28 Nisan 2011 Perşembe

Çılgın Proje mi Dediniz!


Başbakan Erdoğan “çılgın proje”sini açıkladı: Kanal İstanbul…

İstanbul’un batısında Karadeniz’den Marmara’ya gemilerin geçebileceği bir kanal açılacak…

Başka bir deyişle minyatür bir Boğaziçi yapılacak…

Bu proje ne kadar “çılgın”, öncelikle bunun üzerinde duralım…

“Çılgın” adı nereden geliyor?

Normal olarak projeler çılgın olarak değil, büyük olarak nitelendirilirler.

Örneğin “İstanbul’un çehresini değiştirecek büyük proje” denilir…

Projeye “çılgın” demek de nereden çıktı, diye sorarsanız, mantıklı bir cevap bulamazsınız.

Önceden beri belirttiğim gibi, AKP kurmayları, CHP’ninkilere göre daha akıllı ve modern yöntemlerle çalışan insanlar…

Bizim gibi ülkelerde parlamenter demokrasi, belirli bir gün ve saatte insanların oylarını sizin için sandığa atmasıdır. Daha sonra farklı düşünebilirler ve bu da önemli değildir.

İmajın pazarlanması önemlidir.

İmajda mantık aranmaz.

İmaj insanı ajite eder, bir deyimle uçurur, düşünemez duruma, ne söylenirse kabul edecek duruma getirir.

Turgut Özakman’ın çok satan “Şu Çılgın Türkler” kitabını hatırlarsınız.

Çılgın belirlemesi buradan alınmadır.

Türk bu, yapar!

Çılgınlık gibi gelir, ama yapar!

“Kurtuluş Savaşı” da çılgınlık gibiydi, ama yapıldı.

Bu çılgın proje de yapılacaktır…

Seçimden hemen önce ortaya çıkarılan bu tür bir projenin yapılabilirliği, ek olarak yapılınca da ne işe yarayacağı uzmanların değerlendirebileceği bir konudur.

İlk değerlendirmeler, bu tür bir projenin İstanbul’un nüfusunu 25-30 milyona çıkaracağı, kentin iyice yaşanmaz duruma geleceği yönündedir.

Bir başka uzman, İstanbul’un deprem bölgesinde bulunduğunu, böyle bir proje yerine kentteki çürük evlerin sağlamlaştırılması gerektiğini belirtiyor.

Bir başkası ise, Başbakan’ın “Boğaz trafiği azalacak” sözüne cevap veriyor:

“Boğaz’dan en çok petrol tankerleri geçiyor. Eğer petrol boru hattıyla taşınıyor olsaydı, böyle bir trafik zaten olmazdı.”

Burada yıllardan beri bilinen numara ile karşılaşıyoruz:

Sorunu yaratırsınız ve o sorunu çözecek önlemler yerine, o sorunun doğurduğu yeni sorunlarla uğraşırsınız.

Sorunun yarattığı sorunlarla uğraşmak istemeyenler için de, “bakın, bunlar çözüme karşı çıkıyorlar” dersiniz.

Bu tutumun en bilinen örneği, Başbakan Erdoğan’ın da diline doladığı Birinci Boğaz Köprüsü konusudur.

1960’lı yılların ikinci yarısında, Demirel iktidarı döneminde, bütün sosyalistler İstanbul’da yapılacak ilk Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkmışlardı.

Sonraki yıllarda sola şu veya bu nedenle karşı olan herkes de bu karşı çıkışı diline dolayıp, “bakın, bu kadar faydası olan köprüye bile karşı çıkmışlardı” demişti.

Sosyalistler, o dönemde, boğaz köprüsüne neden karşı çıkmışlardı, bunu belirten yoktur.

İki nedenle karşı çıkmışlardı:

O yıllarda, özellikle de Kürdistan’da çok sayıda köyün yolu, suyu ve elektriği yoktu.

Köprüye harcanacak parayla hemen her köye yol, su ve elektrik götürülebilirdi.

Köprüye karşı çıkarken, bu paranın başka yere harcanmasını istemişlerdi.

İkinci neden de önemlidir:

İnsan ve eşya taşımacılığının karayolundan demiryoluna kaydırılmasını istemişlerdi.

Ulaşım ve taşıma esas olarak karayolundan sağlandığı sürece, tek köprü yetmeyecek, sürekli yeni köprülere ihtiyaç duyulacaktı.

Gelişme de aynen bu yönde olmuş, her yeni köprünün ardından başka bir köprüye gerek duyulmuştur.

Ulaşım ve taşıma esas olarak karayoluyla yapıldığı sürece İstanbul trafiğinin ferahlatılması mümkün değildir.

İster birkaç köprü daha yapın, isterseniz ikinci Boğaziçi’ni açın, her yeni önlem İstanbul ve çevresindeki trafik sıkışıklığını artıracaktır.

1960’lı yıllarda sosyalistler bu iki nedenle köprüye karşı çıkmışlardı.

Zaman onların haksız değil, haklı olduğunu gösterdi.

Yeniden çılgın projeye dönelim…

Başbakan Erdoğan “çılgın proje” yapmak istiyorsa, öncelikle Ankara-İstanbul arasında yapılması yıllardan beri planlanan, bir ara yapılmaya da başlanılan ama sonuçlandırılamayan demiryolu projesini hayata geçirebilir.

Türkiye gibi büyük bir ekonomiye sahip olan ve lider olduğu söylenilen bir ülkede, başkent ile en büyük kent arasında tren seferleri hala Eskişehir üzerinden yapılıyor.

Çılgın projelere meraklı Başbakan, bir çılgınlık yapıp, Ankara-İstanbul arasında birkaç yüz kilometrelik hızlı tren hattı inşaatına girişemiyor.

1990’lı yıllarda Turgut Özal, “demiryolu komünist işidir” demişti.

Almanya’dan Fransa’ya, İsviçre’den Hollanda’ya kadar birçok Avrupa ülkesinde insan ve eşya taşımacılığında esas olan demiryoludur.

Üstelik saatte 300 kilometre hızla giden trenlerle uzun mesafelerde demiryolu, karayoluna göre hem daha çabuk hem de daha güvenli duruma gelmiştir.

Bu ülkelerde hızlı tren, uçakla yarışır duruma gelmiş, bu nedenle de birkaç yüz kilometre uzaklıktaki havaalanlarına uçuşlar eskisine göre azalmıştır.

Bir yerden başka bir yere uçakla gittiğinizde harcanan zaman sadece uçak havadayken geçen zaman değildir.

Havaalanına erken gideceksiniz, bagajı vereceksiniz, güvenlik kontrolünden geçeceksiniz, uçacaksınız ve indiğiniz yerde de kent dışında olan havaalanından kente geleceksiniz.

Bir kent merkezinden başka bir kent merkezine giden trende ise bu sorunları yaşamazsınız.

İstanbul için iki “çılgın proje” söz konusu olabilir:

Birincisi: Ülkenin bu en önemli kentinin çevre bağlantısının hızlı trenlerle sağlanması…

İkincisi: Günün birinde büyük bir deprem yaşayacağı ve bu durumda da çok sayıda insanın öleceği bilinen bu kentteki çok sayıda çürük yapının sağlam duruma getirilmesi…

Bu projeler İstanbul’u İstanbul yapar…

Başka her türlü proje bu kentin sorunlarını çözmez, tersine büyüterek geleceğe atar…

Biraz bekleyelim bakalım, Erdoğan’ın “çılgın projesi”nin altından daha neler çıkacak…

Rol,Model Irkçılık ve Faşizm


Yüksek Seçim Kurulu bağımsız adaylardan özellikle belli bazılarını seçip, adaylıklarını veto/iptal etme girişimi bilinçli/siyasi karar olduğu tarihteki yerini aldı. Türkiye Demokrasi ve barış temsilcilerini Parlamento dışında tutup, hak ve adaletin sesini kısma, dikta/statüko sisteme sorun çıkaracakları saf dışı etme çabasıydı. Statükoya karşı olabilecek gür sesleri azaltıp, daha rahat, sürdürülebilir bir dönem hedeflenmişti.
 
Ancak halkın sert muhalefetine çarpıp, alınan hukuksuz kararın altında kalarak düzeltmek zorunda kaldılar. Karar irdelenirken tarihsel bağlantılar, bölgesel ilişkiler ve meydana gelen gelişmelerden ayrı değerlendirilmemelidir.

Türkiye’nin çevresinde, komşu ülkelerde ciddi, kapsamlı halk hareketleri başladı. Demokratik halk hareketlerine direnen Diktatörlerden bazıları iktidarlarını bırakmak/terk etmek zorunda kaldı. Bazı diktatörlükler yıkılıp, tarihin çöplüğünde yerlerini almaya başladı.

Halk muhalefetine/hareketlerine direnenler zor durumda, ancak kontrollerindeki militarist zoru sonuna kadar kullananların akıbeti de farklı olmayacak gibi görünüyor.

Gerek iç ve gerekse de dış koşullar diktatörlüklerin devamına müsaade etmemektedir. Gelişen halk hareketlerine uluslar arası güçlerin müdahalesi kuşkusuz var, bu güçlerin Ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar hesapları bunu gerektiriyor. Ortadoğu yer altı ve yer üstü kaynakları zengin olan bir coğrafya, güç ve iktidar hesapları bunun üzerinedir.

Halk hareketlerinin de bundan etkilenmemesi, karşılıklı etkileşimin meydana gelmemesi doğanın tabiatına uygun da değildir. Bölgesel ve global her aktörün bir hesabı mutlaka bulunmaktadır. Burada farklı aktörlerden söz edilebilir. İran ve Türkiye bölgesel aktörler, emperyalizm global aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Bunların da birbirleri ile pozitif veya negatif ilişki ve çıkarları, çelişkileri vardır/bulunmaktadır.

Türkiye rol/model ülke olarak politikasını şekillendirme çabası içindedir. Suriye diktatörüne akıl hocalığı bu politikanın sonucudur. Buradaki halk hareketlerini baskılama, öteleme, mevcut Baas sistemini yaşatma veya hiç değilse ömrünü uzatma arayışı içinde, kendi sisteminin özelliklerini kopyalaması tavsiyesi/önerisi buna yöneliktir. Yine Libya Diktatörüne benzer tavsiyeler, rol/model olabilme olarak değerlendirilebilir. Buna benzer girişimler, demokratik halk hareketlerinin meydana geldiği bütün Ortadoğu ülkelerinde tekrarlandı.

Türkiye’nin rol/model politikasının geçerliliği, diktatörlüklere başkaldıran halkların bunu kabul edilebilmesi, Türkiye’nin sahip olduğu mevcut koşulları, içerde tutarlı, demokratik bir yapıya/sisteme dayanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Statüko da sistem de iktidar da bunların farkındadır. Mevcut yapısını özelliklerini koruyup ömrünü uzatmak, bölgesel politikalarda da hedeflediği rol/model politikasını gerçekleştirmek için içerdeki demokratik muhalefeti, halk hareketlerini baskılanmak, susturmak veya en azından demokratik sesi kısmak istemektedir. Ancak bunu başarırsa rol/modelde ilerleme, hedefine ulaşma umudu olabilir. Bu noktada temel sorun Kürt halk hareketi, demokratik halk muhalefeti sistemin handikabı olarak öne çıkıyor. Statüko demokrasiye dönüşüme direniyor. Kürtlerle demokratik hak ve hukuk zemininde uzlaşma mevcut ret/inkar ve imha yapısına uymuyor.

Kuruluşundan günümüze kadar halklarımızın sosyal, siyasal yaşamına kanlı ve baskıcı bir süreçle geçti. Özellikle 1925 Şark Islahat Kanunu ile Kürt politikası imha ve inkar üzerine şekillendirildi. Demokratik halk muhalefetinin her başlangıcı/filizlenmesi askeri darbelerle kanlı ve imha temelinde oldu/bastırıldı. Askeri darbelerle Kanun ve Kurallar bu bağlamda yeniden düzenlendi/şekillendirildi. Sistem bu gün de aynı özelliğini kurumakta, ırkçı özelliğini sürdürmeye de ısrarla devam etmektedir. Askeri diktatörlüklerden arta kalan düzenin üstüne demokrasicilik oyunu sahnelenmektedir. Bu yapısı ile de Ortadoğu halklarına rol/model olabileceğini hesaplamaktadır. Bu hesap gelişen Kürt muhalefetine çarpıp diktatöryal yüzü ortaya çıkarmaktadır. Nitekim Kürt coğrafyası kentleri, halklar, gaz bombaları altında inletilmektedir. Ortadoğu halklarının/hareketlerinin karşılaştığı baskıların misli burada, bu coğrafyada yaşanmaktadır.

Zor sahnede, zorun bütün araçları halklara karşı kullanılmaktadır. Yüksek Seçim Kurulu kararı güncel, sıcak öne çıkan uygulamalardan sadece biridir. Siyasi tercihinden dolayı binlerce insanın ceza evlerinde tutulmasının izahı mümkün değildir. Baskı rejimlerinin günümüz dünyasında Ortadoğu halk hareketlerine rol/model olarak görülmesi/benimsenmesi doğanın tabiatına uymadığı gibi mümkün de görünmüyor. Böyle bir politikayı dillendirmek hayal peşinde koşmak değilse bile iç politikaya yönelik bir hesap olarak görülebilir. Ülke halklarına bölgede rol/model olabileceğini, sistemin yapısının bu bağlamda benimsenmesi hedefleniyor, tam anlamıyla aldatmaca operasyonu olarak görülmelidir.

Kaldı ki geçmişte yaşananları hatırlayalım; Baas dikta/despotik rejimlerine rol/model ve akıl hocası olarak tarihte yerini aldığı görülecektir. Bu rejimler şimdi halklar tarafından çöpe atılıyor, bu bela geriye kanlı bir tarih bırakarak orta doğudan defediliyor. Türkiye rejiminin rol/modelliği ile şekillenen Baas zihniyeti tarih olmaya devam ediyor. Sıra Suriye Baas diktatörlüğüne gelmiş görünüyor. Dışişleri Bakanı bu diktatörlüğü kurumak/kollamak veya kurtarmak için büyük uğraş verdi/veriyor. Ancak Suriye’de de halklar ayakta, özgürlükleri için meydanlarda, demokrasi mücadelesi yükseliyor. Diktatörlük ise katliamlarla cevap veriyor, Suriye kan revan, her gün onlarca sivil güvenlik çetelerince öldürülüyor. Sormazlar mı, Rol/modelliğin bu mu? Askeri darbe diktatörlüğü artığı yasa ve kurallarla ancak bu kadar olur.

Ortadoğu diktatörlükleri birer birer yıkılırken Türkiye rejiminin de endişeleri açıkça dile getiriliyor. Yetkili/yetkisiz, basın/medya, sistemin yapısının farkında olan, devamında çıkarları bulunan bütün çevrelerce endişeler dile getirilmektedir. ‘’Rejime yansımaları çok kötü olacak’’ şeklindeki beyanlar günlük olarak dillerden düşmüyor. Endişelerin artması beraberinde demokratik halk muhalefetine baskıların artmasını getiriyor. İçerdeki demokratik muhalefeti baskılanarak dış dünyaya sorunsuz görünme çabasındadır.

İç ve dış kamuoyu dikkatleri genel olarak bölge üzerinde, özelde de bu rejim üzerindedir. Tarihteki suçlarını da bu tabloda görerek bütünlüklü bir değerlendirmeye tabi olacağı/yapıldığı hesaba katılmalıdır. Darbe artıkları ırkçı/nasyonalist kurallarla daha ileriye gitme gayreti, toplumları aldatma çabasının tutmayacağını zaman gösterecektir. Halklar baskıdan arınmış, özgürlük, evrensel insan hakları ve demokrasi kuralları ile insanca yaşamak istiyor. Bu talep etrafında örgütlenen, kurumsallaşan halkların talebi karşısında eskide diretmek beyhude bir çabadan öteye gitmeyecektir.

Esas olan çağdaş demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerdir. Irkı değil, insanı ve ona dair değerleri hedef alan, yücelten, bir sistem inşa etmenin kaçınılmaz olduğu artık anlaşılmalıdır. İnsana ait her değerin kabul olduğu, anlam bulduğu, insanı merkeze oturtan yeni bir dünya düzeni özlemi bu topraklarda zorun rolüne rağmen yaşam bulacak, ete kemiğe bürünecektir. Halklar bunu istedikten sonra önünde herhangi bir gücün zorla durma, kendisini dayatma olanağı yoktur.

Ortadoğu yeni bir güne uyanıyor, acıyı yaşayarak da olsa inşa etmeye kararlıdır.

nkizilban@gmail.com

PKK ve Rejimler

 
PKK; Türkiye, İran ve Suriye rejimleriyle kavgalı bir partidir. Ancak bu rejimlerin iktidarlarıyla anlaşmaya çalıştığı da bir gerçektir. Başkan Öcalan bundan önceki görüşme notlarının birinde, Beşar Esad reform yaparsa destekleriz demişti. Eğer reform yapmazsa, muhalefetin yanında yer alınacağını belirtmişti. Bu noktada PKK ve Öcalan’ın İran, Türkiye ve Suriye rejimlerinin geleceğini okumakta bir sorunlarının olduğunu düşünüyorum. Bu konuyu açmak istiyorum.

Rejimlerin ve devletlerin ömrü de canlılar gibidir. Doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Toprağın altında böyle yüzlerce devletin kalıntıları vardır. Yani devletler ve rejimler ölmek istedikleri için değil, bir gün ömürleri bittiği için ölürler. Onları kimse kurtaramaz. Sümer, Asur, Bizans, Roma, Emeviler, Abbasileri, Çarlık, Osmanlı, Helen devletlerinin çöküp dağılması gibi… En son Sovyetler Birliği de çöktü. Vakti gelmişti, on komünist partisi gelse de rejimi kurtaramazdı.

Kürtlerin Suriye’de Beşar Esat’ı desteklemesi, Beşar Esat rejimini kurtarmaz. Ayrıca ölümü yaklaşmış bir rejimi her ne ad altında olursa olsun desteklemek beyhude bir çabadır. Çünkü Beşar Esat rejiminin yıkılmasını isteyen Suriye’deki muhalif Araplardır. Muhaliflere rağmen Beşar’ı desteklemek ise yapılabilecek en yanlış tercihtir. Zaten Suriye’de iktidar, çürümüşlüğü, yolsuzluğu ve ölümü temsil etmektedir.

Aynı şey İran için de geçerlidir. İran’da rejim bitmiştir. Baskı, şiddet ve yalanla ayakta durmaktadır. Günü geldiğinde iç ve dış müdahalelerle bu rejim de vefat edecektir.

Türk rejimi, göstermelik çeyrek demokrasiye sahip olduğu ve Batı henüz gözden çıkarmadığı için bir süre daha yaşayacaktır. Rejimi yaşatacak olan, bu rejimin dürüst ve tutarlı güçlere dayanması değil, daha çok uluslar arası ilişkilerdir.

Türk rejimi, çoktan vefat etmesi gereken bir rejimdir. Devleti de öyledir. Osmanlıyı bir kenara bırakacak olursak, Türkiye Cumhuriyeti devleti yüzyıldır başka kültürlerin insanlarına, Rumlara, Ermenilere, Kürtlere ve komünistlere vurarak yaşamaktadır. Rejimin yarattığı insan tipi tekçidir, kurnazdır, yalancı, rüşvetçi ve tetikçidir. Bir devleti ve rejimi bir süre yaşattıktan sonra çökertecek olan da bu insan tipidir.

Bu insan tipini anayasal değişikliklerle ıslah etmek olanaksızdır. Türkiye sistemi belli başlı kurum ve kuruluşlarıyla bir çöküntü yaşamadan iyileşmek ve yeniyi kurmak mümkün olmayacaktır. Bu, yüzyıldır denenmekte, fakat başarı sağlanamamaktadır. PKK’nin bu avansları, ölmek üzere olan rejime ıstırap yaşatmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Sömürgeci Türk devletinin göğsünde atan Kürt damarı hastalıklı bir damardır. Kürtler o damarı besleyen serumu çektikleri an hastalıklı o damar duracaktır. PKK’nin Türk devletine yapacağı en büyük iylik ne istiyorsa onu ortaya koymak ve gereklerini de yapmaktır. Kimse korkmasın. PKK, şiddet uygulamadan bu sonucu elde edebilir. Kürdistan halkı, Türk yönetiminin kararlarını tanımadığında ortaya bir kaos çıkacaktır. Yeni hayatlar, yeni gezegenler, yeni yıldızlar oluştuğunda da çevre kaostur… Yeni rejimler birkaç yıllık bir kaosun ardından kurulabiliyor. PKK, DTP ve PKK’nin sömürgeci Türk rejiminin yasalarını tanımamaları, korkmasınlar, katliam anlamına gelmez. Katliam anlamına gelse de, her kes açısından katlanılacak sonuçlar vardır.

Sık sık örneği verilen Güney Afrika’da sorun ırkçı yönetimin Mandela’yı devlet başkanı olarak kabul etmesiyle çözüldü. Bu bir devrimdi. Ondan sonra bütün güvenlik birimleri, devlet daireleri ona göre oluşturuldu.

PKK’nin Merkez üyelerinden Mustafa Karasu(kendisiyle Ceyhan cezaevinde aynı koğuşta kalıyorduk) Kürt sorunun 1924 anayasasının güncellenmesiyle çözüleceğini söylüyor. Ama bu mümkün değil. Karasu’nun yeniden 20 yaşına dönmesi nasıl mümkün değilse, Türkiye’nin de 1924 anayasasına dönmesi mümkün değil. Çünkü ne zaman 1924’tür ne de Türkiye’nin insan bileşimi 1924 yılındaki insan bileşimidir.

İran, Suriye ve Türk rejimlerinin bir geleceği yoktur. Bu rejimleri iyileştirmenin olanağı da yoktur. Babamı iyileştirmek ve geriye döndürmek ne kadar mümkün değildiyse bu rejimlerin iyileşmesi de o kadar mümkün değildir.

Bu tür yazılar yazdığımda bana hep, “Heval önerin ne?” diye soruyorular. Benim siyasetçilere sorduğum soruları okur arkadaşlar bana soruyor. Sorsunlar, bir kere aydınlar ve yazarlar siyasetçilerin yerine düşünmezler. Düşünürlerse yazarlık değil, her tarafı idare eden siyasetçi olmuş olurlar. Siyasetçinin görevi, özellikle kendi ulusuna ait yazarları, aydınları ve felsefecileri takip ederek, bunlardan ulusu için siyaset çıkarmak olmalıdır. Rönesansın, İngiltere’nin; Fransa ve Almanya’nın siyasetçileri böyle yaptı. Lenin, roman yazarı Çernişevski’nin “Nasıl yapmalı” romanını okuyarak, devrimin hazırlayıcısı olan, “Ne yapmalı” adlı ünlü kitabını yazdı. Fransız ihtilalinin hazırlayıcıları aydınlardı. Rus devriminin de öyleydi.

Türk devleti, Kürtlerin sadece stratejik düşmanı değil, aynı zamanda celladır. Celladın sağlığı, idam mahkumunu ilgilendirmemelidir. Kürtler, Türk devletinin boyunduruğundan kurtulma işini abartıyorlar. Yokuşa sürüyorlar. Kürdistan’ın köy, şehir ve kasabalarında devleti sönmeye veya çürümeye bırakmaları bile bu sorunun çözümü için yeterlidir.

Sömürgeci yasaları tanımamak ve onun kanunlarını kendi kanunu saymamak…

Bu bir insan hakkıdır. Çünkü Kürdistan’daki yasalar ve kanunlar Türk dirliği, bahtiyarlığı ve güvenliği için çıkarılmıştır. Kürtler bu kanun ve yasaları tanımak zorunda değildir.

Devlet güçleri bugün bütün Çözüm Çadırlarını darmadağın etti. YSK’nin geri adım atmasına Türk devletinin yaptığı bir misillemedir bu. Bir yerde geri adım atar, öteki tarafta bunu kendileri için telafi ederler.

Tekrar belirtmek istiyorum. Türk devletinin Kürt çözümü yoktur. PKK, Türk devletinden çözüm beklemekle Türklere ve Kürtlere ortak ıstırap çektirmektedir. PKK kendi kararlarını, yasalarını ve öngördüğü projeleri hayata geçirmelidir. Türkler de o zaman kendi başlarının çaresine bakacak, Kürtler ve Türkler illa bir arada yaşamak istiyorlarsa, işte o zaman yeni bir devletin sözleşmesini birlikte yapacaklardır.

Bu devlet düzelmez. Dayandığı güçler, en kirli, katil ve karanlık güçler olduğu için düzelmez.

Bu devlet iyileşmez, reforumcu ve ilerici güçlere dayanmadığı için iyileşmez.

PKK’nin can çekişen bir noktaya getirip bıraktığı bu devlet, eski sağlığına kavuşmaz. Kürtler eski desteği vermeyeceği için kavuşmaz.
Bu devletin merkezini, bütün yurtseverlerin tasfiye edildiği acımasız bir zamanda ilkokul mezunu bir imam ele geçirmedi mi?
Demek bu devleti ele geçirmek veya bu devletin kanlı şemsiyesi altından sıvışmak sanıldığı kadar zor değilmiş…

Kürt özgürlüğünü ilan edip rejimi tanımamak Kürtlerin hakkıdır. Kürtler bunu cidden yaptığında, Türk egemenlerinin kendilerine şaşırtıcı bir hızla çeki düzen verdiklerini Kürtler de görecektir.
 
bildiricihasan@hotmail.com