25 Mayıs 2015 Pazartesi

Ortadoğu’nun Yeniden Yapılandırılması Sürecinde Kürtlerin Rolü

20. yüzyılın ilk yarısında hala dünya siyasetinin hegemon gücü olan İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’yu Arap, Fars ve Türk ulus-devletleri temelinde düzenleyerek, kendi aralarında egemenlik bölgelerine böldüler. Bu düzenlemede Kürtlerin payına düşen de yeri geldiğinde bölgedeki ulus-devletlere karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanılmak üzere dört ulus-devlet arasında bölünmek oldu.
Devletçi uygarlık sistemi, bugün varmış olduğu kapitalist aşamayla birlikte, o iktidarcı-tekelci doğasından kaynaklanan bünyesel krizlerinin son sınırlarına ulaşmıştır. O nedenle de 20. yüzyılın sonları itibariyle kapitalist modernitenin genişleyerek krizlerini aşarak kendisini yaşatma şansı kalmamıştır. Çünkü binlerce yıl boyunca demokratik toplum ve bakir doğayı yavaş yavaş tüketerek beslenen devletçi sistemin aksine kapitalist modernite, bu beslenme zamanını birkaç yüzyıla sıkıştırarak toplumu-doğayı hızla tüketirken kendi ömrünün de sonuna gelmiştir. O nedenle de doğal çevre ve demokratik toplumlar üzerindeki genişlemesine-derinlemesine yayılmasını tamamlayan kapitalist sistem, bünyesine dahil ettiği bireyi, kendisini koruyan toplumsal değer ve ilişkilerden yoksun bırakarak savunmasız bırakmıştır. Bununla da yetinmeyerek, kurbanı üzerinde ince bir sömürü operasyonu gerçekleştirerek insanı kapitalist sistemin üretim ve tüketim çarkının basit bir nesnesi haline getirmiştir. Doğası gereği, nüfuz alanına aldığı bütün bireyleri esas almayan kapitalist sistem, ‘kalifiye eleman’ dediği bir ‘ayrıcalıklı’ kesimi de gücüne katarak sistemini sürdürürken, geriye kalan işsiz ve topraksız, aç bıraktığı yüz milyonlarca insanı adeta ölüme terk etmiştir. Bu durum insanlığın önemli bir kesiminde büyük ahlaki çöküntülere yol açarken aynı zamanda da siyasal ve toplumsal kaoslara neden olagelmiştir. Bu şekilde sistemin hem kendini yaşatma ve hem de sonsuz egemenlik güdüsüyle hareket etmesi nedeniyle, doğal çevreyi yaşanılamaz duruma getirmesi  de yaşanan kriz ve kaosu daha da derinleştire gelmiştir. Bundan dolayı da kapitalist sistem, sadece ve hem de büyük bir hızla kendi ölümüne doğru koşmamakta, aynı zamanda da tüm doğa ve insanlığı kendisiyle aynı kaderi paylaşmaya zorlamaktadır. 

Bugün yaşanan sistem krizi ve kaosunun derinleşmesine yol açan temel etmenlerden biri de kapitalizmin toplumların moral-manevi değerlerini çok çeşitli biçimlerde hızla tüketmesi ve toplumsal kültürleri adeta kültürel soykırımdan geçirme sürecine alarak bir kültürel çölleşmeye neden olmasıdır. Bu nedenle de moral ve manevi değerlerden koparılarak yaşamın anlam ve büyüsüyle bağları kesilen insanlar, tatmini imkansız maddi arzular ve tüketim dünyası içerisine çekilerek, arenalardaki gladyatörlerin kapışmasından geri kalmayan tükeniş yarışı içerisine konulmaktadır. Öyle ki, hiçbir ahlaki-manevi değer ve ilke tanınmadığı bu yarışmalarda geçerli tek kural: Yaşamak için her bakımdan bir ölüm makinasına dönmek olmaktadır. Bu, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal insanlık değerleri ve kültürleri karşısında, kapitalist kültürün ne anlama geldiğini de açık-net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu kültür, gelişkin iletişim teknolojisinin de desteğiyle doğal-toplumsal kültürleri asimile ederek yaşanan kaosu daha da derinleştirmektedir. Kapitalizmin derinlemesine geliştiği Batı toplumlarındaki halk kültürleri bu tarzdan en çok etkilenen ve en hızlı eriyen kültürler olmaktadır.

 
Uygarlık krizinin en temelinde yatan gerçeklik de kadının köleleştirilmesi ve siyasal-toplumsal sistemden dışlanmasıdır. Kapitalist modernite dönemiyle birlikte yeni bir aşamaya giren krizin derinleşmesinin temel faktörlerin başında da kadını “metaların kraliçesi” durumuna getiren bu nesneleştirme durumu olmuştur. Özgürlük söylemleri eşliğinde, kadını ucuz iş gücü ve meta olarak sistem içerisine çekerek krizini aşmaya çalışan kapitalizm, daha önceki dönemlerde aile ve feodal çitlerle sınırlı olan kadın köleliğini evrenselleştirip derinleştirmiştir. 


Bütün bu yaşananlar karşısında kapitalist sistem, dünya çapında derinleşen kriz ve kaosunu aşmak için, kendi gerçekliğini ifade eden zihniyet yapısı ve paradigmasının sınırlarını aşamadığı için köklü bir çözüm de üretememektedir. Doğal olarak da hem kendi içerisinde hem de sistem dışı unsurlarla sürekli çatışma halinde olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır. Bu nedenle de sorunlara çözüm adına sık sık geliştirdiği konjonktürel ve geleneksel müdahaleleri, palyatif olmaktan öteye gidememekte, aksine sistemin kriz ve kaosunu daha da derinleştirmektedir.
Bu temelde tarihi boyunca hem uygarlık krizinin hem de krize çözüm girişimlerinin merkezinde yer alan Ortadoğu coğrafyası, 16. yüz yıl ile 18. yüz yıl arasında kısa bir süre dünya siyasetindeki merkezi yerini ve önemini kaybetse de 19. yüz yılın ikinci yarısından itibaren bu sefer de farklı özellikleriyle merkezi bir konum kazanmıştır. Bunda, Doğu ile Batı arasında bir kavşak olmasının yanısıra kapitalist sistemin can damarı olan endüstrisini devindirecek  dünya petrollerinin yüzde 50’sine ve dünya doğalgaz rezervlerinin de yaklaşık olarak yüzde 40’na sahip olması belirleyici rol oynamıştır. Ortadoğu’nun bu konumu onu hem küresel hegemonya mücadelesini yürüten güçlerin en temel ilgi odağı haline getirmiş hem de yerel siyaset ve iktidar odaklarının kendi çıkarlarını küresel güçlerle içerisine girdikleri ilişkilerle sağlama ve ifade etmelerine yol açmıştır.

Kürtlerin Ortadoğu’da
diplomasi sahnesine
girişi ve iki çizgi


20. yüzyılın ilk yarısında hala dünya siyasetinin hegemon gücü olan İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’yu Arap, Fars ve Türk ulus-devletleri temelinde düzenleyerek, kendi aralarında egemenlik bölgelerine böldüler. Bu düzenlemede Kürtlerin payına düşen de yeri geldiğinde bölgedeki ulus-devletlere karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanılmak üzere dört ulus-devlet arasında bölünmek oldu. Daha sonra bölge siyasetinde çok etkili olacak olan İsrail, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumada dayanabilecekleri stratejik bir müttefik devlet olarak kuruldu. Hiç kuşkusuz Yahudilerin ABD, İngiltere başta olmak üzere Batı’daki maddi-manevi güçleri de bu devletleri İsrail’in kuruluşunu desteklemede teşvik edici olmuştur.


İkinci Dünya Savaşı’na kadar küresel hegemon güç olan İngiltere’nin yerini, savaştan sonra ABD ve Sovyetler Birliği’nin iki kutuplu düzeninin alması yeni bir durum olarak gelişmiştir. Bu kutuplaşmanın Ortadoğu siyaset ve düzenine ciddi etkileri olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndaki düzenlemelerden ve İngiltere’yle ABD’nin, ikinci dünya savaşından sonraki Arap politikalarından rahatsız olan Arap milliyetçileri, bu kutuplaşmadan yararlanarak art arda Mısır, Irak ve Suriye’de askeri darbeler gerçekleştirip Batı yanlısı iktidarları devirmiştir. Bu durum ABD ve İngiltere’nin bölgedeki etkinliklerine önemli bir darbe olurken, Sovyetlerin Ortadoğu’da ciddi bir ağırlık oluşturmasına imkan sunmuştur. Bu gelişme aynı zamanda bölgedeki Arapları ‘’ilerici cumhuriyetçiler’’ ve ‘’gerici kralcılar’’ olarak ikiye bölmüştür. Genel olarak da bölge ülkelerinden, aralarında Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Ürdün ve Körfez ülkelerinin bulunduğu devletler Batı yanlısı, Mısır, Irak, Suriye ve Güney Yemen’de Sovyetler yanlısı olarak mevzilenmişlerdir.


İki istisna hariç bölge siyasetindeki iki kutuplu yapı, 1990’da Sovyetler Birliği’nin çözülmesine kadar devam etmiştir. Bu istisnalardan birincisi; 1967 Arap-İsrail savaşında aldığı ağır yenilginin neticesinde Arap dünyasında ciddi prestij kaybına uğrayıp liderlik iddiasını yitiren Mısır’ın 1978 Camp Davit anlaşmasıyla İsrail ile barışıp Batı cephesine geçmesidir. İkincisi ise 1979 devrimiyle ABD yanlısı Rıza Şah rejimini devirerek İran’da yeni bir rejim kuran Şii ulemanın devrimidir. Bu biçimi ile ortaya çıkan her iki devlet de Ortadoğu’nun siyaset ve diplomasisinde çok etkin roller oynamışlardır.


Bu dönemin Ortadoğusu’ndaki en önemli olaylar, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı ve Filistin sorunu etrafında cereyan eden Lübnan iç savaşıdır. İran-Irak Savaşı’nda ABD’nin İsrail ile birlikte hem İran hem de Irak’a silah satması hegemon gücün siyaset ve diplomasi tarzına çarpıcı bir örnek oluştururken, aynı savaşta Suriye’nin Arap koalisyonuyla birlikte Irak’ı değil de İran’ı desteklemesi dikkatle incelenmeyi gerektirir. İran’ın bugün Suriye’de oynadığı rol bununla bağlantılıdır. Filistin sorunu da Ortadoğu’daki güçlerin siyasi ve diplomatik ilişkilerinin temel konularından biri olmuştur. O nedenle de Nasırcı ve BAAS’çı Arap milliyetçileri Filistin sorununu Arap dünyasındaki liderlik mücadelesiyle uluslararası ilişkilerin bir enstürmanı olarak ele alırken, Batı dünyasıyla ilişkili Suudi ve Ürdün gibi güçler de bölgedeki statükoyu tehdit eden bir unsur olarak değerlendirip kontrol altına almaya çalışmışlardır. Bu nedenle Filistin hareketleri sürekli olarak mevzi ve müttefik değiştirmek zorunda kalmışlardır.


Kürtlerin Ortadoğu siyaset ve diplomasi sahnesine aktif olarak girmeleri 1970’lere tekabül etmektedir. Giriş, iki ayrı güç tarafından ve iki ayrı çizgi biçiminde olmuştur. Birinci çizgi, tarihi işbirlikçi egemen gelenekten kaynaklanmaktadır. Bu gelenek, öz güçten  çok çeşitli çelişki ve güçlere dayanarak yol almaya çalışmaktadır. Her an, herkese ihanet edebilecek ve sıkıştığında teslim olacak bir konumda duran bu çizginin en belirgin temsilcisi KDP olmaktadır. O nedenle de 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Şah rejiminin desteğinde BAAS rejimine karşı savaşan KDP, her iki devlet 1975 yılında Cezayir Anlaşması’yla anlaşınca silahlarını bırakarak aşbettal yapmıştır. 1980 İran-Irak Savaşı’nda yine aynı tarzda siyaset ve diplomasi yaparak sonuç almak istemiş, ancak bu sefer de Kürt halkını Enfal ve Halepçe katliamlarıyla karşı karşıya bırakmıştır. En son Şengal katliamı da bu güç ve çizginin siyaset ve diplomasi anlayışının tipik sonuçlarından biri olmuştur. 


İkinci çizgi, gücünü halkların demokratik direniş geleneğinden almakta ve bu geleneği demokratik sosyalizm bilinci temelinde örgütlülüğe kavuşturmaktadır. Siyaset, savaş ve diplomaside ilkesel olarak öz güce dayanmayı esas alan bu çizgi, ezilen halklar ve sosyal sınıfları demokratik uygarlık gücü olarak ele almakta ve stratejik müttefik olarak değerlendirmektedir. Çeşitli bölgesel ve uluslararası güçlerle de ortak siyaset ve diplomasi yapabilecek kadar öz güvene sahip olan bu çizgi, ilişkilerinde ilkeli ve samimi olmayı esas almaktadır. Kürdistan’da bu çizginin en temel temsilcisi Özgürlük Hareketi olmaktadır. Özgürlük Hareketi’nin Filistin ve Türkiye halkları ve devrimci güçleriyle olduğu kadar, gerektiğinde başta bölge olmak üzere devletleri demokrasiye duyarlı kılma noktasında girilen düzeyli ve ilkeli ilişkiler bu çizginin örnek kabilinden uygulamalarıdır. Kürdistan’da bu iki çizgiye yakınlıklarıyla değerlendirilebilecek birçok ara eğilimden bahsetmek de mümkündür.    


Ortadoğu’da oluşan ikili yapının temel denge unsurlarından biri olan Sovyetler Birliği’nin 1990’da çözülmesinin dünya çapında sonuçları oldu. Bu dağılmanın en önemli sonucu, Batı dünyasının uzun süre Sovyetler Birliği ve sosyalist hareketler karşısında desteklediği aşırı ‘’dinci-İslamcı’’ hareketlerin tüm dünyayı tehdit eder hale gelmesidir. Başlangıçta ABD’nin, özellikle de ‘Yeşil Kuşak’ projesi temelinde kullanılacak bir araç olarak siyaset ve savaş sahnesine dahil ettiği bu unsurlar, zamanla birçok küresel ve bölgesel gücün kullandığı bir enstrüman haline gelmiştir. 


Sovyetlerin çözülmesinden sonra hedefsiz kalan bu güçler, önemli oranda kontrol dışı kalarak 11 Eylül saldırılarında görüldüğü gibi sonunda kendilerini örgütleyen kaynaklara da yönelmiştir. Ancak durum böyle olduğu halde, en etkili biçimde ve en ucuza kullanılacak araçlar oldukları için birçok güç bunları kullanmaktan vazgeçmemiştir. Diğer yandan bu hareketlerin Ortadoğu’da dayandıkları güçlü bir tarihsel ve kültürel temelleri vardır. O nedenle bunlar, her zaman ve bölgenin her yerinde hızla örgütlenebilme kabiliyetine sahip olmuşlardır. Bunun için de bugün, karşısında uluslararası bir koalisyon gücü oluşturulma gereği duyulan DAİŞ’i doğru değerlendirmek gerekiyor. DAİŞ ve benzeri hareketler, ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi güçlerce, küresel ve bölgesel siyasette araç olarak kullanılmak üzere oluşturulmuş olsalar da Ortadoğu’da beslenebildikleri güçlü zeminleri bulunduğundan, oluşturucularının amaçlarını aşan bir pozisyon kazanabilmektedirler. Güç kazandıkları oranda kendilerine olan güvenleri artan bu hareketler, sistem kaosunun çaresiz bıraktığı insanların yönelim alanları haline gelebilmektedir.
İki kutuplu dünya düzeninin fiilen sona ermesinin dünya çapındaki bir başka önemli sonucu da ABD ile müttefiklerinin dünyayı yeniden düzenlemelerinin önünde görünürde büyük bir engel kalmaması olmuştur. Ancak içerisine girilen pratik, bunun ABD’nin tek başına altından kalkamayacağı kadar ağır ekonomik, siyasi ve askeri külfete mal olduğunu göstermiştir. ABD’nin siyasi ve askeri hegemonyası karşısında, Çin ve Hindistan gibi devletler, hızla büyüyen ekonomi ve teknolojileri ile yeni güç odakları olarak ortaya çıkan boşluğu doldurmaya çalışmışlardır. Rusya ise belli bir tökezlemeden sonra kısa sürede kendisini toparlayarak, dünya siyasetinde hala söz sahibi olduğunu göstermiştir. Bu durumda dünya siyaseti, soğuk savaş dönemindeki iki keskin kutup tarafından olmasa da yumuşak güç mücadelesi içerisinde olan birçok kutbun etkisi altına girmiştir.


Bu dünya gerçekliğine bağlı olarak iki kutuplu dünya sisteminin çözülmesinin hemen ardından ABD ve müttefikleri Ortadoğu’ya iki önemli müdahalede bulundu. Bunlardan biri; Birinci Körfez Savaşı, ikincisi de; Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den çıkmaya zorlanmasıydı. Bunların ikisi de birbirleriyle bağlantılı olarak ABD’nin bölgede kurmak istediği yeni dünya düzeni çerçevesinde gerçekleştirilmekteydi. Buna göre oluşturulacak yeni düzen ile  hem İsrail devletinin güvenliği sağlanacak ve hem de ABD’ye sağlam bir üs ve müttefik olarak düşünülen bir Kürt oluşumu devreye konulacaktı. Ancak Sayın Öcalan ve PKK bu oluşumun inşasının ve bütün Kürtlerin bu oluşum etrafında bir araya gelmesinin önündeki en temel engeller olarak görülmekteydi. Bu nedenle Kürt Halk Önderi esir alınarak PKK’yi KDP’ye eklemleyip bu projelerini başarmak istiyorlardı. ABD’nin Saddam rejimini devirmesinden sonra Kürt Özgürlük Hareketi içinde geliştirilen ama hem Önder Apo’nun ve hem de Kürt Özgürlük Hareketinin direnişi daha da yükseltmesi sonucunda boşa çıkan 2003-2004 tasfiyeciliği bu projeyle bağlantılıdır. 


Diğer yandan bütünlüklü olarak ele alınması açısından bölgede 2011 yılında başlayan ve hem küresel-bölgesel güçler hem de halklar açısından çok tarihi sonuçlar ortaya çıkaran ‘Arap Baharı’ dikkatli bir analiz yapmayı gerektirmektedir. Zira sürecin başında doğru öngörülerde bulunanların önemli kazanımlar elde edip, basiretsiz olanların çok yönlü olarak kaybettiği bu süreç henüz sonuçlanmış değildir. Arap Baharı, tarihte ezilen halklar ve sosyal kesimlerle, küresel hegemon güçlerin çıkarlarının çakıştığı ender anlardan birinde gerçekleşti. Statükocu güçler, her iki kesim açısından da ‘istenmeyen güç’ konumundaydı. Ezilenler onlarca yıldır bir kambur gibi sırtlarında taşıdıkları bir yükten kurtulmak istiyorlardı; küresel güçler de sermayenin serbest dolaşımı kadar, kendi siyasi hedefleri önünde engel oldukları için bu rejimleri aşmak arzusundaydılar. Ancak her iki tarafın da bu rejimleri devirme amaçları farklıydı. Çünkü halklar ve ezilen sosyal gruplar bu rejimlerin yerine demokratik ve eşitlikçi bir düzen kurmayı arzularken; küresel güçler de kendi programlarını uygulayacak yeni seçkinleri iktidara oturtmak istiyorlardı. Diğer yandan küresel ve bölgesel hegemonya mücadelesi içerisinde olan birçok güç, kimin iktidara getirileceği konusunda farklı düşünüyor ve bunların planları çatışıyordu. Bu şekilde küresel ve bölgesel hegemonya mücadelesi veren güçlerin Libya ve Mısır’da çelişen çıkarları, Suriye’de sıcak çatışmaya dönüştü.

Arap baharı asıl
meyvesini Rojava’da vermiştir


Suriye’de yoğunlaşan çatışmalarda İran, Irak, Suriye ve Lübnan bir cephede yer alırken, başını Türkiye’nin çektiği diğer cephede Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün gibi Sünni devletler yer aldı. KDP’nin Türkiye ile YNK’nin de İranla birlikte hareket etmesine karşın, Özgürlük Hareketi’nin Kürtleri ısrarla bu hegemonya ve iktidar savaşının dışında tutması neticesinde Kürt halkı, fiilen bu savaşta herhangi bir bloğun tarafı olmamıştır. Bu tutumuyla Suriye ve Rojava’da üçüncü çizgi temelinde kendisini örgütleyerek hareket eden Kürtler, en az kayıpla en fazla kazanım elde eden halk olmuştur. Bu sonuçtan yola çıkılarak “Arap baharı Tunus ve Mısır’da başlamış olsa da asıl meyvesini Rojava’da vermiştir” denilebilir. 


Bölgede en az dört yıldır yaşanan sıcak savaş ve çatışmalarda, savaşa doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olan bütün güçler önemli oranda kan kaybederek, mevzi ve maddi kayba uğrarken Rojava Devrimi birçok güç açısından beklenmedik bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Burada biriktirilen güç ve elde edilen stratejik pozisyon Özgürlük Hareketi ve Kürt halkına bölgede yürütülen çok yönlü mücadelenin kaderini tayin edebilecek bir konum kazandırmıştır. O nedenle de sistem krizine alternatif bir çözüm üretilen Rojava şahsında Özgürlük Hareketini ideolojik, politik ve askeri açıdan başta küresel güçler olmak üzere birçok gücün hedefi haline getirmiştir. Doğal olarak da devletçi egemenliğin zirvesi olan kapitalist moderniteyle, demokratik modernite güçleri burada her bakımdan tarihsel bir hesaplaşma anlamına gelen yoğun bir mücadele içerisine girmiştir. Kobanê ve Şengal gibi yerlerde içerisine girilen bazı ilişkiler her iki modernite açısından da konjonktürel olup bu gerçeği değiştirmemektedir. Bölgesel güçler de mümkünse buradaki birikim ve kazanımları, demokratik Kürt iradesini inkar ederek yedeklemek, eğer bu mümkün değilse açığa çıkan halkların demokratik iradesini ezmek için Rojava’yı hedeflemektedir. Kapitalist modernite ve bölgesel güçlerin sahadaki gölgesi olan KDP ise Rojava’da yaşanan gelişmelerin, ulusal sahayı KDP’ye daralttığı, PKK açısından ise uluslararası sahayı açtığı için bu kazanımlara yönelmektedir. Tüm bu saldırıların asgari hedefi, Kürt Özgürlük Hareketi’ni demokratik modernite çizgisinden uzaklaştırarak sisteme entegre etmektir. Ancak, Rojava şahsında egemen güçler açısından hedef haline getiren nitelikler, PKK’yi halklar ve ezilen sosyal kesimler açısından da bir umut kaynağına dönüştürmüştür. 


Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının kısa sürede Rojava ve Suriye’de kendi kimliği ve paradigmasıyla bir statü elde etmeye doğru ilerlemesi en başta AKP hükümetiyle KDP’yi kaygılandırmış ve onları Özgürlük Hareketi’ne karşı tedbirler almaya sevk etmiştir. Çünkü her iki güç de böylesi bir güçlenmeyi kendilerinin yok olmalarıyla eşdeğer bir durum olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle AKP ve KDP sürekli olarak ortaklaşarak sürekli karşı bir faaliyet içerisine girmektedir. Bu temelde  AKP hükümeti, Rojava’da kazanılacak bir statünün kaçınılmaz olarak Bakur’da da benzer bir statüyü getireceğini hesaplayarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun demokratik çözümü için Kuzey Kürdistan’da başlattığı süreci istismar ederek  tüm gücüyle kantonları tasfiye etmek istemiştir. 


