30 Haziran 2010 Çarşamba

Entelektüel Çaba ve Üretim

Politikadan kopuk bir entelektüel faaliyet bir anlam ifade etmeyeceği gibi politikadan kopuk bir entelektüel de bir anlam ifade edemeyecektir. Zaten günümüzde entelektüel alanda yaşanan krizin de temel sebebi bu değil midir?



Erdal Ergin
İnsanı diğer varlıklardan ayıran, farklı kılan en temel özelliği düşünebilmesidir. Bilim dünyası insanı, ‘kendini düşünebilen madde’ olarak tanımlamaktadır. Bu evrenimizde sadece insana has bir özelliktir. Bu özelliği nedeniyledir ki evrenin en ileri temsili insanda gerçekleşmektedir. “Mikro evren” olarak kabul edilen insanı diğer tüm canlı-cansız varlıklardan farklı kılan düşünebilme özelliği onun en güçlü yanı olduğu gibi en zayıf yanını da oluşturmuştur.
İnsan ‘topluluk yaşamı’ndan ‘toplum yaşamı’na doğru yürüyüşü gerçekleştirdiği içindir ki düşünce gücü gelişebilmiş sezgisellikten, somut düşünce aşamasına oradan da soyut düşünebilme özelliğine ulaşmıştır. Düşünebilme tüm yaratıcılıkların kaynağını oluşturduğu ve toplumsal yaşamın zorluklarını aşmada mucizeler yarattığı için saygı ve kutsallığa konu edilmiş, düşünebilme yetisini en iyi biçimde kullanarak toplulukların yaşamında gelişme yaratanlara tanrısallık atfedilmiştir.
Doğayla ilişkileri temelinde düşünsel gücün gelişimine öncülük edenin kadın olduğunu, toplumsallaşmanın gelişimi ve güçlenmesi temelinde tüm yaratıcı düşüncelerin kadın kaynaklı ortaya çıktığını bugün elde edilen verilerden daha iyi biliyoruz. Kadının tanrıçalık payesiyle ödüllendirilmesi de düşünce gücünü topluluk yararı temelinde kullanmasından kaynaklıdır. Tanrıçalık kavramının tanrılık kavramından çok daha önce ortaya çıkması da bu gerçeğe işaret etmektedir.
Teori; tanrısal söz demektir. Tanrısal söz; toplumun çıkarı ve yararı için oluşturulan ve kullanılan düşüncedir. Düşüncenin gücünün tüm toplum için değil küçük bir azınlığın iktidarı ve hegemonyası için kullanılmaya başlanması bugün karşı karşıya geldiğimiz ve altından kalkamadığımız tüm sorunların nedeni ve insanlığın yaşadığı en büyük karşı devrimdir. Zira düşüncenin tekelleştirilmesi evrensel var oluşa ve evrenin gelişme yasalarına terstir.
Ayrıcalığın, egemenliğin ve sömürünün bulunmadığı toplumsal yaşam biçimi olarak tanımladığımız klân toplumunda düşünce komün halinde vücut bulan toplumsallığın yararı, temel ihtiyaçlarının karşılanması ve korunması temelinde kutsal bir işleve sahiptir. Küçük bir azınlık için, bireysel, grupsal çıkar için değil tüm topluluk içindir. Doğadan öğrenme temelinde gelişmekte ve doğayla insan ilişkisini oldukça sağlıklı kurabilmektedir. Doğa öğretmendir, koruyandır, besleyendir. Şükran duyulması ve saygılı olunması gereken anadır. Kadının öncülüğündeki topluluklarda üyeler eşittir ve bu eşitlik temelinde sağlanan birlik kutsaldır. Herhangi birinin kendini bu topluluk dışında ele alma, toplumuna yabancılaşma, kötülük yapma, hakkını gasbetme, kendine ayrıcalık sağlama gibi bir yaklaşımı yoktur. Bu tür tutumlar en büyük lânettir. En büyük suç ve utanılması gereken en büyük ahlâksızlıktır. Düşünce, ahlâkın yani toplumsal yararlılığı gözeten yaklaşımın belirleyiciliğindedir. Bu yaklaşımın belirlediği toplumsal var oluş en büyük kutsallıktır. Dolayısıyla buna bağlı olan ve buna hizmet eden düşünce de bir o kadar kutsaldır.
Kendi başına düşüncenin kutsallığı yoktur. Onu kutsal kılan insanın temel hakikati olan toplumsallığa bağlılığı ve bunu geliştirmeye yaptığı katkıdır. Toplumsallığı gözeten ahlâkî tutum düşünceyi kutsal kılan ve değerli yapan temel tutumdur. Doğaya saygı ve onunla barışık bir ilişki temelinde gelişmesi, kutsal kılan diğer bir hususu oluşturmaktadır.
Düşüncenin ilk kutsalları arasında kadının yer alması, ilk dinsel inançların doğadan sonra kadın eksenli gelişmesi kadının toplumsal yaşamda oynadığı rolle bağlantılıdır. Kadının ilk kapsamlı soyut düşünce biçimleri olan dinsel inanç sistemlerinde kutsanması bu nedenledir. Dikkat edilirse düşünceyi kutsal kılan, düşüncede kutsallık payesi verilen hemen her şey toplumsal yaşama katkı, toplumsal yaşamı geliştirme ile ilgilidir.
Bu biçimde gelişme gösteren düşünce öne çıkardıklarıyla baskısız, sömürüsüz, ezen ve ezilenin olmadığı, insanlığın binlerce yıldır cennet olarak tanımladığı klân formundaki ilk toplumsallığımızı yaratmıştır. Neolitik, klân formundaki insan toplumsallığının daha gelişkin, yerleşik tarım toplumuna geçişini sağlamakla kalmamış, günümüze damgasını vuran üretim araçlarının ve yöntemlerinin, resmin, edebiyatın, mimarînin, endüstrinin ve daha burada sayamayacağımız kadar çok şeyin yaratılmasına da yol açmıştır.
Denebilir ki MÖ. 3.000’lere kadar insanlığımız engelsiz, toplumsallığına sıkı sıkıya bağlı bu düşünüş temelinde en özgür, eşit ve yaratıcı dönemini yaşamıştır. Bu sürecin “Cennet” olarak yadedilmesi bu nedenledir. Bu süreçte kadının öncülüğündeki toplumcu düşünce sadece kadınana ile sınırlı değildir. Daha sonraki süreçlerde ortaya çıkacağı gibi düşünce bir elitin işi de değildir. Tüm topluluk üyelerinin en doğal, en temel faaliyetlerinden biridir ve topluluk üyesi olmanın bir gereğidir, tüm toplumun içinde yer aldığı bir etkinliktir.
Düşüncenin toplumsal yaşam içinde artan rolü, onun gücünün kutsanması ve giderek büyümesi, kötüye kullanılması fikrini de beraberinde getirmiştir. Tecrübeli yaşlı, rahip, askeri şef olarak beliren kurnaz ve güçlü erkeğin önce kadın, giderek tüm topluluk üzerinde tahakküm geliştirmesi öncelikle düşüncenin ele geçirilmesi ve kötüye kullanılmasıyla başlamıştır. Çeşitli konularda uzmanlaşma ve yaşam tecrübesinin toplum tarafından değerli görülmesi, bunun yararlılığına inanılması üzerinden gelişen yaşlı rahip ve bilge geleneğinin kendini bir otorite olarak örgütlemesi, zaman içinde uzmanlık ve tecrübenin getirdiği saygıyı ve gücü kendi yararına kullanmaya başlaması düşüncedeki büyük sapmanın ve saptırmanın başlangıcını oluşturur.
Düşüncenin küçük bir azınlık tarafından kötüye kullanılması, düşünsel faaliyetin giderek tekelleştirilerek toplumu oluşturan tüm bireylerin değil, küçük bir elitin işi haline getirilmesi amaçlanan ayrıcalık ve egemenlikle ilgilidir. Bunun derinleştirilerek devletlere, imparatorluklara varan tekellere dönüştüğü, savaşlar, köleleştirmeler, talan ve fetihlerle yaşamı çekilmez kıldığı biliniyor. Çünkü düşünce üzerindeki tekel tüm tekellerin, baskıların ve sömürülerin temelini oluşturur. Zira insanı insan yapan düşünebilmesidir.  Düşüncenin tekelleştirilmesi sadece devletli ve erkek egemenlikçi sisteme yol açan çarpık düşüncelerin boy vermesine ve bir kanser gibi toplumlara yayılmasıyla sınırlı kalmamış, insana bahşedilen tanrısallığın gelişimi de engellenmiştir.
Doğayla barışık, eşitlikçi ve özgürlükçü düşünce formundan egemenlikçi, iktidarcı, cinsiyetçi düşünce formuna geçiş adım adım geliştikçe insanlık bugün boğuşmakta olduğu tüm kötülüklerle tanışmaya başlamıştır. İnsanın düşüncelerinin şekillendirilebilir olması insanı ve toplumunu inşa edilebilir bir olgu yapmaktadır ve bu olgu üzerinden hareket eden egemenlikçi ve iktidarcı güçler insandan ilkin düşünceyi çalmışlardır. İlk hırsızlanan düşüncedir. Burada gerçekleştirilen başarılı bir hırsızlama daha sonraki tüm hırsızlamaların temelini oluşturmuştur. İnsanlığın sonraki tüm süreçlerini bu hırsızlığı daha da derinleştirme ve buna karşı direnme mücadelesi belirlemiştir diyebiliriz.
Yalan ve zor eşliğinde yürütülen düşüncesizleştirme, düşünceyi tekelleştirme faaliyeti toplumun sadece ekonomik, sosyal yapısını değil en başta düşünce yeteneğini sakatlamıştır. Düşünme yeteneğini kaybeden insanlık önce tanrı kralların, nemrut ve firavunların peşine takılmış, sonra tanrıların ardından sürüklenmiş nihayet ulus-devlet tanrısının dişlileri arasında paramparça edilmiştir. Günümüzde düşünme artık kaçılan, başkalarına bırakılan, bütünlükten yoksun, basit, yüzeysel, doğduğu toplumsallıktan uzak dahası toplumsallığa karşıt bir hal almıştır. Düşünce gücü, günümüzde kar ve sermaye kaynağı olabildiği oranda anlamlı bir insan özelliğine indirgenmiştir. Egemenlerin elinde düşünce gücü düşünmeye karşı bir silah gibi kullanılmaktadır. Adeta tekelleştirilen düşünce insanın düşünme yeteneğini yok etme temelinde işletilmektedir. Sorgulama, olay ve olguları tarihsel bütünlüğü içinde ele alma, yorumlama ve değerlendirme gücünü yitiren, yani kendini diğer tüm canlılardan ayıran özelliği olarak düşünceye yabancılaşan, somut olarak söylersek insanlığına yabancılaşan ‘Anlık insan’ bu yoğun düşüncesizleştirme faaliyetinin sonucudur. Sistem bu hale indirgenmiş, en büyük gücünden mahrum bırakılmış insan gerçeği üzerinde yükselmektedir. Savaşlar, yoksulluklar, adaletsizlik ve eşitsiz uygulamalar, baskı, şiddet, işkence, doğanın ve toplumun büyük tahribatı düşünceden uzaklaştırılan, düşünceye yabancılaştırılan, düşünce yeteneği dumura uğratılan insan gerçeği üzerinde vücut bulmaktadır.
İşte entelektüel faaliyet ve entelektüellik bu perspektiften bakılarak yeniden ele alınmak ve tanımlanmak durumundadır. Zihinsel faaliyet olarak da değerlendirebileceğimiz düşünce faaliyeti her şeyden önce toplumsal bir faaliyet olarak tanımlanmak durumundadır. Toplumsal gerçeklik insanın vazgeçemeyeceği var oluş biçimi ise düşünce faaliyetinin toplumsal bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Bir birey, bir grup, bir elitin çıkarları için düşünmek, insanın toplumsal bir gerçeklik olduğunu gözetmeden ve onun toplumsallığına saygılı olmadan geliştirilecek hiç bir düşünsel faaliyet doğru ve iyi bir düşünsel faaliyet olamaz. Bu düşüncenin kötüye kullanılması doğasından koparılması ve özüne ters düşürülmesi demektir. İnsanın temel hakikati olarak toplumsallığını esas almayan ve bu temelde gelişmeyen hiçbir düşüncenin doğru, yararlı olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir elitin, bir çıkar grubunun menfaatleri için düşünsel faaliyet yürüten birisine entelektüel faaliyet yürütüyor diyemeyiz, onu entelektüel olarak değerlendiremeyiz.
Bugün egemenlikçi sistemlere, devletlere ve çıkar gruplarına meşruluk sağlamayı amaç edinen kişi ve kurumlar adeta bir sektör haline gelmiştir. Düşünce gücünü insanın en kutsal özelliği olarak değerlendirdik. Bu en değerli özelliğin toplumsallaşmaya paralel ve toplumsal süreç içinde gelişip güçlendiğini ve toplum için kullanıldığında kutsal ve anlamlı olduğunu belirttik. O zaman bunlara dayanarak şunu söyleyebiliriz, kutsalını parayla satan insan en büyük suçu işlemektedir. İnsanın en kutsal faaliyetini insanı köleleştirmek, çıkar gruplarının ve tekellerin denetimine sokmak için kullanmak insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suçtur.
Durum bu iken bu en büyük suçu en ustaca işleyenler en iyi düşünen, düşünce gücü yüksek, derinlikli, sözü dinlenmesi gereken kişiler olarak lanse edilmektedir. Böylece sistemi yada temsil ettikleri çıkar grubunu meşrulaştırmaları, toplumsal kabul düzeylerini yükseltmeleri sağlanmaktadır. Bu tam bir saptırmadır. Toplum bu tip entelektüel, aydın, akademisyen, din adamı vb.leri ile adeta avlanıp vurulmakta, çıkar grupları tarafından ise parçalanarak yutulmaktadır.
Düşünce, toplumsallığından koparılmış, kirletilmiş ve güçsüz düşürülmüşse entelektüel faaliyetin ve entelektüel olmanın gereği öncelikle buna karşı mücadele etmektir. Toplumsallaşmamızın beslediği ve büyüttüğü düşünce gücümüzü toplumsallığımızla buluşturmak entelektüel çalışmalarımızın temeline oturtulmak durumundadır. Burada entelektüel olmanın şartı da ortaya çıkmaktadır; toplumsallığa bağlı olmak. Düşünce gibi en kutsal özelliğini insanın sömürülmesi ve ezilmesi için değil insanın özgür, eşit, adil, paylaşımcı ve dayanışmacı toplumsallığı için harekete geçirmek. Bunun bizi doğrudan direnişçiliğe götüreceği ise diğer bir sonuç olmaktadır. Toplum için düşünme, toplumcu düşünce kaçınılmaz olarak hâkim sistemle çatışmayı dayatır. Bunu hedeflemeyen entelektüel faaliyet anlamlı olamayacağı gibi bunu göze alamayan hiçbir kişi entelektüel sıfatını kazanamaz. Entelektüel direnişçi olmak zorundadır.
Entelektüel faaliyet politika gerçeğiyle de kapmaz bağlarla bağlıdır. “Bilen yapar” bu söz bilmenin ahlâkla ve politikayla bağını ortaya koymaktadır. Düşünceden koparma yâda düşünceyi saptırma temelindeki her egemenlikli yaklaşım politika alanına taşınmakta ve burada sağlanan ikna ve meşruiyet oranında pratikleşebilmektedir. Doğru düşüncenin de temsili bu anlamda politik alan üzerinden direnişini geliştirebilmeli, alternatif oluşturmak için bu alanı etkin bir biçimde kullanabilmelidir.
İnsanı insan yapan diğer varlıklardan ayıran bilinci ve düşünce gücü ise bu farkı ortadan kaldıran da düşünceden koparılmadır. Bunun günümüzde ulaştığı nokta toplumsal insandan sanal insana, sanal topluma dayanmıştır. Kar ve iktidar adına en kutsal özelliğimiz olan düşünce korkunç bir silah gibi kullanılmaktadır. İşte en büyük ahlâkî yitim de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ahlak-düşünce, ahlak-bilim kopukluğu doğamız ve insanlığımızı paramparça etmekte ve sürdürülemez çelişkilere kapı açarak insanlığı kıyamete sürüklemektedir.
Toplumdan çalınan düşüncenin, çarpıtılan düşüncenin yeniden toplum için ve toplum tarafından üretilebildiği zeminlerin ve yapıların oluşturulması bugün insanlığın yaşadığı kaos ve krizli durumun aşılması için temel şarttır. Toplumun hayati çıkarları ve temel ihtiyaçları temelinde düşünebilmesi için siyaset alanının yeniden yapılandırılması, halkın bu noktada doğrudan işin içine çekilmesi, yaşadığı düşünsel sığlığın ve darlığın giderilmesi entelektüelin ve entelektüel faaliyetin yerine getirmesi gereken temel görev durumundadır.  Dolayısıyla entelektüel faaliyet ile politik faaliyet iç içe ve birlikte yürütülmesi gereken iki olgu durumundadır. Bu aynı zamanda şu demektir, entelektüel aynı zamanda politikacıdır. Politik olmak durumundadır. Politikadan kopuk bir entelektüel faaliyet bir anlam ifade etmeyeceği gibi politikadan kopuk bir entelektüel de bir anlam ifade edemeyecektir. Zaten günümüzde entelektüel alanda yaşanan krizin de temel sebebi bu değil midir?

Hiç yorum yok: