı. O yüzden 20.yy.ın başlarında Ermeniler Osmanlılar için hala `millet-i sadıka' (sadık millet) sayılmaktaydı.

 
Ancak 20.yy.ın başına gelindiğinde artık dengeler hızla değişmekteydi ve dünya pazarlarının paylaşımı temelinde gerilen siyasal ortamda üzerinde en büyük hesapların yapıldığı alan Osmanlı idi. Sykes-Picot anlaşması böylesi bir dönemde gerçekleşti (1913). Fransa ile İngiltere arasında kabul edilen ve Osmanlı İmparatorluğu'nu nüfuz bölgelerine ayıran anlaşmaya göre İzmir Yunanlılara, Adana İtalyanlara, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransızlara, Filistin ve Mezopotamya İngilizlere ve geri kalan -İstanbul da dahil Ruslara veriliyordu. Osmanlı için sona giden yol açılmıştı artık ve Ermeniler de bu anlaşma gereğince Kürdistan’ın önemli bir bölümünü içeren `Büyük Ermenistan'ı kurabileceklerdi.
1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Enver Paşa Sarıkamış Seferiyle Rusya’ya dönük bir saldırı başlattı ve hüsranla sonuçlandı. Kısa sürede Osmanlının her yandan sarılan ve peşpeşe yenilgiler alan Osmanlı ordusunun hiçbir cephede saldırı ya da savunma yapacak ciddi bir gücü kalmadı. İçerde ve dışarıda gelişebilecek hiçbir ciddi saldırıya karşı koyamayacak duruma düşmesi Ermeni örgütlerinin çalışmalarını daha yoğun ve yaygın geliştirmelerine yol açtı. Bunun yarattığı endişeler ve kaygılar temelinde 1915 yılının 25 Şubatında Osmanlı yönetimi tüm ordu karargâhlarına gizli bir talimat geçti. Bu talimatla, `Halep, Dörtyol ve Kayseri'de Ermeni yıkıcı faaliyetlerinin arttığı ve ayrıca bu bölgelerde Rus ve Fransız etkilerinin tespit edildiği, III. ve IV. Ordu birimlerinin gözetim ve emniyet tedbirlerini artırmaları gerektiği' bildirildi. Talimat, ordudaki Ermeni askerlerin `komuta merkezlerinden' uzaklaştırılmasını da içeriyordu.

 
1915’in Mart ve Nisan ayları Osmanlı için kuşatmanın yoğunlaştığı aylar oldu. Çanakkale, Irak ve Mısır cepheleri açıldı. 14 Nisan 1915’de Van’da Ermeni isyanı başladı. Van isyanını Bayburt, Erzurum, Doğubayazıt, Tortum isyanları izledi. Bunun üzerine İttihat Terakki Hükümeti, `casusluk, sabotaj, isyan gibi olayların, komitelerin emir ve direktifi ile meydana geldiği' gerekçesiyle `Ermeni komitelerinin kapatılması, evraklarına el konulması, komite başkan ve üyelerinin tutuklanması ve oturdukları yerde kalmalarında devletin güvencesi için sakınca görülenlerin uygun yerlere toplanarak kaçmalarının önlenmesi' yönünde bir karar aldı. Bu kararın tarihi 24 Nisan'dı. Bu karar uyarınca binlerce Ermeni tutuklandı. (Sonradan diaspora Ermenileri 24 Nisan 1915 tarihini `Soykırım Günü' olarak ilan ettiler)

 
Asıl tehcir kararı ise, 27 Mayıs 1915'te alındı. Üç maddelik kanun 1 Haziran'da Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanun, `Ordu, bağımsız kolordu ve tümen komutanlıklarına, askeri nedenlere dayanarak, casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını tek tek veya toplu olarak memleketin diğer bölgelerine gönderebilmeleri ve orada oturtulabilmesi' yetkisini veriyordu. Sürgüne gönderilecek olanlar Musul ve Suriye'nin kuzeyindeki bölgelere yerleştirilecek ve savaş sonunda da geri dönmeleri sağlanacaktı. 

 
27 Mayıs 1915'te alınan tehcir kararının, uygulamasına Haziran ayı içinde başlandı. Bütün ülkeye yayılan tehcir kararı, 15–16 ay etkin bir biçimde sürdürüldü ve 4 Ekim 1916'da fiilen durdu. Tehcir sonunda Osmanlı kaynaklarından ulaşılan verilere göre katledilen Ermeni sayısı 300 bin civarındaydı.

