20 Haziran 2011 Pazartesi

Küba ve `Sosyalizmini` Yerinde Görmek-2

Bu siteyi okuyanlar genelde Kürt ve solcudur. Ve solcular marksizm ve sosyalizmden haberdardır. Bu nedenle teorilerle bir şeyler ispatlamaya gerek yok. Statistikler yapmaya ve rakamlarla ordaki yaşam biçimini anlatma imkanım da yok. Sadece sordum, dinledim ve gördüklerimi yazıyorum. Sadece bir kaç yazıyla yaşamı, sokağı, halkın sahip olduğu olanakları, devletin ve kurumlarının gerçek yaşamdaki rolunü yerinde görererek Küba Sosyalizmini anlatmaya çalışacak ve okuyucu bildiği marksist teorilerle bu ülke sosyalizminin uyum içinde olup olmadığını kendisi çıkaracak.
Buradaki Sosyalizmi teori ve ideolojilerle anlatmak gerekmiyor. Bunları dediğim gibi başkaları yazmıştır ve ancak çoğu da yanlış yazmıştır. Biz burada Küba sosyalizmini anlatırken bir kaç temel noktadan hareket edeceğiz ve teori meori ve ideolojiye fazla girmeyeceğiz.
İnsandan hareketle sosyalizmi üç temel esastan -bir çok konuda kısaca bilgilendirerek- ele alarak varolan toplumu anlamaya çalışacağız. Bu temel noktalardan ilki gelişmişlik, yani ekonomik ve toplumsal olarak bu ülkenin durumu nedir, nasıldır? Üretim ve tüketimden bahsedeceğiz.
İkinci olarak demokrasi ve özgürlükten, yanı baskı var mı yok mu, onu anlatacağız.
Son olarak ekonomik eşitlikten, imkan ve para sorununu ele alacağız.
Ve okuyucu tüm bunları gelişmiş kapitalist toplum biçimiyle karşılaştırıp kimler daha iyi yaşıyor, bilgisini edinecek ve bu tür bir sosyalizmin savunulması mı ya da daha gelişmiş ve human iyi bir toplum için mücadele mi, sorusuna kendisi cevap verecek.
----------
 
Jose Marti International havaalanına ondört saatlik bir uçak yolculuğundan sonra yorgun bir şekilde iniyorum. (Jose Julian Marti Perez(1853-1895) modern edebiyatın öncülerinden, politikacı, filozof ve şair, Kuba`da en çok bilinen ve onunla gurur duyulan şahsiyet. Jose Marti Küba`nın bağımsızlığı için kendi döneminde büyük uğraş vermiş bir politikacı.)
Pasaport kontrolu yapılan polis gişelerine doğru yürüyoruz. Felaket bir kontrol. Uzun bir kuyruk, bekleyiş, bir sürü gereksiz soru. Bir buçuk saatte ancak kontrolden geçebiliyorum. Bana bu durum 1975 yıllarında Batı Almanya`dan Doğu Almanya`ya geçişimi hatırlatıyor. Arabamızda bir çok sol yayını bile öyle bir kontrol ediyorlardı ki hayret etmiş, hatta sınırdaki polislerle marksizmi münakaşa etmiştik. Ne biçim koministsiniz, demiştik. Biz de solcuyuz, diyerek, torpile başvurmuştuk. Ama para etmemişti.
Taksiye binerek Havanna`nın en gözde semtine Vedado`ya doğru yol alıyoruz. Yarım saatten biraz az sürüyor. Yol boyunca sağ ve soldaki bina ve yapılara bakıyorum. Gelişmiş bir ülke olmadığı belli oluyor. Yüksek binalar yok. Evler eski ve boyasız. Yolun sağ ve solundaki evlerin biraz arkasına, uzağına baktığınızda çoğu yıkılacak gibi duruyor. Bizim Kahta, Hilvan, Viranşehir yolları bile daha iyi. Bizim Urfa ve Amed`deki binalar ve evler daha yeni, bakımlı ve daha güzel. Bizim G.Antep, Havanna`dan daha gelişmiş, hissini ediniyorum etrafı seyrederken.
Bu üllkeye ilk defa 1995`te gelmiştim. Yolda giderken 1940-50 yıllarından kalma eski Amerikan arabalarına bakıyorum. Ama bugün bunların yanında Peugeo ve diğer Avrupa arabaları sayıca daha fazla. Yirmi yıl önce bunlar çok azdı. Rus Lada`sı ve taksicilikte kullanılan eski büyük Amerika arabaları çoğunluktaydı.
Vedado`ya varıyoruz. Yağmur yağıyor, hem de nasıl. Ertesi gün şemsiye arayacağım. Çünkü burada hava durumu hiç bilinmiyor. Güzel bir iklim var ama her mevsimde yağmur yağabilir. Hava soğuk olmaz ama yağmur ıslatır. Bir bakarsın güneş, bir bakarsın arkasından bardaktan boşanırcasına yağmur. Yağmurlu havada üşümüyorsun, ama ıslanıyorsun. Son beş yılda çok az yağmur yağdığı için Küba`nın şu an su sorunu var. Kışı olmayan bir ülke. En soğuk ayı, Ocak ve Şubat, ama bu aylarda bile genelde hava sıcaklığı 15-20 derece.
Uyuyorum. Ertesi gün öğleden sonra zor uyanabiliyorum. Sokağa çıkıp şemsiye bulmam lazım. Çok az dükkan var Havanna ve diğer tüm şehirlerde. İnanın, sorarak 5 km karelik alandaki tüm dükkanlarda uğruyor bir semsiye bulamıyorum. Koskoca Havanna`da apê Fidel`in sosyalist ülkesinde şemsiye yok……..
-----------
Fidel Castro 1959 yılında Batista diktatörlüğüne son vererek sosyalist sisteme geçişi müjdelemişti.
Fulgencio Batista(1901-1973) (1933-1944 ve 1952-1959 yıllarında Küba`lı ordu mensubu, politikacı ve Cumhur Başkanı-diktatör) dönemi Küba her ne kadar anti-demokratik yasalarca yönetilmişse de burada o dönemin şartlarında gelişmiş bir ekonomi ve zengin sınıf için bir refah vardı. Orta sınıfta normal bir yaşam sürdürüyordu. Alt fakir sınıf ise her ülkede olduğu gibi en kötü hayat şartlarıyla karşı karşıyaydı. Bu ülkede demokrasi yoktu. Halk diktatörce yönetiliyordu. Hapishane sayısı elliye yakındı. Binlerce muhalif hapsediliyordu.
Devrim öncesi Havanna kumar gazinolarıyla doluydu. Latin ve ABD zenginleri burada keyif çatıyor ve kumarın bu ülkeye getirdiği para ülke ekonomisine katkı sağlıyordu. Alt yapı yatırımları ve belli bir sanayileşme ülkeyi hem güzelleştirmiş hem de birazcık olsun gelişimini sağlamıştı. Ama yolsuzluk ve baskı, fakir ve sol siyasetle meşgul olan her kesimi Fidel’i desteklemeye mecbur bırakmıştı. Fidel bir ışık bir umut olmuştu. Halk devrimden sonra da Fidel’i çok sevmişti. Önemli vaadler sözü vermişti Fidel. Demokrasi gelecekti. Refah gelecekti. İnsanlar eşit olacaktı, mutlu olacaktı. O zamanki Sovyetler Birliği’nin ve Küba halkının desteğiyle ilk yıllar Fidel ve sistemi zorlanmadı. Tüm eski sistem ve mekanizmaları yok edilerek yenisi kuruldu.
 
BARINMA EN BÜYÜK SORUN
Fidel özel mülkiyeti yok ederek sınıflar arası uçuruma son verdi. Sadece bir tek şeye dokunmadı. Bu da barınma sorunu ile ilgiliydi. Ülkeyi terk edip kaçanların dışında kim hangi evde oturuyorsa, ev devletin ama evde yaşama hakkı evde oturanların olacaktı. Ve o evde kalabilme hakkı ailenin sonraki nesline ait olarak sürdürülecekti.
Küba’nın nüfusu bugün oniki milyonun üzerinde. Havanna iki milyona yakın bir nüfusa sahip.
Bu ev sorunu bugün Küba’nın en önemli sorunlarından biri olduğu için anlatılmaya değer. Çünkü her ne kadar özel mülkiyetin yok edilmesiyle sınıflar arası sorunlar yoksa da bu ev sorunu halk içinde büyük uçurumlara neden oluyor. Batista döneminden kalma, fazla olmasa da önceki zengin semtlerde çok güzel evler ve villalar var. Buralarda oturanlar da eski üst sınıfa ait insanlar ya da çocukları. Ama yeni yaratılan sistemde de bunlar yine başka anlamda bir varlıklı zengin sınıf. Çünkü bu evlerde hem rahat yaşıyabiliyorlar ve hem de bu evleri devlete ödenen belli bir miktar karşılığında turistlere kiralama hakkına sahipler. Bu bir ayrıcalık oluyor ve bu durum ülkenin en önemli eşitsizlik sorunu. Bu imkana sahip bir ev sahibi yılda turiste kiraladığı kirayı hesapladığımda bir kaç bin dolardan on-onbeş bin dolar kazanabiliyor. Daha sonra devletin halka ayda verdiği maaş ve desteğin on-yirmi dolar olduğunu anlatacağım. Siz de bu arada turiste ev ya da oda kiralayabilen ile bunu yapamayanlar arasındaki gelir farkını kaç bin kat olduğunu hesaplayın.
Tek odada üç-beş kişilik ailenin yaşadığı onbinlerce ev var. Milyonlar bu evleri turiste kiralama olanağına sahip değil. Ve bunlar güzel, büyük eve sahip olanların kiralamayla kazandığı gelirden mahrum. Tabii bu sorun yalnız on-onbeş turistik şehire mahsus bir olay. Ama bu sorun bu şehirlerle turistik olmayan şehir ve bölgelerde yaşayan insanlar arasında her ülkede olduğu gibi derin uçurumlar ve farklı yaşam koşullarına neden oluyor.
En gözde semtlerde bile bir kaç akraba aile bir kaç odalık evlerde yaşıyor. Dış semtlerde ve diğer kent ve kasaba ve köylerde kesilmiş ağaç direklerin üst üste konularak yapıldığı evlerde milyonlar perişan. Devrimden sonra yeni inşa edilen ev sayısı çok az. Binaların çoğu eski, boyasız. Bazılarının dış görünüşü yeni görüntüsü verse de içeri girdiğinde bizim en geri kalmış ilçenin binalarındaki odalar, mutfak ve tuvalet daha modern ve yeni. Mobilyalar en az yirmi otuz yıl eski. Hatta Batista dönemi eski mobilyalar hâla kullanılıyor. Çok kaliteli oldukları için bunlar sanki üç -beş sene kullanılmıs gibi gözüküyor.
Binaların tamiri için en büyük ihtiyaç malzeme. Ama bu ülkede ne boya, ne çimento ve ne de demir var. Marangozluk ise ölü.
Kısaca bu sorunu özetlersek, bu ülkede özel mülkiyet yok. Yani sanki zengin ve fakir sınıfi yok ama ev sorununda birbirleriyle eşit olmayan insanlar var.
-----------
devam edecek……
cumalicotkar@live.se

Küba ve `Sosyalizmini` Yerinde Görmek-1

Konuya geçmeden önce uzun, çok uzun bir giriş yapacağım.
---------
Bir halk devrimi, değişimi neden ister?
Ezilen, sömürülen baskı altında bir sınıf, şiddet gören bir kesim niye devrim ister, neden devrime kalkışır?
Devrim daha iyi yaşam koşulları elde etmek için, daha mutlu olmak için bir sınıf, bir halk tarafından var olan anti-demokratik bir sisteme karşı bir mücadeledir, bir ayaklanmadır. Devrim daha önce var olan çirkin sistemi yenisiyle, güzeliyle değiştirir. Eskininin, çirkinin yenisiyle, güzeliyle, olğunuyla değişmesi devrim oluyor. Devrim adaletsiz sistemin yerine adaletli bir sistem oluşturur. Özgürlük, adalet, eşitlik, zenginlik demektir, devrim ve sonuçları. Hele bir de devrimin adı sosyalist devrim ise inşası bin kat daha sağlam temellerle oluşur.
----------
Paris Komunu`nden bugüne bir çok ülkede devrim adıyla ve zora dayalı yeni sistemler oluştu, inşa edildi. Ve çoğu sosyalizm adıyla vuku buldu. Sosyalist devrim ve daha sonra komunizm. Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkanlar; Asya`da Vietnam, Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ve Central Amerika`da Küba…. Ve Afrika`daki ulusal devrimler….
Devrim yapan lider kadrolar mücadele öncesi ve esnasında daha güzel, daha mutlu, daha eşit bir toplum sözü vererek kitleleri, halkı yanına, arkasına almıştır. Halktan, ezilen, sömürülen sınıf ve kesimlerden aldığı destekle önceki sistemleri yıkıma götürmüştür ve yeni sistemler kurmuştur. Bildiğimiz bir çok ülkede devrim bu şekilde olmuştur.
Ancak milli devrimler dışında vuku bulan çoğu sosyalist devrimler, gereksiz yere olmuştur. Ya da bu devrimler yanlış temellere dayanarak çirkin toplum biçimleri yaratmıştır. Bu devrimlerin özel mülkiyeti yok etme dışında hiç bir yararı olmamıştır. Aksine, sadece özel mülkiyeti yok etmek durğunluğa sebeb olmuştur. Gelişim durmuştur. Tüketim, üretim durmuştur. Halklar daha fakir düşmüştür. Ve vaad edilen özgürlük sağlanmamıştır…

Evet, bazen devrim gereksizdir. Eğer bir ülkede halkın çoğunluğu devrim istemiyorsa, bir azınlığın devrim yapması, devrim istemeyen mutlu çoğunluğun baskı altına alınması demektir. Hedef özgür, mutlu, zengin olanı bitirmek değil; mutsuz olanı, özgür ve zengin olmayanı bu olanaklara kavuşturmak olmalıdır. Azınlığın başardığı bir devrim, yeni sistemle birlikte çoğunluğun baskı altına alınması demektir. Hatta devrimde yer alan azınlığın bir kesimi de umutla beklediği devrimle beklediğini bulamamıştır. Ve öyle bir zaman geçer ki halkın yüzde dokzanı yapılan devrimden, devrimi yapan devrimciden, lider kadrodan nefret eder, karşı devrimci olur. Çünkü daha özgür, daha mutlu bir toplum vaad eden savaşçılardan, devrimcilerden bir elit önceki sistem ve eliti aratmaktadır. Devrim basarısız olmuştur. Vaadler yerine getirilmemiştir. Tarihin normal akışında belki daha sağlıklı gelişim ve değişimler olabilirdi.


İşte geçmişte üzerine titrediğimiz devrimler maalesef başarısız olmuştur. En uçlarda bir devrim taraftarı biri olarak son yüzyılın devrimler tarihini saçma bulmak ve bunları reddetmek zoruma gidiyor. Belki iyi başlayan, ama tamamlanmayan, yarıda kalan bu devrimlerin çirkin yüzünü detaylara girerek anlatmak geleceğe dair devrimlerin daha sağlıklı olması açısından faydası olsa da yine de zoruma gidiyor. Vaadedilenlerin yerine getirilmemesi, devrimi yapan kadroların yeni­ anti-demokratik sistemler oluşturması, yenilerin halkı daha da diktatörce yönettğini görmek ve bunları anlatmak zoruma gidiyor.

Sosyalizm teoride eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk demektir. Devrim yapan sosyalistler hiç bir ülkede bunu başaramamışlardır.
Belki de başarmak öyle sanıldığı gibi de kolay değildir……
----------
Küba`yı anlatmaya nerden başlayayım, nasıl başlayayım, diye düşünürken, geçmiş yıllarda Sovyet sosyalist mi, değil mi tartışmalarını hatırladım. Oradan başlayayım.

1970`lerin sonlarına doğru, daha 25 yaşlarındayken, K. Burkay`ın Özgürlük Yolu`yla yürüyen bir arkadaşla Sovyet ve sosyalizmi tartışırken oralarda sosyalizmin olmadığını, bir elitin sosyalizm adıyla devlet kapitalizmini kurduklarını ve yine oralarda sosyalist üretim biçiminin, eşitliğin ve demokrasinin olmadığını Trotsky(1879-1940) ve 4. Enternasyonal öncülerinden Ernest Mandel`in(1923-!995) kitaplarından faydalanarak anlatmaya çalışmış ve arkadaşta bana oraya gidip sosyalizmi gözleriyle gördüğünü ve o toplumun ideal bir toplum olduğunu söylemişti. Hayretler içinde kalmıştım. Dil bilmeyen bir arkadaş bir kaç günlük turistik bir seyahat ile bana sosyalizmi yerinde gördüğünü anlatıyordu ve bize propaganda yapıyordu.


Halbuki ben daha önce  Doğu Almanya`da bir kaç gün kalmış ve sistemden nefret etmiştim. Bir kaç yıl sonra da Moskova`ya, Bulgaristan`a  gitmiştim. Ama sosyalizmi göremememiştim. Daha o günlerden beri Sovyet Sistemini ölümüne savunan bu hareketin tüm siyasetleri yanılğıyla doludur. Yalnız onlar değil, Sovyetle Birliği ve Maoist taraftarları diğer tüm siyasetler dünyayı hem yanlış anladılar ve hem de yanlış yorumladılar. Kalıntıları bugün de yanlış politikalarda israr ediyorlar. Yalnız bizimkiler değil, tüm düya sosyalistleri ölümüne savundukları bu sistemleri öğrenemediler, cahil kaldılar ve bu sistemler çökerken de sustular….

------------
Ben de `gözlerimle` Kuba sosyalizmini görmeye çalıştım. Ama arkadaştan daha donanımlıydım. Hem meseleyi anlayabilecek kadar ispanyolca ve başka bir kaç dil biliyordum ve hem de yaşım ve eskimiş de olsa siyaset bilimi, düşünce tarihi ve biraz da ekonomi eğitimim ve yıllardır oluşan birikimim gereği biraz, sosyalizm, kapitalizm ve dünyadan haberdardım. Daha iyi analizler yapabileceğimi sanıyorum.

Küba`ya gittim. Halkın arasına katıldım. Adeta onlardan biri oldum. Yüzlerce insanla konuştum. Her meslekten insane sordum yaşamı ve sosyalizmi. Öğretmen, doktor, mühendis, hemşire, müzisyen, servitris, berber, işçi-işsiz her türden insana yüzlerce soru sordum. Hatta asker ve polislere bile sorularım oldu. Kafeteryalarda yanıma yaklaşan dilencileri yanıma oturtum ve  hallerini sordum. Ve emeklilerin nasıl yaşadıklarını saatlerce dinledim. Evlerin kapısını çalarak kendimi kahve ve su içmeye davet ettim. Çok, çok dinledim. Ve akşam notlarımı aldım. Havanna, Santi Spiritu, Guanabocoa, Guanabo, Cotoro ve bir çok kent ve köy gezdim. Havanna`dan ırak üç yüz km`lik yerleşim alanlarına kadar  ulaştım. Ve sizlere bir kaç yazıyla bunları aktarmaya çalışacağım. Ayrıca seyahatlerim bir kaç günlük değil de, bir kaç defa ve bir kaç aylıktı. Yani bu toplumu iyi tanıyıp tahlil etmek için yeterli bilgiye bu zaman zarfında elde etmiştim.


Cuba devrimini, sosyalizmini ve bugüne süregiden gelişmeleri çoğumuz çok az biliyoruz. Bu devrimi anlamak ve sosyalist teorilerle bugünkü Kuba`yı anlamak için kitaplar var. Ama yetersiz. Bunlar ya propaganda ya da karşı propaganda. Gerçekleri öğrenmek için burada bir müddet yaşamak, görmek, sormak, dinlemek lazım. Ben de bunu yaptım.

Yazıyı yazarken bir kaç başlık attım ama düzenli bir sistem oluşturamadım. Çünkü Fidel düzenli bir sistem oluşturmayı başaramamış. Bu nedenle sorunları bazen ben de karmaşık haliyle işlemeye çalıştım. Bazen belli bir başlık altında diğer alan ve ilişkilere kaymam olmuştur.
-----------
Küba`da kimse kimseyi direk sömürmüyor. Bu ülkede kapitalist yok, sermayedar yok. Kapitalist üretim ve ticari ilişkiler yok. Sermaye, kâr, artı değer yok. Zengin, kâra dayalı yatırımcı kapitalist bir sınıf yok.
Ne yazık ki bunların hiç birinin olmaması burada `sosyalizm var` anlamına gelmiyor. Burada ne kapitalizm ve ne de sosyalizm var. Kapitalistin olmadığı herhangi fakir bir ülke Küba. Acayip bir sistem ve geri kalmış bir ekonomi. Fakir, baskı altında bir halk.
------------
 
devam edecek……
 
cumalicotkar@live.se

BDP İspanya’da Olsaydı Sorun Bitmişti...

Yeni_Özgür_Politika Marmara Üniversitesi uzman öğretim görevlisi Akın Özçer: “Eğer ilk 3 madde değişmeyecekse, yeni bir anayasa yapmanın gereği yok. Eğer değiştirilemez maddeleri tekrar alırsak, ideolojik olarak eski anayasayı almış oluyoruz. Yeni bir başlangıç bölümü yazılması lazım. Esas olan evrensel insan hak ve özgürlüklerine dayalı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti.”
Başbakan Erdoğan, seçim süreci boyunca kullandığı çatışmacı ve milliyetçi dili, bir ‘balkon’ konuşmasıyla noktalayıp, “1 Ekim’e kadar anayasa taslaklarınızı getirin” çağrısıyla, sayfayı çeviriverdi! Böylece neredeyse üç yıldır farklı kesimlerin üzerinde çalıştığı ve tartıştığı anayasa meselesine dönüverdik. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun, seçim başarısını “Demokratik Özerlik”in onayı olarak kabul ettiği göz önüne alınırsa, yeni anayasanın temel tartışma noktalarının Kürtlerin talepleri ve sistemin ‘kırmızı çizgi’leri olacağı açık.

15 Haziran’da sona ermesine rağmen ‘sözsüz’ olarak uzadığı varsayılan eylemsizlik sürecinin yarattığı ‘barış’ fırsatının bu kez kullanılıp kullanılmayacağı ise halen belirsizliğini koruyor. ‘Barış’ı sağlayacak bir toplumsal uzlaşma metninin temel niteliklerini, Meclis’in sorumluluğunu, ‘Demokratik Özerklik’i ve ‘muhataplarını’, emekli diplomat, Türkiye’nin Madrid Büyükelçiliği eski Müsteşarı ve eski Lyon Başkonsolosu, “İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği” ve “Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Ayrılıkçı Terörle Mücadele Modeli” kitaplarının yazarı, Marmara Üniversitesi uzman öğretim görevlisi Akın Özçer’le konuştuk.

Seçim sonuçlarına, oy dağılımına bakınca bu Meclis, anayasanın ilk 3 maddesini değiştirilebilir mi?
AKP’nin ilk üç maddede değişiklik yapabileceğini düşünüyorum. CHP bu konuda direniyor. Eğer ilk 3 madde değişmeyecekse yeni bir anayasa yapmanın gereği yok. Çünkü giriş bölümünde ideolojik devletten söz ediliyor. İkinci madde de oraya atıfta bulunuyor. Bu değişikliği yapmanın önemi; ilerde yapılabilecek değişikliklerin önünü açmak. Çünkü milli iradeye ipotek koyamazsın. Yarın daha farklı eğilimler de ortaya çıkabilir. Seçim sonuçlarına göre yeni bir anayasayı yapmaya en yatkın parti elbette BDP ve bir ölçüde AKP. CHP de biraz yanaştı ama kırmızı çizgilerini de belirledi. AKP henüz belirlemedi. O yüzden ilk üç maddenin değişebileceğine olan ümidi taşıyorum.

AKP’nin ‘tek dil, tek bayrak’ söylemi kırmızı çizgisini ortaya koymuş olmuyor mu?
Seçim propagandasını bir tarafa bırakıp, balkon konuşmasından sonraki dönemi ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü seçimden önce söyledikleri arasında çok saçma şeyler var. Başbakan, “yeni bir dönem, yeni anayasa, herkes gelsin ama kırmızı çizgisiz gelsin” falan dedi. Eğer değiştirilemez maddeleri tekrar alırsak ideolojik olarak eski anayasayı almış oluyoruz. Yeni bir başlangıç bölümü yazılması lazım. Esas olan evrensel insan hak ve özgürlüklerine dayalı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti.

Seçimlere katılım oranının yüzde 95’lere ulaşması, bu Meclis’in yapacağı anayasaya meşruiyet kazandırır mı?
Meşruiyet tartışması olmayacak anlaşılan. AKP sivil toplumun da katılması gerektiğini söyledi. CHP’nin de itirazı yok sanıyorum. BDP de itiraz etmez. Belki MHP toplumsal uzlaşının içinde yer almayabilir. Burada en çok talep BDP den gelecek ve AKP’nin içindeki Kürtlerden gelecektir. Bu iki kesimin ortak noktası anadilde eğitimdir.

Ama tartışma en çok buradan çıkıyor…
Mevcut anayasanın 42. maddesine göre Türkçenin dışında bir dil anadil yapılamaz. Türkçe hem resmi dil hem de devletin dili çünkü. Oysa kimsenin resmi dile itirazı yok. Ama Türkçe herkesin anadili değil. Kürtçe var, Çerkesce var, başka diller var. 42. maddenin anayasadan çıkarılması lazım.

Anayasa hazırlama süreçleri dünyada çok farklı işliyor. Mesela İzlanda da internet üzerinden taslak paylaşılıyor ve bireylerin katılımı sağlanıyor. Türkiye’de bu yöntem nasıl olmalı?
Bir çok grup var bu konuda çalışan. Demokratik anayasa platformu, yeni anayasa platformu... Mesela benim de içinde bulunduğum platform yeni bir şey yapıyor. Anadolu’da yurttaşı dinleniyor, herkes kendi fikirlerini dile getiriyor. Görüyoruz ki; insanlar kendi özgürlüklerini savunurken başkasını özgürlüğünün sınırlanmasını savunmuyorlar. Bu, Türkiye toplumunun olgunlaştığını gösteriyor.

Konda’nın araştırması tam tersini söylüyor. Seçimlerde AKP milliyetçi söylemi o kadar tırmandırdıktan sonra, şimdi Kürtlerin de içinde bulunduğu bir uzlaşıyı tabanına nasıl anlatabilecek?
AKP’nin birinci parti olacağı belliydi. Kürt sorununu içermeyen anayasanın da olamayacağı da belliydi. Dolayısıyla Kürtlere karşı dışlayıcı olmaması gerekiyordu. Bunlar seçim stratejileri olabilir ama bir anayasa yapılacaksa AKP’siz yapılamaz. MHP’siz yapılabilir, belki CHP’nin de bütünüyle olmayacağı bir anayasa da yapılabilir. Şunu kabul etmek gerekiyor. AKP’ye oy vermiş Kürtler açısından da anadil konusu çok önemli. Bu noktada çeşitli kesimlerden insanlar fiili bir uzlaşı içinde. Bu noktadan gerisi düşünülemez. Özerklik meselesi ise; yerinden yönetim anlayışından, federatif anlayışa kadar giden bir yelpaze var. Yerinden yönetimde minimumun yapılması şart.

‘Minimum’u nedir?
Minimumun bugün Fransa’da olduğunu düşünüyorum. Ondan daha aşağısı olamaz. Fransa’da 1982’de yapılan bir reform var. İl genel meclisi gibi meclisleri bir araya getirip bölgeler oluşturmuşlar. BDP’nin getirdiği öneriye benziyor. Fransa’da 22 tane bölge var, o bölgelerin başında da valiler var. İçişleri bakanı, bölge valilerini atıyor. Ama merkezdeki yetkilerin bazıları bölge valiliklerine veriliyor. İllere değil bölgelere bırakılmış. Mali kaynaklarla birlikte devredilen bir sistem. BDP’nin önerisine baktığımızda da bu minimumu görüyoruz. BDP’nin önerisinde buna ek başka şeyler de var. Mesela İspanyol anayasasının 3. ve 4. maddesindeki hususları da istiyor. 3 .maddede bölge sınırlarıyla ya da özerk topluluk sınırlarıyla çerçevelenmiş bir ikinci resmi dil söz konusu oluyor. BDP, resmi dil bazına gitmese de sanıyorum buna yakın. Bir de bayrakla ilgili benzer bir durum var. İspanya’da bölge valilikleri yerine özerk yönetimler var. Özerk parlamentodan çıkan özerk hükümetler var. İçişleri bakanlığından yani merkezden atanmayan kişiler, yerel başbakan yani özerk başbakan oluyor. Öyle bir sistem var. BDP onun biraz berisinde. Fransız sistemiyle İspanyol sistemi arasında bir talebi var gördüğüm kadarıyla.

Ama seçilmiş belediye başkanlarının, validen hem mali hem hukuki açıdan daha yetkili olduğu bir statü talebi var?
Zaten yerel yönetimler şartında da bir takım yetkilerin ve mali kaynakların da aktarılması lazım. Merkezden mali kaynak aktarımından çok genelde toplanan vergilerin bir kısmının yerinden toplanması gibi öneriler dile getirilebilir. Böyle bir sistem öngörülebilir. Bir kere BDP’nin böyle bir projeyi savunma hakkı var. Bunu savunduğu için de partisinin kapanmaması lazım. Bu da ifade ve örgütlenme örgütlülüğünün gereği. Bir kere bunun yeni anayasada yer alması lazım. Ama tabi ki yeni bir anayasa yapılırken BDP’nin söylediğinin mutlaka diğerleri tarafından kabul edileceği diye bir husus yok. Toplumsal mutabakatın o noktada en geniş halini bulacağını sanmıyorum.

Seçilmişlerin siyasi nedenlerle görevden alınabilmesi, milletvekilliklerinin düşürülmesi gibi konular, demokratik anayasalarda nasıl düzenleniyor?
Mesela Ahmet Türk’le Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesi gibi. Şimdi bir kere önemli olan şu. Partiler kapatılsa dahi seçilmiş olanların milletvekillikleri düşmüyor. Bu seçime saygı, önemli olan seçilmiş olması. Seçilmiş olan, atanmış olanın önündedir. Bu demokrasinin kuralı. Görevden alma hususu da aynı şekilde. Mahkeme kararıyla, ağır suçların işlenmesi halinde görevden alması söz konusu olabilir. O ayrı bir konu. Ama ifade özgürlüğü anayasamızda kısıtlı olduğu için genelde, suç isnat edilmek suretiyle görevden almalar oluyor.

AKP sürekli ‘bireysel haklar’ın altını çiziyor, kolektif hakları reddediyor. En temel sorunlardan biri bu. Uzlaşma nasıl sağlanacak bu durumda?
Şimdi burada bir kargaşa var. Ben bireysel haklardan yanayım, derken anadilde eğitimin de bireysel hak olduğunu söylüyorum. Bütün azınlık haklarının olduğu gibi, yani grev hakkının olduğu gibi, topluca kullanılan bireysel hakların, bireysel hak temelinde olduğunu kabul ediyorum.

Katalanlar ve Basklar bireysel haklarını mı kullanıyor?
Kendi kaderini belirleme hakkını İspanyol anayasası da vermiyor. Zaten o nedenle de Bask ve Katalan sorununu çözemiyor. Çünkü hem Basklılar hem Katalanlar kendi kaderini belirleme hakkının olmasını istiyorlar. Ama böyle bir hak tanındığı zaman, beraber olma hakkı yanında ayrılma hakkını içeren bir anayasa olur. Mesela İspanya kabul etmiyor bunu. Dolayısıyla bu söylediğim kolektif hak, tek bir kolektif hak. Bu kolektif hak tanındığı zaman konfederal bir sistem öngörmüş oluyor. Evet bölünme tehlikesi var. Ama özerklikte bölünme tehlikesi yok. Evrensel hakların tümü de bireysel. Mesela biri toplu hakları ‘kolektif hak’ diye sunarken, bini de ‘bizi bireysel haklar kesmez’ diyor ve sağırlar diyalogu çıkıyor ortaya. Genelkurmay da, “tüm bireysel haklara evet ama kolektif haklara hayır” dedi. Oysa anadilde eğitim de ya da grev hakkı da bireysel haktır. Aslında aynı şeyi söylüyorlar. Kendi kaderini belirleme hakkı kolektif hak genellemesinin içinde olduğu için, kolektif haklara karşı çıkıyorlar.

Demokratik Özerklik?
Demokratik Özerklik, bireyin bir hakkı değil. Ama Demokratik Özerklik’i ben bir ülkede ‘yerinden yönetim hakkı’ diye tanımlayabilirim. Uluslararası sözleşmelerde, Avrupa Konseyi’nin sözleşmesinde belki çok geride kalıyor ama minimum bir düzeyi gösteriyor. Bunun ilerisindekiler zaten toplumsal mutabakatla yani devletin şekliyle ilgili şeyler.

Tabi ki, Bask ve Katalanlar bireysel haklarını kullanıyorlar. Yönetimde de anayasa ülkeyi on yedi özerk topluluktan oluşturmuş. Ama ucu açık. Sayısı artabilir. Bunları bölge yapmaya çalışmışlar ama Basklılar ve Katalanlar ‘bölge’ye karşı çıktığı için o ‘milliyet’ terimi girmiş. Şimdi bu yüzden Basklılar ve Katalanlar bu ‘milliyet’i, ‘millet’ olarak değiştirmek istiyorlar.

Niçin millet yapmaya çalışıyorlar?
‘Millet’ olduğu zaman kaçınılmaz olarak ‘kendi kaderini belirleme hakkı’ içine girecek. Ayrılmam ama o hak bende olsun istiyor. Yani şimdi BDP’nin ‘bölge’ kavramı aslında uyumlu bir kavram. Eğer İspanyol partiler yerine BDP olsaydı, İspanya bugün Bask ve Katalan sorununu halletmişti, o anayasayla.

BDP’nin 2011 yılında dile getirdiği öneri Basklıların daha 1978’de kabul etmediği şey. Şu anda aslında siyasi unsurlar BDP’nin önerisinde az. Sadece bu ana dil ile ilgili olan var ki o da resmi dil olmadığı için pek siyasi de sayılmaz. İkincisi bayrak konusu. Bunlar küçük semboller. Yani bölge terimini kullanıyorsa Kürtler, zaten bölünmeyi gündeme getirmiyor demektir. Ama o kadar geriyiz ki; bölge terimi üzerinden bile tartışıyoruz. Özerklik lafına bile tahammül edemiyoruz. Halbuki belediyelerin bile belli bir özerkliği var. Bugüne kadar aşırı milliyetçi bir propagandanın eseri bu sonuç.

Anayasada ‘vatandaşlık’ tanımı nasıl olmalı?
Vatandaşlığın tanımı ile ilgili olarak anayasaya bir hüküm konulması gerektiğini düşünmüyorum. Bunu vatandaşlık kanununa koyarsın. Şu anda en azından ülkenin yüzde on beşini veya yirmisini oluşturan bir kitle ‘bu bizi kapsamıyor’ diyorsa, onları kapsayacak bir kavramın bulunması lazım.

Avrupa kriterlerini örnekliyorsunuz ama AB ile ilişkiler askıda, Hükümet, AB’den uzaklaşmış görünüyor…
Demokrasi adımları atılıp yeni anayasaya yapılırsa bir kere ilişkiler çok düzelecek. Şu anda donmuş vaziyette. Ülkenin demokratikleşmesi, yolu önemli oranda açar.

Operasyonlar ve KCK davaları sürerken ‘mutabakat’ sağlanabilir mi?
Sadece siyasi nedenlerle tutuklanmış olanlar için bir şeyler yapılmalı. Yargı yapıyorsa da belirli mesajların verilmesi lazım. Anayasa sürecini, demokratikleşme sürecini açmak ve konuyu olgunlaştırmak lazım. Nasıl bir anayasa olacağını kamuoyuna anlatmak, alıştırmak lazım. Kimisi için acı reçete olabilir ama acı reçetenin nelerden oluştuğunu anlatmak lazım. BDP’nin de üslubunu yumuşatması ve nelerin yapılabileceğini dile getirmesi gerekir. Yani ‘ben fiilen yaparım’ değil, ‘birlikte inşa edeceğiz’ türünden bir dil kullanması gerekir ki kamuoyundaki kutuplaşmayı önleyebilelim. Ekime kadar böyle bir hazırlık yapılması lazım.

15 Haziran’da eylemsizlik süreci fiilen uzamış görünüyor. Bu sürecin kalıcı barış dönemine dönüşmesi için yeni Meclis’in, özellikle de hükümetin hangi adımları atması gerekir?
Bir kere AKP ile BDP arasındaki gerginliğin ortadan kalkması lazım. Kesinlikle diyalog kurulması gerekli. Seçmenler arasında en önemli dinamik iki partiye, BDP ve AKP’ye ait olduğunu düşünüyorum. Ama AKP ile BDP arasında gelişecek diyalog da diğerleri tarafından istismar edilebilir. Onun için CHP unsurunun katılması şart. Yoksa ‘ülkeyi bölüyorlar’ propagandası başlayacak. Bu kez AKP de söylemini sertleştirecek. Ve yine çözüm fırsatı kaçacak. Bütün partilerin yumuşama göstermesi gerekli. MHP’yi bilemiyorum tabii. İdeolojisi imkan vermeyebilir.

O zaman ‘Akil adamlar’ önerisi çözüm için önemli olabilir mi?
İspanya’da yeni anayasa süreci 1.5 yıl sürdü ve akil adamlar aracılığı ile yaptılar. Ama 7 kişilik akil adam grubunun yanı sıra 2 parti rol oynadı. İkisi de taviz verdi. Sosyalist Parti, federalist tavrının gerisine gitti. Öteki merkezci olduğu halde açıldı. Yani biri biraz geri çekildi, öteki biraz ileri adım attı. Bir uzlaşma sağlandı. En önemli konu ‘topluma yeniden kazandırma’ boyutu. Anayasa görüşmeleri 1 Ekim’e atıldı ama herhalde İmralı’daki görüşmeler sürüyor. Dağdakilerin indirilmesi yolunun açılması lazım. Bu yolun açılmasında da CHP’ye de iş düşüyor. Geçen sefer o yolun açılması çabaları gösterilirken CHP ve MHP ortalığı ayağa kaldırdılar. Dolayısıyla diyalog önemli. Elinde silah olanların silahı bırakıp siyasete yönlendirilmesi lazım.

Bu noktada kim muhatap alınacak?
Silahların susturulmasında muhatap İmralı. Eğer bir örgütün lideri ise muhatabın İmralı olması, Türkiye açısından önemli. Silahların susturulması isteniyorsa onunla görüşülmesi gerekli. Ama ‘anayasaya şunu koyun’ diye siyasi pazarlık da yapılmaması gerekir. Sivil toplum örgütlerinin çoğu Kürt sorunun demokratik bir şekilde çözülmesi noktasında hemfikir. Bunu yaparken ayrıca oradan şartlar öne sürülmemesi lazım. Silahların nasıl susacağı konusunda alt yapının hazırlanması lazım. İspanya ETA’yla bu konuları görüşüyor. Yürürlükte olan bir yöntem var; silah bırakırsan siyasete gireceksin. Hakkında şiddet eylemlerinden tutuklama kararı olanlar bir tarafa konulacak. Diğerlerinin nasıl kazandırılacağı konuşulacak. Silahlar nasıl bırakılacak, nereye bırakılacak, bütün bunlar yeni anayasa çalışmalarıyla parelel olarak yürümeli. Bunun muhatabı bence Öcalan’dır. Meclis’te de BDP ve diğer partiler ve ayrıca sivil toplum temsilcileridir.

Erdoğan, anayasa sürecini ‘başkanlık’ hayalini gerçekleştirmek için zorlar mı?
Başkanlık, bence gündemden düştü. Fransa örneğinde yarı başkanlık var. Bunu, bölgesel yönetimlerle paralel düşünmemek lazım. Fransa 1982’de yaptı, 1985’te Avrupa Konseyi yerel yöntemler şartına imza attı. Onların hazırlıkları vardı. İkisinin bir ilişkisi yok. Ben Türkiye’de başkanlık sisteminin taraftarının çok olduğunu zannetmiyorum. Liberal demokrat kesim dahil hepsi klasik parlamenter rejimi savunuyor. Ki bunlar AKP’ye oy verenlerdi. Liberal demokratlar burada aktif rol alıyorlar, bunları karşısına almaması lazım. Çünkü desteklerini çekerlerse, AKP zor durumda kalır. Dolaysıyla AKP mecburdur demokratikleşmeyi sürdürmeye. Onun için oy verildi.
İNCİ HEKİMOĞLU

Yeni Türkler iktidarda

Artık AKP’nin hayatımızda neye tekabül ettiğini deşme zamanıdır.
Tam da bu noktada AKP’nin ‘başarısına’ kör kalarak muhalefet üretilemeyeceğini savlayanlarla aramızdaki hesaplaşmayı geciktirmemek zorunda olduğumuzu belirtmek isterim.

Seçimlerden bu yana AKP’nin ‘hizmet’ konusundaki engin başarısını alkışlayan, bu sonucu son derece doğal bulanlardan geçilmiyor piyasamız.
AKP’nin yaratmış olduğu muhakeme dünyası, zamanında en çok direnmişler başta olmak üzere bütün toplumu cezbesi altına almış durumda. Toplum adına düşünenlerin büyük bir bölümü; ister ev kadını olsun ister akademisyen, parametreleri eriten AKP karşısında teçhizatsız kalmış, bildiklerinin kekemesi olmuşlar. Şimdi olası bütün muhalif görüşleri AKP’nin hakkını vermeye çağıranlar onlar. ‘Artık her isteyen doktora ulaşıyor, belediye hizmetleri göz dolduruyor. Vs.
Dolayısıyla halk da, aptal değil a, kendisine hizmet götürenden esirgemiyor oyunu.’

AKP, yeni bir kutuplaşma fikriyle geldi. Daha önce Özal tarafından denenmiş, nadasa kaldırılmış bir tahayyüldü. AKP, sınıfl ararası, kimlikler arası kutuplaşmaları karşılıksız ilan etti. Bütün toplumun ilgisini laik-dindar eksenine çekerek gerçek kutuplaşma ihtimallerini berhava etti. Orta sınıfı kendi silahlarıyla, Kemalizm’in çöküşüyle vurdu. Yakın zamana kadar ‘irtica korkusu’ başlığı altında yaşanan, küçük hanımlarla küçük beylerin canını epeyi sıkan, Kemalist Kişilik Bozukluğu’ndan bolca nasibini almış kimi siyasiler ve kanaat önderleri tarafından beslendikçe beslenen şey, AKP’nin mağduriyetinin tescili oldu.
Birlik ve beraberlik ülküsü başlığı altında milliyetçi muhafazakârların on yıllardır gerçekleştiremediği düş, en azından anlaşılır olmuştur. Artık monokrom bir topluma çılışıyor AKP.

Elbette bu dönem, kendi kahramanlarını da yarattı, yaratmakta. Hakem/çoban karışımı yepyeni bir mutant tür söz alanını işgal etti.
Basının gelmiş olduğu nokta, tanımamız ve adını koymamız gereken bu yeni türün özelliklerini iyice aşikar kılıyor.
Halkın sağduyusunu, asla yanlış yönlendirilemeyecek sağlam duruşunu yüceltmeye başlayanlar, o halkın çektiklerinden söz edenleri popülistlikle suçlardı.
Yeni Türk, beyaz-siyah gibi adlandırmalarla tarif edilenden çok farklı.
Bir kere bu yeni Türk, kendisinin milliyetçi olmadığına inanıyor. Halkı gibi, öncelikle hizmet değerlendirip, ideolojilerin gözlerini kör etmesine izin vermiyor. Dolayısıyla adil ve nesnel olduğuna inancı tam.

Yeni Türk, affedersiniz Ermeni, affedersiniz Kürt, affedersiniz Rum olabiliyor. Kadın mı kız mı her ne ise olabiliyor.
TSK militarizminin şahlık günlerinden bildiğimiz ‘memlekette iyi şeyler de oluyor gazeteciliği’ hortlamış durumda.
Yeni Türk, dışarıda kalmaktan korkan, AKP’nin vizyonuna olan inancı yüzünden (sosyalist bile olsa) oyunu karizmatik liderinden esirgemeyen bir bahtiyar.
Aslında nesli tükenmeye yüz tutan ‘AKP gitsin de ne olursa olsun, hadi MHP’ye verelim’cilerden yegane farkları, YENİ olmaları.
Matematik biliyorlar. Onları ilgilendiren, hakikat arayışlarında referans olarak aldıkları; tiraj, reyting, taraftar sayısı.
Satış biliyorlar. Onlara kalırsa, çok satan doğrudur. Çok satan, haklıdır.

Halk aptal değildir 
 
Sendikal hakları elinden alınmış işçi, madenlerde gömülü kalan madenci; ölümleri kaçınılmaz olan taşeron kurbanları; her yıl Anadolu yollarında koyun sürüsü gibi taşındıkları kamyon kasalarından asfaltı kanlarıyla boyayan binlerce mevsimlik köle, durmadan öldürülen kadınlar; katledilen çocuklar; onca kan, onca şehit, onca ölüm; en doğal hakları pazarlığa açılmış milyonlar; resmi ağızlardan hasta ya da günahkar ilan edilen, menzile yerleştirilen, linçleri vacip ilan edilenler; kendilerine üç kuruş maaşlı bir iş ile lütufta bulunulan, aramızda yaşamaları için gerekli dünyanın inşa edilmediği sakatlar; sınavlarına bile güvenemeyen, her fırsatta güvenlik güçlerince hırpalanan milyonlarca genç…..

Evet bütün bunlar, Yeni Türk’ün hakikat skalasında yer almıyor. Onlara kalırsa halk da bütün bu saydıklarımızı hiç umursamayan, varsa yoksa cenazesini rahat kaldırmanın, belediye hizmetlerinden yararlanmanın, arada bir bedava makarna-kömür almanın derdinde bir tuhaf kütle. Kaldı ki hâlâ en güvendiği kurumun Silahlı Kuvvetler olduğunu da biliyoruz.

Halkın rehin tutulmuşluğunu, çaresizlik ve korkuyla gırtlağından kavranmışlığını söylerseniz, Yeni Türkler sizi gözü dönmüş ideoloji kurbanı ilan edeceklerdir.
Onların dünyası, çivisi çıkmış, ideolojisiz, pragma marka bir dünyadır.
Helalleşelim, barışalım, daha fazla uzatmayalım, pes edelim isterler. İki devlet büyüğünün yanında ağızlarını toplayamaz; mahcup bir sırıtışla poz verirler. Onlar güce taparlar. Gücün desteğine ihtiyaç duyarlar.

Bütün memleketi de kendi korkularıyla okurlar. "
İyi şeyleri de yazsana, hep eleştirmesene diye tuttururlar."
Gazeteciliğin asal görevinin iktidar odaklarını denetleme olduğunu; "yaralanmışı rahatlatmak, rahat olanı yaralamak" olduğunu hatırlatmanın bir yararı dokunur mu dersiniz?

‘Cumartesi Anneleri’nin başardığı 
 
Cumartesi Anneleri ve İnsan Hakları Derneği’nin mücadelesi ilk sonucunu verdi:

TBMM’de Cemil Kırbayır’
ın akıbetini araştırmak için oluşturulan alt komisyon hazırladığı raporda Cemil Kırbayır’ın gözaltındayken işkence edilerek öldürüldüğünü ve bedeninin işkenceciler tarafından kaybedildiğini açıkladı.
31 yıldır bize "firar etti" "Biz almadık, biz de yok" "gözaltında kayıp iddiasında bulunanlar, devletin güvenlik güçlerine iftira eden, teröristlerdir" diyen devlet, ilk kez gözaltında kaybetme suçunu kabullendi. Gözaltında kaybedilenleri arama, faillerinden hesap sorma mücadelemiz önemli bir eşik atladı. Cemil Kırbayır, 12 Eylül’de işkencehaneye dönüştürülen Kars Eğitim Enstitüsü’nde kaybedildi. TBMM raporunda ona işkence edenlerin, kaybedenlerin isimleri açıklandı.

Bizler kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları 23 Haziran 2011 günü Saat 23.00 de Taksim Gezi Parkı’ndan hareketle 25 Haziran 2011 günü saat: 12.00’de Kars Eğitim Enstitüsü’nün önünde olacağız; Cemil’in kaybedildiği yerden insanlığın vicdanına sesleneceğiz.
Sesimizin kamuoyuna ulaşmasına köşenizden aracılık etmenizi diliyoruz.

Cumartesi Anneleri Adına Berfo Kırbayır İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Kayıplara Karşı Komisyon
 
radikal

AKP TMMOB'u Adım Adım Tasfiye Etmeyi Planlıyor

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Başkanı Mehmet Soğancı, yeni oluşturulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı içinde yapılan düzenlemeyle mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı mesleği ve TMMOB’un “teslim alınmak istendiğini” söyledi.

Yeni oluşturulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri arasında “meslek odalarının mevzuatını hazırlamak” ilk sıraya yerleştirildi. Bakanlık bünyesinde Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü oluşturulurken, uygulamanın öncelikli olarak TMMOB’un gücünü kırıp, mevzuatında değişikliklere gitmeyi planıyor.

Cuma günü toplanan TMMOB yönetimi toplantısı ardından Soğancı tarafından yapılan yazılı açıklamada “ülkenin yargısını, eğitimini, tüm kurumlarını ‘düzene sokan’ AKP zihniyetinin ‘ustalık dönemi’ndeki hedefleri arasında TMMOB’yi de düzenlemek var. AKP iktidarı, önünde engel olarak gördüğü TMMOB’yi yeniden yapılandırıp işlevsizleştirmeye ve yok etmeye çalışıyor” dedi ve mesajları verdi:

‘’TBMM 6 Nisan 2011 tarihli oturumunda hükümete kanun hükmünde kararname (KHK) çıkarma yetkisi vermiştir. AKP, Meclis’in olağanüstü yetki devrini de aşarak ve anayasaya aykırı olarak bakanlıkların teşkilatlanması ile meslek alanlarımıza ve meslek odalarımıza ilişkin düzenlemelere hemen koyulmuştur.

AKP, seçimden hemen birkaç gün önce 11 adet KHK yayımlayarak uzun süredir tasarımında olan ancak uygulamaya koyamadığı “yeni kamu yönetimi” anlayışına geçmede bir sorun görmemiştir. 636 sayılı KHK ile de Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ile Çevre Bakanlığı lağvedilerek bu iki Bakanlık “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı” adı altında birleştirilmiştir.

Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı içinde bir düzenleme ile mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı mesleği ve örgütümüz teslim alınmak istenmektedir. Öyle görülüyor ki; ülkenin yargısını, eğitimini, tüm kurumlarını “düzene sokan” AKP zihniyetinin “ustalık dönemi”ndeki hedefleri arasında TMMOB’yi de düzenlemek var.

Yeniden yapılandırma: AKP iktidarı, çevreyi tahrip eden, kentlerimizi, kıyılarımızı, ormanlarımızı yağmalayan, kamusal değerlerimizi sermayeye peşkeş çeken anlayışın önünde engel olarak gördüğü TMMOB’yi yeniden yapılandırıp işlevsizleştirmeye ve yok etmeye çalışıyor.

Son iki yıldır, Devlet Denetleme Kurulu incelemeleriyle, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın birliğimiz üzerinde vesayet denetimi uygulama çalışmalarıyla kendini gösteren “TMMOB’nin yeniden şekillendirilmesi ve meslek odalarının düzene sokulması projesi”ndeki son nokta, Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde “Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü”nün kurulması ve bu genel müdürlüğe verilen görevler olmuştur.

Anayasanın 135. maddesi yürürlükte iken, 6235 sayılı TMMOB Yasası halen geçerliyken; TMMOB ve bağlı odaların asli görevlerinin Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’na devrinde sakınca görülmemiştir.

Bu devir işlemi açıkça anayasaya ve Yetki Yasası’na aykırı olup demokratik işleyişin tüm usul ve yöntemleri ile bağdaşmamaktadır. Örgütümüzün yetkilerini kısıtlamaya, meslek alanlarımızı yeniden yapılandırmaya yönelik düzenlemeleri hiçbir şekilde kabul etmeyeceğiz.’’

Cemaatlerin blok oyu 12 Eylül'ün isteğinin izdüşümü

Erdoğan Aydın, cemaatlerin 12 Haziran seçimleri öncesi blok olarak hangi partiye oy vereceklerini açıklamalarını, değişen siyasal atmosferin göstergesi olduğunu belirtiyor ve 12 Eylülcülerin arzu ettiği Türk-İslam sentezinin bugün karşılığını cemaatlerin cesaretinde bulduğunu ifade ediyor.

“Memleketin yaşadığı seçimin genel atmosferi önceki seçimlere göre cemaatlerin özgüveninin ne kadar artmış olduğunu gösteriyor” tespitinde bulunan Aydın’a göre, cemaatlerin bu kaygısız tutumları sermayenin en güçlü sivil toplum örgütü TÜSİAD dahil, kendilerini diğer STK’ların üstünde hissettiklerinin de bir göstergesi.


Erdoğan Aydın, "AKP bu durumu nasıl karşılayacak" sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor: "Bu, AKP’nin kendisini ne kadar özgüvenli hissedip hissetmeyeceğiyle ilgili bir durum. Dolayısıyla bu durum karşısında AKP’nin rakip partilere oy veren tarikat veya cemaatlere yönelik devlet bütçesinin ihale yönlendirmelerini ve yasal olanak kullanımlarını kısıtlamasını bekliyorum. Tam tersine, kendini önümüzdeki süreçte tartışma konularına bağlı olarak tarikat, cemaat oylarını kendisine bağlama girişimleri de olabilir."


>>>Seçimleri geride bırakmış bulunuyoruz. Bu seçim döneminde farklı cemaatlerin farklı partileri işaret ederek blok oy kullandıklarını gördük. Bunu nasıl değerlendirmeliyiz?

Memleketin yaşadığı seçimin genel atmosferi önceki seçimlere göre cemaatlerin özgüveninin ne kadar artmış olduğunu gösteriyor. Cemaatlerin bu kaygısız tavır açıklama tutumları sermayenin en güçlü sivil toplum örgütü TÜSİAD dahil, kendilerini diğer STK’ların üstünde hissettiklerinin göstergesidir. TÜSİAD gibi bir örgütün üyelerinin hiçbirisinin görüş açıklayamadığı, açıklayanın hükümetle karşı karşıya geldiği bir noktada, cemaatlerin bu kadar rahat tavır açıkladığı bir ortamda siyasal atmosferin ne denli ciddi değiştiğinin, organizasyonun ne kadar kökleştiğinin göstergesi doğru okunmak zorundadır.
Bu yaşanılan durumu sadece AKP döneminin sağlamış olduğunu söylemek doğru olmaz, eksik olur. Çünkü AKP de dahil olmak üzere söz konusu bu organizasyon, muhafazakârlaşma adı altında 12 Eylül cunta yönetiminin tasarladığı Türkiye bağlamında değerlendirilmek zorundadır. Şunu söylemek kesinlikle doğru olur: 12 Eylül bugün de sürüyor. 12 Eylül dediğimiz şey Türkiye demokratik güçlerinin, emeğin ve başka bir Türkiye isteyenlerin ezildiği, buna karşın devletin egemen kimliği olan Türk-İslam sentezi çerçevesi içinde kalanların alabildiğine keyfi davrandığı bir ülke tablosudur. Bu açıdan baktığınızda 12 Eylül cunta yönetiminin arzuladığı bir Türkiye tablosunun sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Devletin bütün aygıtlarının yürütmenin altında toplandığı bir Türkiye tam da böyle bir tabloya denk düşmektedir. 12 Eylül’e karşı zaman zaman bazı girişimlerde bulunuluyor gibi hava yansıtılmak istense de tablo bunun aksini göstermektedir. Sadece referandum öncesi 12 Eylül karşıtı söylem değil, seçimlerden kısa bir süre önce 12 Eylül darbecilerinin ifadeye çağrılması girişimi de tamamen göz boyamaya yönelik olarak ve liberallerin desteğinin kesilmemesi için yapılan bir hamledir.

>>>Cemaatler bu dönemde bir bütün olarak neden AKP’de konsolide olmadı?

Muhafazakârlaşmış bu atmosferin aynı zamanda bu egemenliğin kendi iç tartışmalarını ve kırılmalarını da beraberinde getirmesi kaçınılmaz bir durumdu. Türkiye’de siyasetin alanı demokratikleşme ekseninde değil, devletin bütçesinin paylaşılması ekseninde şekillenmektedir. Ve bu durum kaçınılmaz olarak her seçim öncesi kimi güç odaklarının kimi destekleyecekleri noktasında tayin edici bir öğedir. Dolayısıyla AKP dışında tercih belirten tarikatlar ya da cemaatler bize iki şeyi göstermektedir. Bir; artık kendilerini memleketin güç odakları arasında görmektedirler, bu nedenle tavırlarını rahat ve net olarak deklare edebilmektedirler. İkincisi; AKP dışında tercih belirten tarikat veya cemaatler AKP’den beklentilerini elde edememiş olmalarının hayal kırıklığıyla AKP karşısında, AKP’ye rakip olabilecek partilerle ittifak kurarak AKP’ye karşı pazarlık kozlarını güçlendirmiş olmayı istemiş olabilirler.
 
>>>>Peki, AKP hükümetinin bu önümüzdeki dönemde cemaat ve tarikatların bu pozisyon alışlarını nasıl karşılayacağını düşünüyorsunuz?

AKP’nin bunu nasıl karşılayacağı diğer dünyevi siyasal sorunlarda olduğu gibi AKP’nin kendisini ne kadar özgüvenli hissedip hissetmeyeceğiyle ilgili bir durum. Dolayısıyla bu durum karşısında AKP’nin rakip partilere oy veren tarikat veya cemaatlere yönelik devlet bütçesinin ihale yönlendirmelerini ve yasal olanak kullanımlarını kısıtlamasını bekliyorum. Tam tersine, kendini önümüzdeki süreçte tartışma konularına bağlı olarak tarikat, cemaat oylarını kendisine bağlama girişimleri de olabilir. Bu sürecin nereye evrilebileceğini bugünden net olarak söylemek mümkün değil. Yeni anayasa tartışmalarında, Kürt sorununda AKP cemaatlerin desteğini almak isteyebilir.

>>>Sizce sol, cemaat olgusuna nasıl yaklaşmalı? Cemaatlerin kayıt altına alınmasını ve şeffaflaşmasını mı savunmalı yoksa başka türlü bir mücadele tarzını mı?

Sol, genel olarak çifte standartlardan kurtulmuş ve herkesin kendini eşit olarak ifade edebildiği, eşit güvencelere sahip olduğu bir hukuk normunu savunmaktadır. İster cemaat ya da gerçekten STÖ olsun, yurttaş olsun devletin ayrımcılığına karşı, adaletsizliğe karşı sol sesini yükseltir. Kendine güvenen bir sol, kendine karşı dahi mücadele eden tarikat ya da cemaatlerin yasaklanmasına dönük bir mücadele yürütmemelidir. Bunların yasaklanmasına dönük bir söylemin, mücadelenin aktif olarak yürütülmesinin özgürlükçü sol bir perspektife yakışmadığını düşünmekteyim. Yalnız cemaatlerin hesap vermeden siyaseti belirler bir konumda durmasını da savunmuyorum. Herkesin kendini ifade etme hakkını sol söylem olarak kabul eder. Sağ muhafazakâr yapılar kendinden olmayanı yok sayıyor ya da ötekileştiriyor. Sol ve demokrasi güçleri ise faklılıkları bir arada kabullenen bir anlayışa sahiptir.

>>>Son olarak şunu sormak istiyorum: Bu durum karşısında nasıl bir Türkiye istemeliyiz?

Kendi adıma bu soruya şöyle yanıt verebilirim: Kimliğinden ve tercihinden dolayı mağdur insanların olmadığı bir Türkiye, herkesin eşit yurttaş olduğu ve kimsenin başkalarına sadaka vermediği, başka nedenlerle birbirine ihtiyaç duymadığı bir ülke istiyorum. Böyle bir Türkiye için egemen siyasete karşı eşitlikçi, özgürlükçü bir anlayışı benimseyen bir sol siyasetin yükseltilmesi gerektiğini de düşünüyorum.

Cemaatlerin STÖ olarak sunulması yanlış


>>>>Cemaatlerin birer sivil toplum örgütü gibi hareket etmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cemaatler, sivil toplum örgütü (STÖ) değildir. STÖ’ler devlet/sivil alan ayrımında sivil alanda yer alır ve yurttaşları devlete karşı savundukları bir alandır. Devleti temsil eden güçlere karşı farklı çıkar gruplarını savunan yapılardır. STÖ dediğimiz olgu bu işlevi bakımıyla devletten daha özgürlükçü olmakla birlikte kendi içinde de hesap verebilir konumdadır. STÖ ile cemaatleri kıyasladığınızda bir farklılıkla karşı karşıya kalıyoruz: Cemaatler kendi içlerinde çok katı, el-etek öptürecek denli hiyerarşiye sahiptir. Bu anlayış aynı zamanda antidemokratiktir. STÖ’ler kayıt defterleri olmakla birlikte, devletin ilgili kurumlarınca denetlenmektedirler. STÖ’ler dernekler yasası altında kurulurken cemaatlerin hiçbir yere hesap vermemek, daha çok illegal yapılanmalar olarak karşımıza çıkmak gibi bir durumları vardır. STÖ kavramının liberallerce içinin boşaltılıp, cemaatleri ve tarikatları birer STÖ olarak sunması gerçekliği yanlış okumak anlamına gelmektedir.

Cemaatlerin Seçim Serüveni

Türkiye’de etkin olan cemaatlere baktığımızda Nakşi ve Kadiri ve Halveti ve Rufai tarikatlarının ciddi anlamda baskın olduğunu görebiliyoruz. Bunun yanında mezhepsel olarak da kendisini cemaat olarak nitelendiremeyen Caferilik, Mevleviler gibi yapıların da burada aynı kategoride alınması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bunun yanında tarikat bağlantısı olmayan Hizb-ut Tahrir, Hizbullah, Tebliğ Cemaati gibi yapıların yanında, Selefi ekolünün de cemaat kavramı içerisinde değerlendirilmesi gerekiyor.
Türkiye’de farklı şekillerde görülen cemaatlerin büyük bir kısmının da bu tarikatların alt kolu olduğunu görmemiz gerekiyor. Ancak, nasıl ki bütün Nurcu grupları aynı değilse bütün Nakşileri,Kadrileri de aynı kategoride değerlendirmek yanlıştır.

NAKŞİLER ARTIK AKP’DE TEK VÜCUT DEĞİL


Türkiye’de Nakşiliğin ana damarını oluşturan grupların başında Adıyaman Menzil Cemaati, İsmailağa Cemaati, Süleymancılar, İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, Yahyalı Cemaati, Seyit Abdülhalim Arvasiye bağlı Işıkçılar,Siirt Tillo şeyhleri öne çıkan cemaatler olarak karşımıza çıkıyor. Kadirlik'te ise kamuoyunda Haydar Baş grubu öne çıksa da özellikle lokal olarak çok sayıda Kadri tarikatı mensubu yaşamlarını sürdürüyor.

Adıyaman Menzil Cemaati


Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın da yakınlık duyduğu Adıyaman Menzil Cemaati kayıtsız şartsız olarak bu seçimlerde de AKP’yi destekliyor. Şu an Menzil’de ikamet eden Seyyid M. Abdülbaki Efendi ile Eskişehir yakınlarında ikamet eden yeğeni Seyyid Fevzeddin Erol’un ayrı çalışma yapmalarına karşın siyasi olarak AKP’ye destek verildiği biliniyor. Menzil’in bu desteği kamuoyuna deklare etmediği ve müritlerini serbest bırakıldığı iddia edilse de, özellikle Eskişehir’deki Bilvanis Çiftliği'nin havadan takibi emri verdiği, çiftliğe hava harekâtı düzenlenmesi için plan yaptığı iddiaları nedeniyle Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı’nın tutuklanması sonrası cemaat üyelerinin AKP üzerindeki ittifaklarının daha da perçinleştiği biliniyor.

İsmailağa Cemaati


İsmailağa Cemaati kamuoyunda en çok Cübbeli Ahmet ve işlenen faili meçhul cinayetlerle ve tavizsiz giyim tarzlarıyla gündeme geldi. Özellikle Cüppeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü ve taraftarlarının Ataköy Sinan Erdem Spor Salonu'nda düzenleyecekleri sohbet toplantısında verilecek görüntünün, türban konusunun çözümü sürecini baltalayacağı şeklinde Yeni Şafak gazetesinde çıkan bir haber ve Cübbeli’nin kasetlerinin ortaya çıkması sonrasında Cübbeli ile AKP arasının limoni olduğu bütün dindar kesimler tarafından biliniyor. Cemaat lideri konumunda bulunan Mahmut Ustaosmanoğlu’nun vereceği işaret öncesi cemaatin siyasi olarak bölündüğü, cemaatin bir kısmının AKP’ye bir kısmının Saadet’e bir kısmının ise HAS Parti’ye oy vereceği müritler tarafından dillendiriliyor. Bu siyasi bölünmüşlüğün başlıca sebebi Cübbeli Ahmet’in siyasi anlamda bağımsız hareket etmesi olarak gösteriliyor.

İskenderpaşa Cemaati


Esad Coşan'ın oğlu Nureddin Coşan'ın önderliğindeki İskenderpaşa Cemaati, seçimlerde açıkça MHP'yi destekleyeceğini belirtip, bir bildiriyle de cemaat üyelerini bilgilendirdi. Daha önce de Sağduyu Partisi’ni kuran Cemaat 17 Temmuz 2007’de yayımladığı mesajda AKP’ye 2002’de verdiği desteği geri çekmişti. Açıklamada “22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinde AKP'yi desteklemiyoruz. 2002'de AKP'ye, inanç özgürlüğü ile ilgili hedefleri itibariyle şartlı destek vermiştik. Ancak, bu şartlı desteği geri çekiyoruz. Mevcut AKP hükümetini, bünyesinde yakın hissettiğimiz, dost bildiğimiz bazı şahsiyetleri barındırmasına rağmen, özellikle vaat ettikleri özgürlükler ile ilgili olarak, son beş yıl içerisinde somut bir gelişme kaydetmemeleri sebebiyle yapılacak genel seçimlerde desteklemiyoruz” demişti. Cemaatin bu seçimlerde AKP'ye karşı bir kızgınlık içerdiği gibi, açık bir MHP taraftarlığı içermiyor. Sadece "MHP’nin baraj altı kalmasını sağlayan oyuna karşı bir taktik" olarak değerlendirilse de cemaat üyelerinin kararın gerekçesini Nureddin Coşan’dan beklediği ifade ediliyor. Şeyhin bu kararına tabanın büyük bir kısmının uymayacağı, oyların AKP-Saadet ve HAS Parti ve MHP arasında gideceği hesaplanıyor.

Süleymancılar


Süleymancılar olarak bilinen Süleyman Efendi Cemaati son dönemde ikiye bölünmüştü. Cemaatin büyük çoğunluğu Süleyman Hilmi Tunahan`ın torunu Ahmet Arif Denizolgun’un safında yer aldı. Diğer kardeş Mehmet Beyazıt Denizolgun da ayrışan cemaatte ikinci etkin kişi. Cemaat çevrelerinde bölünme nedeni olarak AKP gösteriliyor. Bu nedenle oyların DP-MHP ve AKP arasında bölüştürüleceği ifade ediliyor. Süleymancıların önde gelen ismi olarak bazı yerlerde kabul gören DYP eski milletvekili İsmail Amasyalı’nın tavrı da cemaat içerisinde oldukça etkin.

Erenköy Cemaati


Erenköy Cemaati, Mehmet Esatın halifesi Mahmud Sami Ramazanoğlu'nca kuruldu. Nakşibendi geleneği içinde, esnaf ve işadamlarının kolu olarak biliniyor. Ramazanoğlunun ardından cemaatin dini sorumluluğunu Musa Topbaş üstlendi. Onun ölümüyle üç isim ön plana çıktı: Yeni Şafak'ın eski başyazarı Ahmet Taşgetiren, Eymen Topbaş ve Konya'da yaşayan Tahir Büyükkörükçü. Yakın zamanda vefat eden Büyükkörükçü bir dönem Milli Selamet Partisi milletvekilliği de yapmıştı. Cemaatin son seçimlerde oyunu AKP’ye verdiği biliniyor.Cemaatin yayın organı Altınoluk dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Taşgetiren’in dönem dönem eleştirmesine rağmen AKP’ye destek veren bir çizgide olması, cemaatin de oyunu AKP’ye vereceğinin işareti olarak kabul ediliyor. Cemaatin ağırlıklı olarak AKP’ye destek vereceği özellikle Konya’dakilerin ise Saadet ve HAS Parti arasında bölüneceği ifade ediliyor.

Yahyalı Cemaati


Temellerini Kadri şeyhi Kayserili Hacı Hasan Efendi’nin attığı, birçok önemli siyasetci ve akademisyen yetiştiren cemaat kurulduğu günden bu yana Milli Görüş hareketinin partilerine destek veriyor. 2002'den bu yana AKP ile ilişkilerini belli bir mesafede tutan cemaat 12 Haziran seçimlerinde oyunu ağırlıklı olarak AKP’ye verdi; diğer oyları da Saadet Partisi ve HAS Parti arasında paylaşıldı.

Işıkçılar


Seyyid Abdulhakim Arvasi'nin yolunu takip eden Hüseyin Hilmi Işık'ın temellerini attığı Türkiye gazetesi çevresi, Enver Ören döneminde Türkiye'ye adını duyurdu. Cemaat medyada, bankacılıkta ve sanayide çok büyük yatırımlara girdi. 2001'de patlak veren bankacılık krizinden nasibini alan İhlas Finans'ın iflası ile büyük bir mali krize giren Enver Ören'in önderliğindeki İhlas Holding, AKP iktidarına sırtını dayayarak bu krizden çıkmayı başardı. 2002'den bu yana AKP iktidarını destekleyen Enver Ören ve cemaati, Haziran 2011 seçimlerinde de AKP'ye destek verdi.

Haydar Baş ve Cemaati


Kadiri Tarikatı'nın İcmal Kolu'nun lideri Haydar Baş son döneme kadar çalışmalarını Bağımsız Türkiye Partisi adıyla sürdürüyordu.Bir dönem Tansu Çiller’in de danışmanlığını yapan Baş, medya desteği ve ticari faaliyetlerle cemaatini güçlendirdikten sonra tüm gücünü bir siyasi parti çatısı altında topladı. Haydar Baş'a yakınlığı ile bilinen Yeni Mesaj gazetesi ve Meltem TV bu seçimlerde AKP'ye en ağır muhalefeti yapan medya grubu olarak dikkat çekerken, Demokrat Parti Lideri Namık Kemal Zeybek'e tam destek veriyor. Öte yandan Urfa’da Cevheri ailesi ile öne çıkan Kadirilerin bu seçimde Cevheri ailesinin bağımsız adayını destekleyecekleri belirtiliyordu.

Hakikat Grubu


Gebze'de yaşayan Şeyh Ömer Öngüt'ün öncülüğünde kurulan Hakikat dergisi, Nurculardan Süleymancılara, Erbakan'dan Erdoğan'a kadar geniş bir kesime yönelik ağır eleştirileri ile biliniyor. Ergenekon davasında da İskender Evrenesoğlu ile birlikte adı kullanılacaklar arasında geçen Ömer Öngüt, geçtiğimiz yıl haziran ayında vefat etti. Sakarya çevresinde oldukça etkin olan cemaatte Öngüt’ten sonra emekli bir asker başa geçti. Cemaatin sandığa gitmeyeceği belirtiliyordu.

Tillo Şeyhleri


Süryanice 'Yüksek Ruh' anlamına gelen Siirt’teki Tillo geleneği Kadiri Tarikatı’nın en güçlü kollarından. Başbakan Erdoğan milletvekili seçilirken yüzde 90'ın üzerinde destek verdiler. Referandumda da "evet" diyen şeyhler seçimde oylarını AKP lehine kullanacaklardı.

Norşin Şeyhleri


Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun medreseleri ile bilinen Norşin’de yetişen alimler siyasete pek karışmak istemediklerinden dolayı oylarını açık açık belli etmese de sandıkta verecekleri oyları özel sohbetlerinde veya talebelerin soruları üzerine söylüyorlardı. Bu seçimde oyları AKP ve HAS Parti arasında paylaşıldığı tahmin ediliyor. Ancak Molla Sadrettin Yüksel’in oğlu Müfid Yüksel’in HAS Parti’den Bitlis adayı olması oyların akışını değiştiren en önemli etkendi. Öte taraftan Edip Safter Gaydalı’nın bağımsız aday olması ve şeyh ailesinden olması da Bitlis çevresindeki tarikat cemaat oylarını değiştiren bir diğer etken.

Mustazaf-Der çevresi


Bölgede PKK’dan sonraki ikinci güç olan eski Hizbullahçıların ağırlıkta olduğu Mustazaf-Der, referandum sürecinde oylarını “Evet”ten yana kullanmıştı. Sandık tercihlerini pek belli etmeyen cemaatin bu seçimlerde ağırlıklı olarak AKP’yi destekleyecekleri belirtiliyordu. Bir kısım cemaat mensubunun da AKP'nin kendilerini yalnız bıraktığını düşünerek sandığa gitmeyecekleri ifade ediliyordu.


Yeni Asyacılar


Nurcu kesimin en köklü gruplarından biri olan Yeni Asya gazetesi çevresi, yıllardır istikrarlı bir şekilde DP-AP-DYP geleneğini destek veriyordu. İslam adına siyasetin bir sonuç vermeyeceğini düşünen Mehmet Kutlular öncülüğündeki Yeni Asya Grubu’nun, 'Ehven-i Şer' olarak gördüğü Süleyman Demirel’in öncülüğündeki Adalet Partisi’ne destek vermesi, Milli Görüş hareketinin tepkisini çekmişti. Cemaat İstanbul’da yaptığı toplantı ile oyunun rengini belli etti. Açıklamada; “Olağanüstü temsilciler toplantımızda, 12 Haziran seçimiyle ilgili istişarelerde bulunuldu. Çok sayıda temsilcimizin görüş bildirdiği müzakerelerde, ‘Daha önceki Umumî Meşveret toplantılarında alınan kararlar çerçevesinde siyasî görüşümüzde bir değişikliğin söz konusu olmayıp, DP’ye verilen desteğin devam etmesi; bu hususla ilgili neşriyat ve çalışmalarımızın, cemaatimizde ve kamuoyunda oluşan hassasiyetleri dikkate alan dengeli ve yapıcı bir üslûp ve dozajla yürütülmesi’ şeklindeki tavsiye kararı teyid edildi” denildi.

Fethullah Gülen Hareketi


1970’li yıllarda Mehmet Kutlular’la yollarını ayırarak dünyanın en büyük eğitim organizasyonuna imzasını atan Fethullah Gülen Gönüllüleri, geçmiş yıllarda Turgut Özal’dan Bülent Ecevit’e kadar geniş bir yelpazedeki siyasi partilere destek verdi. 2002'den bu yana AKP'ye tam destek veren Gülen cemaati, Ergenekon davası sürecinde bu desteği zirveye taşıdı. Yurtdışındaki gönüllülerini oy kullanmak için kafileler halinde Türkiye'ye çağıran Fethullah Gülen Gönüllüleri, Zaman ve Samanyolu ile AKP’nin kazanması için en çok çalışan cemaatlerin başında geliyor.

Mehmet Kırkıncı Grubu


1980'e kadar Yeni Asya Grubu ile birlikte hareket etmekte iken, bu tarihten itibaren siyasi tercihlerde ihtilafa düşmeleri sonucu bu gruptan ayrılan Mehmet Kırkıncı tarafından kurulmuştur. Söz konusu grup, kontrolündeki vakıflar ve öğrenci evleri vasıtasıyla Erzurum, Ankara ve Adana ağırlıklı olmak üzere çeşitli illerde faaliyet göstermektedir.Fethullah Gülen’i Risal-i Nur ile tanıştıran kişi olarak da bilinen Kırkıncı Hoca Gurubu, bu seçimde de oyunu AKP lehine kullanacağını açıklamıştı.

Caferiler


İstanbul, Kars, Iğdır, Bursa, Ankara, Manisa, İzmir gibi büyük şehirlerde kayda değer ölçüde Caferi yaşıyor.Caferilerin bu seçimde oylarını CHP’ye verecekleri belirtiliyordu. Türkiye Caferileri Lideri Hüccet-ul İslam velmüslimin-Hacı Şeyh Selahattin Özgündüz'ün yeğeni Ali Özgündüz'ün savcılık görevinden ayrılarak CHP'den İstanbul 3. bölge 8. sıra olarak belirlenmesi cemaat oylarının CHP’ye akacağının en büyük işareti sayılmıştı.

Akabe Vakfı


Mustafa İslamoğlu liderlindeki cemaat geçmiş dönemde siyasi partilere olumlu yaklaşmayıp sandığa gitmiyordu. 12 Eylül referandumunda evet oyu veren cemaat bu seçimde de AKP’yi destekleyeceğini açıklamıştı.

Anadolu Platformu


Bünyesinde elliden fazla dernek bulunduran Anadolu Platformu’nda öne çıkan derneklerin başında Aksa Dayanışma Vakfı olarak bilinen AKDAV geliyor.Cemaat, yıllardır ağırlıklı olarak AKP’yi destekliyor.

İnsan Medeniyet Hareketi


Bir çatı kurumu olan İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH) bu seçimde de kayıtsız ve şartsız olarak AKP’yi destekledi.

Kürt Nurcular


Kürt Nurcuların büyük bir kısmı açıktan sandığa gideceğini ifade etmese de sandığa gideceklerin büyük bir kısmı bağımsız adayları destekleme kararı almıştı. Ancak bu konuda Kürt Nurcular arasında alıınmış bir kollektif karar yoktu. Kürt Nurcular dışında özellikle Irak Federe Kürt bölgesi ile teması olan Kürt İslamcılar da bu seçimde BDP’nin desteklediği bağımsız adayları destekleyeceklerini açıklamıştı.

Sandığa gitmeyecekler

 
Selefi gruplar ve Hizbul Tahrir sandığa gitmeyecek gruplar olarak karşımıza çıkarken; Özgür-der çevresinde de bazı grupların sandığa gitmeyecekleri ifade ediliyordu.




ARAŞTIRMA: NEVZAT ÇİÇEK
nevzatcicek@gmail.com
twitter.com/nevzatcicek