6 Temmuz 2010 Salı

Dünya Şampiyonası Vesilesiyle Uluslar, Spor ve Futbol Üzerine

Bu günlerde Güney Afrika’daki futbol şampiyonası tüm dünyamızı kuşatmış bulunuyor. Politika yorumcuları bile artık futbol yorumculuğuna doğru bir metamorfoz geçiriyor.
Bu konuda yazılan, çizilen ve konuşulanlara bir de başka açıdan, alışılmamış bir açıdan bakma konusunda ipuçları veren ve geçen Dünya Kupası sırasında yazılmış aşağıdaki yazıyı yeniden yayınlamak iyi olacak.
O zamanki öngörülerimizin, tesbit ettiğimiz eğilimlerin bugün gerçekleştiği görülüyor.
Örneğin Alman Milli takımında yabancı sayısı arttı. Mesut muhtemelen bu dünya kupasının yıldızı olabilir ve bir zamanlar Zidane’nin Fransa’yı şampiyon etmesi gibi Almanya’yı şampiyon edebilir.
Takımların arasındaki nitelik farkı giderek azalmakta. Bir tür konvergenz eğilim görülmekte. Brezilyalıların veya Hollandalıların futbolu daha çok Almanların futboluna benzerken Almanların futbolu da Hollanda ve Brezilyalılarınkine yaklaşıyor. Biyoloji ve politakının bir kavramı olan Konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) eğilimi burada da görülüyor.
Böylesine eşit ve benzer güçlerin yarışında sadece çok olağanüstü futbolcular dengeyi bozabilir gibi görünüyor. Şimdilik Messi ve Mesut bu türden iki oyuncu gibi görünüyor. Bu bakımdan Almanya Arjantin karşılaşması bir bakıma erken bir final gibi görülebilir.
Elbet zaman olsa bu Kupaya ilişkin gözlemlerle geçen Dünya Kupası’nda yazılanları kontrolden geçirmek ve geliştirmek gerekir. Ama buna zaman bulunup bulunmayacağı bilinmiyor.
Ne var ki, gerekli yaklaşımlar ve kavramsal araçlar aşağıdaki yazıda bulunuyor. Biraz kafa yormakla herkes gerisini getirebilir.
Tekrar hatırlatalım. Tarihte spor yoktu. Bugün spor diye tanımlanan “spor”lar birer ibadetti.  Bedenin sağlığı ve geliştirilmesinin, yani iş gücünün yeniden üretiminin değil, ruhun geliştirilmesinin aracıydılar. Aslında bu günkü spor da bir ibadet, ama sosyolojik anlamıyla, kapitalizmde iş gücünün yeniden üretilmesini ve kar oranlarının düşme eğiliminin engellenmesi anlamında. Kapitalizmin yaşaması için ruha gerek yoktur. Ucuz ve sağlıklı iş gücünden başka bir şeye gerek olmadığından, kapitalizmde ruhun yeri yoktur. Bu nedenle ibadet, ruhun değil, bedenin, iş gücünün yeniden üretilmesinin aracıdır.
Bizim hedefimiz ise sporun demokratikleştirilmesi veya kitleselleştirilmesi değil, sporun, yok edilmesidir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için aşağıdaki denemeleri okumak gerekiyor
Bu yazılar “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler” adlı kitabımızda yer almaktadır.
Demir Küçükaydın
29 Haziran 2010 Salı

Sol Neden “Ofsayt”ta (out side)?

Almanya’da yapılan futbol şampiyonasının, sırf bir ortak yaşantı ve kader birliği bağlamında bile nasıl ulusların kabuğuna sığmadığını ve onu aşındırdığını önceki yazıda ele almıştık.
Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna yaklaşırken, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusların (en demokratik tanımlanmış ulusların bile) insanlığın kurtuluşu önündeki en büyük engel ve fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz.
Çünkü soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde zaten var olan bir sistem olarak değil.
Çünkü böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz demektir.
Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir düzen için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar. İnsan ise, ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamamış bir dünya cumhuriyetinde olunabilir. Hem insan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
O çok korkulan ve anlaşılamamış “Proletarya Diktatörlüğü” kavramının özü budur ve orada kastedilen diktatörlük bu anlamda bir diktatörlüktür.
*
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi?
Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesi, diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün kendisidir.
Proletarya Diktatörlüğü” ancak İnsanların bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Bir “proletarya diktatörlüğü”, Sosyalist Türk, Alman, Amerikan devletleri olarak, yani bir ulusal devlet olarak, var olamaz.
Bizzat Marks bunu dolaylı olarak, sözünü mantık sonuçlarına götüremeden belirtmişti.
Nasıl mı? Şöyle:
Marks, Proletaryanın burjuva devlet cihazını sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağını söylemişti.
Ama bu Burjuva devlet cihazının en temel özelliği ve kriteri, ulusal olanın politik olanla çakışması gerektiği ilkesine dayanmasıdır.
Yani Marks, bu devlet cihazının ulusal olduğu, yani politik olanı ulusal olana göre tanımlayan bir cihaz olduğu, dolayısıyla böyle bir cihazın sınıfsız topluma gidişte kullanamayacağı çıkarsamasını yapamamış, temeldeki sağlam önermesini mantık sonuçlarına götürememişti. Daha Komünist Manifesto’da bile ulusal sınırların tıpkı özel mülkiyet gibi üretici güçlerin önünde bir engel olduğunu belirtmiş olmasına rağmen.
Sosyalist devrim her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez.
Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.
Burada “İnsanlar” derken, dikkat edilirse büyük harflerle yazıyoruz. Bunun nedeni, bir biyolojik tür olarak insan ile Sosyolojik bir kategori olarak İnsan arasında bir ayrım yapmamızdır.
Her insan İnsan değildir çünkü. Evet Her Türk, Her Kürt, Her Amerikalı, Her Rus gibi Her İnan da bir insandır. Yani bunlar biyolojik olarak insandırlar. Ama bin insan, bir Türk, bir Alman, bir Kürt, bir Türk olmanın yanı sora bir İnsan olamaz. Nasıl aynı anda hem tek Allah’a inanıp hem de putlara tapmak bir arada var olamaz ise, öyle insan hem İnsan; hem de Türk, Kürt, Alman, Rus, Amerikalı vs. olamaz.
Biri politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddeder ve ona karşı mücadeleyi başına yazar; diğeri ulusal olanın politik olanla çakışmasından başka bir var oluş kabul etmez.

*
Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Ulusu Devleti aşıyor” övgüleri hatırlanabilir.
Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak, (bir toprak parçasıyla) tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır.
Yani bugünkü dünyada ilerici değil, gericidir. Çünkü, Avrupa Birliği, insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş olan, ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
Ama Sosyalistler ya da İnsanlar için sorun, tıpkı Türklüğü (Amerikalılığı, Almanlığı vs.) yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir.
Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir.
Ama Sosyalistler ya da İnsanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır. “Sosyalist”lik ya da “İnsan”lık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar, Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz.
Aynı şekilde bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz; Sosyalist ancak İnsan olabilir; tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz.
Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları uluslar, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele edebilir.
Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir örneğin. Bir ülkede sol Avrupa Birliği’nden yana iken diğerinde karşıdır. Avrupa Birliği’ne karşı olanlar genellikle, en tutucu ve gerici milliyetçilerle, bürokratik ve askeri oligarşilerle; yana olanlar globalizm hayranlarıyla, liberallerle yan yanadır.
Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanları uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.

*
Tam da bu Dünya Futbol Şampiyonasının yapıldığı günlerde, Der Spiegel dergisi, Yeni Uluslar Göçü, “Yoksulların Akını” kapağıyla bir sayı yayınladı. Konu, “yoksul ülkelerden insanların zengin ülkelere kapağı atma”larıydı.
Dikkat edilsin, bizzat bu başlığın kendisi Irkçı’dır. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
Çünkü, bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir.
Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları “Bantustan”dan , “Rezervat”tan, hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma çabası olarak görülür.
Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen, İnsan’a bir öz savunma, hapisten bir firar olarak görülür.
Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der, sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
Ama bir İnsan’a (bir Sosyalist’e), bu aynı hareket, uluslara karşı, ulusal sınırlara karşı bilinçsiz, kendiliğinden ve bireysel bir direniş olarak görünür; insanların kapatıldıkları “Bantustan”dan, “Rezervat”tan kurtulma cabası olarak görülür.
İnsan’ın sorunu (Sosyalist’in sorunu), bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini; ulusal sınırlara karşı dünya çapında bir harekete dönüşmesini sağlamaktır.
İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür.

*
İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini “out side”da (“ofsayt”da) bulmaktadır. Bu son dünya kupası maçlarında Almanya’da açıkça görüldü.
Alman solu, (tam da “Alman solu” olduğu için zaten), kendisini hep klasik Hitler tipi, ırkçı milliyetçiliğin zıddına göre tanımlamış, refleksleri ona göre oluşmuştur.
Belki dünkü dünyada bu tavır bir ölçüde sol bir duruş için yeterli olabiliyordu ama bu günkü dünyada, artık bu klasik ırkçı milliyetçiliği hala baş düşman olarak görmek ve ona göre refleksler göstermek, aslında var olan gerçek ırkçı sistemi gözlerden gizleme ve hatta bu ırkçı sistemi pekiştirme girişimlerini olumlama olarak görmeye yol açmaktadır.
Bütün sol, Alman milli takımının başarılarında, klasik ırkçı faşistlerin sokağa çıkacağını; klasik ırkçılığın tekrar legalite kazanacağını düşünüyordu.
Ama tam aksi oldu, bütün basın Almanların da diğer uluslar gibi kendi bayraklarıyla başka ulusları hor görmeden ve aşağılamadan övünmeye hakları olduğunu ve işte tam da bu dünya kupasında bunun gerçekleştiğini; artık uygar bir ulus olarak hala geçmişin yüküyle bayraklarını açmaktan utanmamaları gerektiğini yazdı.
Gerçekten de, başka ülkelerin bayrakları da Almanya’da her yerde dalgalandı, kimse onlara karşı bir saldırıda bulunmadı. Aksine, güvenlik görevlileri başkalarının da kendi bayraklarını sallama özgürlüğünü garanti altına aldı. İlk başlarda klasik ırkçı faşistlerin yaptıkları bir iki girişimde polis son derece sert davranarak onlara gereken mesajı verdi.
Ve bütün bunlar olunca, sol birden bire kendisini silahsızlanmış buluverdi. Ya da “ezberi bozuldu

*
Bunu belki gözlerden kaçmış küçük bir olayda görelim.
Hamburg’ta Sternschanze (“Yıldıztabya” diye çevrilse pek de yanlış olmaz) diye bir semt vardır. Genellikle eski evlerin bulunduğu, yabancıların, solcuların ve öğrencilerin yoğun yaşadığı bir semttir. Hatta burada solcuların işgali altında bulunan eski bir Tiyatro binası vardır ve buna “Kızıl Flora” denir.
Bu semtte, son dört beş yılda, dünyanın bütün metropollerinde görülen bir değişim başladı. Bütün dünyada, Yuppie’ler genellikle, eski solcuların, yabancıların yaşadıkları; daha rahat bir atmosferi olan semtlere yerleşmektedirler. Aynısı burada da oldu. Genellikle medya alanında çalışan veya nispeten iyi bir geliri ve işi olan, genç, politikaya ilgisiz Yuppie’ler bu semte dadandılar ve oradaki yerleri mekanları yaptılar.
Artık o eski partal giysili solcular yoktu, ya da azınlığa düşmüşlerdi: iyi bakımlı, giyimli, anlamsız yüzlü genç bir kitle doldurmaya başladı orayı.
Dünya Kupası vesilesiyle de bütün Kafe’ler önlerine birer televizyon ekranı koydular. Havalar da güzel gidince, maç saatlerinde bu kitle iğne atsan yere düşmez biçimde maçları izledi. Yüzlerini boyayanlar, formalar, takma saçlar vs. hasılı o televizyonlarda görülen tipik bir maç seyircisi görünümü ortalığı kapladı. Bir karnaval, bir festival havası ortalığı sarıyordu.
İşte, Alman milli takımının bir maçında, solcuların işgali altındaki “Kızıl Flora”dan, maç esnasında klasik Alman ırkçı milliyetçiliğine karşı, kocaman hoparlörlerle bir propaganda ve sabotaj yayını başladı.
Kafelerin önüne oturmuş maç seyreden binlerce kişilik karnaval havasındaki kitle önce biraz mırıldandı ama sonra bu yayını duymazdan geldi, ciddiye bile almadı. Hele Almanya golü attıktan sonra Alman bayraklarıyla güle oynaya eğlenmeye başladı. Başkalarına karşı bir saldırganlık görülmedi. Hatta diğer uluslara göre daha ölçülü ve dikkatliydiler, başkalarını rencide etmemeye özel bir dikkat de gösteriyorlardı.
Bu propaganda-sabotaj yayını sadece coşkunun gürültüsü içinde yok olmadı; aynı zamanda absürdleşti. Çünkü o kendini, klasik ırkçı, Hitler selamlı kaz adımı yürüyüşlü bir milliyetçiliğe karşı hazırlamıştı, karşısına çıkan rengarenk boyalar içinde şarkı söyleyen, diğerlerine saldırmayan, kendisini de diğerleri gibi gören, bütün ulusların milliyetçiliği gibi bir milliyetçilikti. Hatta onlardan daha ölçülü, anlayışlı ve toleranslı bile denebilir.
Ama bu “out side” durumunu daha da pekiştiren olgu da şuydu: Almanya’da yaşayan Siyahlar, Türkler ve yabancılar da ellerinde Alman bayraklarıyla, daha fazla Alman olduklarını kanıtlamak (ve kabul edilmek için) için Almanlardan daha büyük çoşku ve ekstra bir gösterme çabasıyla Alman milli takımının zaferini kutluyorlardı. Hatta muhtemelen Türk gençleri olan yabancı görünümlü gençler, koca bir tır kamyonunu tam da “Kızıl Flora”nın karşısına getirmişler onun üstüne çıkmışlar ve üzerinde kutluyorlardı. Sonra polis geldi, ve tırın tepesi tehlikeli olduğundan gençleri oradan indirdi.
Tarih’in garip alayı ve “ofsayd”ın en açık görünümüydü bu: Bir zamanlar polis o “Kızıl Flora”ya saldırmak için gelirdi, şimdi “Kızıl flora”nın önünde, Alman milli takımının zaferini kutlayan yabancı gençlerin kutlamayı fazla aşırıya vardırmamaları için geliyordu.
Diyalektik ebedi hükmünü icra ediyordu. Dün doğru olan bu gün yanlış, hatta yanlış bile değil, “absürd” oluyordu.

*
Bu çok basit, sıradan, belki çok kişinin dikkatini bile çekmemiş küçük olaylar dizisi, klasik solun bu günün dünyasını anlamadığını ve ona söyleyecek bir sözü olmadığını; artık ciddiye bile alınmadığını, bir tehlike olarak bile görülmediğini bir kere daha belgeliyordu.
Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin olanağı yoktur.
Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak İnsanlar görebilir, Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil. Onlar açısından her şey olağandır normaldir. Irkçılık, Der Spiegel’in kapağındaki “akın” sözcüğünde gizlidir.
Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık vardır ve oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program ve perspektif geliştirilemez.
Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü.
İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşit haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır.
Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.
Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
İşte son Dünya Kupası, Almanya’daki bu çatışmada, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmaydı aynı zamanda.
Solu out side’a düşüren de tam buydu. Onun bütün ezberi klasik ırkçı milliyetçiliğe göre şekillenmişti ve bizzat kendisi milliyetçiydi, çünkü sorunu ulusların kendisinde değil ulusçulukta görüyordu. Ulusçuluğu da onun en gerici biçimleriyle tanımlıyordu. Burjuvazinin bu gerici biçimden daha esnek biçimlere geçişi “Sol”u “out” yapıyordu.
Almanya’daki Dünya Kupasında bu çatışma da gelecek yazının konusu olsun.
06 Temmuz 2006 Perşembe

Uluslar ve Globalleşme

Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim, ulusların tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler. Bu, ulusların tarihten geldiği iddiası, daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, tarih ve geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler.
Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli.
Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının koşulu olarak (bunun en tipik örneği Stalin’in ulus tanımıdır) getirenler de vardır.
Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar.
Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Çünkü ulusçuluk “Ulusal olanla politik olanın çakışması” anlayışına dayanmak ve savunmaktan başka bir şey değildir. Aslında onların ulusun n olduğuna ilişkin söyledikleri, ulusun ne olduğu değil, o “ulusal olanın” neyle tanımlanacağıdır.
Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı teoriler olarak ortaya konan tanımlar, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır.
Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerni koyduklarını söylerlerken ulusun ne olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında, bizlere açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar.
Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş nedenlerini anlamak da kolaylaşır.
Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı olarak getirilmektedir?”
Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle karşılaşırız.
Çok kaba hatlarıyla, ulusu insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; geçmişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar; “Tarih”le, “Kültür”le (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında bir çok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele almasındadır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca; veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır.
Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların da var olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel görünümlü ama aslında normatif olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır.
Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, normatif tanımları ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
Klasik Marksist felsefe’nin terminolojisiyle ifade edersek: Bir zamanlar Tanrı’nın üstlendiği işlevi, (yani Tanrı’yı insanların değil; Tanrının insanları yarattığı anlayışı; varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği anlayışı; nam-ı diğer: felsefi idealizm) Ulus üstlenir ve Tanrı ulus olarak ölümden sonraki bir diriliş (Basübadelmevt-reenkarnasyon) yaşar.
*
Her neyse, konumuz bu değil. Şu uluslara ilişkin olarak “Avusturya Marksizmi” namlı ulusçuluğun “ortak yaşantı ve kader birliği” kriterine dönelim.
Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim.
Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor.
Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son Tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir bir “Şey” olduğu düşüncesine yol açan, “ortak kader ve yaşantı birliği” bile, kökünden sarsılmaktadır.
Evet, hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır.
Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir.
Bu “gerçek zamanda” (bu “gerçek zamanda” kavramının kendisi bile dünya çapında bir zaman ve an kavrayışına, dolayısıyla globalleşmeye bağlıdır) herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, “ortak yaşantı ve kader birliği”, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkûmdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için, bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu gösteriyor.

AKP’nin mumu...

Türkiye toplumu Kürt sorununun çözülmesini istiyor. Çözüm zihniyeti olmayan bir devlet ve siyasiler var. Toplumdaki çözüm eğilimini sabote eden de siyasi partilerdir. Toplumda şovenizmi körükleyen de siyasi partilerdir. Türkiye toplumundaki bin yıllık önyargılar bile siyasetin doğru yaklaşımıyla aşılabilir. Bu nedenle kendilerinin yarattığı Apo ve PKK düşmanlığını aşılmaz gibi gösterenler ipe un serenlerdir; çözüm politikası olmayanlardır. İnkarcılıklarını böylece örtmeye çalışanlardır. Kim ne derse desin, hangi demagojik söylem kullanılırsa kullanılsın Türkiye’de hala Kürt inkarcılığı vardır. Kürdistan, Türk uluslaşmasının yayılma alanı olarak görülüyor. Kürt siyasetçilerine yönelik siyasi soykırım saldırıları da sosyal ve kültürel soykırımın önündeki engelleri kaldırmak içindir.

Özellikle AKP ve yandaşları inkarcılık kalkmış, Kürtler üzerinde bir kültürel ve sosyal soykırım yokmuş gibi Kürtleri kandırmaya çalışıyor. Bazı işbirlikçi ve ruhunu satmış Kürtler de bu sömürgeci zihniyet ve politikanın pazarlamacılığını yapıyorlar. Bu yeni dönem inkarcılığını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. AKP içindeki bir işbirlikçi, bir hain de televizyon televizyon dolaşarak Kürtlere ne kadar hak verildiği palavrasını atıyor. Bazı eksiklikler kalmış, onu da tamamlayacaklarmış! Devlet, AKP’yi Kürtleri kandırmak ve oyalamak için hükümette tutmuştur. AKP de Kürtleri aldatması için bu keklik soyluyu görevlendirmiş. Bu keklik soylu Milli Eğitim Bakanlığı yapmış, Kürdistan’da okullaşma oranını ne kadar artırdığıyla övünmüştür. 1926 yılında hazırlanan Doğu Islahat Planı’ndaki asimilasyon yuvalarını en çok ben açtım demektedir. Ama bu hain, “Kürtlerin anadilde eğitim yapan tek bir okulu yok; bu nasıl adalettir” diyememiştir. Aksine anadilde eğitim olmaz, anadilde eğitim olması tek millet olmamızı engeller diyen başbakanın dalkavukluğunu yapmaktan onur duymaktadır. Tam da bir zamanlar “ağa bana köpek dedi” diyerek sevinen Siverekli Celal Bucak’ın tırşıkçılarının ruh hali.

Cezaevinde tutuklular anadilleriyle aileleriyle görüşebiliyor yalanını atmaktan da utanmıyor. Cezaevinde Kürtçe konuşma serbestliği yoktur. Türkçe biliyorsa Türkçe konuşma zorunluluğu vardır. Sadece Türkçe bilmediği tespit edilenler Kürtçe konuşabilir. Bunu bir Kürtçe serbestliği olarak dillendirmek utanamazlıktır. Aslında bu yönetmelik Türkiye’de Kürtçe üzerinde nasıl bir yasak olduğunun kanıtıdır. Bu yönetmelik İmralı’da uygulanmamaktadır. Kürt Halk Önderinin bacılarının Kürtçe konuşmasına izin verilmiyor.

Her konuşmada öne sürdükleri ise TRT 6’dır. Televizyonlarda ve radyolarda Kürtçe yayın yapmanın önü Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükümeti zamanında açılmıştır. Amaç Kürtler üzerinde yürüttükleri siyasi sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın üstünü böylece örtmektir. 2002 yılında bir özel savaş argümanı olarak yasalarda değişiklik yapmışlardır. Böylece dünya karşısında yaşadıkları sıkışıklıktan da kurtulmak istemişlerdir.

Özgürlük ve demokrasi her şeyden önce bir toplumun varlığını kabul edip onu muhatap almakla başlar. Daha sonra da onun demokratik öz yönetimini temel ulusal ve kültürel haklarını kabul etmekten geçer.

Gece gündüz “BDP Kürtlerin asla temsilcisi olmaz, PKK Kürtlerin asla temsilcisi olmaz” diyen bir zihniyet Kürtlerin kimliğini de demokratik yaşamını da reddetmiş olmaktadır. Her gün utanmadan “AKP Kürdistan’da birinci partidir” diyorlar. Böyle olmadığı açık ve kesindir. AKP’nin Kürdistan’da her ilde aldığı oyun yüzde 10’u asker, polis ve memur oyudur. Bu dikkate alındığında AKP ya bir ya da iki şehirde birinci parti olarak kalır. Kaldı ki mevcut oy oranlarıyla da BDP Kürdistan’da birinci partidir. Gerçek buyken “BDP asla Kürt vatandaşlarımızın temsilcisi olamaz” demek, Kürtleri bir toplum olarak muhatap almayız demektir.Türkiye’de hala psikolojik savaş birinci plandadır. Çözüm için politika üretilmiyor.

MHP’si de, AKP’si de, CHP’si de devletin Kürt politikasını farklı biçimde savunurlarken ve bu konuda rol paylaşımı yapmışlarken BDP’yi MHP ve CHP ile benzeştirmek tam bir zihniyet ahlaksızlığıdır. Son günlerde AKP kalemşorları böyle bir demagojiyle kafa karıştırmayı kendilerine bir iş edinmişler. Her şeyden önce bu zatlara hatırlatalım ki MHP ve CHP’nin Kürdistan’da sıfırlanmasını AKP değil, bu BDP geleneği ve bu geleneği yaratan mücadele sağlamıştır. 29 Mart seçimlerinde İstanbul’da MHP ve CHP’li olanların Kürdistan’da nasıl AKP’li oldukları unutulmamıştır. Kürdistan’da polis ve asker lojmanlarının yakınındaki sandıklarda AKP’nin en yüksek oylara ulaştığını hiç kimse unutmamıştır.

AKP, MHP ve CHP’nin PKK düşmanlığında nasıl birleştiği; en iyi ben tasfiye ederim konusunda nasıl yarıştıklarını çocuklar bile biliyor. „Sen idam etmedin“ yarışına girenlerin AKP ile MHP olduğunu Kürtler hiçbir zaman unutmayacaktır. AKP’de MHP geleneğinden gelenler fazlasıyla vardır. Hem de yetkili konumlarda bulunmaktadırlar.

Her gün Kürtlerin siyasi temsilcilerine küfreden Kürşat Tüzmen yıllarca bakanlık yapmıştır. Cemil Çiçek’in Türkçü bir zihniyetten geldiğini bilmeyen yoktur. Turan Çömez gibi has bir Ergenekoncu başbakanın yakın adamı olmuş; Güney Kürdistan’a AKP temsilcisi olarak sürekli onu göndermiştir.

AKP sadece derin devletin izin verdiği politikaları uygulayan bir partidir. TRT 6 da psikolojik savaş gereği derin devlet tarafından izin verildiği için açılmıştır. Amaç, psikolojik savaşla Kürtlerin Özgürlük Mücadelesini geriletmektir. Kendilerince TRT 6’nın açılmasıyla 29 Mart seçimlerini kazanıp arkasından da Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için hem içeride hem dışarıda bir saldırı hamlesi başlatacaklardı. Başbakan yüzü kızarmadan “Habur’dan gelenleri biz mi tutukladık, pişman olduk deselerdi tutuklanmazlardı. KCK tutuklamaları şunun için olmuştur. DTP ise kendini kapattırmıştır” diyor. Demokratik alanı kapatan, bitiren uygulamalar konusunda da görüldüğü gibi mağdur olanlar suçlanıyor. Yani suçlu katil değil, maktuldur. İşte AKP’nin demokrasiye de Kürt sorununa da yaklaşımı budur. Özcesi devlet politikalarına boyun eğilmesini istiyor.

Açıktır ki sadece KCK tutuklamaları bile Kürdistan’daki demokratik siyasetin ve demokratik mücadelenin ortadan kaldırılmasıdır. Neden gerilla direnişe geçti sorusunun cevabı buradadır; AKP’nin 13 Nisan 2009’da ilan edilen tek taraflı ateşkesten bu yana yaptıklarındadır. Bunları yapanların neden gerilla direnişe geçti demeye hiçbir hakkı yoktur. KCK tutuklamalarını görmeden ateşkes çağrıları yapmak, AKP’nin bu demokrasi ve Kürt karşıtı politikalarına onay vermektir.

Türkiye’de toplum ne AKP’ye, ne CHP’ye, ne de MHP’ye mahkumdur. Demokrasi de özgürlük de bu üç partiye karşı tutum takınmak ve bir demokrasi hareketi yaratmakla gerçekleşir. Kürt sorununda kalıcı çözüm projesi olmayan hiçbir parti Türkiye’nin diğer sorunlarını da çözemez. Kürt sorununda kalıcı bir çözümün önünü hangi parti, çevre ve birey açarsa, demokrasi hareketinin içinde yer alabilir.

Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. AKP yandaşları ve sözcülerinin demagojileri de Kürt toplumunun bilincine çarptığında sönecektir. 

Mustafa Karasu
Okunma: 646

Tablo

Kürt sorununun çözümünde yeni süreç olarak tanımlanan zamanın ilk ayı geçti. Haziran ayı, gerçektende ifade edilene denk bir mücadele ve tartışma ayı oldu. Haziran ayında artan çatışma durumunun Türkiye’yi yeni bir sürece taşımış olduğu tartışma götürmüyor. Bu temelde Kürt sorunu yeniden siyasal gündemin merkezine oturmuş ve diğer gündemleri, Anayasa referandumu da dahil silmiş bulunuyor. Bu anlamda PKK çıkışının ektili olduğu söylenebilir.

Bu süreçten en çok zorlananın ordu olduğu gözle görülebilecek kadar açık bir gerçektir. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın psikolojik desteği ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un damla damla akan göz yaşları açıkça göstermiştir. Bu tablo Zap Operasyonu sonrasında dönemin karargah komutanı Yaşar Büyükanıt’ın yaşadıklarını andırmıştır.

Elbette bunun çok çeşitli nedenleri vardır. En başta, otuz yıl kesintisiz savaş içinde olmak bir düzenli ordu için hiç de kolay değildir. Diğer yandan birlikte yönetim oldukları ABD ve AKP’nin orduya yönelik yaptıkları da az olmamıştır. Sonuçta ordu hala ulus-devlet sisteminin en etkili gücü olmakla birlikte, yapılacak değişiklikler önünde engel olabilecek çok fazla bir gücü kalmamıştır. Örneğin, Kürt sorununun çözümünü öngören bir siyasal irade oluşsa, ordu onu engelleyecek bir güçte değildir. Dolayısıyla AKP’nin “Engelleniyoruz” mazeretinin artık sonu gelmiştir.

Bir aylık yeni sürecin ortaya çıkardığı diğer önemli bir husus, başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bir siyasi iradenin var olmadığıdır. Bu anlamda AKP’nin maskesi bütünüyle düşmüştür. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, baştan beri PKK’nin tasfiyesi için çalıştıklarını açıkça söylemiştir. Demek ki, “Kürt sorununu çözme”, “Açılım” gibi söylemlerin hepsi yalan ve maksatlıdır. Söz konusu tasfiye amacına bağlı geliştirilen özel savaş taktiğidir.

Fakat AKP’nin Kürtleri kandırma ve oyalama konusunda kendinden çok emin olduğu gerçeği bir kez daha açığa çıkmıştır. Bu husus gelişen çatışma ortamı karşısında yaşadığı şaşkınlıktan anlaşılmıştır. Belli ki böyle bir şeyin olabileceğini hiç beklemiyormuş. ‘Alavere dalavere Kürt Memed nöbete tekerlemesinin hep işleyeceğini sanıyormuş. Sonuçta AKP’nin sorunu çözme değil, çözüm imkanlarını tüketme hareketi olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Başlı başına bu sonuç bile siyaset dünyası açısından çok önemlidir. Bu gerçeğin açığa çıkarılması ve AKP engelinin aşılması siyasal süreç açısından hiç de küçümsenmeyecek bir kazanç durumundadır. Yeni bir Karaoğlan rolü biçilmek istenen Kemal Kılıçdaroğlu’nun böyle bir özelliğinin olmadığı, meydanlarda MHP sloganlarını bağırmasıyla erkenden deşifre olmuştur. Giderek siyaset dünyasının yeni bir Kamer Genç’i olmaktan öteye gidemeyeceği anlaşılmıştır. Dolayısıyla CHP etrafında yaratılmaya çalışılan umut, özden değil de dışarıdan pompalanan bir durum karakterindedir. Bu da BDP etrafında oluşabilecek olası bir demokratik birliğin önünü almaya dönüktür.

MHP ve onun Genel Başkanı, herkesin zayıflaması sonucunda oluşan boşluktan yararlanarak ağzı köpürürcesine bağırmaktadır. AKP ile CHP’nin zafiyetlerini iyi tespit ettiği için, akıl almaz sözlerle üzerlerine gidebilmektedir. Bu hareket sanki biraz uslanıyormuş gibi görünse de, gerçekte Hitler faşizmini bile geride bırakacak bir despotizmin temsilcisi olduğunu ortaya koymuştur. Her zaman elinden ve ağzından kan damlamaktadır. Türkiye’nin geleceği açısından bu hareketin kontrol altında tutulması zorunludur.

Siyaset dünyasının yaşadığı bu çıkmaz ve cücelik, elbette zihniyet dünyasında yaşanan şovenizm ve fukaralıkla bağlantılıdır. Gerçekten de geçen ay düşünme ve tartışma adına yaşananlar Karagöz ve Hacivat komedisinden öteye geçebilen bir şey olmamıştır. “Ağzı olan konuşuyor” sözü tam da bu durumu ifade ediyor. Bir kere ölçü kaçınca ortalıkta her şeye kadir teorisyenler türüyor.

Açığa çıkmıştır ki, öncelikle bu şoven faşist zihniyet kırılmadan Türkiye’de değil Kürt sorunu, hiçbir sorun çözülmez. Dolayısıyla siyasal iradenin oluşmamasının ve asker vesayetinin aşılamamasının baş sorumlusu olarak bu zihniyeti ve onun sahiplerini görmek gerekir. Hakim zihniyette yeterli bir demokratik değişimin olmadığı bir ay içinde açıkça görülmüştür.

BDP’ye gelince, fazla hazırlıklı ve örgütlü olmamakla birlikte en anlamlı ve etkin çıkışlarını bu dönemde yaptığı söylenebilir. Onbeş aydır binlerce yönetici ve üyesinin tutuklanması karşısında nasıl böyle sessiz kaldığı gerçekten hayret vericidir. Bunun AKP’yi cesaretlendirici olduğu tartışma götürmezdir. Mevcut çıkışlar temelinde bu durumu aşabilirse yeni süreçte rol oynayabilir. Barış ve sorunların demokratik çözümü üzerinde BDP ne kadar ısrarlı olsa ve yüksek sesle konuşsa o kadar kazanır.

PKK açısından da değerlendirilmesi ve eleştirilmesi gereken yanlar elbette vardır. Her şeyden önce, yeni süreci yeterli anlatamamış ve kendini doğru yansıtamamıştır. Bunun ilk sonucu, yeni süreçten dolayı bazı çevrelerin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı sorumlu tutmaya çalışmaları olmuştur. Gerçi bunu yapanların faşist oldukları ve maksatlı yaptıkları söylenebilir. Fakat yine de bu tür çevrelerin önünü bile alabilecek bir açıklığı mutlaka yaratmak gerekir.

Diğer yandan, yeni süreci tartışan bazı çevrelerin işin özünü anlamadıkları gözlenmektedir. Neredeyse PKK’nin “blöf yaptığını”, bazı tavizler için AKP’yi zorlamaya çalıştığını söyleyenler bile vardır. Halbuki bu süreç çoktan aşılmıştır. PKK pratik sonuç almayı planladığı yeni bir süreç başlatmıştır.

Bu gerçeği anlamamak iki yönden zararlıdır. Siyaset çevreleri anlamazlarsa, işe ciddi yaklaşıp çözümler üretemezler, çözümsüzlük sınırında seyredip dururlar. Bu da olası çözüm imkan ve fırsatlarının değerlendirilmesini engeller. Yeni süreci yurtsever-demokrat güçler ve halk kitleleri doğru anlamazsa, o zaman zarar çok daha fazla olur. Direniş mücadelesini yükseltme ve demokratik toplumu örgütleme görevleri ortada kalıp yerine getirilemez. Bu da neredeyse stratejik kayba kadar gider. Demek ki, dost-düşman herkesin yeni süreci doğru anlaması gerekiyor. Yine süreci tanımlayanların da doğru ve yeterli anlatması gerekiyor. Sürecin çözüm üretmesi bunların gerçekleşmesine bağlı gözüküyor. 


Selahaddın Erdem
Okunma: 599
Selahaddın Erdem

Ya birlikte yaşam ya da herkes kendi yoluna!

Tamam, Y.Özgür Politika okurlarına saygımdan dolayı ağzımı bozmayacağım. Zaten bilineni tekrar ederek “şerefsiz” falan da demeyeceğim bu adam için. Sapık olduğunu düşünmemi gerektirecek her türden bilimsel veriye sahibim ama şimdi bilimi bununla uğraştırmaya da gerek yok. “Hık demiş babasının burnundan düşmüş” desem, “bilineni yazıp duruyor” diye yazarlığımı tartışma konusu yapacaksınız. Biliyorum ama Yunus Emre’den vasiyettir bu: “Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyim de.”

Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’dan söz ettiğimi hemen anladınız, biliyorum. Hani şu “ikinci eşler Doğu’dan alınsın. Bu bölgelerden evlilik ve hısımlıkları arttırarak, devletin de teşvikiyle önümüzdeki 30 yıl gibi bir sürede yaşanan sorunların aza ineceğine ve çözüleceğine inanıyorum” diyen mezhep sapığından söz ettiğimi biliyorsunuz. Tamam sevgili okurlar. Siz biliyorsunuz bilmeye, ama acaba Rizeliler de biliyorlar mı bir sapıktan söz ettiğimi? Göreceğiz. Eğer bu adam Rizeliler tarafından lanetlenmezse, “her halk, layık olduğu yönetimle yönetilir” saptamasının doğruluğunu bir daha saptayarak, sileceğim kelime haznemden kendisi de asimile edilmiş, Lazistan’ın güzel kenti Rize’yi.

Çünkü bu düşüncenin adı éugenizm’dir. Güdümlü çiftleşmelerin ya da ırklar arası evliliklerin programlanması yoluyla bir ırkın, bir etnik kökenin değiştirilerek yok edilmesi (“ıslah edilmesi”) düşüncesidir bu. Hitlerci NAZI Almanya’sında bu düşüncenin somutu “İnsan Haraları” adı verilen çiftleştirme kurumlardır. En ilkel ırkçılıktır bu düşünce ve ırkçılığa karşı bunca kazanımlar elde etmiş olan bir dünyada bu düşünceyi savunmak şöyle dursun, sessiz kalmak bile bir insanlık suçudur.

Ben ateistim, bu nedenle “inananlar” sözümü ciddiye almayabilirler. Bir İslamcı yazarı tanık olarak göstereceğim o halde: “ – İnsan, - mazlumların hakkı, kamu hukuku ve inandığı değerlere yapılan hakaret ve haksızlıklar karşısında susma hakkına sahip değildir. Şayet böyle durumlarda da susuyorsa, bu suskunluk onun faziletinden değil, zilletindendir. İman zafiyetinin verdiği zavallılık halindendir.” (Abdil Yıldırım)

Evet, sadece Rize değil, bütün Türkiye onurunu test edecek şimdi. Bu ülkenin havasını soluyan her birey, ya bu adama havasını kirlettiği ülkenin onurunu sahiplenerek layık olduğu yanıtı verecek; ya da o havayı birlikte solumanın onursuzluğuyla tarihe geçecektir.

Kalıcı ve adil bir barış için bu çok önemli bir testtir. Rize’nin onuru kazanırsa, bütün insanlık kazanacaktır.
Bir başka sapık öneri de ANAP döneminde bakanlık ve başbakan yardımcılığı yapmış olan Ekrem Pakdemirli’den geldi. Pakdemirli, “Muazzam kaynaklar harcıyoruz. Bu paranın yarısını, ‘Bize bir PKK’lı getirip teslim edenlere bölüştüreceğiz” diyerek sadece zeka geriliğini kanıtlamış olmakla kalmayıp, bu ülkeyi hangi anlayışların yönettiğini de bir kez daha gözler önüne serdi.

Para için anasını, babasını bile satmaya hazır bir zihniyetin, bir ulusal özgürlük savaşçısını da satın alabileceğini düşünebilmesi için, en azından son otuz yılını Yedi Uyurlar mağarasında geçirmiş olması gerekmiyor her halde. Dilimden taşan öfkeyi artık engelleyemiyorum. Nasıl bir ülkedir bu? Yürekleri pırıl pırıl özgürlük haykıran çocukları taşlarıyla birlikte bağlamışlar, itleri salmışlar meydana insan onurunu parçalasınlar diye.

Dilimde tüy bitti; tekrar etmekten yoruldum artık. “Ayrımcılığın her biçimini reddeden bir demokrasi kültürünün, toplumda bir yaşam biçimi haline gelmesi, öncelikle toplumu bütün hücrelerine kadar sarsacak bir zihniyet devrimine; bu devrimi koruyup sürekliliğini sağlayacak yasal ve kurumsal yapılanmalara ve elbette bu kurumsal yapılanmalar ve kuramların insanı ve toplumu değiştirebilmesi için birkaç kuşak sürecek bir toplumsal ömre gereksinimi olacaktır. Türk devlet yapısı ve Türk toplumu içinde bir zihniyet değişimi olmadan, Kürt sorunu gibi en az birkaç yüzyıllık köklü bir ayrımcılık sorununu bir bütün olarak silip atabileceğimizi düşünmemek gerekir.” (2009) Kürt halkı Demokratik Cumhuriyet istemiyle birlikte yaşam projesi içinde, kendi demokrasi anlayışını zihinsel bir devrim olarak ele aldı hep. En zor koşullardayken bile uygulamaya çalıştı bu zihniyeti Kürt toplumunda egemen kılmaya. Sömürge bir halkın bu istemi böylesine cesurca dillendirebilmesi bile düşünülmesi zor bir hayaldi PKK öncesi. Ama sömürgeci inat, engellenmesinin olanaksız olduğunu bilmesi gerekirken, barış için atılan her adımı karşılıksız bıraktı.

Kürtler söylenecek her barış şarkısını bedel ödeyerek ve coşkuyla söylediler. Gelinen noktada söz söyleme sırası artık Türkiye’dedir. Oysa Devletin sürdürdüğü bu kanlı gidiş birliği değil ayrılığı körüklemektedir. Ve böylesine kalleşçe tuzaklar örülürken çevresinde, Anadolu halklarıyla birlikte yaşam arzusu gün geçtikçe gerileyecek olan Kürt halkının, “birlikte yaşam” yerine “Bağımsız Kürdistan” noktasına yeniden dönmesi de, birazcık da olsa düşünebilen beyinler için hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bir pankart ilişti gözüme: “Barış Yargılanıyor, Tanık Olunuz.” Bu sözün doğrusu, “Barış yargılanıyor, sanık olunuz” olması gerekir. Gelinen nokta budur: Söz sırası Türkiye’dedir.

Verilecek karar: Ya özgürleştirilmiş ve eşitlenmiş olan koşullarda halkların birlikte yaşamı; ya da “sepet koluna, herkes yoluna.”

aycicek@gmx.net

Devlete rağmen Özerklik Modeli

Yeni_Özgür_PolitikaÖzerklikle eşanlamlı otonomi kavramı köken olarak Eski Yunanca’da ‘kendi’ veya ‘öz’ anlamına gelen ‘autos’ ile ‘yasa’ anlamındaki ‘nomos’un birleşmesinden oluşmaktadır. Bir nevi kendi kendisinin yasa koyucu olması durumudur. Dünyada değişik özerklik örnekleri bulunmakta. Siyasi açıdan özerklik üç alt kategoride değerlendirilir. Bunlar; tam özerklik, sınırlı özerklik, kısmi özerklik.
Özerklik konusu bir süreden beri Kürtlerin gündeminde olup, değişik modellerin incelenmesine ve tartışılmasına sebep olmuştur. Ancak bu deneyimler incelenirken maksat farklı bir yerdeki modelin olduğu gibi kopyalanıp yapıştırılmasından ziyade, kendi modelini geliştirmektir. Kendi koşullarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir modelin inşası içinse farklı deneyimleri tanımak, bunları olumlu-olumsuz yönleri ile değerlendirmek anlaşılır bir durumdur.

Özerklikle eşanlamlı otonomi kavramı köken olarak Eski Yunanca’da ‘kendi’ veya ‘öz’ anlamına gelen ‘autos’ ile ‘yasa’ anlamındaki ‘nomos’un birleşmesinden oluşmaktadır. Bir nevi kendi kendisinin yasa koyucu olması durumudur. Dolayısıyla otonomi ile bağımsızlık, bizzat karar verebilme, öz yönetim veya karar özgürlüğü olarak ifadelendirilir. Dünyada değişik özerklik örnekleri bulunmakta. Siyasi açıdan özerklik üç alt kategoride değerlendirilir. Bunlar; tam özerklik, sınırlı özerklik, kısmi özerklik. Tam özerklik ile günümüz siyasi literatüründe bağımsız devletler kastedilir. Sınırlı otonomiler ise, dışta bir devlet tarafından temsil edilen, ancak içte özerk olan devletler veya bölgelerdir. Bunlar çoğunlukla etnik azınlıkların yaşadığı bölgelerdir. Gerçekte ne kadar bağımsız olduğu tartışması bir kenara, Irak devletine bağlı Federe Kürdistan Bölgesi de bu kategoriye aittir. Yine Moldova’ya bağlı Gaugazia, Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Özbekistan’a bağlı Karakalpakistan Cumhuriyeti, Danimarka’ya bağlı Grönland ve Faroe Adaları, Rus Federasyonu’na bağlı bir çok cumhuriyet ve kısmen eski sömürgeler sınırlı özerklik statüsündeler.

Kısmi özerklikler ise, bir devletin sınırları içindeki bir eyaletin veya idari yapının belli yetki alanlarındaki bağımsızlığı ifade eder. Örneğin İsviçre’deki kantonlar eğitim, iç güvenliği, sosyal ve sağlık alanında, İsviçre Anayasası’na aykırı davranmamak şartıyla özerkler. Yine Fransa’nın Alsace bölgesi, normalde merkezileştirilmiş eğitim alanında bazı özel yetkilere sahiptir.

İtalya ve İspanya modelleri
İtalya ve İspanya’daki otonom yapılar da kısmi özerklikler oluşturuyor. İtalya devleti son yıllarda intikal ile bazı yetkilerini bölgelere devretti. Örneğin sağlık alanı ve turizm artık bölgesel yetki alanına giriyor. Sicilya ve Sardinya adaları ile etnik azınlıkların yaşadığı sınır bölgelerinde anayasal düzeydeki bir özel statünün düzenlediği bir özerkliğe sahip. İtalya’da bu bölgeler özerk bölgeler olarak isimlendiriliyor. İspanya’da ise Franco diktatörlüğün sona ermesinden sonra 1978 anayasası ile birlikte 17 özerk bölge oluşturuldu. Anayasada bu bölgelerin özerk olduğu teminat edilirken, aynı zamanda İspanya ordusuna devletin birlik ve bütünlüğünü savunma görevi veriliyor. Her bölge için düzenlenen özerklik statüsü sadece esnek bir çerçeveyi oluşturup, birçok hususta muğlak kalıyor. İspanya’da Bask Bölgesi, Navarra ve Katalonya özel bir statüye sahip. Zira bu üç özerk yapı ayrı bir polis gücüne sahip. İspanya’daki özerklikler kültürel açıdan güçlü iken, siyasal olarak gerçek bir özerklikten söz etmek burada da mümkün değil.

Sayılan bütün bu örnekler resmi özerkliklerdir. Yani, statüleri anayasal olarak tanınmış ve teminat altına alınmıştır. Bu değişik özerklik statüleri ile kimi zaman sorunlar kısmen çözüldü, kimi zaman olası sorunların önüne geçildi. Bazı yerlerde ise özerkliğe rağmen sorunlar bitmedi. Bask Bölgesi bunun en somut örneğidir. Dolayısıyla sadece kaba anlamda özerklik ile sorunlar çözülmüyor, bir arada yaşamın çok renkliliğe dayalı olarak sağlıklı bir şekilde örgütlenebilmesi için söz konusu özerkliğin bir de demokratik olması gerekiyor.

Devlete rağmen özerklik
Sıralanan bu özerklikler dışında bir örnek var ki, üstteki kategorilerin hiçbirine sığmıyor. Bunun nedeni, ‘resmi’ olmamasıdır. Devletin de onayı ile kurulan bir federasyon veya farklı bir özerk yapı değildir. Tersine, ‘devlete rağmen’ inşa edilen bir otonomidir Zapatistaların özerklik modeli. Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) öncülüğünde verilen mücadele şimdiye dek Meksika devletinin Chiapas halkının özgürlüğünü tanımasına yol açmayınca, Zapatistalar kendi sistemlerini devlete rağmen kurup geliştirmeye karar verdi. 1994 yılından beri adım adım inşa edilen fiili özerkliğin göstergesi olarak, Meksika’nın güneydoğusundaki Chiapas eyaletinin girişindeki tabelada şu sözler yazılı: „Zapatist bölgesine giriş yapıyorsunuz. Burada halk emreder hükümet uygular.“ Peki Zapatistaların öz yönetim anlayışını ifade eden bu tabelaya nasıl gelindi?

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) 17 Kasım 1983’te 6 kişi tarafından klasik bir marksist kurtuluş ordusu olarak kuruldu. Adını Meksika Devrimi’nin lideri Emiliano Zapata’dan alan EZLN, kendini Zapata’nın ideolojik mirasçıları ve emperyalizme karşı beş yüz yıldır süren yerli direnişin varisi olarak görür. Ordu, kuruluşundan sonraki on yıllık süre içinde önemli ideolojik tartışmalar yaşayıp ‘yeni tip’ gerilla olarak örgütlenmeye başladı. Zapatistalar o dönemde Sovyetler Birliği’nde ifadesini bulan ‘devlet sosyalizmi’nden ziyade toplumsal modeller geliştirme arayışına girdi. Devlet iktidarını ele geçirmeyi hedeflemeyen EZLN, bundan ziyade yerel düzeyden bölgesel düzeye varan özerk yapılar kurup geliştirmeyi esas alıyor.

EZLN, ilk on yılında Meksika sınırları dışında pek bilinmiyordu. Ancak Meksika’nın ABD ve Kanada ile Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması’nı (NAFTA) imzaladığı 1 Ocak 1994 günü ülkenin gündemi birden bire değişti, herkes Meksika hükümetine savaş ilen eden ‘Zapatistalar’ı konuşmaya başladı. İşte o güne kadar ağırlıkta halk içinde örgütlenen EZLN militanları, Chiapas’ın doğusunda beş idare merkezini basmıştı. Zapatistalar bu ayaklanma için Guatemala sınırındaki dağlık bölgede 10 yıla yakın bir süre hazırlık yapmıştı. 1 Ocak 1994’te silahlı direnişi başlatan gerilla, halkın yoksulluk yaşamasına neden olan arazi sahiplerinin işgal ettikleri toprakların halka iade edilmesi, toprakların adil bir şekilde paylaştırılması, her türden ayrımcılığa son verilmesi ve Meksika’nın demokratikleşmesi yöndeki talepleri ile kısa sürede ülke içi ve dışında tanınmaya başladı.

EZLN gerillalarının ilan ettiği savaşa ağır silahlarla karşılık veren devlet, bir kaç gün içinde bine yakın insanı öldürdü. Dünya çapında Meksika devletine karşı yoğun protestolar geliştirildi, bu protestolar sonucu Chiapas’ın Katolik piskoposu Samuel Ruiz’in arabuluculuğunda 12. gün ateşkes ilan edildi. Ardından Şubat ve Mart ayında Meksika hükümeti ile EZLN masaya oturup görüşmeler gerçekleştirdi, ancak hükümetin somut adım atmaması üzerine Zapatistalar Ekim ayında masadan çekildi.

Özerk isyancı bölgenin ilanı
Zapatistalar, 1994 yılının ilk gününde başlattıkları silahlı direniş ile ülke çapında bir halk ayaklanmasını alevlendirmeyi hedeflemişti. Bu hedeflerine ulaşamadılar. Fakat o yılın son günlerinde, oldukça önemli bir gelişme yaşandı. 19 Aralık’ta ikinci silahlı kampanyaları kapsamında bini aşkın militan Meksika ordusunun bariyerini aştı, ancak bunu yaparken her türlü silahlı çatışmadan kaçındı. Ve bir de örgütlü oldukları toplam 38 köy, kasaba veya beldeyi yerel halkla birlikte ‘özerk isyancı bölge’ ilan ettiler. Bu komünler, daha sonraki fiili özerkliğin temelini oluşturacaktı.

Samuel Ruiz’in inisiyatifi ile oluşturulan Ulusal Arabuluculuk Komisyonu’nun (CONAI) arabuluculuğunda yürütülen müzakeler uzun zamana yayıldı. Fakat müzakerelerin yürütüldüğü dönemde şiddet ve baskı durmadı. Aksine, devlet EZLN’i güçsüzleştirmek için değişik yöntemlere başvuruyordu. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen bir ilk başarı olarak 16 Şubat 1996’da San Andres anlaşması imzalandı. Anlaşmada ilk defa Meksika’daki yerli halkların hakları ve kültürü tanındı, Chiapas için özerklik ve sosyal reformlarla ilgili somut kararlar alındı.

Ne yazık ki Meksika hükümetinin verdiği vaatlerin uygulanması oldukça sınırlı kaldı, yürütülen diyalog hükümet açısından bir oyalama taktiği ve dikkatleri dağıtma manevrası işlevini gördü. Bir yanda müzakere masasında barış konusunda istekli olduğu izlenimini yaratan hükümet, bir yanda da Chiapas’da baskılarını arttırdı, paramiliter güçler kurdu. Bu paramiliter güçler EZLN militanlarına ve halka saldırarak, halkı gerillalardan koparmaya çalıştı. Kadınlara tecavüz edildi, faili meçhul cinayetler gerçekleştirildi, köyler boşaltıldı, tarlalardaki ekin imha edildi.

Meksika hükümetinde çözüm konusunda bir samimiyet görmeyen EZLN, bu durum karşısında silahlı direnişe ivme kazandırabilirdi. Ama onlar, hedeflerine ulaşmak için çok farklı bir yola başvurdu. Mücadelelerinin endeksini bir nevi kaydırdılar ve mümkün olan o ‘başka dünya’yı Chiapas’ta gerçekleştirmeye yoğunlaştılar. Böylece yükseltilecek şiddete daha fazla şiddet ile karşılık verip, EZLN’i tasfiye etmeyi planlanan hükümetin projesini boşa çıkardılar.

Özerklik fikri EZLN içinde ayaklanmadan önce de, en geç 1992 yılında somutlaşmıştı. Bu fikir temelinde 1990’lı yıllarda Chiapas eyaletinde örgütlü bulunulan köylerde bir nevi adım adım özerklik geliştirilmeye başladı. Ancak bu süreç tabii ki sorunsuz ve engelsiz işlemedi. Devletin yönelimleri devam etti ve kimi zaman daha da ağırlaştırıldı. Ama öbür yanda bu süreçte dünya kamuoyunca da tanınmaya başlayan ve neoliberalizm karşıtı hareket açısından bir model olarak görülüp yoğun ilgi gören EZLN dünyanın dört bir yanından aktivistlerin ve aydınların katıldığı konferanslar gerçekleştirdi, mücadelesinin toplumsal boyutunun parametrelerini giderek geliştirmek için yoğun bir düşünce alışverişi yürüttü.

Devlet saldırmaya devam etti
1997 yılına gelindiğinde 9 Eylül’de toplam bin 111 maskeli Zapatista Meksika City’ye yürüyüp, San Andres antlaşmasının uygulanmasını istedi. Buna paralel olarak daha çok yerleşim yerinde komün örgütlenmesine geçildi, bu şekilde San Andres antlaşması tek taraflı da olsa fiilen hayata geçirilmeye başladı.

Devlet hizmetlerini tamamen reddeden EZLN’li halk, bu şekilde devletin bölgedeki etkisini de önemli düzeyde sınırlamış oldu. Derken paramiliter güçlerin saldırıları da artmaya başladı; köyler yakıldı, yüzlerce aile zorla göç ettirildi. Ve bununla da kalınmadı; yılbaşına günler kala paramiliter güçler (bir nevi bildiğimiz köy korucuları) Acteal isimli köyde 45 insanı öldürerek katliam gerçekleştirdi. Yılın sonuna gelindiğinde Chiapas’ta 20 bin insan paramiliter şiddet sonucu evini terk etmek zorunda kalmıştı. Ardındanki yıllarda Kürtler açısından çok da yabancı olunmayan bir süreç yaşandı. Kimi zaman çözüm yakınmış gibi bir atmosfer oluştu, görüşmeler yapıldı, sonra bir kez daha devletin samimi olmadığı görüldü, devletin şiddetli saldırıları arttı, Chiapas’taki mücadeleyi tasfiye etmek için yeni kirli yöntemler devreye konuldu. EZLN bunun karşısında zaman zaman geçici olarak geri çekildi ve bir süre sonra mücadelesini bir adım daha ileri taşıyacak bir kampanya ile geri döndü. Bu kampanyalar arasında kuşkusuz 2003 yılı kampanyası en belirleyici olandır.

9 Ağustos 2003’te 10 bin EZLN’li toplandığı Oventik’te ‘aguascaliente’lerin ölümü ve ‘caracol’lerin doğuşu ile birlikte direnişin yeni aşamasını kutlar. Özerkliğin genişletişmesi için yeni bir strateji ilan edildi. Aslında bu yeni stratejiye ‘demokratik özerklik’ de denilebilir. Peki Zapatistalar nasıl bir örgütlenme modeli geliştirdi?

Öncelikle Chiapas özerklik modelinde köyler en alt birimi oluşturuyor. Bu köyler, toplam 38 özerk belediye tarafından koordine ediliyor. Her özerk belediye yaklaşık 80 köyü altında topluyor. Ağustos 2003’te caracol’lere geçişle birlikte bu 38 özerk belediye beş ayrı idari bölgeye ayrıldı. Her biri farklı etnik grupları barındırıp temsil eden ve kendi adını kendi veren bölgeler şöyle:

- Tojolaballar, Tzotziller, Mamelar and Tzeltaller’in La Realidad bölgesi (Kuzey): Los Caracoles del Mar de nuestros suenos (Düşlerimizin Denizinin Caracol’u)
- Tojolaballer, Tzotziller ve Tzeltallerin Morelia bölgesi (Yayla bölgesi): Torbellino de nuestras plabras (Sözlerimizin tayfunu)
- Tzeltallerin La Garrucha bölgesi (Cangıl): Resistencia hacia un nuevo amanecer (Yeni bir şafağa doğru direniş)
- Choller, Zoqueler and Tzeltallerin Roberto Barrios bölgesi (Sınır): El Caracol que habla para todos (Herkes adına konuşan Caracol)
-Tzotziller ve Tzeltallerin Oventik bölgesi (Dağlık bölge): Resistencia y rebeldia por la humanidad (İnsanlık için direniş ve isyan).

MERAL ÇİÇEK
Yarın: Chiapas’ta uygulanan özerklik

Corrupto optimi pessina (En iyi bozulduğu zaman, en iyi kötüdür)


'Bir insan, en sonunda bireycilik tarafından kendisiyle yüz yüze getirildiği zaman, kendisini bir bireyle değil; bir türle yüz yüze bulur ve kendisini kurtarmak için ırkını kurtarmak zorunda olduğunu fark eder. Toplumun yaşamını paylaşmaktan başka bir yaşamı olamaz.'

Der George Bernard Show


Toplum içinde, eski zamanları ve yeni zamanları birlikte yaşamak isteyen tüm kadınlar ve erkekler, aslında ölçülü (mimesis) bir birlikteliği hiç kimseden istemeden gerçekleştirebilirler. Türleri yok eden ve tek tipleştirmeyi yaratmak isteyen 'çağdaş' bencil insan ise, mazinin tüm değerleri üzerine kalın bir boya çekmeyi düşünür. Belki de daha iyi gözlemek için kendisini...

Pytagorasçılara göre ise; 'Doğa insan bedenini, kişinin ruh özelliklerine göre yapılandırır.' Bu eski metadolojiyi izleyerek yerel halklar ile doğa arasında ve seçtikleri mekanlar hakkında bir paralellik kurulabilir. Türleri yok etmeyen, aşırılılıkları kışkırtmayan, cesaret ve cömertliğe önem veren, adil ve ahlaki bir politika uygulayan toplumlar ölümsüz eserler yaratıp halklarla paylaşırlar.

URFA

Belki de 11. yüzyıldan beri Urfa dediğimiz yer öyle bir yerdir. Var oluşunun tüm zamanlarında, hep ünlü adlar taşımış ve özünü günümüze kadar taşımayı başarmıştır. Ur, Urha, Ur-hai, Al Ruha, Edessa, Artiakhea, Roha, Orroer, Khurrai ve Urfa adlarını almıştır.

Urfa büyük bir inanç ve kültür birikimidir. Çevresindeki ilk yerleşimlerde; Nevale Çole ve Göbekli Tepe kazılarında, yerleşik düzene ait bulgular ve tapınak kültlerine rastlanmıştır. İnanç kültürü geliştirmiş bir toplumun MÖ 10 bin yıllarında bu sahada yaşadığı anlaşıldı. Ortaya çıkan verilere göre, bu kadar erken çağlarda, bu yörede bir tapınak-inanç kültünün oluşturulmuş bulunması ve buradan o zamanki bilinen tüm dünyaya yayılması muhtemeldir. Zaman içerisinde de hep dini merkez olma özelliğini korumuştur. Kudüs ve Mekke'ye de beşiklik etmiştir. İlk Sümer kentlerinin tapınak kültünü de beslemiştir. Tüm değerleri ile ve çevresiyle, inanç anlamında, El Ezhar ve Kum kentlerindeki iktidara bulaşmış dini ilim merkezlerine de öncülük edebilecek güçtedir.

Göbekli Tepe ve Harran ile bileşik olarak yeni bir inanç sentezi açığa çıkarma, reform imkanları bulunmaktadır. Göbekli Tepe ilktir: Burası klan başkanlarının, bilge kadın ve bilge erkeğin toplanma yeridir. Yine bu yöre, Eski Ahit'te de geçen ve Paddam Aram (iki nehir arası, Dicle-Fırat'ın merkezi alanı, Mezopotamya'nın kalbi) olarak kabul edilen yerdir.

HARRAN

Harran-Harranu; yol anlamına gelir. Eski zamanlarda, Fars, Mezopotamya, Suriye'den Anadolu'ya giden yolların kavşağında bulunuyordu. Fırat Nehri'nin bu ovalarda iki kolu bulunmaktadır. Habur ve Belih. İlk yerleşim yerlerinden biri olan ve Habur kenarında kurulan Gazan-Tel-Halaf köyü bulunmakta idi. Harran ise Belih kenarındadır. İslami kaynaklarda Harran; 'Tufandan sonra yeryüzünde ilk kurulan kenttir. Bazılarına göre de Nuh Peygamber'in torunlarından Kayman veya İbrahim Peygamberin kardeşi Aram tarafından kurulmuştur.' Kadim zamanlardan bu yana da inanç ve ticaret merkezidir. MÖ 2400'lerde Suriye'deki 'Ebla' metinlerinde, MÖ 1900'lerde 'Asur Ticaret Koloni' metinlerinde, 1700'lerde Mari, 1500'lerde Hitit metinlerinde 'Harran' adı geçmektedir. 'Ebla' metinlerinde Harran'ın, Zugalum adında bir kraliçe tarafından yönetildiği belirtilmiştir. 'Ay kültü'nün yaratıldığı yerlerin başında gelir, belki de ilkidir. Çünkü Verimli Hilal'in ilk yerleşim yerlerinden olduğu için, ana-kadın ve ana-tanrıça kültünün de önemli bir mekanıdır.'

Bu yörelerde yaratılan ana-tanrıça kültü 'Sümer sahasına ve bilinen tüm dünyaya yayılmıştır. Yeni zamanın tarih metinlerinde, 'ana-tanrıça ay kültünün' Sümer ve Akadlar üzerinden buraya taşındığı söylenir. Yanlıştır. Muhakkak ki değişimler olmuştur, lakin asıl kök Urfa-Harran'dır. Babil Kralı Nabonid'in annesi Addad Guppi şöyle yazar:

'Bütün tanrıların başı Sin'e kulak verdim. Bana söyledikleri doğru çıktı. Tek doğurduğum oğlum Nabonid, Sin, Ningal, Nusku ve Şaddarnunna'ya ait UNUTULMUŞ OLAN TÖRENLERİ yaptım. E. Hul-Hul mabedini yeniledi. Sin, Ningal, Nusku ve Şaddarnunna'yı (heykelleri) olabilir), onun kraliyet şehri Babil'den getirerek sevinç ve mutluluk ile Harran'daki ESKİ YERLERİNE koydu.' (M.İ.Çığ-İbrahim Peygamber)

Verimli Hilal'in gerçek tarihi henüz yazılmadı. Dolayısıyla tarihi değerlendirmelerin yapılmasından da itilaf bulunuyor. Bu henüz doğaldır. Mevcut olan bile çok değerlidir. Çok anlamlıdır. Zaman içerisinde her uygarlık Urfa'ya farklı isimler verebilir, lakin Urfa Urfa'dır. Verimli Hilal'in kadim sakinleri 'ay tanrıçasına' Star dediler. Sümerler ona Nanna adını verdiler. Akadlar Nanna'ya Sin adını verdiler. Hangi isimle olursa olsun, gizlenmiş de olsun, o her yerde aynı içeriği ifade etmiştir. Bilginin, bereketin, geçmişin ve geleceğin büyüsünü, her şeyi gören, anlaşmanın kurucusu ve koruyucusu olmuştur.

İbranilerin bu alana ilgisi tarihidir. Ve kendi haritalarında, bu alanı da içeren bir 'Erez İsraili' ülküsü de mevcuttur. Çünkü onların ataları İbrahim Peygamber buradan göç etti. Belki de akrabaları hâlâ bu topraklardadır. Ve giderken 'ana-tanrıça kültü'nün temel motiflerini de beraber götürdüler. 'Ay kültü'nün Yahudi yaşamı ve ibadetinde etkisi büyüktür. Bu kültün temel sembolleri: 'ay, yılan ve boğa'dır. Halen her inançlı Yahudi'nin evinde ve Havralar'da iç içe üç hilalden oluşan kadim zamanın şamdanları bulunur. Eski ibadetler de, mihrap da bu şamdan ve 'tunç yılan'da konulurdu. Ancak MÖ 4. yüzyılda Hezeikel 'tunç yılanı parçaladı.'

TÜRLERİN YOK EDİLMESİ

Harran ve Akçakale'de 1960'lı yallardan beri tuhaf, lakin ayrıntılı bir 'milliyetçilik' faaliyeti yürütülmektedir. Özellikle GAP Projesi daha tasarım halinde iken, bu sahada, 'Toprak Reformu' çalışmalarında yer alan kadrolardan, ciddi bir milliyetçi ağ oluşturulmaya başladılar. Daha sonra bu ağa, bazı tavizler karşılığında (toprak-satın alma) İsrail devleti de dahil edildi. Bu süreç halen devam etmektedir. Ve Urfa merkeze de yansıtılmaktadır.

Tarihsel kimlik ve inanç bakımından bu alanı ilk önemseyen Büyük Üstad Bediüzzaman'dır. Tercihi tarihiydi. O zaman henüz El Ezhar, henüz Kum ve Meşhed şekillenmemişti. İslam aydınlanması için burası belirleyici bir merkez olabilirdi. Belki de Bitlis'ten sonra ikinci hayali burası idi.

Daha sonra buradaki 'Nurcular' çizgiyi sürdüremediler, 'milliyetçi' akımla ilişkilendirildiler. 1970'lerdeki darbe ile karşı çıkanları ayıkladılar, sürdüler veya içselleştirdiler. GAP Projesi başlamadan önce, bu sahadaki kadim kimlikleri, inançları, kültürleri silip süpürmeye çalıştılar. Ve 'milliyetçilik ağına' dahil oldukları oranda ekonomik refah sunuldu.

İkinci bir toplumsal yıkım da barajlarla yerel kimlikleri göçertme politikasıdır. Toprakları kamulaştırarak, hayvanlar ve bitkiler gibi burada kadim zamanlardan beri yaşayan toplumları göçerttiler. Baraj, nükleer bir saldırı gibidir. Yapıldığı yerdeki her şeyi yok eder. İlk Siyonist yerleşimciler de toprak satın alarak Filistin halkını mültecileştirdiler. Şu anda birçok barajın planlanmasının politikası da kırsal alanları boşaltma, kimlikleri yok etme ve türlerin sonunu getirmedir. Milyonlarca bitki ve hayvan türü bir daha olmayacaktır.

Kırımın 'gelişme' olarak görüldüğü zamanımızda, dünyadaki tüm türler yok ediliyor veya yok olmayla karşı karşıya bulunuyorlar. Gündeme yansıyan ise bazı hayvanlardır: Panda, aslan, kaplan vs. lakin doğadaki tüm türler, insanlar da dahil olmak üzere yok edilme ile karşı karşıyadır. Bu faşist bir denetim stratejisidir. Sular tekellerindir. Bitki ve hayvanlar tekellerindir. Tekellere kusursuz hizmet edecek, hastalanmayacak, yeni insan türünün ancak yaşama hakkı vardır. Bu çok genelleşmiş bir faşizmdir. Zira türlerin yok edilmesi faşizmdir. Tek tipleştirilmedir.

SANAYİLEŞTİRİLMİŞ DOĞA

'Bugün, on hayvandan dokuzu sınai tarzda yetiştiriliyor. Hayvan yetiştiriciliğinin makineleştirilmesi tek bir adamın 20 bin piliç ya da 3 bin domuzla ilgilenmesine, bini aşkın danaya bakmasına, bir saatte 80'in üzerinde ineği sağmasına ya da sürüsünün otlaktaki hareketlerini uydu aracılığıyla izlemesine izin veriyor.' Sanayileştirilmiş hayvanlar '50 bin hayvana dek barındırabilen kümeslerde yetiştirilen tavukların yumurtaları makineye toplanır.'

Bu tablo ilk bakışta mantıklı görünebilir. İyi bir şey olduğu da söylenebilir. Lakin aldatıcıdır. Eskiden dünyada 160'a yakın türde buğday bulunmakta idi. Şu anda kalan tür altıdır. Ve tekeller bunu bire indirmeye çalışıyorlar. Daha pahalı ve daha bağımlı bir dünya için. Bu tüm türler için geçerlidir.

'Hayvan yetiştiriciliğinin sanayileştirilmesi hayvan sürüsünün tek tipleştirilmesine, dolayısıyla evcil hayvan türlerinde çeşitliliğin azalmasına, birçok türünün ortadan kalkmasına yol açmadı mı acaba?

'Açtı elbet. Ve bir bakıma kendi ipimiz çekilmiş oldu, çünkü genetik çeşitlilik gelecek açısından yaşamsal bir gerekliliktir. Dünyanın dört bir yanında, her hafta, bir tür yok oluyor. Oysa bu türler bulaşıcı hastalıklara karşı dirençlidir, dayanıklıdır, günün birinde bütün dünyadaki hayvan yetiştiriciliğinin dayanabileceği bir genetik kalıta sahiptir.' (Hayvanların En Güzel Tarihi, Karine Lou Matignon)

Zaman zaman bazı salgınlar (Kuş gribi ...) büyük çaplı itlaflara yol açıyor. Büyük bir doğal sistem çöküyor. Şimdi sıra insanlarda:

'İngiltere'de bulunan Newcastle Üniversitesi bilim insanları, kalıtsal hastalıklardan arındırılmış, üç ebeveyinli insan embriyosu geliştirmeyi başardı. İngiliz bilim dergisi Nature'da yayımlanan makaleye göre, iki anneli ve bir babalı embriyolar kas, beyin, kalp ve sindirim hastalıklarından arındırıldı. Araştırma için, besin maddelerini vücudun kullanacağı enerjiye dönüştüren ve 'güç santralı' olarak da tanımlanan mitokondriye odaklandı.' (16.04.2010, Milliyet)

Bitkiler ve hayvanlar üzerinde de önce çalışmalar böyle başladı. Sonra genelleşti. Besin zengini olan ülkemiz, dışa bağımlı ve muhtaç hale getirildi. Şimdi sıra insanlarda.

Fethi SUVARİ
peyasuvari@hotmail.com
D Tipi Kapalı C.evi
CI/2 DİYARBAKIR