24 Mart 2012 Cumartesi

GDO Lideri Monsanto’nun Kirli Tarihi



Geçmişin kimya devi, bugünün GDO lideri Monsanto, PCB, turuncu madde, dioksin, GDO’lu ürünler, aspartam, büyüme hormonları gibi bir çok ‘ürün’ sayesinde servetine servet eklerken, doğaya ve insanlara da bir o kadar zarar verdi. Son olarak herbisitten (ot ilacı) zehirlenen küçük bir çiftçinin açtığı davayı kaybeden Monsanto’nun tarihi bu tür olaylarla dolu.

Amerikan gıda endüstrisi devi Monsanto’nun 13 Şubat’ta herbisitten zehirlenen Charente’lı küçük bir çiftçinin kendisine karşı açtığı davada suçlu bulunması, Fransa’da bir ilki temsil ediyor. Ancak çokuluslu devin sicili çok kabarık. Fransa’daki bu karar da, şirketin yüzyıla yaklaşan tarihinde ‘küçük’ bir olaydan ibaret.

Le Monde, dünya devi Monstanto’nun kirli tarihini haberleştirdi. Buna göre, Monsanto’nun servetine servet kazandıran zehirli ürünlerin isimleri skandallarla ve bazen yasaklanmalarıyla sonuçlanan hukuki süreçlerle lekelenmiş durumda. Ama bugüne kadar hiç bir şey, biyogenetik alanında faaliyet gösteren bu eski kimya devinin karşı konulmaz yükselişine engel olamadı ve lobi faaliyetlerinde uzmanlaşmış bu firmayı alt edemedi.

Şirket kötü şöhretini internet sitesinden duyurduğu etik kuralları yardımıyla unutturmaya çalışıyor: ‘Dürüstlük’, ‘Diyalog’, ‘Şeffaflık’, ‘Paylaşım’, ‘Fayda’ ve ‘Saygı’.

PATLAYAN CİNSTEN BİR KİMYA DEVİ

Monsanto 1901’de Saint Louis’de küçük bir sakarin üreticisi olarak kuruldu ve zamanla dünyanın en büyük tohum üreticilerinden biri haline geldi. Şirketin adı son 60 yıldır türlü olaylarla sürekli gündemde. İkinci Dünya Savaşının ertesinde Monsanto’nun Teksas’taki plastik fabrikasında nitratla dolu bir Fransız kargosu yüzünden meydana gelen patlamanın 500 kişinin canına mal olması, kimya endüstrisi tarihinin ilk felaketlerinden birisi.

Bu olaydan iki yıl sonra alev alma sırası şirkete ait bir başka nitrat fabrikasına gelmişti. Virjinya’daki bu yangında, şirketin sorumluluğu kabul edildi. Albert-Londra ödülü sahibi Marie Monique Robin’in çektiği Monsanto’ya Göre Dünya adlı belgeselde, bu olayda iki yüzden fazla işçinin klorakne denen, az görülen ve çok ağır bir deri hastalığına yakalandığı belirtiliyor. Bu kaza şirketin ana ürünü herbisit 2,4,5-T‘nin yüksek seviyede dioksin içerdiğini ortaya çıkardı. Dioksin, son derece zehirli ve kanserojen maddelerden oluşan, bileşim itibari ile PCB’ye benzeyen bir madde.

Dioksinin olası zararlarını ortaya koyan ilk çalışma 1938’den beri biliniyordu, yine de Monsanto, bu maddeyi satmaya 1970’lerde ürün yasaklanana kadar, yani neredeyse 40 yıl boyunca devam etti.

1934 ve 2000 yılları arasında Virjinya’da bir nitrat fabrikası işleten Monsanto, 2007 yılında şehirde yaşayan kanser hastası 77 kişi tarafından, fabrikanın bulunduğu bölgeye yasaya aykırı olarak dioksin bulaştırdığı gerekçesiyle mahkemeye verildi.

2001 yılında Anniston Alabama’da yaşayan 3 bin 600 kişi Monsanto’ya PCB kirliliği suçlaması ile dava açtı. ABD Çevre Koruma Ajansı’nın halka açıklanan raporuna göre, Monsanto, 40 yıl boyunca şehrin göbeğindeki suyoluna ve çöplüğe tonlarca zehirli atık bıraktı.

BALIKLARA KAN İŞETTİLER

Washington Post gazetesinin haberi bu konuda örnek teşkil ediyor. Gazetede, Monsanto’nun binlerce sayfalık -çoğu çok gizli: okuyun ve yok edin- şeklinde kaşelenmiş-belgeleri yayımlandı. Belgeler, çokuluslu şirketin on yıllardır yaptıklarının bilincinde olduğunu ve bunu sakladığını gösteriyor. 1966’da, fabrika sorumluları, atıkların bırakıldığı akarsuda yüzen balıkların sanki canlı canlı haşlanmışlar gibi, kan işeyerek ve derilerini tamamen kaybederek 10 saniye içinde öldüğünü fark etmişlerdi. Ama bunu kimseye söylemediler.

‘BİR DOLAR BİLE KAYBEDEMEYİZ’


1975 yılında, Monsanto tarafından yürütülen bir araştırma, PCB’nin farelerde tümör oluşumunu tetiklediğini ortaya koydu. Çokuluslu şirket, bu araştırma sonuçlarındaki ‘az oranda tümör oluşturma potansiyeline sahip’ ifadesini ‘kanserojen olduğu gözlenmemiştir’ ifadesiyle değiştirdi. ‘Bir dolar bile kaybedemeyiz’ diye bitiyordu Washington Post tarafından ele geçirilen şirket notlarından biri. Sonunda Monsanto, 2002 yılında, Anniston bölgesini ve orada yaşayanların kanını PCB ile zehirlemekten suçlu bulundu. Şirket, zararları tazmin etmek için 700 milyon dolar ödemeye ve şehrin temizlenmesi için çalışmaya mahkûm edildi.

TURUNCU MADDE: SESSİZ ZEHİR

The Guardian gazetesi 2007 yılının şubat ayında, agrokimya devinin 1965 ve 1972 yılları arasında İngiltere’nin birçok bölgesinde de aynı yöntemleri izlediğini ortaya çıkardı. Gazetenin ele geçirdiği bir hükümet raporu, Galler bölgesindeki bir kazı sırasında toprakta turuncu madde, dioksin ve PCB gibi 67 ayrı maddeye rastlandığını gösteriyor.

Monsanto aynı dönemde, yani 1961 ve 1971 yılları arasında Turuncu Madde’yi üretiyordu. Turuncu Madde tehlikesi Nitrat fabrikasındaki patlamadan beri bilinen herbisit 2,4,5-T baz alınarak üretiliyordu. Ağaçların yapraklarını tamamen döken madde, Vietnam Savaşı sırasında Amerikan uçakları tarafından Vietnam ormanlarını yok etmek için kullanılacaktı. Bunun etkileri bugün bile sürüyor: Vietnam’da sık rastlanan kanser vakaları, sakat doğumlar ve eski Amerikan askerlerinde görülen çeşitli sağlık sorunları.

ABD GAZİLERİ DE ETKİLENMİŞTİ


1970’lerde Vietnam Gazileri, Turuncu Madde üreticilerine karşı toplu dava açtılar. Monsanto ve diğer 6 üretici firma zehirlenmelerin tazminatı için açılan davanın ana sanığıydı. 1987 yılında, 7 üretici, Amerikan askerlerinin zararlarını karşılamak için açılan fona 180 milyon dolar ödemeye mahkûm edildi. Monsanto dava sürecinde mahkemeye sunduğu bilimsel araştırmalarla, dioksin’e maruz kalmakla gazilerin muzdarip olduğu kanser vakaları arasında bağlantı olmadığını göstermeye ve davanın düşmesine çalıştı. Sonradan, 1990’ların başında, Nitrat fabrikasındaki patlamanın sonuçlarına dayanan bu araştırmaların taraflı olduğu ortaya çıkacaktı.

Bu bilimsel dolandırıcılık Ulusal Araştırma Konseyi tarafında da tescillenecekti: Monsanto araştırmalarında dioksine maruz kalan ve kalmayan insanlar arasındaki ayrımda yanlışlar yapmış ve istenen sonuçları elde etmek için verileri taraflı olarak değiştirmişti. Bu olay 1990’da Greenpeace ve Joe Thornton tarafından çekilen Satılık Bilim belgeselinde ele alındı.

YALAN DOLANLA ZEHİR PİYASAYA SÜRÜLDÜ

Şirket 1975 yılında ‘doğada çözünen’ ve ‘çevre için yararlı’ ifadeleriyle pazarladığı çok güçlü bir herbisit olan Roundup’ı piyasa sürdü. 1996 yılında New York savcısı Monsanto’yu 50 bin dolar ceza ödemeye ve bu yalan beyanları geri çekmeye mahkûm etti. Şirket 2007 Ocağında, bu kez Fransa’da 15 bin avro ödemeye mahkûm edildi.

13 Şubat 2012, Pazartesi günü, devlet konseyi raportörü, Monsanto’nun en önemli ürününe bir darbe daha indirdi: tarım bakanlığına en geç altı ay içinde ürünün zehirlilik oranının analiz edilmesi ve piyasaya sürülmesi için yeniden izin alınması yolunda talimat verdi

HERBISIT SATIŞI YASAKLANDI

Herbisit (ot ilacı) kurbanı bir tahıl üreticisi olan Paul François, Monstanto’ya açtığı davayı 13 Şubatta kazandı. Monsanto’nun diğer herbisit ürünü Lasso’yu hedef alan 13 Şubat kararı daha önemli. Fransız yargıçlar, bitki sağlığı ile ilgili ürünler imal eden şirketin, davacı Paul François’nın uğradığı zararı tamamen tazmin etmesine karar verdi. Çiftçi sadece yarım zamanlı çalışabiliyor çünkü kronik yorgunluk ve baş ağrılarından muzdarip. Doktorlara göre Lasso’yu soluduğu için çiftçinin merkezi sinir sisteminde hasar meydana gelmiş.

Monsanto ise karara karşı çıkıyor: ‘Monsanto ürünleri, piyasadaki ürünler için belirlenen güvenlik standartlarına uygundur. Şirket bitki sağlığına yönelik ürünlerin güvenliği konusunda son derece titiz bir bilimsel değerlendirme sürecine sahiptir.’ Buna rağmen, ürün tehlikeli olduğu gerekçesiyle Kanada’da 1985, Belçika ve İngiltere’de 1992, Fransa’da ise 2007 yılından beri yasaklanmış durumda (Ürün 31 Aralık 1968’de alınan izinle piyasaya sürülmüştü).

FOX TV SKANDALI

90’ların başında, Monsanto ilk biyoteknoloji ürününü piyasaya sundu: ineklerin süt verimini yüzde 20 oranında artıran ve genetik olarak oluşturulmuş bir hormon olan Posilac. Hormon mastit ve memelerde yangıya sebep olduğu için çiftçileri ineklerine antibiyotik vermek zorunda bırakıyor. Bu antibiyotikler de hayvanın sütüne bulaşıyor. Bu ‘mucize’ ürün bugün dünyanın her yerinde yasak: ABD hariç.

Kanada’lı bir yönetmenin çektiği Şirket (The Corporation) isimli belgesel, 1997 yılında Monsanto’nun Prosilac’ın tehlikesini ortaya koyan bir araştırmayı yayınlamaması için Fox televizyonuna yaptığı baskıyı gözler önüne seriyor. Bu olay aynı zamanda şirketin son derece saldırgan lobicilik faaliyetlerine de örnek teşkil ediyor: Fox TV araştırmayı örtbas etmekle yetinmedi, araştırmayı yapan kişileri de işten çıkardı.
KAFA KARIŞTIRAN DAVALAR

1995 ve 1997 arasında, üçü de Roundup herbisitine dirençli, genetiği değiştirilmiş Roundup Ready isimli soya, şalgam ve pamuk tohumları piyasaya sürülmek üzere izin aldı. Glyphosate (Roundup adıyla pazarlanan) maddesi üzerinde geçerliliğini yitirmiş bir patent sahibi olan firma, bugün strateji değiştirmeye karar verdi ve canlı organizmaların patentlerini almaya başladı. Bugün gezegende bulunan GDO’ların yüzde doksanını üretiyor.
Firma bu tekel denebilecek oluşumu ne pahasına olursa olsun korumaya kararlı. Monsanto, 2000’li yıllarda yüzlerce çiftçiyi patentli ürünlerini haksız yollarla kullanmakla –yani tohumları ekmekle- suçlayarak mahkemeye verdi !!!
Monsanto bazı tohumlar üzerinde telif hakkına sahip olduğunu iddia ediyor. Ama bu kendisinin de biyolojik korsanlıkla suçlanmasına engel değil. Ağustos 2011’de Hindistan Biyolojik Çeşitlilik otoriteleri, yerel tohumları izin almadan kullanarak BT-Brinjal adlı bir patlıcan tohumu ürettiği için firmayı mahkemeye verme kararı aldı.

Şirket aleyhine bir başka karar, bu kez ABD’den geldi. Monsanto 2010 yılında izinsiz olarak Genetiği değiştirilmiş pamuk sattığı için 2,5 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etti. Ulusal Çevre Ajansı(EPA) firmayı Teksas’ın bazı bölgelerinde pamuk tohumları satmakla suçluyor. Bu tohumların satışı pestisitlere dayanıklı olduklarından korkulduğu için yasaklanmıştı.

Aspartam çok sayıda yiyecek maddesi ve ilaçta bulunuyor.

ASPARTAM YENİ BİR SKANDAL MI?

Monsanto’nun internet sitesinden duyurduğu üzere, şirket 80’li ve 90’lı yıllarda önde gelen üreticilerinden olduğu aspartam maddesini 2000 yılından beri üretmiyor. Bununla birlikte dünyada en çok kullanılan tatlandırıcı olan bu maddenin ‘hiçbir hastalığa yol açmadığı’ konusundaki ısrarını sürdürüyor. Fakat son araştırmalar bu ürünü tüketen kadınlarda erken doğum riskinin ciddi şekilde artığına dair deliller ortaya koydu.

ANF NEWS AGENCY

AKP'nin Kürt Sorununda Yaşadığı Körleşme

Baki Gül
 
 
2012 yılı Newrozu’nun siyasete etkisi hemen kendisini gösterdi. Ankara başta olmak üzere Washington, Brüksel, Bağdat, Şam ve Tahran merkezlerinde önemli oranda hareketlilikler başladı. Tabii ki Kürt siyasal merkezlerinden Amed, Qamişlo ve Hewler üçgeni ile Kandil’de de dikkatli duruşlar ve siyasal hareketlilik var. Ankara merkezli yeni siyasi stratejiler gazete köşelerinden tartışma ortamlarına sızdırıldı! Tartışmalar aldı başını gidiyor.

AKP’nin yeni stratejisini cemaat/ABD ilişki zemini üzerinden şekillenen Taraf gazetesi ile, genelkurmay referanslı Fikret Bila’nın kaleminden çıkması enterasan. Bunlara ek olarak Fetullah Cemaatinin haftalık yayın organı Aksiyon Dergisini eklediğimizde ortaya enterasan bir durum ortaya çıkıyor. Durumun enterasanlığı, AKP’nin strateji diye piyasaya sürmeye çalıştığı planın bir stratejik değeri olmadığı... Dikkat çekici nokta şu “AKP neden yeni Kürt stratejisini kendi kaynaklarından değil de referansları tartışmalı olan organları ve kişileri seçti?” İkinci dikkat çekici nokta ise şu; AKP’nin içinde hiç de “yeni bir şey” olmayan politikası neden “yeniymiş gibi” sunuluyor...

ESKİMİŞ STRATEJİYE AKP GÖMLEĞİ GİYDİRMEK ÇÖZÜM DEĞİLDİR

AKP medyasında da inisiyatif almadığı için BDP hedefleniyor. Eskimiş ve bir değeri kalmamış Öcalan-PKK-BDP ve Kürtler ayırımı yapılarak, hükümetin algısına ve çapına göre bir muhatap yaratılmaya çalışılıyor. Çok zorlama ve hiçbir açıdan sonuç vermeceyecek bu girişimde neden bu kadar ısrarlı olunduğu ise gerçekten anlaşılır değil. Çünkü AKP 2007’den itibaren ABD destekli ve adına “Entegre strateji”yi hayata geçirmeye çalışıyor. Kürtler arasında siyasal bölünme yaratmak, askeri olarak ezmek, kendince muhatap ortaya çıkarmak için sürekli politika geliştirdi. Ancak ortaya çıkan durum AKP’nin başarısızlığından başka bir şey değildir. AKP “entegre stratejisini” Kürt kent ve ilçelerine kadar indirgeyerek sürdürmeye çalıştı. Bu çabası da hiçbir sonuç vermedi. Çünkü AKP’nin Kürt sorunundaki algısı hala “klasik egemen Türk siyasetinin” devamı niteliğindedir.

AKP işbirlikçi ve yanaşma Kürt yaratarak kendisine “çözüm muhatabı” yaratmaya çalışmaktadır. Yani kendi siyasal potansiyelini bazı Kürtlere açarak PKK’nin, BDP’nin muhatap olmaktan çıkacağını sanmaktadır. Oysa bu Kürt realitesine, ortaya çıkan Kürt siyasal dinamiğini hiçbir şekilde temsil etmeyeceği gibi, çatışmaların daha fazla yayılacağı anlamını taşıyacaktır. Çünkü Kürt sorunu 1970’lerdeki gibi kendisini sol ya da milliyetçi muhalif dinamikler içerisinden kendisini dışavurmuyor. Ya da 1980’lerdeki gibi askeri darbenin koşullarında olduğu gibi de değildir. Kürt sorunu bütün bu badireleri atlatarak 1990’lı yıllardan beridir toplumsal siyasal ve askeri güce dönüşerek kendisini var kılmıştır. Dolayısıyla 2000’den sonraki hem küresel güçlerin hem de bölgesel güçlerin PKK üzerinde oynadığı ve başarısız kaldığı politikaları atlatan güç de yine PKK’nin 1990’lı yıllarda kazandığı direngen özelliği ile ilgilidir.

AKP, 1990’LI İLE 2000’Lİ YILLARIN KONSEPTİNİ BİRLEŞTİRİYOR

AKP, şimdi 1990’lı yılların askeri konsepti ile 2000’li yıllardaki zamana yayma ve tasfiye konseptini birleştirip adına “entegre strateji” dediği bir yöntemle Kürtleri bastırmak ve kendine göre düzenlemek istemektedir. Ancak başta da belirttiğimiz gibi bu nafile bir çabadır. Çünkü; Kürt sorununu açığa çıkaran, tanımlayan ve siyasal dinamik haline getiren Öcalan, PKK ve BDP temsilini ayrıştırıp; yerine başka ve iktidarın kendisine göre bir muhataplığı ikame etmesi, sorunun doğasına terstir. Bu tutmaz da. AKP’nin bu konudaki akıl hocalarının öncelikle bu durumu idrak etmesi gerekmektedir. Ayrıca, içinde bulunduğumuz bölgesel ve küresel konjöktür, Kürtlerin örgütsel ve siyasal bilinç durumu yürürlükteki bu politikalara karşı kendisini zaten varkılmıştır.

Bütün bunlara ek olarak; Türk devletinin PKK karşısında yaşadığı kırılmaları da hesaba koymamız gerekmektedir. Askeri darbe yönetiminden, ANAP-Turgut Özal çizgisine, DYP-Süleyman Demirel-Tansul Çiller çizgisinden, Mesut Yılmaz’a, MHP ve Refah Partisinin islami ve milliyetçi çizgilerinden Ergengekon-JİTEM gibi militarist çizgilere kadar bütün siyasal iktidarlar PKK karşısında Washington-Londra-Brüksel gibi merkezlerin desteği yanında; bölgede İran-Irak-Suriye desteğini de alarak mücadele yürüttüler. Hatta 1990’lı yıllarda Güney Kürdistani güçlerle birlikte birkaç cephede askeri olarak savaşa da tutuştular. Ancak gelinen nokta PKK’nin kendisini güçlendirerek çıkmasını sağlamaktan başka bir işlev görmedi. Aksine, bu ittifak ilişkilerine giren siyasi iktidarlar siyaset sahnesinde tasfiye olarak çekilmek zorunda kaldılar.

Şimdi AKP’liler diyebilir ki “biz onlar gibi değiliz, onlar koailsyon gücüydü. Biz tek başımıza 3 dönemdir iktidarız. ABD de bize açık destek sunuyor”. O zaman bu AKP’liler PKK’nin askeri-siyasal-ideolojik ve örgütsel olarak geçirdiği değişim ve dönüşümü iyi bilmek durumundadır. O zaman PKK yapılanması Kuzey Kürdistan merkezli aktif siyaset içinde iken bugün İran-Suriye ve Irak’ta asal bir konumdadır. Sadece Kuzey Kürdistan-Diyarbakır merkezli değil, Ankara ve İstanbul’da da en etkili bir siyasal güç hatta öncü konumundadır. Uluslararası alanda her gücün her yönlü hesaba koyması gereken bir güçtür. Dolayısıyla PKK ve Kürt olgusunun bu özelliklerinin iyi kavranması gerekmektedir. Bu durum PKK’yi dünyanın en büyük ve sayılı örgütlerinden biri haline getirmiştir. En önemlisi de PKK bunun farkında ve sadece Türkiye-Kuzey Kürdistan değil bölgesel bir politika yürüttüğünü her adımında ortaya koymaktadır. Ancak AKP, siyasetin merkezine kendisini alınca, aldığı oy oranını ve girdiği bütün devlet kurumlarında iktidar olduğunu hissedince kendisini herşeye muktedir görmektedir. Ama bunun geçici, uçucu olan özelliklerini hiç ama hiç hesap etmemektedir. İlelebet sürecek bir iktidar haliyet-i ruhiyesi içinde kendisine dil ve politika oluşturan AKP mevcut durumda Kürt sorunu algısında yabancılaşma ve körleşme sürecindedir.

ABD’NİN AKP’YE DESTEĞİ NİHAİ DEĞİLDİR

Oysa akli ve ahlaki olan, PKK ve Öcalan gerçeğini iyi kavramasıyla aşılabilir. Beğensin ama beğenmesin aradığı muhatap oradadır. Ancak AKP ve özellikle Tayyip Erdoğan bu durumdan çok ama çok korkmaktadır. Kürt meselesinin çözümü ile kendisinin çözüleceğini düşünmektedir. Bu nedenle önceki iktidarlar gibi kendisini militarist yönteme teslim edip ABD desteği ile siyasetini sürdürmek istemektedir.

Bunun için Newroz’dan hemen sonra ortaya atılan AKP ya da devlet kökenli bilgi ve yorumların, devletin Kürt sorunu algısında büyük bir sorun var. AKP’nin oluşturduğu dilde büyük bir korku, panik ve yaptığı politikada da kendisini savunma anlayışı damgasını vuruyor.

En başından Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ''Newrozu yasaklama gerekçesini'' AKP grup toplantısında anlatırken “Siz bilmiyorsunuz neler olacağını, PKK’li yetkililer bahar’da kalkışma olacak dediler” diyor. AKP açısından Kürt Sorununda Körleşme işte tam da buradan başlıyor. AKP, Kürt Baharının zeminini uyguladığı politikalarla zaten açığa çıkarmış durumda. PKK’nin yaptığı Kürt siyasal halk hareketine öncülük etmek ve bu hareketi varması gereken noktaya ivme kazandırmaktır. Çünkü zaten PKK hareketi 1970’li yılların sonunda ortaya çıkarak Kürt sorununu görünür kılmış; ideolojik ve askeri öncülük görevini yerine getirerek kendisini var etmeyi başarmıştır.

İşte bütün bu tarihsel arka planı bilmeden, Öcalan’ın Kürtler için rolünü görmeden AKP’nin gözü ve aklı ile meseleyi anlamaya ve yorumlamaya çalışmak AKP’ye büyük kaybettirecektir. Nasıl ki geçtiğimiz yıl cemaatçiler, cemaat ulakları, polis “yazarlar”, AKP’liler ve tatlı su liberalleri nasıl ki kara propaganda ile kendilerini yalanladılarsa; bu yıl da AKP kendisini yalanlayarak siyaset alanından hızla irtifa kaybederek kendisini tasfiye edecektir. Çünkü Kürdistani mücadelenin karakteri, karşısındaki gücü çözerek kendisini güç haline getirme dinamiği ile yol almaktadır. Bunun sırrı da İmralı’daki duruştadır. Bu duruşu yanlış okuyan güç tasfiyeye, doğru okuyan ise barışa ve başarıya gidecektir. AKP şu ana kadar yanlış okuyordu. Artık körleşerek yanlış okumak bir yana neyi okuyacağını bilememektedir. Dolayısıyla AKP, PKK’nin daha büyük ve güçlü sürprizlerine hazır olmalıdır. Çünkü mücadele zemini tazelenmiş, kitlesel direniş kendisini akıtacak yeni ve farklı kanallar bulmuştur.

ANF NEWS AGENCY

Erdoğan ''Yeni Kürt Programı''nı Genç Subaylara Sundu

Kitleleri engellemek üzere kurulan polis barikatları yıkılınca, siyasi iradesi Newroz yasağı ile birlikte yıkıntının altında kalan AKP, Kürt muhalefeti karşısında kaybettiği gardını toplamak için ”usta işi” bir manipülasyonu devreye soktu.

18 Mart'ta Diyarbakır ve İstanbul'da yeni bir sokak muhalefeti ile karşılaşan AKP yaşadığı siyasal sarsıntıyı, ”Kürt sorununda yeni strateji” manipülasyonuyla unutturma hesabı yaptı. Türk basınının iki acar Ankara temsilcisinin balıklama atladığı olta amacına da ulaşmış gibi görünüyor. AKP'nin yasaklamasına rağmen, Kürt Halkı ve dostları tarafından büyük bir coşkuyla kutlanan Newroz'un ardından, devlet ”nevruzu”nun ateşten atlayan devlet pespayeliği ile ortalıkta kalmasını gizlemeyi amaçlanan manipülasyon, Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila ile Taraf Gazetesi Ankara Temsilcisi Lale Kemal eli ile uyguladı.

Ancak, Bila ve Kemal aracılığı ile gündeme müdahale eden Erdoğan, partisinin grup konuşmasında savaşta ısrarcı olduklarını açıklamasının ardından 23 Mart'ta Harp Akademileri'nde askerle buluşarak, ”genç subaylara” bir saatlik bir sunuş yaptı. Erdoğan, oluşturduğu, ”yeni strateji” manipülasyonunun gölgesinde, gerçek programını askerin onayına sundu. Ardından, Güney Kore gezisi öncesi havaalanında gazetecilerin sorularını cevaplayan Erdoğan, ”yeni strateji” haberleriyle ilgili olarak BDP ile görüşme konusunda "Kendi adlarına konuşmuyorlar da İmralı'nın ağzıyla konuşuyorlarsa artık onlarla da bunları konuşamaz duruma geliriz" sözleriyle her zaman söylediklerini tekrarlayarak sözü edildiği biçimde, ”yeni bir stratejinin” olmadığının altını çizdi ancak, ikinci Dolmabahçe görüşmesi olmaya namzet sunuşundan hiç söz etmedi.

Oysa, AKP tarafından sızdırılan, ”hükümetin yeni Kürt stratejisi” 22 Mart günü gündemin birinci sırasına oturuverdi. Bir anda AKP'nin Newroz yasağı ile soyunduğu restleşmede yediği Kürt tokadının sesinin yankıları yerine bu ”yeni strateji” tartışılmaya başladı. AKP bir kez daha -Türk basını ile matuf- kamuoyunu oyalamayı başardı. Aslına bakılırsa Türk basının bu oyalamaya pek teşne olduğu da açık.

Nitekim son olay da bu teşneliğin açık izleri ile dolu. İki temsilci de aynı gün yayımlanan yazılarında, ”yeni bir stratejiden” söz ediyor ama aynı kaynak tarafından kullanıldıkları anlaşılan iki temsilcinin de söyledikleri birbirinden çok farklı.

Taraf'ın temsilcisi Lale Kemal, ”Hükmet kaynaklarının” kendisine aktardığı stratejiyi, ”Devletin zirvesinde yeni Kürt politikası netleşiyor: Yeni Oslo süreci yok. Öcalan devre dışı. Muhatap BDP. Arabulucu Barzani” şeklinde özetliyor.

Ardından da, ”Nevruz kutlamalarına polisin şiddetle yanıt vermiş olmasını, Ankara’daki üst düzey bürokratlar, “Türk sorunu Kürt sorununun önüne geçti. Biz Türk isyanını önlemeye çalışıyoruz” diye izah ederken, devletin zirvesinde, PKK ve Kürt sorununun çözümünde, ''Parlamento’da temsil edilen BDP’nin muhatap alınacağı ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tamamen devre dışı bırakılacağı yeni bir stratejinin olgunlaştığı'' belirtiliyor. PKK’nın silahları bırakması için ise Kuzey Irak Bölgesel Kürt Hükümeti (KRG) Lideri Mesut Barzani, önemli bir aktör haline geliyor. ''Üst düzey Hükümet kaynakları, PKK’nın, Nevruz kutlamalarını, Kürt halkının isyanına dönüştürerek, bu suretle Ankara’yı panikletip örgüt ile Oslo benzeri müzakerelere oturtma politikasının bilindiğini ve bu oyuna gelinmeyeceğinin altını çiziyorlar” diyor.

Kemal'e göre, ”yeni strateji”nin muhatabı BDP, çözüm adresi parlamentodur, sınır ötesi aktör olarak da Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani bu stratejide ciddi bir rol üstlenmiştir.

Milliyet'in temsilcisi Fikret Bila ise, kendi gazetesinden Hasan Cemal'in de üzerine aldığı Başbakan Erdoğan'ın tehditlerine hak vererek başladığı, ”PKK ve Kürt sorununda yeni strateji” başlıklı yazısında, ”Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir süredir kendini liberal olarak tanımlayanlar tarafından “güvenlikçi çizgi”ye kaymakla eleştiriliyor. PKK’nın silahlı eylemlerini sürdürdüğü, kan akıtmaya devam ettiği, Nevruz’u kana bulama talimatları verdiği ve bahar tehdidi savurduğu bir ortamda Başbakan’a yöneltilen bu eleştirinin haklı bir dayanağı olduğu söylenemez.
Asker, polis, sivil vatandaşlar şehit edilirken, her gün kilolarca patlayıcı yakalanırken, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’ndan, güvenlik kaygısı ve sorumluluğu duymadan hareket etmesini beklemek abesle iştigaldir...” diyor öncelikle.

Ardından da Bila, ”Yaptığım temaslardan edindiğim izlenim şu ki; Başbakan Erdoğan’ın söylemi, PKK ile mücadele ve Kürt sorununa çözüm bulma konusunda, taktiksel değil stratejik bir değişikliğe dayanıyor” diyerek şöyle devam ediyor:

”Ankara’nın bu temaslarla yeni bir zemin yaratma ve bu zemin üzerinde yeni bir strateji oluşturmaya yönelmesi, Habur-Oslo süreçleri ve sonrasında yaşananların değerlendirilmesine dayanıyor.

Bu değerlendirmede varılan sonuç, PKK’nın Ankara’ya hiçbir dayatmada bulunamayacağı; muhataplık konusunda Kandil’in, BDP’nin, KCK’nın, DTP’nin; “muhatap şudur” diyerek, konuyu birbirlerine havale etmelerinin devlette hiçbir karşılığının olmadığı ve olmayacağı; tek muhatabın doğrudan halk olduğu şeklinde özetlenebilir.

Çözüm yeri olarak parlamento dışında hiçbir zemin kabul edilmeyecek; ipleri İmralı ve Kandil’in elinde olmayan, demokratik yollarla seçilerek Meclis’e gelmiş, siyasi inisiyatif kullanabilecek parti veya partilerle muhatap olunacak.”

Bununla da yetinmeyip on maddelik de bir liste kaleme alan Bila'nın ”stratejisinde” ne BDP'ye bir yer var ne de Barzani'nin belirlenmiş bir rolü. Aksine Bila, AKP Hükümeti'nin yeni bir ”Kürt oluşumuna” yol vereceğini ima ediyor.

Aynı merkezce beslenen-haber konusunda- Bila ve Kemal'in kamuoyunu manipüle etmek üzere son derece bilinçli bir biçimde kullanıldığı ortada.

Bila ve Kemal'nin alet edildiği ”yeni strateji” manipülasyonu hakkında Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da, hükümetin, Kürt sorununa ilişkin ”yeni stratejisinden” haberi olmadığını söyleyerek iki acar temsilciden hiç birine ”sahip” çıkmadı.

Oysa, Bila ve Kemal aracılığı ile gündeme müdahale eden Erdoğan, partisinin grup konuşmasında savaşta ısrarcı olduklarını açıklamasının ardından Harp Akademileri'nde askerle buluşarak bir saatlik bir sunuş yaptı. Erdoğan, oluşturduğu, ”yeni strateji” gündeminde gerçek programını askerin onayına sundu. Ardından, Güney Kore gezisi öncesi havaalanında gazetecilerin sorularını cevaplayan Erdoğan, her zaman söylediklerini tekrarlayarak sözü edildiği biçimde, ”yeni bir stratejinin” olmadığını yineledi.

erdemcan@riseup.net

ANF NEWS AGENCY

AKP-Fetullah Faşizminin Suriye'de PYD Korkusu

Kürt karşıtlığı temelindeki Suriye politikası fiyaskoyla sonuçlanan Türkiye, ipleri tekrar eline almak için çalışmalarını hızlandırdı. Kürtlerin hiçbir hak elde etmemesi için Şam’a karşı savaşı dahi göze aldığını gösteren açıklamalarda bulunan Ankara yönetimi, Ulusal Koordinasyon’la(PYD'nin de içinde yer aldığı Konsey) ilişkilerini Kürtler olmadan normalleştirmek istiyor. Ancak dış güçlerden bağımsız hareket eden Ulusal Koordinasyon Konseyi, Kürtlerle yola devam etmekte kararlı.

Türkiye, ‘Arap Baharı’yla birlikte hep yanlış ata oynamanın acısını çekiyor. Tunus, Mısır ve Libya, Suriye’de gelişmeleri okumayan Ankara yönetimi, ‘sıfır sorunlu dış politika’da sıfır sonuç elde etti. Yıllardır ‘komşularla sıfır sorun’ adı altında bir politika yürüttüğünü iddia eden Türkiye, ‘Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaşmasıyla dış politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Zira, Suriye’de Kürtler vardı. Ve Şam’da bir iktidar değişikliği halinde Kürtlerin yıllardır mahrum bırakıldığı haklarına kavuşma ihtimali vardı. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu kabusa son vermesi için kardeşi Beşar Esad’a destek verdi. Ancak kardeş Esad, olayları kontrol altına almadı. Türkiye de başta Müslüman Kardeşler olmak üzere çoğunluğu Suriye dışında yaşayan muhalif isimleri önce Antalya’da biraraya getirdi, sonra da bunlara İstanbul’da bir ‘Ulusal Konsey’ kurdurttu. Türkiye bu konseye tek bir şartla destek verdi: Olası bir rejim değişikliğinde Kürtlere hiçbir hak verilmeyecekti. Bunun karşılığında da sözkonusu konsey Suriye’deki muhaliflerin ‘tek temsilcisi’ olma sözü verildi.

Planları bozuldu

Türkiye, kendi sözlerinden çıkmayan ‘Ulusal Konsey’e her platformda yer vererek, Esad rejimine alternatif yaptı. Tunus’ta yapılan ‘Suriye’nin Dostları Konferansı’nda Suriye’deki diğer muhalifler yok sayılarak, ‘Ulusal Konsey’in muhatap alınması kararlaştırıldı. Ancak Ulusal Konsey, son zamanlarda adeta mitoz bölünme evresine girdi. Zira Konsey’in önde gelen onlarca isimi, ya istifa edip yeni oluşumlar kurdular ya da üyeliklerini dondurdular.

Ulusal Konsey üzerinden Suriye’de söz sahibi olmak isteyen Türkiye, bölünmeler üzerine hem Ulusal Konsey’e hem de ayrılanlara sert mesajlar verdi. Konsey’e bölünmüşlüğe son vererek Şam rejimin karşı ortak bir duruş sergilemesini isteyen Ankara yönetimi, ayrılanları da lojistik desteği kesmekle tehdit etti.

Ulusal Konsey’le Suriye’nin geleceğini belirleyeceğini sanan Türkiye’nin planlarını, BM Güvenlik Konseyi ile Arap Birliği’nin yeni dönemi bozdu. Zira Güvenlik Konseyi geçtiğimiz günlerde Suriye’de sadece batı destekli ‘Ulusal Konsey’ adlı muhalif örgütü olmadığını söylemiş ve diyalog için tüm Suriyeli muhaliflerin varlığını kabul etmişti.

Yine bugüne kadar Ulusal Konsey’e destek veren Arap Birliği’nin dönem başkanlığının Suriye’de barışçıl çözüm isteyen Irak’a geçmesiyle de, Suriye politikasının değişmesi bekleniyor.

Yeni hamle sonuçsuz

Suriye’de iplerin elinden kaydığını gören Türkiye, yeni bir hamle yapmak zorunda kaldı. Sözkonusu hamle ise Suriye topraklarında en güçlü iç muhalefet konumunda olan Ulusal Koordinasyon Konsey’le ilişkileri normalleştirmek. Ankara yönetimi, Şam’daki büyükelçisi aracığıyla Ulusal Koordinasyon Konseyi Koordinatörü olan Hasan Abdulazim’e ‘ilişkilerimiz normalleşin’ mesajını verdi. Büyükelçi, Abdulazim’e ilişkilerinin normalleşmesi için örgütlü en büyük Kürt partisi PYD’nin PKK ile ilişkili olduğu gerekçesiyle dışlanmasını istedi. Ancak Abdulazim’in cevabı Büyükelçi’ye şoğuk duş etkisi yarattı. Kendisinin Suriyeli olmasına karşın Mısırlı Cemal Abdülnasır’ın düşüncelerini savunduğunu belirten Abdulazim, “PYD, Abdullah Öcalan’ın fikirlerini benimsemiş olabilir ancak bir Suriye partisidir. Biz Kürtlerle birlikte Suriye’nin demokratikleşmesi için mücadelemize devam edeceğiz” cevabını verdi. Abdulazim’in bu cevabı üzerine Büyükelçi, Abdulazim’e en azından Ulusal Konsey’e karşı eleştirilerini sona erdirmesini talep etti ancak bu talebi de reddedildi.

Elinde sadece parçalanmaş bir Ulusal Konsey kalan Türkiye, şimdi tüm gücüyle 1 Nisan’da İstanbul’da yapılacak ‘Suriye’nin Dostları Konferansı’na odaklandı. Ankara yönetimi, konferansta Ulusal Konsey’in ‘Suriye’nin meşru temsilcisi’ olarak kabul edilmesi ve Esad rejiminin yıkılmaması halinde Suriye’nin ‘bölüneceği’ni iddia ederek, Şam yönetimine karşı hava operasyonları başlatılması için çaba gösterecek.

Bu arada İstanbul’daki Suriye Dostları Konferansı’na eşzamanlı olarak Rusya da, Ulusal Koordinasyon Konseyi temsilcilerini Moskova’ya davet etti. Moskova yönetimiyle görüşecek heyetin arasında PYD lideri Muhammed Salih de yer alacak.

Kaynak: Yeni Özgür Politika