Bu durum aslında inkar-imha politikasının doğal bir sonucu olarak gelişmektedir. Çünkü PKK’nin siyaset sahnesine çıktığı ilk günden itibaren TC devleti, onu tasfiye etmeyi siyasi ve diplomatik faaliyetlerinin merkezine almıştır. Geleneksel bloklaşmadan dolayı bölge devletleriyle yürüttüğü bu yönlü ilişkilerinde beklediği sonuçları alamayan TC, Batılı müttefikleri yoluyla Özgürlük Hareketi’nin yükselişini engellemek için bölge devletleri üzerinde de baskı oluşturma yoluna gitmiştir. Bunun için de küçük bazı adımlar karşısında bile ilgili-ilgisiz bir çok güce sınırsız tavizler vermiştir. Devletin bu yaklaşımı iç siyasette Türkiye’yi bir kısır döngüye, dış siyasette de körlüğe mahkum etmiştir. Türk devleti, sırf PKK ve Kürtler bir kazanım elde etmesinler diye kendi elleriyle, en tehlikeli bir Kürt oluşumuna ebelik yapan bu siyaset ve diplomasi anlayışından hala vazgeçmemiştir.

Küresel güçler
Türkiye’yi dar ve yerel siyasetin sınırlarına hapsetmiştir


AKP hükümeti, Türkiye’nin yaşadığı bu kısır döngü ve körlüğü aşacağı umuduyla, içerde çeşitli toplumsal kesimlerin, dışarda da Türkiye’nin müttefiklerinin destekleyerek iş başına getirdiği bir oluşumdur. AKP, beklentilerin farkında olarak başlangıçta ilgili her kesime sıcak mesajlar verirken aynı zamanda elde ettiği imkanları devlet içerisinde hegemonyaya dönüştürerek bölgesel hegemonya mücadelesine katılmayı tercih etmiştir. Özellikle Arap baharıyla beraber gelişen olaylardan yararlanarak, ‘Yeni Osmanlıcılık’ politikaları çerçevesinde bölgesel güç olma arayışı ve uygulamaları, AKP’yi başta müttefikleri olmak üzere birçok güçle karşı karşıya getirmiştir. Bu durum, Türkiye’yi küresel güçlerin bölgede yürüttükleri büyük projenin dışında bırakarak, dar bölge ve yerel siyasetin sınırlarına hapsetmiştir. Bu da doğal olarak siyaset alanını giderek daralan AKP’yi fanatikleştirmiştir.


Küresel hegemon güçlerin, Afganistan ve Irak’a yönelik müdahalelerinin başarısız olmasının yanısıra Arap baharından umduklarını elde edememeleri önemli bölgesel sonuçlara neden olmuştur. 1979 devrimiyle bölge siyasetine ideolojik ve politik hegemonya hedefleriyle giren İran, yaşanan gelişmelerden en çok kazanım elde eden güçlerden biri olmuştur. ABD’nin müdahalesinden sonra hem Afganistan hem de Irak’ta nüfuzunu arttıran İran, Suriye ve Lübnan’da da kontrolü önemli oranda kendi eline almıştır. Bunun yanında Bahreyn, Yemen ve Suudi Arabistan’daki Şiileri rejim karşısında hareketlendirecek kadar bu ülkelerin ve bazı Körfez ülkelerinin iç siyasetine dahil olmuştur. İran, bu biçimde hem kendi iç sorunlarının üzerini örtmüş hem de savaşı kendi sınırları dışında tutarak bölgedeki siyasi, askeri ve diplomatik ilişki ve çelişkilere ciddi bir hakimiyet sağlamıştır. Çok aktif olmasa da İran bu politikalarında Rusya ve Çin gibi küresel güçlerin siyasi, diplomatik ve askeri desteğini almıştır.


Bu durum, bölgede İran’a benzer hegemonik hesapları oan TC devleti ve AKP hükümetini karşı cepheyi daha sıkı örgütlemeye teşvik etmiş, İran lehine yaşanan gelişmelerden kaygı duyan Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar gibi devletleri bu cepheye yöneltmiştir. Irak’ta devrilen BAAS rejiminin eski subay ve kadroları da bu cephenin temel güçlerinden biri olmuştur. Farklı hedefleri olmakla birlikte İsrail’in de bu cephenin oluşumunda ve sonrasında bu cephe adına yaşanan gelişmelerde çok önemli bir yeri vardır. Bölgede oluşan bu iki cephenin orta yerinde bulunan Kürdistan’ın ve Kürt halkının konumu bu mevzilenmede stratejiktir. Bu nedenle her iki taraf da Kürtleri kendi politikalarının bir aracı olarak değerlendirme çabası içerisine girmiştir. Ancak dört parça Kürdistan’da büyük bir toplum desteğine sahip olan PKK, bu noktada Kürtlerin tavrını halkların kardeşliği ve demokrasiyi esas alan üçüncü çizgi olarak belirlemesi, Kürtlerin kütlesel olarak bu cepheleşmenin bir tarafında yer almasını engellemiştir. Daha sonraki gelişmelerin gösterdiği gibi Özgürlük Hareketi’nin bu tavrı, dost-düşman birçok çevrede takdirle karşılanırken aynı zamanda da halkların büyük kazanımlar elde etmesini sağlamıştır.