 
Ermenileri bağımsızlığa teşvik edip sonra onları Osmanlının kıyımından korumayan Batılı güçler bu durumu kimi eleştirilerle geçirdiler. Yaşanan trajedide Batı'nın sorumluluğu üzerinde kimse durmadı ve bu trajedi yeri geldiğinde Türkiye’den taviz koparmak için sık sık kullanıldı.

Sonuç 

 
Osmanlı Devleti dünyadaki değişim sürecine ayak uyduramadığından ve bunlardan uzak kaldığından 17. yüzyıldan itibaren zayıfla¬maya başlamış, 20.yy.ın başında da çökmüştür. Bir enkaz haline dönüşmesine rağmen 20. yüzyıl başlarına kadar yaşamını sürdürmesi ise emperyalist devletlerin dünya pazarlarını paylaşma mücadelesi ve bu temelde yürütülen denge politikası sonucu gerçekleşmiştir.

 
19. yüzyıl bütün yönleriyle Osmanlı Devleti'nin ka¬der dönemidir. Artık tüm kurumlarıyla birlikte yıkılmaktadır. Bu durum devlet adamlarını ve aydınları Osmanlıyı kurtarma temelinde harekete geçirmiştir. Böylece bütün alanlarda olmakla birlikte öncelikle ve esas olarak da askeri alanda yeniliklere girişilmiştir. Örneğin Yeniçeri Ocağı kaldırılarak merkezi otoriteyi kurma hedeflenmiştir.
Sadece askeri alandaki yenileştirmelerin ye¬terli olmadığı anlaşılınca sivil-idari kurum¬larda da yeniliklere girişilmiştir. Bu temelde atılan en dikkate değer adım Tanzimat Fermanıdır. Tanzimat mutlakiyetçi yönetim modelinden meşruti yönetim modeline geçişi başlatmıştır. Kısa bir süre sonra da Meşrutiyet ilan edilmiştir. 

 
Tanzimat Fermanı bağımsızlık hareketle¬rinde bir canlanma meydana getirmiş yine demokratik talepler gündeme gelmiş bu temelde Kanûn-i Esasi ilan edilmiştir. Türk siyasi ha¬yatında ilk olarak halk, padişah yanında yönetime ka¬tılmıştır. Osmanlı toplumunda kaynaşmayı sağlama amacıyla atılan bu adımlar tersi sonuçlar vermiş, dönemin ideolojisi olan milliyetçilik Osmanlıyı kurtarma temelinde atılan adımlarla birlikte tüm halklar arasında çığ gibi yayılmıştır. 

 
Atılan adımların beklenen sonucu vermediğini gören II. Abdülhamit (1876-1909) kısa bir süre sonra Meşrutiyet Dönemine son vererek 33 yıl sürecek olan “İstibdat dönemini” başlatmıştır.

 
I. Meşrutiyet, Osmanlı sınırları içinde yaşayan halkların kaynaşmasını sağlayamamış ama başta milliyetçilik olmak üzere yeni fikirlerin gelişmesi ve olgunlaşmasına yol açarak Osmanlının parçalanma sürecini hızlandırmıştır.

 
Milliyetçiliğin zayıflattığı Osmanlı devletini kurtarma arayışları ilk olarak örgütsel bir yapıya I. Meşrutiyet sürecinde kavuşmuştur. Bu geniş tabanlı olarak örgütlenen, daha çok subayların kontrolünde olan ve muhalif karakteriyle gelişen İttihat ve Terakki Partisidir.
İttihat ve Terakki’nin ülke içinde ve dışında etkili bir şekilde başlattığı muhalefet çalışmaları 1908 yılında Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesine neden olmuştur.

 
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlıyı kurtarmak amacını güden düşünce akım¬ları 20. yüzyıl başlarında ilan edilen II. Meşrutiyetle daha da gelişmişlerdir.

 
Osmanlı devletinin dağılmasını önleme ve birliğini korumaya çalışan bu düşünce akımları Os¬manlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük şeklinde gruplandırılabilir.

 
Bu akımlar, I. ve II. Meşrutiyet sürecinde Osmanlı devlet yönetiminde etkili olmuşlardır.

 
Türkçülük hareketinin esas unsuru coğrafyada, dil¬de, kültürde, tarihte birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Türkçülük II. Abdülhamit devrinde dil, edebiyat ve ta¬rih alanlarında bir fikir hareketi olarak gelişmiş, Os¬manlıcılık veya İslamcılık gibi bir idare ve siyaset sis¬temi haline gelememiştir. Özellikle II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkçülük, ittihatçıların da etkisiyle gelişmiştir. 

 
Bu akım Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Türklerin dil, din ve kültür değerleriyle birbirlerine bağlanmasını, dışarıdaki Türklerle de bir¬leşme yolları aranmasını amaçlıyordu. II. Abdülhamid'in kurmak istediği İslam Birliği gibi Türk Birliğini kurmak amaçlanıyordu. Bu temelde bir yandan diğer halklar tehcir ve tedip politikalarına uğratılırken, Osmanlı topraklarının özellikle Küçük Asya’nın “arındırma” siyasetine tabi tutulması politikaları yürütülüyordu. Bu temelde 1914-1918 arasında Ermeni katliamı ve Rum halkının sürgünü geliştirildi. Yine Enver paşa ile anılan ve Allahuekber dağlarında 80 bin Osmanlı askerinin soğuktan öldüğü hüsranla sonuçlanan Rus seferi de Pantürkist zihniyetin bir sonucu olarak gelişti. 

 
Türkçülüğün savunucuları Ziya Gökalp, M. Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin gibi yazarlardı. İlk kez Ziya Gökalp Türkçülüğü sistemli ifadeye kavuşturmuştur. Osmanlıyı oluşturan halkların milliyetçiliklerini Türk milliyetçiliğini geliştirerek etkisizleştirmeye çalışma yaklaşımı bu akımın özellikle de ittihatçıların paradoksu olarak gelişmiştir. Açıktır ki bu diğer milliyetçilikleri etkisizleştirmek bir yana daha da gelişmelerine yol açmaktan öte bir sonuç vermemiştir.

 
Bu akımı oluşturanlar II. Meşrutiyet'in ilanından önce abartılı bir milliyetçilik içine girmişler ve Pantürkizm (Turancılık) gibi tüm dünyadaki Türkleri bir çatı altında toplamayı amaçlamışlardır. Bu temelde siyasete askeri temelde müdahale eden, siyasi ve askeri sorumluluk almadan siyaseti yönlendirmeye çalışan ittihatçılar daha sonra Türkiye cumhuriyeti her zorlandığında siyasete müdahale eden Türk ordusunun da temel aldığı zihniyeti yaratmışlardır.
Milliyet fikrinin etkisiyle ortaya çıkan Türkçülük, bi¬çim değiştirmiş, Turancılıktan Misak-ı Milli esaslarına dönüşerek Türk Kurtuluş Savaşı'nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ideolojisi olmuştur.

 
*    Siyasete ordu eliyle müdahale

 
*    İdari ve siyasi sorumluluk almadan siyaseti yönlendirme

 
*    Askeri darbe, siyasi şantaj, rüşvet yoluyla iktidarı ele geçirme

 
*    Seçimlere hile karıştırma

 
*    Korkular yaratarak izledikleri baskıcı katliamcı politikalara meşruiyet yaratma

 
*    Uluslar arası ittifaklara yaslanarak içerdeki muhalefeti ezme ve kaybettiklerini kazanma

 
*    Kendini devletin ve milletin sahibi görme

 
*    Diğer halkların mallarına el koyarak, sürgün ve katliam politikalarıyla Türkleştirmeyi geliştirerek devleti kurtarmaya çalışma

 
*    Güdümlü basın yaratarak kamuoyunu dezenforme etme

 
*    Faili meşru cinayetlerle muhalifleri ortadan kaldırma

Bunlar İttihat ve terakkinin Türkiye cumhuriyeti devletine bıraktığı siyasal mirastır. Bu mirasın izlerini her tarihsel dönemde görmek mümkündür. Özellikle Kürt Özgürlük Mücadelesinin başladığı 15 Ağustos 1984’ten itibaren yürütülen politikalara bakıldığında yukarıda sıralanan tüm yöntemlerin Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında zorlanan Türkiye Cumhuriyeti tarafından kullanıldığını görürüz.

