6 Temmuz 2010 Salı

Evren - Doğa ve İnsan


İnsan davranışının, geleneksel kültürünün özel toplumsal alanlarında mükemmellik için savaşmak, mücadele etmek düşüncesi kişilikli yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır. Kişilikli insan, çok gelişmiş duyguları olan, yabancılaşmamış, düşünceleri geliştikçe davranışları da değişen, canlı ve sorumlu bir doğa harikasıdır. Toplumsal karakteri, sadece dünyaya ait bir evrimin, gelişmenin ve ilişkinin sonucu değildir; tüm evrenin de emeği ve etkisini içermektedir. Güneş, dünyaya ait değildir, evrene aittir. Ve o olmazsa dünyanın da bir değeri olmaz. Bu durum etkilerine göre ay ve yıldızlar için de geçerlidir. Ve evren bir bütündür.

Bitkiler ve hayvanlar bizden çok önce denizlerden, ırmaklardan, göllerden, su kaynaklarından ve topraktan doğdular. Tüm gezegene yayıldılar. İlk yayılımı sağlayan belki küçük varlıklardı; böceklerdi. Bunlar birçok değişik ortama dağıldılar, yerleştikleri ortamları değiştirdiler, bazen de bırakıp gittiler, çağlar boyunca yaşamın olağanüstü ilerleyişiyle birbirini izleyen jeolojik ve iklimsel değişimlere ayak uydurmaya çalıştılar. İstikrarlı bedenler yarattılar.

Bu varlıkların uzun tarihini anlatmak, zamanı altüst etmektir; eski çağlarda, okyanuslarda belirmiş ilk canlı varlıklardan bugünkü çeşitliliğe varana kadar, türlerin ortaya çıkışını araştırmak da demektir. Türlerin tarihini ana çizgileriyle saptamak, aynı zamanda, insanların tarihini anlamaya çalışmak demektir: çünkü türlerin kendilerine özgü bir yaşamları, geçmişleri ve bir hikayeleri vardır. Sonuçta ise bu evrim, insanların da geçmişi ve doğal tarihidir. Zira familyaların çeşitlenmesi, insanların da çeşitlenmesidir.

Hala ilk toplumsallığımızın iyi tanındığını söyleyemeyiz, çünkü sosyal bilimler oldukça subjektif, oldukça kabasaba yabancılar olarak ve küçümseyerek geçmişe bakıyor. Oysa amatör anlamda bilim ve araştırma yapan insanların ortaya koydukları bile hayretler vericidir. İlk insan toplulukları bundan on binlerce yıl önce yalnız öz niteliğimize, görünüşümüze, kalıtımımıza, zekamıza değil, aynı zamanda öz kültürümüze, davranışlarımıza, yaşam tarzımıza hayal alemimize damgalarını vurmuşlardır. O zamanlardan bu yana kimliğimiz pek de fazla bir değişime uğramamıştı: ancak son yüzyıllarda, özellikle kent ortamı içinde öz nitelik ve kültürümüzden, en önemlisi coğrafyamızdan-doğadan büyük kopuş ve yabancılaşma yaşanmaktadır. Bu, doğadan kitlesel kopmadır. Şimdiyi yaşamayan, köksüz yabancılara dönüşme ihtimali ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Her toplumun kendi yaradılış öyküsü vardır. Bu öyküler kendi zamanlarında bir cevap oldukları için değerlidir. Oysa insanlığın bir öyküsü vardır: Henüz doğadan kopmayan ilk insanın farklılaşması, doğum yeri olarak kabul edilen Afrika'nın Rift Vally (Rift Vadisi) savanalarından yer küreye yayıldığı düşüncesi kabul edilmektedir. İlk avcı ve toplayıcılar Afrika'yı terk ederler. Dünyaya dağıldıktan sonra insan toplulukları çoğalır, çeşitlerin, derilerinin renkleri değişime uğrar, konuştukları diller çoğalır. Bu, halkların, kavimlerin ilkbaharıdır. Tek bir kökün dünyada dallanması gibidir.