Arap halkları isyanının Suriye’ye sıçramasıyla beraber, gerisinde İsrail’in bulunduğu Sünni cephe bölgedeki sıcak gelişmeleri kendi lehine bir sonuçla taçlandırmak için işbirliği ve çalışmalarını her zamankinden daha fazla yoğunlaştırmıştır. Sünni ittifakın üzerinde ilkesel olarak anlaştıkları üç konu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; Suriye rejiminin en kısa zamanda devrilmesi, ikincisi; Irak rejiminin devrilerek bunun yerine bu ittifakın denetiminde bir Sünni rejimin ikame edilmesi, üçüncüsü de; Kuzey Suriye’de özgürlük hareketi öncülüğünde demokrasilerini kurmaya çalışan Kürtlerin statü kazanmalarına izin vermemekti. Mevcut dünya dengeleri, bu devletlerin doğrudan Suriye ve Irak sorununa müdahale etmelerine imkan sunmadığı için DAİŞ, bu plan üzerinden uygulayıcı güç olarak Sünni ittifak tarafından oluşturularak güçlendirildi. 


Suriye rejiminin İran ve Hizbullah’ın desteğiyle uzun süre direnmesi ve DAİŞ’in Rojava kantonlarına yönelik saldırılarında kayda değer bir sonuç ortaya çıkmaması, Sünni ittifakın projesinin tıkanması anlamına geldiği için farklı bir hamleyle çıkış yapıldı. Musul’a yönelik saldırı ve kentin teslim edilmesiyle birlikte KDP’nin fiilen bu projeye dahil edilmesi gündeme geldi. Zira KDP, Özgürlük Hareketi’nin Rojava ve Kuzey’de sağladığı gelişmeler nedeniyle önemli oranda sıkışmış ve gündem dışı kalmıştı. Ayrıca, KDP ve Maliki hükümetinin karşılıklı olarak izlediği milliyetçi politikalar da KDP’yi zor durumda bırakarak onu bir çıkış yapmaya zorlamıştır. Böyle bir durumda kendisine sunulan Cizre Kantonu’nun da eklenmesiyle 36. parelelin kuzeyinde ‘’bağımsız bir Kürdistan’’ kurma karşılığında Musul’un DAİŞ’e teslim edilmesi teklifine dört elle sarılmıştır. Sünni ittifakın KDP’yle birlikte uygulamaya koyduğu bu proje, bir yandan Özgürlük Hareketini Rojava’da tasfiye ederek KDP’ye alan açarken diğer yandan da KDP’yi ''Bağımsız Kürdistan’ın kurucu partisi ve Barzani’yi de kurucu lideri'' yaparak hakim güç haline getirecekti.


 
Ancak oyun içerisinde oyun vardı. Çünkü Arap ve Türk milliyetçiliklerinin gizli projesinde Kürt halkının bütün kazanımları yok edilmek istenmekteydi. O nedenle de DAİŞ’in Musul’dan sonra Şengal, Maxmûr ve Duhok’a doğru saldırıya geçmesi KDP’nin derin bir gaflet içerisinde de olduğunu göstermiştir. KDP’nin bu saldırılar karşısında yardım istediği halde TC devletinin en küçük bir yardım girişiminde bulunmaması, Kürt PKK’nin her koşul altında KDP’nin varlık nedeni olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Zira PKK olmazsa kimse KDP’ye ihtiyaç duymayacağı gibi PKK direnişinin açtığı siyasi ve askeri alan olmadan KDP yaşayacak bir yer bulamayacaktır.

 
ABD bölgeden çekiliyor, İngiltere ve İsrail aktif hale geliyor

Bu noktada başta ABD olmak üzere AB ve Rusya gibi güçlerin bölge politikaları önemli olmaktadır. Musul’un DAİŞ’e teslim edilmesi de dahil olmak üzere ABD’nin bölgede yaşanan gelişmelerden habersiz olabileceği düşünülemez. Ancak özellikle 2000’li yılların başında bölgeye yaptığı müdahalelerde başarısız olan ve geri çekilmek zorunda kalan ABD, yaşanan durumları daha önce uğradığı kayıpları gidermenin bir vesilesi olarak değerlendirdi. Çünkü ABD’nin çekilmesinin ardından geçen yaklaşık yedi yıllık zamanda Irak fiili olarak daha fazla İran’ın nüfuz alanına girmiş, KDP öngörüldüğü gibi Irak’ın bütünlüğü içinde Şiileri dengeleyici bir unsur olarak rol oynamak yerine, ABD ile çelişkileri giderek artan AKP hükümetinin denetimine girmiş ve İran genelde bölgedeki nüfuzunu arttırmıştı. ABD’nin, DAİŞ saldırılarının bir ucunun Hewler’e, bir ucunun İran sınırına ve bir ucunun da Bağdat’ın kuzeyine ulaşıncaya kadar duruma müdahale etmemesi, izlediği, kayıplarını telafi etme ve çıkmak zorunda kaldığı bölgeye kurtarıcı güç olarak dönme politikasıyla ilgilidir. Nitekim ABD’nin müdahalesiyle eş zamanlı olarak, Maliki’nin istifa etmesi, KDP’nin Bağdat’ta kurulan hükümete katılması ve İran’ın resmen olmasa bile fiilen uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmesi ABD’nin bu politikasının sonucudur. Bu da özü itibariyle bölge devletlerine ve halklara ölümü gösterip, onları sıtmaya razı etme politikasıdır.
Ancak ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra öncülük ettiği Ortadoğu politikalarını ciddi biçimde yeniden gözden geçirmektedir. Çünkü şimdi ABD derinlemesine bölge sorunlarının içerisine girmekle verdiği kayıplar ve yaptığı harcamaların, elde ettiği kazanım ve gelirlerden fazla olduğunu hesaplamaktadır. Yani mevcut politikaları nedeniyle ABD, bölgede  her bakımdan güç kaybına uğramaktadır. Ayrıca Asya ve Uzakdoğu’da Çin, Hindistan ve Endonezya gibi yeni ekonomik ve askeri güçlerin hızla gelişmesi ABD’nin hegemonyasını tehdit etmektedir.  ABD, hem bu sahayı tamamen söz konusu güçlerin kontrolünde bırakmamak hem de bu bölgedeki devasa enerji ve insan kaynaklarından yararlanmak için stratejisini bu alanlara doğru kaydırmayı ciddi bir biçimde tartışmaktadır. Kuşkusuz bu, ABD’nin derinlemesine içerisine girdiği Ortadoğu politikaları ve ilişkilerinden tamamen kendisini yalıtacağı anlamına gelmez. Bu küresel hegemon güç olmanın doğasına da aykırıdır. O nedenle Ortadoğu’daki son krizde ABD’nin daha sınırlı bir müdahaleyle daha nitelikli sonuç almaya çalışması dikkat çekicidir.  

   
Bu durum hegemon güçlerin bölge siyasetinde büyük bir boşluk yaratmayacaktır. Zira ABD, hegemonik politikalarının bir gereği olarak kendisinden boşalan alanda en stratejik müttefikleri olan İngiltere ve İsrail’in daha etkin olmasını sağlayacaktır. Bu biçimde hem Ortadoğu’daki etkinliğini sürdürecek hem de dünyanın değişik yerlerinde daha faal olma imkanlarını değerlendirebilecektir. İngiltere’nin son dönemlerde, iki yüz yıldır etkin olduğu coğrafyada giderek daha aktifleşmesi böyle değerlendirilebilir. Ortadoğu kaosunda Mısır ve Suudi Arabistan ittifakı etrafında yeni bir Arap gücünün oluşturulmaya çalışılması bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Basra körfezinden, Kızıldeniz ve Süveyş kanalına kadar olan alan İngiliz çıkarları açısından hep stratejik olmuştur. Mısır etrafında oluşturulmaya çalışılan Arap gücü aynı zamanda İran ve Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki hegemonya mücadelelerinde önemli bir denge unsuru olarak da düşünülmektedir. Keza bu birlik dağınık Arap gücünü kontrol altına almak suretiyle İsrail’in güvenliği için de belli bir güvence oluşturacaktır. Ancak İngiltere’den farklı olarak İsrail’in bölgedeki politikasının iki temel hedef üzerinde odaklandığı söylenebilir. Birincisi; İsrail bölge devletlerini sürekli bir iç çatışma halinde tutarak hem zayıflatmaya hem de kendi karşısında birleşemeyecek kadar husumet içinde tutmaya çalışmaktadır. Bu durumda başkalarının çatışması, İsrail için bir güvenlik unsuru olmaktadır. İkincisiyse; kendi denetiminde kuracağı bir Kürt ulus devletçiğini güvenliğinin bir unsuru olarak kullanmayı hedeflemektedir. Bölgede AB’nin politikalarıysa genellikle ABD’nin yaklaşımlarıyla örtüşmektedir.


Rusya, Suriye ve İran üzerinden bölgede siyasi ve diplomatik varlık gösterip çıkarlarını korumaya çalışmakla birlikte, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve kaosun en önemli sorumlularından biridir. Zira bölgede iflas eden sadece hegemonik kapitalist güçlerin yüz yıllık politikaları değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin yetmiş yıllık reel sosyalist politikalarıdır. Sovyetler Birliği, bir yandan Batı karşısında evrensel Arap milliyetçiliğinin ifadesi olan ‘Nasırizmi’ desteklerken, Nasırcılığa karşı da reel sosyalizmin Arap ulus devletçi tezahürü olan BAAS’çılığı oluşturdu. Sovyetlerin oluşturduğu bu dengenin 1967 savaşında İsrail karşısında kesin bir yenilgi alarak Nasırcılığın tükenmiş bir biçimde ABD güdümüne girmesiyle birlikte Sovyetler önemli bir mevzi ve güç kaybına uğradı. 1967 ve 1973 savaşlarında Arapların İsrail karşısında yaşadığı yenilgiler, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin hanesine de yazıldı. Ondan sonra Arapların gözünde Sovyetlerin değeri, Sovyetlerin de gözünde söz konusu Arap devletlerinin stratejik önemi son derece zayıfladı. Körfez krizinin ardından Saddam rejiminin de iyice tecrit olmasından sonra, Sovyetlerin mirası kadar sorunlarını da devralan Rusya’nın, Ortadoğu’da stratejik dayanak noktası neredeyse kalmadı. 1990’lardan sonra temel sorunu, Batı ile Uzakdoğu’da yükselen Çin ve Hindistan gibi güçler arasındaki sıkışmışlığını aşmak olan Rusya’nın, Ortadoğu bölgesindeki sorun ve ilişkilere yaklaşımı taktik düzeyle sınırlı kalmıştır. Bu nedenle Rusya, bölgeye yönelik bir proje geliştirmemiştir. O nedenle de Rusya’nın İran politikası, geçmişte Suriye ve Irak’ta uyguladığı BAAS politikalarını aşmamakta, mevcut Suriye politikası da BAAS’ı ayakta tutarak Suriye’deki çıkarlarını korumanın ötesine geçmemektedir. Rusya’nın, başta Kürtler olmak üzere, Ortadoğu ve Suriye’de yaşayan halklara yönelik bir projesinin olmaması bu yaklaşımın bir sonucudur.  Bu nedenle Rusya, Ortadoğu’da ABD politikalarının tek taraflı olarak başarılı olmasının önünü almaya çalışmakla yetinmektedir. Hızla büyüyen ekonomileriyle küresel güç dengelerinde önemli konumları bulunana Çin ve Hindistan, Ortadoğu gibi sorunlu bölgelere siyasi ve askeri olarak müdahil olmaktan özenle kaçınmaktadırlar. Bu tür müdahalelerin getireceği ağır siyasi, askeri ve mali yükümlülükler altına girmek yerine, buralarda ekonomik güç olmayı temel strateji olarak benimsemiş görünmektedirler.



Şengal’in DAİŞ tarafından işgal edilmesi ve binlerce Şengal’linin katledilip, yüz binlercesinin de katliam tehdidi altında kalması, uluslararası ve bölgesel siyasette olduğu kadar, insanlığın zihniyet ve vicdan dünyasında da kalıcı izler bırakmıştır. Bütün dünya Şengal katliamını izlerken, PKK’nin tamamen vicdani, ahlaki ve insani duyarlılıklardan hareketle, hiçbir askeri ve siyasi aklın göze alamayacağı riskleri göze alarak Şengal’e müdahale etmesi, hiç de hesapta olmayan siyasi sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Tam da AKP ve KDP’nin, DAİŞ aracılığıyla Özgürlük Hareketi ve özellikle Rojava kazanımlarını tasfiye etmek istediği noktada, KDP ihanet pozisyonuna düşerken, PKK sadece Rojava değil Güney Kürdistan’daki kazanımları da savunması hem AKP hem de KDP’ye büyük bir darbe olmuştur.

AKP çözülme sürecinde

Bu durum gerek bölgesel ve küresel siyaset aktörleri, gerekse de halklar ve ezilen sosyal kesimler nazarında Özgürlük Hareketine prestij kazandırmıştır. Bununla birlikte TC devletinin 30 yıl boyunca ve büyük masraf ve tavizlerle uluslararası alanda PKK aleyhine oluşturduğu negatif algı çok kısa bir zamanda yerle bir olurken karalama kampanyası yürütenler sorgulanır hale gelmiştir. Diğer yandan Özgürlük Hareketi, başta Güney Kürdistan ve Rojava’da yaşayan farklı halklar ve inanç kimlikleri olmak üzere, bölge düzeyinde halkların en büyük umudu haline gelmiştir. Benzer bir biçimde dünyanın değişik coğrafyalarında da büyük bir sempati dalgası gelişmiştir. Özellikle kadın savaşçıların, dünyanın bu en gerici ve vahşi çetelerine karşı büyük bir moral ve güvenle savaşmaları, PKK’ye yönelik ilgiyi bir kat daha arttırmıştır. Bu ilgi sadece duygusal düzeyde kalmayıp anlama ve algılamaya yönelik olarak da gelişmiştir. Özellikle alternatif sistem arayışında olan eşitlikçi ve özgürlükçü gruplar Kürt Özgürlük Hareketini yoğun bir biçimde incelemek gereğini duymuşlardır. 



Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Kuzey Kürdistan’da başlattığı demokratik çözüm çalışmalarını da boşa çıkarmak dahil olmak üzere, bütün umudunu KDP ile birlikte kurduğu komplonun başarısına bağlayan AKP, komplo başarısız olunca bütün gücüyle DAİŞ’i destekleyerek Kobanê’yi düşürmek istedi. Tüm dünya DAİŞ’e k
arşı kurulan uluslararası koalisyonda yer aldığı halde, AKP hükümeti alenen DAİŞ’le ittifakını sürdürdü. Bu kirli politikalarının neticesinde Türkiye neredeyse tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar uluslararası siyasetten tecrit oldu. Bunun karşısında Kürt Özgürlük Hareketi, izlediği düzeyli ve kişilikli siyasetle sadece bölgenin en önemli ve etkin aktörlerinden biri haline gelmekle sınırlı kalmayıp, uluslararası alanda da önemli bir konum kazandı.


Rojava, Şengal, Maxmûr, Kerkük ve diğer direnişlerle birlikte başta TC olmak üzere, bölge gericiliği karşısında ideolojik, siyasi ve diplomatik alanlarda bir üstünlük sağlayan Kürt Özgürlük Hareketi üzerinde herkes mutabıktır. Ancak bu mutakabat mevcut haliyle konjonktüreldir. Bölgede yaşanan siyasal ve askeri gelişmeler, birçok olanak sunduğu gibi, bağrında önemli tehlike ve riskleri de taşımaktadır. Bütün mücadele sahaları çok önemli olmakla birlikte, bölgede demokratik kazanımların geliştirilip korunmasında Kuzey Kürdistan ve Türkiye stratejik önemde bir mücadele alanıdır. 


Çünkü, başta Rojava olmak üzere bütün mücadele sahalarında Kürt halkı ve PKK’ye karşı en vahşice saldıran güç AKP hükümeti olmuştur. DAİŞ ve El Nusra çeteleri her bakımdan AKP tarafından desteklenerek Rojava ve Güney Kürdistan’daki kazanımlara saldırtılmıştır. Bu bakımdan AKP, cumhuriyet hükümetleri içerisinde Kürt halkına ve demokrasi güçlerine karşı en pervasızca ve hiçbir değer tanımadan saldıran hükümet olmuştur. Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için Türkiye ve Kürdistan’ın bütün maddi değerlerini peşkeş çekmenin yanında, din ve ahlak gibi manevi değerleri de kullanarak tüketmiş ve kendisi de tükenme noktasına gelmiştir. Öyle ki, artık bütün yalanları deşifre olduğu için dış ilişki ve ittifakları nazarında bir itibarı kalmayan AKP hükümeti, dış siyasetini tamamen içe yönelik olarak yapmaya başlamıştır. 

Görüntüde ABD, AB ve İsrail gibi devletlere verdiği sert mesajları, gerçekte iç kamuoyuna vererek, güçlü bir görüntü yaratıp içerde iktidarını korumaya çalışmaktadır. Bir hükümetin uluslararası ilişkilerini iç siyasette bu kadar ucuz bir biçimde kullanır hale gelmesi, zorlanma ifadesi kadar bencilliğinin de dışavurumu olmaktadır.

Bu noktada AKP hükümeti ve devletin tek şansı, Kürt halk Önderliğinin hazırladığı demokratik çözüm taslağını, belirttiği takvim temelinde uygulamaya koymasıdır. Aksi taktirde, zaten toplumun büyük bir kesiminde güvensizlik ve hayal kırıklığı yaratan AKP’nin hızlı bir çözülme süreci içerisine gireceği ve hatta girdiği muhakkaktır. Bu açıdan 7 Haziran genel seçimleri sadece Kürtler açısından değil, tüm Türkiye halkları açısından tarihi öneme haizdir. Bu seçimler, meclise güçlü bir temsille giren demokratik bloğun sağlayacağı dinamizmle Türkiye’nin büyük bir hamle mi yapacağını, yoksa geçmişi kat be kat aşacak büyük bir iç savaşa mı gireceğini belirleyecektir. 

Rıza Altun

Kaynak: http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=471