 
Son süreçte sıkça gündeme getirildiği gibi ordunun siyasete yoğunlaşan müdahalesi, küreselleşen dünyada ulus-devlette ayak diretilmesi, 20.yüzyılın başında şekillenen bölge ve dünya sistemini korumaya çalışma, bu temelde inkar ve imha politikasında ısrar, gerici ittifaklar ve maceralara girerek Kürt sorunu karşısında zorlanan Türkiye cumhuriyetini kurtarma arayışları tam da İttihatçı bir siyasal geleneğe işaret etmektedir. Aynı zihniyetin temsilcileri “Ermenilerden kurtul, Osmanlı’yı kurtar” yaklaşımını benimseyen İttihatçılar gibi “Kürtlerden kurtul Türkiye’yi kurtar” yaklaşımı içinde Kürtler üzerinde katliam ve göçertme seçeneklerini tartışmaktadırlar.

 
Önder Apo 27 Ekim 2006 tarihindeki görüşmesinde bu konuya ilişkin açıklamalarıyla tarih güncel ilişkisini çok net bir biçimde kurmakta buna karşı duruşun halklarımız adına önemine vurgu yapmaktadır;

 
“Bunlar aynı Envercilerin, ittihatçıların Osmanlıya yaptığı gibi Türkiye’yi yıkmak üzeredirler, farkında değiller. Atatürk gibi ciddi bir devlet adamı olsaydı veya Türkiye tarihinde bazı ciddi devlet adamları gibi kişiler olsaydı bu sorunu şimdi çözerdi.

 
Şu anda içinde bulunulan durum, Birinci Dünya Savaşı Sonrası döneme benzemektedir. O zaman ittihatçılar yanlış politikalarıyla Osmanlı’nın çöküşüne neden oldular. Şimdi de bu zihniyetin temsilcileri Türkiye’yi parçalanmaya doğru götürmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası süreçte Mustafa Kemal, İttihat ve Terakkicileri tasfiye etmiş, akılcı davranıp Kürtlere dayanarak Cumhuriyeti kurabilmiştir.  Bugün de Türkiye’nin Kürtlere dayanmaktan başka şansı yoktur.

 
Türkiye’de faşizm böyle körüklenirse sorun çözümsüz kalırsa daha tehlikeli şeyler yaşanır. Başkaları da ittihatçıların yaptığı Ermeni katliamı gibi bir Kürt katliamını Türkiye’nin kaldıramayacağını ifade etmişlerdir.

 
Şu an için Türkiye üzerindeki emperyalist planda Kıbrıs ile ilgili hesaplar var, Ermeni katliamı ile ilgili hesaplar var, Kuzey Irak’taki gelişmeler var. ABD’nin de burada rolü vardır. Kuzey Irakta kurulmak istenen oluşum, Kuveyt, Birleşik Arap Emirliklerine benzer aileler, hanedanlar tarafından yönetilen, dış güçlere bağlı bir oluşumdur. Bu tür devletleşmeler anti-demokratiktir. İşte son olarak Afrika’da Zulular’ın yaşadığı bölgede kurulan yapay devleti örnek olarak verebiliriz. Plana göre Şırnak, Hakkari gibi sınırdaki bazı bölgeler de bu oluşuma katılacak. Resmen sınırlar değişmese bile fiilen böyle bir durum yaratılacak. Halihazırda da Kuzey Irak’taki oluşumu yöneten ailelerin bu bölgelerdeki halk ile ilişkileri vardır. Bunların birbirleriyle aşiretsel bağları da vardır. Türkiye’de de bazı kesimler buna destek veriyor. Türkiye’deki kamuoyu hatta devletin bazı kesimlerinin de bilmediği şeyler var. Kürtlerin Güney’e sürülmesini dillendirenler bu plana destek verenlerdir. Gündüz AKTAN ve Ümit ÖZDAĞ gibi ASAM’cılar daha önce bu konu ile ilgili fikirlerini açıklamışlardı. Milyonlarca Kürdün Güney’e sürülmesini savunmuşlardı. Bu konuda Baykal’a da dikkat etmek lazım. O da benzer tehlikeli fikirleri savunuyor. 

 
Fakat bunların fikirlerinin hayat bulması mümkün değildir. Daha önce de dört milyona yakın Kürt, yerlerinden edildi, büyük şehirlere sürüldü. Şimdi de İkinci Ermeni tehcirine benzer bir plan Kürtler için tartışılıyor. Bu durum Ermeni katliamına benzer bir tablo ortaya çıkaracaktır. Devletten bazı yetkililerin de söylediği gibi günümüzde böyle bir planı uygulamak mümkün değildir.”

Hiç yorum yok: