Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık.
Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna yaklaşırken, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz.
Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde zaten var olan bir sistem olarak değil.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise, ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
O çok korkulan ve anlaşılamamış “Proletarya Diktatörlüğü” kavramının özü budur ve orada kastedilen diktatörlük bu anlamda bir diktatörlüktür.
*
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi?
Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir.
“Proletarya Diktatörlüğü” ancak İnsanların bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Bir “proletarya diktatörlüğü”, Sosyalist Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak, yani bir ulusal devlet olarak, var olamaz.
Bizzat Marks bunu dolaylı olarak, sözünü mantık sonuçlarına götüremeden belirtmişti.
Nasıl mı? Şöyle:
Marks, Proletaryanın burjuva devlet cihazını sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağını söylemişti.
Ama bu Burjuva devlet cihazının en temel özelliği ve kriteri, ulusal olanın politik olanla çakışması gerektiği ilkesine dayanmasıdır.
Yani Marks, bu devlet cihazının ulusal olduğu, yani politik olanı ulusal olana göre tanımlayan bir cihaz olduğu, dolayısıyla böyle bir cihazın sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağı çıkarsamasını yapamamış, temeldeki sağlam önermesini mantık sonuçlarına götürememişti. Daha Komünist Manifesto’da bile ulusal sınırların tıpkı özel mülkiyet gibi üretici güçlerin önünde bir engel olduğunu belirtmiş olmasına rağmen.
Sosyalist devrim her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez.
Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.
Burada “İnsanlar” derken, dikkat edilirse büyük harflerle yazıyoruz. Bunun nedeni, bir biyolojik tür olarak insan ile Sosyolojik bir kategori olarak İnsan arasında bir ayrım yapmamızdır.
Her insan İnsan değildir çünkü. Evet Her Türk, Her Kürt, Her Amerikalı, Her Rus gibi Her İnan da bir insandır. Yani bunlar biyolojik olarak insandırlar. Ama bin insan, bir Türk, bir Alman, bir Kürt, bir Türk olmanın yanı sora bir İnsan olamaz. Nasıl aynı anda hem tek Allah’a inanıp hem de putlara tapmak bir arada var olamaz ise, öyle insan hem İnsan; hem de Türk, Kürt, Alman, Rus, Amerikalı vs. olamaz.
Biri politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddeder ve ona karşı mücadeleyi başına yazar; diğeri ulusal olanın politik olanla çakışmasından başka bir var oluş kabul etmez.
*
Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti aşıyor” övgüleri hatırlanabilir.
Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak, (bir toprak parçasıyla) tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır.
Yani bugünkü dünyada ilerici değil, gericidir. Çünkü, Avrupa Birliği, insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş olan, ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
Ama Sosyalistler ya da İnsanlar için sorun, tıpkı Türklüğü (Amerikalılığı, Almanlığı vs.) yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir.
Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir.
Ama Sosyalistler ya da İnsanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. “Sosyalist”lik ya da “İnsan”lık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar, Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz.
Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; Sosyalist ancak İnsan olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz.
Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.
*
Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma”larıydı.
Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Çünkü, bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir.
Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları “Bantustan”dan , “Rezervat”tan, hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen, İnsan’a bir öz savunma, hapisten bir firar olarak görülür.
Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
Ama bir İnsan’a (bir Sosyalist’e), bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz, kendiliğinden ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları “Bantustan”dan, “Rezervat”tan kurtulma cabası olarak görülür.
İnsan’ın sorunu (Sosyalist’in sorunu), bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini; ulusal sınırlara karşı dünya çapında bir harekete dönüşmesini sağlamaktır.
İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür.
*
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini “out side”da (“ofsayt”da) bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça görüldü.
Alman solu, (tam da “Alman solu” olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi, ırkçı milliyetçiliğin zıddına göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur.
Belki dünkü dünyada bu tavır bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini olumlama olarak görmeye yol açmaktadır.
Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını; klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu.
Ama tam aksi oldu, bütün basın Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu ve işte tam da bu dünya kupasında bunun gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan utanmamaları gerektiğini yazdı.
Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da Almanya’da her yerde dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri başkalarının da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. İlk başlarda klasik ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken mesajı verdi.
Ve bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi. Ya da “ezberi bozuldu”
*
Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim.
Hamburg’ta Sternschanze (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası vardır ve buna “Kızıl Flora” denir.
Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı. Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte dadandılar ve oradaki yerleri mekanları yaptılar.
Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli, anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı.
Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular. Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “Kızıl Flora”dan, maç esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve sabotaj yayını başladı.
Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce kişilik karnaval havasındaki kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı. Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı.
Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu “out side” durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar, Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük çoşku ve ekstra bir gösterme çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu tam da “Kızıl Flora”nın karşısına getirmişler onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi, ve tırın tepesi tehlikeli olduğundan gençleri oradan indirdi.
Tarih’in garip alayı ve “ofsayd”ın en açık görünümüydü bu: Bir zamanlar polis o “Kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi “Kızıl flora”nın önünde, Alman milli takımının zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu.
Diyalektik ebedi hükmünü icra ediyordu. Dün doğru olan bu gün yanlış, hatta yanlış bile değil, “absürd” oluyordu.
*
Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu.
Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin olanağı yoktur.
Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak İnsanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program ve perspektif geliştirilemez.
Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşit haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmaydı aynı zamanda.
Solu out side’a düşüren de tam buydu. Onun bütün ezberi klasik ırkçı milliyetçiliğe göre şekillenmişti ve bizzat kendisi milliyetçiydi, çünkü sorunu ulusların kendisinde değil ulusçulukta görüyordu. Ulusçuluğu da onun en gerici biçimleriyle tanımlıyordu. Burjuvazinin bu gerici biçimden daha esnek biçimlere geçişi “Sol”u “out” yapıyordu.
Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun.
06 Temmuz 2006 Perşembe