Kapitalist modernite dışında, tarihte ırk kavramının bir anlamı yoktur. İnsanlar tüm zamanlarda, tüm coğrafyalarda aynı tip genleri taşımaktadır. Hücrelerindeki kromozomların, uzun ip telleri gibi çift helezon şeklinde bükülmüş ve karmaşık bir biçimde sarılmış moleküllerden, DNA'dan oluştuğu biliniyor. İnsan ve tavşan kromozomlarının birbirini tanıma oranı yüzde 80'lerdedir. İnsan ve şempanze arasında ki benzerlik binde 999 ile şempanzenin DNA'sıyla melezleşmektedir. Belki aynı tür değildir, lakin biyolojik olarak yakındır.

Eski ile bağımız sanıldığından çok daha güçlüdür; çünkü, gerçekte, hala Verimli Hilal'deki Neolitik Çağ'ın kazanımları üstüne kurulmuş bir yaşam sürmekteyiz. İnsanın bundan birkaç bin yıl önce giriştiği ikinci doğa inşası artık tamamlanmak üzeredir. Zira insanlar yerkürenin her yanına yayılmış, doğa köleleştirilmiş, tahrip edilmiş durumda. Doğanın yapaylaştırılmasında artık sona gelindiği söyleniliyor. Keşfedilecek yeni bir coğrafya da kalmadı yeryüzünde: Bu da birinci doğanın sonu demek oluyor. Belki de kötü bir yazgının sonu veya yeni bir başlangıcın da tarihi oluyor, üçüncü doğanın tarihi.

DİL VE YABANCILAŞMA

İnsanları diğer varlıklardan farklılaştıran öğelerin başında dil gelmektedir. İnsan toplumu, sözcükleri cümle kurmak için, belirli dilbilgisi kurallarına göre bir araya getirme yeteneğine sahiptir. Bu cümleler, sözcüklerin kendi aralarında basit bir toplamdan daha önemli bir anlam kazanıyor. Bu dil, sözcüklerin ve anlamların dilidir, sadece insan beyni bu şekilde bilgi iletişimi yapma yeteneğine sahiptir.

Büyük maymunların da yüzlerce sözcük öğrenebileceği kanıtlanmıştır. Öğrendikleri sözcük sayısı bine kadar ulaşabilir. Lakin onlar kendiliklerinden yeni cümleler kuramazlar. Tabii ki onlar da bir hafızaya sahiptir. Sözcükleri de anlayabilirler, olmayan ise dilbilgisi kazanımlarıdır.

Doğanın varlıkları arasında çok gelişmiş iletişim sistemleri mevcuttur; bunlar hiç kuşkusuz ilk primatlar, arılar, filler ve diğerleri arasında rastlanmakla birlikte her türe özgüdür. Örneğin Kırlangıçlar arasında da güçlü bir iletişim vardır. Bu küçük kuşlar her bir sinyale bir anlamın tekabül ettiği, onlarca ötüş biçimine sahiptirler. Lakin bunlar bir cümle meydana getiremezler. Cümle kurmak sonsuz iletişim anlamına gelir.

Anadilini öğrenme olanaklarından yoksun, baskıcı, yasaklayıcı şartlar da bulunan halklar ve bireylerdeniz. Diğer canlılarda bu görülmemiş bir şeydir. Birkaç yüzyıl önce, kolonyalizm çağlarında İspanyol, İngiliz, Fransız, Alman ve diğerleri yer yer dil yasağı uyguladılar. Örneğin sömürgeciler tarafından başka ülkelere götürülüp kendi dilleri yasaklanan ve Fransız ya da İngiliz kültürünün içinde eritilmeye çalışılan esirler de bu durumu yaşadılar. Bu köleci şartlarda birinci kuşağın kolonyalistlerin dillerini gayet kötü konuştuğu gözlemlenmiştir. Tepki olarak bu köle olan birinci kuşak kendine özgü dilbilgisi olan yeni bir dil icat ediyor. Özellikle Malta, Antiller ve diğer yerlerde halkın konuştuğu bozuk Fransızca, İngilizce bu bozulma, yabancılaşma dilidir.

Sürekli tekrarladığımız eski bir Güney Afrika atasözü vardır. 'Çocuğu bir ana doğurur, ama onu bir köy büyütür.' İktidarların dünyayı sardığı bu sistemde bu doğal imkan kalmamış gibidir. Bu anlamda coğrafyamız da tam bir tahribat yaşanmaktadır. Kürtler için anadillerinde eğitim olanağı yoktur. Bu bakımdan hem kendi dilini konuşamamakta ve hem de Türkçeyi kötü konuşmaktadır. Belki köylerde, küçük kasabalarda dilin güzellikleri biraz ayakta kalabilmiştir. Kentlerde ise tam bir dil karmaşası hakimdir. Ve bu durum dil adına çalışma yapan kurumları da etkilemektedir.

Bugün Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlarda, özellikle yeni gelişen tiyatro ve film seslendirmelerinde, ifade bakımından, diksiyon bakımından (dilbilgisi anlamında değil) insanı ürküten konuşmalar ve seslendirmeler yapılmaktadır. Maalesef bu böyledir. Türkçe, Arapça için de aynı bozulmalar ve tahribatlar söz konusudur. Bozuk bir dilbilgisi ve diksiyonla konuşma yabancılaşma işaretidir. Derinliğidir.

Eski kadim bilgiler ve sesler hala bulunmaktadır. Köyde ilk dili öğrendiğimizde biraz şanslı idik. O zaman Hafız Efendi'nin Medresesi vardı. Dili onun çocuklarından, faki'lerinden, gelinlerinden öğrendik. Bir kuşun kanat sesi, suyun akışını, rüzgar ve çiçek kokularını katarak ve ışığın saklandığı sözcükleri bularak; Naja Refia'nın bize kazandırdığı zarafetle dilimizi öğrenmeye çalıştık. O, ruhları yatıştıran kadim diksiyon derslerini ondan aldık. H‰l‰ bu geleneği sürdüren ve doğal toplum (İslamı'nı öğrendiğim Aziz dostum Mele Abdülbaki, İslam'ın 'barış' anlamı için hayatını adamış Şeyh Mahmud'u özlemle anımsıyorum. Güzel dilimizin kusursuz temsilcileri idiler.

Belki Kürtçe yayın-sanat yapanlar, dağ köylerindeki kadim sesleri, ifadeleri, diksiyonları incelerler. Örneğin Zazaca'yı hiç kimse Darahênîlî küçük bir kız çocuğu kadar güzel konuşamaz. Ve Elihalı bir fakinin Kürtçesi kadar güzel bir Kürtçe duyulabilir mi? Buralarda dili korkusuz, özgür, sınıfsız ve arınmış insanların güzelliğiyle konuşma geleneği vardır. En eski insanlığın ses ve frekanslarını yakalama imkanı da. Bu, dile saygı, insanın yeteneğine saygı, özgürlüğe, doğaya ve evrene saygıdır. Zira yabancılaşmayanların dili, üslubu net, açık, özgürleştirici ve duygu doludur; barışın ve dinginliğin içtenliği ile de. Yabancılaşan, iktidara ve sınıflara bulaşanların dili bozuk, buyurucu, riyakar, dalkavuk, ikiyüzlü, yalan ve hasapçıların dilidir. Şempanzenin ezberlenmiş dilidir. Onları veya kendimizi öyle tanıyabiliriz. Bu anlamda dil hem ruh ve hem de gerçekte bedendir. Yoksa büyük maymunlarla, kemiricilerle büyük benzerlik gösteren fizyonomimiz beden değildir.

EVRENE YABANCILAŞMA

Tek gerçek insanlık belirtisi dil değildir. Kuşkusuz dilin dışında kültür ve coğrafyanın imkan tanıdığı başka nitelikler de vardır. Genellikle doğada bir bitki veya hayvan türü, hep aynı çevreyi işgal eder. Ve orada hep aynı davranışlar yelpazesini benimser. Böylece yerkürenin her yerinde aynı türün tüm toplulukları (karıncalar, martılar, arılar ve tabii ki bitkiler) aynı barınma ortamını tercih ederler, aynı biçimde beslenirler ve aynı biçimde örgütlenirler. Bunları fizyolojik ve biyolojik zorunluluklar yönlendirir. Özgün örnekler de vardır. Örneğin kuyruksuz şebekler, hayat boyu tek bir eşe sadık kalırlar ve dünyanın her yerindeki kuyruksuz şebekler aynı şekilde davranır.

İnsanlar, dünyanın her yerinde yaşayabilirler. Bir topluluktan diğerine, bir kavimden diğerine, değişen toplumsal yapılarda dil, kültür ve coğrafyanın etkilerine göre yeni toplumsal yapılar meydana getirirler. Biyolojik ve fizyolojik yayılmada eşsiz bir benzerlik olmasına rağmen dil, kültür ve coğrafyaya dayalı olarak farklılaşırlar. Bu haliyle diğer canlılardan ayrılırlar. İnsanlar tıpkı evren gibi binlerce kavim halinde çeşitlenmiştir; hayvanlarda olduğu gibi biyoloji tarafından belirlenmeyip, öğrenilen normlara uyarlar. Bu sınırsız çeşitlilikteki davranış, toplumsal yapı, çevre ile dostluğu da olur. Zihinsel yapılar oluşturur. Evrende olduğu gibi zihin ölçüdür. Politika ve ahlak ölçü yaratmak içindir.

Günümüz sisteminde, yerkürede güç ve tekellerin iktidarları, insanlara biyolojik ve fizyolojik bir hayvanlaştırmayı dayatıyorlar. Dilleri bozarak, yok ederek, kültürleri yozlaştırarak, doğayı tahrip ederek yıkımlarını sürdürüyorlar. Bu yaygın ve sistemli bir politikadır. Ölçüsüzlüğün politikası. Çocuklar taş attı diye cezaevlerine konuluyor; tepkiler olunca tecavüz ve 'kaybolma' olayları başlıyor. Hükümetten çıt çıkmıyor. 'Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu yese sorumlusu Ömer'dir.' Kültürümüz budur. Namus anlayışımız budur. O zaman vesveseye düşüyoruz haklı olarak; 'Yoksa bunları hükümet mi yapıyor?' Diyorlar ki hükümet yapıyor. Bu, yabancılaşmanın ötesinde evrenin de ruhunu kaybetmedir.

Oysa toplumların doğuşunda dil ve kültür birdir. Noam Chamsky, 'tüm dillerin doğduğu bir tek köken dil' olduğunu düşünüyor. Bu doğrudur. Kültür de öyledir. Kültürel ayrımlar da oldukça yenidir. Devletli uygarlıkla ilişkilidir. Lakin geleneksel kültür ayrım yapmaz. Her şey paylaşılmış ve adeta birbirine karışmıştır. Bir kaseyi, vazoyu, mızrağı bezemek ona ruh vermektir. Sadece süs değildir, özü ritüeldir. Bazen bir dağkeçisi, bir balık veya evrene duyulan şükranın göstergesi olarak, onun şekilleridir. Geometrisidir. Ritüel kök kültürdür. Ve moral değerler ayrılmaz bir biçimde günlük hayatın etkinliklerine karışmıştır. Evrenin ruhuyla buluşmadır.

Kültür, sanat ve dilde yaşattığımız moral değerler asıl bedendir. Onlar elimizden alındığında geriye ne kalır? Sadece kölelik değil çevresinden kopan, itişip kakışan, birbirini tırmalayan, boğan, sadece karnını doyurma, güdülerini tatmin etmeye çalışan tuhaf ve biyolojik bir tür kalır. Bu, evrene yabancılaşma beden olmaktan da çıkmadır.

Fethi SUVARİ
* D Tipi Kapalı Cezaevi C-1/2 - DİYARBAKIR

Hiç yorum yok: