IMMANUEL WALLERSTEIN
İyi bir dönem olunca ve dünya ekonomisi yeni üretilmiş artı değer
bakımından genişlerken, sınıf mücadelesinin sesi kısılmıştı. Hiçbir
zaman ortadan kalkmadı ama düşük bir işsizlik seviyesi oldukça ve düşük
miktarlarda da olsa alt sınıfların gerçek gelirleri yükselmeye devam
ettikçe, toplumsal uzlaşma dönemin düzeni oldu.
Ancak dünya
ekonomisi durgunluğa girince ve gerçek işsizlik önemli ölçüde artınca bu
toplam pastanın küçüldüğü anlamına geldi. Bunun üzerine soru, ülkelerin
içinde ve ülkeler arası düzeyde bu küçülmenin yükünü kimlerin
taşıyacağı oldu. Sınıf mücadelesi çok daha belirgin bir hale geldi ve er
ya da geç sokaklarda açık çatışmalara dönüştü. Dünya sisteminde
1970’den ve çok daha belirgin bir şekilde 2007’den beri olan da budur.
Bu arada, yüzde 1 olan en üst sınıflar kendi paylarını ellerinde tutmaya
hatta artırmaya devam etti. Bu da doğal olarak yüzde 99’un payının
kesin olarak düşüyor olduğunu gösterir.
Bölüşüm üzerindeki mücadele
dünya bütçesinde esasen iki temel mesele üzerinden devam ediyor:
Vergiler (ne kadar ve kim) ve geniş toplumsal kesimlerin korunma ağları
(eğitim, sağlık ve hayat boyu gelir garantisi). Bu mücadelenin devam
etmediği hiçbir ülke yok. Ancak dünya ekonomisindeki yerlerinden, iç
demografik yapılarından ve siyasi tarihlerinden kaynaklanan çeşitli
sebeplerle bu mücadele bazı ülkelerde diğer bazı ülkelerden daha sert
geçiyor.
Bu meselenin siyaseten nasıl ele alınacağı keskin bir sınıf
mücadelesi içinden herkese soruluyor. İktidardaki gruplar kitlesel
isyanları sert bir biçimde bastırabilirler, nitekim çoğu böyle de
yapıyor. Ya da eğer isyan bastırma mekanizmaları için fazla güçlü
durumdaysa onlara katılıyormuş gibi gözükerek ve gerçek değişimi
sınırlandırarak protestocuları asimile etmeye çalışıyorlar. Ya da her
ikisini birlikte yapıyorlar önce bastırmayı deniyorlar sonra eğer bu
işlemezse asimile etmeye çalışıyorlar.
Protestocular da bir ikilemle
karşı karşıyalar. Protestocular her zaman önce göreli küçük ve cesur bir
grup olarak başlıyorlar. Eğer iktidardaki grupları etkilemek
istiyorlarsa, çok daha geniş ve siyaseten çok daha çekingen bir grubu
kendilerine katılması için etkilemek zorundalar. Bu kolay değil ama
olabilir. 2011’de Mısır’da Tahrir Meydanı’nda olan şey buydu. “İşgal Et”
hareketinin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Kanada’da yaptığı da
buydu. Son seçimlerde Yunanistan’da olan da buydu. Şili’de çok uzun
süredir devam eden öğrenci grevlerinde olan da buydu. Ve şu anda
Quebec’te son derece çarpıcı bir biçimde olmakta olan şey de budur.
Ancak
bu olduğunda daha sonra ne olacak? Bazı protestocular başlardaki daha
dar taleplerini çok daha fazla genişletmek ve toplumsal düzeni yeniden
yapılandıracak şekilde genişletmek istiyorlar. Bir yanda da mevcut
iktidar gruplarıyla oturmaya razı ve kimi uzlaşmalar üzerine müzakere
etmekle yetinen diğer gruplar var. Bu türden diğer gruplar da her zaman
var.
İktidardaki gruplar baskı kurduğu zaman çoğunlukla protestolar
bakımından yangına körükle gitmiş oluyorlar. Bu olmadığı zaman ve
iktidardaki gruplar uzlaştığı ve asimile edildiğinde, genellikle
protestocuların sesini kısmayı beceriyorlar. Mısır’da olduğu gözüken şey
tam da buna benziyor. Mevcut seçimler iki aday arasında nihai bir seçim
olabilmesi için ikinci tura kaldı ve bu iki adayın ikisi de Tahrir
Meydanı’ndaki devrimi desteklemedi. Devrik lider Hüsnü Mübarek’in son
başbakanının temel amacı Tahrir Meydanı’ndakilerin taleplerini hayata
geçirmek değil. Diğeri Mısır’da şeriatı yerleştirmek olan Müslüman
Kardeşler hareketinin liderlerinden biri. Sonuç, ilk turda seçimlere
katılmayarak iki adayı da desteklemediğini ortaya koyan ve en yüksek
orana sahip olan yüzde 50 için korkunç bir seçim olacak. Bu mutsuz durum
Tahrir Meydanı yanlılarının bir biçimiyle farklı arkaplanlara sahip
olan iki aday arasında oylarını bölmüş oldukları gerçeğinden
kaynaklandı.
Bütün bu olup bitenlerle ilgili olarak ne düşünmeliyiz?
Hızla ve sürekli değişen bir protesto coğrafyası var gibi gözüküyor.
Bir anda bir yerde ortaya çıkıyor ve sonra ya bastırılıyor, ya asimile
ediliyor ya da mecalsiz hale getiriliyor. Ve bu durum oluşur oluşmaz
başka bir yerde ortaya çıkıyor ve bu yeni protesto da tıpkı diğerleri
gibi bastırılabilir, asimile edilebilir ya da mecalsiz hale
getirilebilir. Ve dünya çapında bastırmak mümkün olmadığından, sonra bir
anda üçüncü bir yerde ortaya çıkıyor.
Aslında protestoları bastırmak
çok basit bir sebep nedeniyle mükün değil. Dünya gelirinin küçülüyor
olması gerçek bir durum ve ortadan kalkacağa da benzemiyor. Ekonomi
uzmanlarımız ve siyasetçilerimiz yeni bir zenginlik döneminin ufukta
olduğu konusunda bizi rahatlatsalar da kapitalist dünya ekonomisinin
yapısal krizi ekonomik zayıflama dönemlerinde kullanılan standart
çözümleri işlemez hale getiriyor.
Dünyanın çok kaotik bir durumunda
yaşıyoruz. Her şeydeki dalgalanmalar çok büyük ölçüde ve hızlı
gerçekleşiyor. Bu durum toplumsal protestolar için de geçerli.
Protestonun coğrafyasının sürekli değişmesinde de bunu görüyoruz. Dün
Kahire’de Tahrir Meydanı’nda, bugün Montreal’da muazam büyüklükteki
izinsiz yürüyüşlerde yarın ise muhtemelen çok sürpriz başka bir yerde.
Kılıçdaroğlu ile Erdoğan görüşmesi yapıldı. Anlaşılıyor ki iki taraf
da bu görüşmeyi bir gösteri gibi ele almışlar. Türkiye’nin en ciddi
sorununa ciddi yaklaşmadıkları görülüyor. Bu tabii ki Türkiye toplumunu
ciddiye almamaktır. Bu yaklaşım ve kafayla Kürt sorununu çözmek zor.
Özcesi toplantı eski zihniyetlerin tekrarıdır. CHP belki Deniz Baykal
CHP’sinden farklılaşmaya çalışıyor, ancak Kürt sorunu konusunda AKP’yi
aşan, AKP’yi çözüme zorlayan yaklaşım ve kararlılık bulunmuyor.
Erdoğan
görüşme akşamı çıktığı televizyonda yine eski söylemini tekrarladı.
Kendilerinin uygulama yaptığı demagojisini dile getirdi. Televizyon,
radyo açılmış, cezaevlerinde ailelerle Kürtçe konuşuluyormuş!
Asimilasyon son hızla sürerken, inkarcılık yeni biçime büründürülmüşken
inkar ve asimilasyonu kaldırdıkları palavrasını atıyordu. Cezaevlerinde
Kürtçeyi serbest bıraktığı bir yalandır. Eğer birisi Kürtçeyi bilmiyorsa
fiili olarak konuşma engeli kalkmış. Türkçe bildiği düşünülürse yine
yasaktır. Türklük ve Türkçe hala her yerde imtiyazlı ve baskındır. Bu
baskın halini ortadan kaldırıp eşitleme gibi bir anlayış yok. Zaten
Demirel’in on yıllardır tekrarladığı anayasal vatandaşlık diyor başka
bir şey demiyor.
Başbakan hala terörden, terörü bitirmekten dem
vuruyor. Bu görüşmeyle kendine göre Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı
yürüttüğü savaş konsepti konusunda milli mutabakat yaratmak istiyor.
Diğer yandan yine oyalama ve beklenti yaratarak Kürt halkını mücadelesiz
bırakmak istiyor. AKP’nin CHP görüşmesine verdiği rol budur.
CHP
yöntem diyor ama başka ciddi bir şey söylemiyor. Yöntem hiç önemsiz bir
şey demiyoruz, ama bir çözüm anlayışı yoksa yöntem neye çare olabilir?
Geçen gün Muharrem İnce konuşuyor, AKP’nin dediklerinin aynısı. Tek
millet, tek devlet, tek vatan ve tek bayrak zihniyeti. Çözüm zihniyeti
olmadan yöntemle işe başlamak çok anlamlı değildir. Çözüm niyeti olursa,
çözüm konusunda bir politika olursa o zaman yöntem önemli hale gelir.
Yöntem, sorunları çözmez. Eğer çözüm politikası yoksa bu yönlü yöntem
önerileri oyalama yapmaktan başka bir işe yaramaz. Böyle olduğu için AKP
görüşmeyi kabul etmiş. Hatta ikimiz ayrıca bu iş üzerinde duralım
demiş. AKP daha önceki yöntem ve araçları bir oyalama için kullandı;
şimdide CHP’nin bu girişimini kullanıyor. AKP’nin inandırıcılığı
kalmadığından CHP’nin girişimini can simidi olarak görüyor. CHP’nin
ciddi bir politikası yoksa bu yaklaşımıyla AKP’nin sıkışıklığına can
simidi atmak gibi bir konumu yaşar.
MHP ikna edilerek ne Kürt sorunu
çözülür ne de hiçbir yasa ve anayasa yapılır. MHP zaten Kürtlere hak
verilmesin ya da çok az bir şeyler yapılsın politikasının oyuncusudur.
Devlet MHP’ye bu rolü vermiştir. Dolayısıyla MHP’ye göre demokrasi ve
Kürt sorunuyla ilgili hiçbir şey ele alınamaz. Böyle yapmak daha baştan
hiçbir şey yapmayacağız anlamına gelir. Belki MHP üzerinde toplumsal
baskı kurulabilir, ama MHP’yle Kürt sorunuyla ilgili konuşulacak,
mutabık kalınacak hiçbir şey yoktur.
Tabii ki ne Kürt Özgürlük
Hareketi ne de BDP ile MHP uzlaştırılabilir. MHP ile uzlaşma aramak
tasfiye için uzlaşma aramak olur. MHP bir psikolojik savaş aktörüdür.
Demokratik adımların en geri noktada tutulması için çalışılmaktadır. Bu
nedenle MHP ölçü olamaz. MHP ile karşılaştırılarak hiç kimse ilerici
demokrat ya da liberal olarak değerlendiremez. AKP MHP’den iyidir
denilemez. Zaten ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için MHP
konuşturuluyor. Daha doğrusu bu rolü gönüllü yerine getiriyor.
İki üç
ay daha MHP’yi ikna etme çabası sürdürülecekmiş! Ya da yöntem üzerinde
çalışılacakmış! Bu oyalamadır. Tam da AKP’nin istediği gibi yapmaktır.
Belki de bazı güçler AKP’yi kullanmak için CHP’ye böyle bir rol
verdiler. Tabii ki CHP’nin çözüm politikası varsa bunu ortaya koymasını
isteriz, anlamlı buluruz. Ancak anlaşılıyor ki bir çözüm politikası yok;
sadece Kürt sorunu konusunda gündemin parçası olmak istiyor.
Türkiye’nin en temel sorununda gündem dışı kalmak istemiyor. Ama bunu
bir çözüm politikası haline getirmemiştir. Bu nedenle eskisinden çok
farklı bir yere gelmiş diyemeyiz. Çözüm politikası yoksa CHP de bir
tasfiye politikasının figüranı olmaktan öteye konuma ulaşamaz. Zaten şu
andaki pozisyonu budur.
AKP yeri gelince biz çoğunluğuz, azınlığın
dayatmasını kabul etmeyiz diyor. Eğer AKP ve CHP isteseler yüzde seksen
ile BDP ve toplumun desteğiyle sorunu çözerler. MHP’nin yapacağı fazla
bir şey kalmaz. Ne var ki AKP’nin de CHP’nin de bir çözüm politikası
yok. Sadece mevcut çözümsüz devlet politikasını AKP ve CHP birlikte
yürütme iradesine sahipler. Bunun da bırakalım sorunlara çözüm getirmesi
Kürt halkının mücadelesini daha da arttırmasına neden olacaktır. Çünkü
mevcut yansıma çözümsüzlükte ısrarı milli mutabakat haline getirmekten
ibarettir.
Kaldı ki belediye başkanlarının tutuklandığı, binlerce
siyasi tutuklunun zindanlara doldurulduğu, Kürtlerin siyasi iradem
dediği ve Kürtler içindeki en itibarlı kişi üzerinde tehdit ve şantaj
politikasının izlendiği bir süreçte hangi çözüm zihniyeti ve çabasından
söz edilebilir? Aksine bu tutumlar Kürt sorununda bir çözüm yaklaşımımız
yoktur, Kürtlerin tek seçeneği mevcut yeni koşullarda yürütülen inkar
ve asimilasyon politikalarına teslim olmaktır dayatmasından başka bir
anlama gelmemektedir.
HÜSEYİN ALİ
VEYSİ SARISÖZEN
AKP “düşüşte”. Artık bunun ilk işaretlerini AKP/Cemaat medyası bile
saklayamıyor. Geçtiğimiz gün Zaman gazetesinde İhsan Dağı bir kamuoyu
yoklamasından söz etti. Bu yoklama liderler hakkında yapılan
“değerlendirme” ile ilgili. Buna göre, Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz Ocak
ayından bu yana yaklaşık yüzde beş “düşüşe” geçmiş. Ocak’taki
popülaritesi yüzde 50.3, Nisan ayında yüzde 45.6.
Daha da düşecektir.
Buna
karşılık BDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş Ocak ayında yüzde 6.1
olan değerlendirmeyi, Nisan ayında yüzde 8.5’e çıkarmış.
Daha da yükselecektir.
İhsan Dağı
ertesi gün bu “düşüşün” nedenleri üzerine yazdı: “Kafalar karışık.
Post-Kemalist bir Türkiye’nin ‘tam demokratik’ bir ülkeye doğru
evrilmeyeceği konusunda kuşkular artıyor; dahası, ‘post-Kemalist
otoriterlik’ endişesi derinleşiyor.”
Bu “endişe” kimlerin arasında derinleşiyor? Laik demokratların mı?
Hayır.
Dağlı
anlatıyor: “Kuşkular ve endişeler temelsiz değil. Bu durumun nereye
varacağını belirleyecek olan ‘demokrat blok’un tutumu; dindarı,
liberali, Türk’ü ve Kürt’üyle ‘demokrat blok’ Kemalist otoriterliğe
mücadele verdiği gibi ‘post-Kemalist’ otoriterliğe de razı olmayacak
gibi.” Ve ekliyor:
“Anlaşılan, post-Kemalist otoriterliğe dindarlar da
itiraz edecekler.”
“Düşüş” böyle bir şeydir. Yalnız “sayısal” bir şey değildir. Manevi bir şeydir.
“İslamcı”
çevreler arasında, özellikle kadınlar daha açık sözlüler. Örneğin
“tesüttürlü” yazarlardan Nihal Bengisu Karaca şöyle yazdı:
“Uludere
hatasını sezaryen ve kürtaj tartışmasına seğirterek aşmaya çalışmak bir
hataydı. Tartışmayı agresif bir dille sürdürmenin sonu batağa
saplanmaktı, nitekim öyle oldu. Ben olanı değil olacakları söyleyeyim:
Bu gidişle ve diğer yapıp etmeleriyle hükümet, yakın bir tarihte
fikirlerini dolaşıma sokacak entelektüel, yazar, akademisyen
bulamayacak. Ve benden söylemesi, şimdiden öyle olmaya başladı...”
Ama
en çarpıcı örneği, Radikal yazarı Ezgi Başaran verdi. Başaran, bir grup
kadının Uludere katliamıyla ilgili imza kampanyasından söz ettikten
sonra şöyle yazdı:
“Uludere İçin Buluşan’ ve bu mektubu imzaya açan
kadınlar arasında Hüda Kaya var. Kendisi başörtüsüne özgürlük için emek
sarfetmiş, ciddi bedeller ödemiştir. Hikayesini dinleyin: 1998’de
“Ulusal bir heyecen gecesi ve başörtüsü” başlıklı bir yazısından dolayı
312’den yargılandı, 20 ay ceza aldı. Tahliyesinden sonra 3-4 ay sonra
Malatya İnönü Üniversitesi’nde başörtüsü yasağı uygulanmaya başlamıştı.
Lisede olan üç kızı başörtüsüyle ilgili okudukları şiirler nedeniyle
mimlenmişti. Aynı anda kızlarını İmam Hatip’teki derslerinden, Hüda
Hanım’ı da kaldığı adresten alıp götürdü polis. 7 ay cezaevinde
kaldılar. Tahliye olduktan sonra karar Yargıtay’dan döndü ve Hüda Hanım
ancak 2002’de serbest kalabildi.”
Hüda Kayalar Uludere için konuşmaya başlamışsa, bilin ki “düşüş” de başlamıştır.
Kargaşa artıyor.
Malum,
Meclis’te yine bir “paket” var. Adı da güya “hukuk paketi”. Şimdi AKP
kalemşorlarıyla Cemaat kalemşorları bu “paket”le ilgili kavgaya
tutuştular. Fehmi Koru “paketi övmekte”. Cemaat’in sözcüleri ise bu
“paket”in “darbecileri kurtarma” paketi olduğunu söylemekte.
Ama bu
kadar basit de değil kargaşa. Cemaat “pakete” karşı çıkarken, aynı
zamanda Özel Yetkili Mahkemeleri (ÖYM) militanca savunmakta. Buna
karşılık Fehmi Koru, “darbeler dönemini geri getireceği” gerekçesiyle
ÖYM’leri savunanları eleştirmekte.
“Hangisi iyi?”
Ne zaman
egemenlerin iç çelişkilerinden söz etsek kimilerinin aklına bu soru
geliyor. Soruyu soranların bir kısmı “kendi gücüne güvenmeyen”ler.
Egemenlerin içinden bir “iyi” şey bulsalar, dört elle sarılacaklar.
Soruyu soranların kimisi ise, “soldan” itirazcı. Bu çelişkileri
sergilersek, halk “ehven-i şer”e sarılır sanıyorlar.
Kimi zaman
“ehven-i şer”i seçmek zorunlu olabilir. Ama bugün böyle bir durum yok.
Sözünü ettiğimiz çelişkinin “iki ucu da kirli” bir değnek olduğunu
bilelim, yeter. Çünkü bunların tartıştığı “hukuk paketi”nde sol için,
Kürt Özgürlük hareketi için hayırlı hiçbir şey yok. Örneğin ÖYM’ler, bu
paket yasalaşınca, yalnızca Kürtleri ve onların müttefiklerini
yargılayacak…Hükümet “askeri vesayetin” artıklarıyla uzlaşmakta, onlarla
birlikte Kürt Özgürlük hareketine karşı saldırıyı sürdürmekte kararlı.
Bu
çelişkileri, AKP’nin “düşüşte” olduğunu kanıtlamak için vurgulamak
gerekir. Vurguluyoruz da. Aynı zamanda bu çelişkiler yalnız AKP’nin
“düşüşte” olduğunun işaretleri değil, “düşüş” sürecinin aynı zamanda
“otoriterleşme”nin de güçleneceğinin işaretleri. O halde “düşerken” daha
tehlikeli olan bir güçle karşı karşıya olduğumuz açık.
Yaklaşan
yerel seçimler öncesi, son bir ayda Kürdistan’da BDP’nin Bingöl, Urfa,
Maraş ve Diyarbakır olmak üzere dört il başkanı tutuklandı. AKP, BDP’li
belediyeleri zorla ele geçirmek istiyor, Kürt siyasetini “yeraltına
geçmeye” zorluyor. AKP tutuklu vekil Kemal Aktaş’ın vekilliğini
düşürmeye hazırlanıyor. Bu tüm BDP grubunun tasfiyesi demektir. Kürt
halkı parlamenter rejimden dışlanıyor. Bu iç savaş demektir.
Aktaş’ın vekilliği “düşünce”, AKP daha hızlı “düşecektir.”

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, halen depremin yaralarını sarmaya
çalışan Van’da belediye başkanlarının gözaltına alınmasına ve Öcalan
üzerinde devam eden izolasyona tepki göstererek, “PKK hareketinin ve
Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin AKP devletinin Kürdistan halkına karşı
başlatmış olduğu bu savaşa sessiz kalması mümkün değildir” dedi.
Son
günlerde yaşanan gelişmelere ilişkin yazılı bir açıklama yapan KCK
Yürütme Konseyi Başkanlığı, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki
ağırlaştırılmış tecridin 11 aya yakın bir zamandır devam ettiğine dikkat
çekerken, Kürt halkına karşı uygulanan faşizm ve zulüm siyasetiyle
savaşın bütün boyutlarıyla derinleştirilmiş olduğunu söyledi.
ÖCALAN İLE 11 AYA YAKINDIR AĞIRLAŞTIRILMIŞ TECRİT UYGULANIYOR
KCK’nin
açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Sömürgeci Türk devleti, Kürdistan
halkına karşı hiçbir hukuk kuralını tanımaksızın başlattığı topyekun
saldırıyı derinleştirerek sürdürmektedir. Ulusal ve uluslararası
yasaları açık açık çiğneyerek 11 aya yakın bir zamandır Önder Apo
üzerinde en ahlaksız bir biçimde ağılaştırılmış tecrit işkencesi
uygulamakta, halkımızı ve kamuoyunu Önderliğimizin sağlığı ve yaşamından
habersiz bırakmaktadır. Bununla paralel olarak gerilla güçlerine karşı
kapsamlı imha operasyonlarını gerçekleştirerek Kürdistan’ı tam bir savaş
sahasına dönüştürmüş bulunmaktadır. AKP hükümeti sadece gerillaya karşı
değil, tüm yurtsever Kürt kurumlarına ve siyasi yapılarına karşı
kapsamlı bir savaşı geliştirerek sonuç almak istemektedir. Kürdistan
halkının demokratik kurumlarına ve siyasetçilerine sudan gerekçelerle
yönelerek, hedeflediği her kişiyi tutuklamakta ve siyasal soykırımı
boyutlandırmış bulunmaktadır. AKP hükümeti, Kürt halkının oy vererek
seçtiği belediye başkanlarını ve temsilcilerini tutuklayarak Kürt
siyasetini ve siyasal iradesini yok etmek istemektedir. Açık ki AKP
iktidarının Kürdistan’da yürürlüğe koyduğu mevcut uygulamalar sömürgeci
devlet hukukunun bir gereği olarak uygulanan, Kürt toplumunu sindirme,
teslim alma ve ortadan kaldırmayı hedefleyen uygulamalardır.
FAŞİZM VE ZULÜM SİYASETİ
AKP
devletinin Kürt Halk Önderliği’ne karşı İmralı’da sürdürdüğü bu
uygulama Kürdistan halkına karşı başlatılmış bir savaştır. Aynı biçimde
Kürt siyasetine karşı dur durak bilmeden sürdürülen siyasal soykırım
operasyonları bu savaşın derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması
anlamına gelmektedir. Gerilla güçlerinin imhası için her türlü olanak ve
imkanı harekete geçiren Türk devleti topyekun savaşı kapsamlılaştırarak
Kürt halkının özgür geleceğini karartmak, Kürt toplumunu teslim almak
ve soykırım politikalarıyla ulus olmaktan çıkararak yok etmek
istemektedir. Özel ordu, özel harekat polisi ve özel mahkemeler yoluyla
Kürt halkına karşı uygulanan faşizm ve zulüm siyasetiyle savaş bütün
boyutlarıyla derinleştirilmiş bulunmaktadır.
BELEDİYE BAŞKANLARININ TUTUKLANMASI
Dün
(7 Haziran) siyasal soykırım operasyonları çerçevesinde başta Van
Belediye Başkanı Bekir Kaya olmak üzere Özalp, Edremit, Başkale,
Muradiye ve Bostaniçi belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu 19
Kürt siyasetçisi gözaltına alınmıştır. Ayrıca Siirt Belediye Başkanı
Selim Sadak sorgulanmak üzere gözaltına alınmış ve bırakılmıştır.
Bununla birlikte KCK Operasyonu adı altında İç Anadolu Bölgesinde Kürt
sağlık emekçileri ve doktor adaylarına yönelinmesi, AKP hükümetinin Kürt
toplumuna ve siyasi iradesine karşı geliştirdiği siyasal soykırımın
ulaştığı boyutu açıkça göstermektedir. AKP devleti Kürt halkının
seçilmişlerine yönelerek, Kürt parlamenterlerini fezlekelerle kuşatırken
belediye başkanlarını ve tüm siyasi çalışanlarını ise tutuklamaktadır.
Özellikle AKP’nin 2009 seçimlerinde kaybettiği Siirt ve Van belediye
başkanlarının aynı günde gözaltına alınması çok manidardır. Bu yönelimin
özel bir amacının da 2009 yerel seçimlerinin rövanşını almak ve
önümüzdeki yerel seçimlerin hazırlığını yapmak olduğu açıkça ortadadır.
ÖZGÜR TAŞ İÇİN BAŞSAĞLIĞI
Kendini
Kürt halkına feda eden Şehit Zîlan Ölümsüzler Taburu üyeleri Andok
(Ramazan Yılmaz) ve Êrîş (Cengiz Özek) yoldaşların hem Gever’de hem de
Farqîn’de gerçekleştirilen cenaze törenlerinde halkımıza karşı polis
terörünün uygulanması sonucu Gever’de 15 yaşındaki Özgür Taşar isimli
gencin şehit edilmesi ve Veysi Yıldırım isimli gencin yaralanması,
Farqîn’de ise 55 yaşındaki Hamdi Özyandı isimli yurtseverin ağır
yaralanması Türk devletinin sadece örgütlü yapılara karşı değil, tüm
Kürt halkına karşı nasıl bir savaş geliştirmekte olduğunu ortaya
koymaktadır. Şahadete ulaşan Özgür Taşar isimli gencimizin ailesi
şahsında tüm Gever halkına başsağlığı ve yaralılara acil şifalar
diliyor, Şehit Özgür Taşar’ın anısını Kürdistan Özgürlük Mücadelesinde
yaşatacağımızı vurguluyoruz. Kendi bağrından çıkmış, Kürdistan halkının
yiğit fedai evlatları olan Andok ve Êrîş yoldaşlara güçlüce sahip çıkan
yurtsever Gever ve Farqîn halkımızın onurlu duruşunu takdir ediyor ve
selamlıyoruz.
PKK’NİN SESSİZ KALMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR
Kürt
Halk Önderliğine, Kürt siyasetine ve Kürt halkına karşı böylesine
zalimce sürdürülen tek yönlü savaşa rağmen hareketimiz PKK’den bütün
bunlara karşı sessiz kalmasını ve hiç ses çıkarmamasını istemek, AKP
faşizminin dilediği gibi zulüm uygulamasına boyun eğmesini istemek, Kürt
halkının geleceğini karartmak ve onun yok edilmesini istemek anlamına
gelmektedir. Bugün Kürt halkına, Özgürlük hareketine ve Kürt Halk
Önderliği’ne karşı geliştirilen bu savaşa karşı onurlu-şerefli tüm
yurtseverlerin tek görevi vardır; o da direnmek ve bu faşist zulme karşı
boyun eğmemektir. Bu açıdan PKK hareketinin ve Kürdistan Özgürlük
Mücadelesinin AKP devletinin Kürdistan halkına karşı başlatmış olduğu bu
savaşa sessiz kalması mümkün değildir.
SALDIRI HALİNDE OLAN AKP DEVLETİDİR
Açık
ki, ortada PKK’nin uygulamış olduğu bir şiddet yoktur, Kürt halkının
meşru hakkı olan savunma hakkı vardır ve PKK Kürt halkının bu meşru
savunma hakkını sonuna kadar kullanacaktır. Saldırıda olan hareketimiz
değil, AKP devletidir. Hareketimizin yürüttüğü savaş özü itibarıyla bir
savunma savaşıdır. PKK hareketinin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin
sömürgeci saldırılara karşı asla boyun eğmeyeceğinden, direnme hakkını
sonuna kadar kullanacağından ve bunu başaracağından hiç kimse kuşku
duymamalıdır. Ulus olarak var olabilmek, özgür geleceğimizi yaratmak ve
onurlu bir halk olmamız ancak böyle mümkün olacaktır. Zulme karşı boyun
eğmemek, direnerek gerçeği savunmak ve kazanmayı esas almak böyle
gelişecektir. Kürdistan halkının tüm yiğit evlatları bu yolda kararlıca
yürüyecek, değerlerini ve halkını savunmayı bilecektir.
VAN’DAKİ GÖZALTILAR DÜŞMANCA BİR GİRİŞİMDİR
Depremin
felaketini ağır bir biçimde yaşayan yurtsever Van halkı, AKP’nin
alçakça ve ikiyüzlü bir biçimde yüzüstü bırakmasıyla kış ortasında
ikinci bir depremi yaşamıştır. Bu depremin acılarıyla kıvranan Van halkı
kendi özgücü ve belediyeleriyle yaralarını sarmaya çalışırken, 6
belediye başkanının ve çalışanlarının tutuklanması, yaraların
sarılmasını önlemek ve halkımızın acılarını derinleştirmeyi hedefleyen
düşmanca bir girişimdir. Buna karşı yurtsever Van halkının göstermiş
olduğu tepki çok haklı ve anlamlıdır. Başta ilçeleriyle birlikte tüm
yurtsever Van halkı ve tüm yurtsever Kürdistan halkı AKP hükümetinin Van
halkımıza karşı gerçekleştirdiği bu saygısızlık, saldırı ve zulme karşı
sessiz kalmamalı, sesini yükseltmelidir.
BU SAVAŞ SADECE KÜRTLERE DEĞİL, TÜRKİYE HALKLARINA DA KARŞIDIR
Ahlaksız
ve kuralsız bir biçimde yürütülen bu savaş sadece Kürdistan halkına
değil, aynı zamanda Türkiye halklarına karşı da geliştirilen bir
savaştır. Savaşın ağır faturalarını bu coğrafyada yaşayan herkes
ödemektedir. AKP hükümeti bir tarafta sahte ve yapay gündemler oluşturup
inkar ve imha savaşını ahlaksız ve kuralsız bir biçimde sürdürürken
diğer taraftan daha dün Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu çözülmüştür’ söyleminin
savaşı daha tırmandırma kararlılığı anlamına geldiği açıktır. Biz
hareket olarak Türkiyeli tüm dostları vicdan sahibi ve gerçeğe saygısı
olan herkesi AKP iktidarının bu kirli yüzünü görmeye, onurlu bir barış
ve hakkaniyete dayalı bir çözüm için seslerini yükselterek tutum almaya
çağırıyoruz.
Tüm yurtsever Kürdistanlıları, Kürdistan halkının
dostlarını ve tüm sorumlu çevreleri AKP’nin bu vahşi zulmüne karşı
sessiz kalmayıp direnişi yükselterek insanlık değerlerine sahip
çıkmalılar.”
ANF NEWS AGENCY