8 Haziran 2012 Cuma

Dünya Sınıf Savaşı: Protestonun Coğrafyası




IMMANUEL WALLERSTEIN

İyi bir dönem olunca ve dünya ekonomisi yeni üretilmiş artı değer bakımından genişlerken, sınıf mücadelesinin sesi kısılmıştı. Hiçbir zaman ortadan kalkmadı ama düşük bir işsizlik seviyesi oldukça ve düşük miktarlarda da olsa alt sınıfların gerçek gelirleri yükselmeye devam ettikçe, toplumsal uzlaşma dönemin düzeni oldu.

Ancak dünya ekonomisi durgunluğa girince ve gerçek işsizlik önemli ölçüde artınca bu toplam pastanın küçüldüğü anlamına geldi. Bunun üzerine soru, ülkelerin içinde ve ülkeler arası düzeyde bu küçülmenin yükünü kimlerin taşıyacağı oldu. Sınıf mücadelesi çok daha belirgin bir hale geldi ve er ya da geç sokaklarda açık çatışmalara dönüştü. Dünya sisteminde 1970’den ve çok daha belirgin bir şekilde 2007’den beri olan da budur. Bu arada, yüzde 1 olan en üst sınıflar kendi paylarını ellerinde tutmaya hatta artırmaya devam etti. Bu da doğal olarak yüzde 99’un payının kesin olarak düşüyor olduğunu gösterir.


Bölüşüm üzerindeki mücadele dünya bütçesinde esasen iki temel mesele üzerinden devam ediyor: Vergiler (ne kadar ve kim) ve geniş toplumsal kesimlerin korunma ağları (eğitim, sağlık ve hayat boyu gelir garantisi). Bu mücadelenin devam etmediği hiçbir ülke yok. Ancak dünya ekonomisindeki yerlerinden, iç demografik yapılarından ve siyasi tarihlerinden kaynaklanan çeşitli sebeplerle bu mücadele bazı ülkelerde diğer bazı ülkelerden daha sert geçiyor.


Bu meselenin siyaseten nasıl ele alınacağı keskin bir sınıf mücadelesi içinden herkese soruluyor. İktidardaki gruplar kitlesel isyanları sert bir biçimde bastırabilirler, nitekim çoğu böyle de yapıyor. Ya da eğer isyan bastırma mekanizmaları için fazla güçlü durumdaysa onlara katılıyormuş gibi gözükerek ve gerçek değişimi sınırlandırarak protestocuları asimile etmeye çalışıyorlar. Ya da her ikisini birlikte yapıyorlar önce bastırmayı deniyorlar sonra eğer bu işlemezse asimile etmeye çalışıyorlar.


Protestocular da bir ikilemle karşı karşıyalar. Protestocular her zaman önce göreli küçük ve cesur bir grup olarak başlıyorlar. Eğer iktidardaki grupları etkilemek istiyorlarsa, çok daha geniş ve siyaseten çok daha çekingen bir grubu kendilerine katılması için etkilemek zorundalar. Bu kolay değil ama olabilir. 2011’de Mısır’da Tahrir Meydanı’nda olan şey buydu. “İşgal Et” hareketinin Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Kanada’da yaptığı da buydu. Son seçimlerde Yunanistan’da olan da buydu. Şili’de çok uzun süredir devam eden öğrenci grevlerinde olan da buydu. Ve şu anda Quebec’te son derece çarpıcı bir biçimde olmakta olan şey de budur.


Ancak bu olduğunda daha sonra ne olacak? Bazı protestocular başlardaki daha dar taleplerini çok daha fazla genişletmek ve toplumsal düzeni yeniden yapılandıracak şekilde genişletmek istiyorlar. Bir yanda da mevcut iktidar gruplarıyla oturmaya razı ve kimi uzlaşmalar üzerine müzakere etmekle yetinen diğer gruplar var. Bu türden diğer gruplar da her zaman var.


İktidardaki gruplar baskı kurduğu zaman çoğunlukla protestolar bakımından yangına körükle gitmiş oluyorlar. Bu olmadığı zaman ve iktidardaki gruplar uzlaştığı ve asimile edildiğinde, genellikle protestocuların sesini kısmayı beceriyorlar. Mısır’da olduğu gözüken şey tam da buna benziyor. Mevcut seçimler iki aday arasında nihai bir seçim olabilmesi için ikinci tura kaldı ve bu iki adayın ikisi de Tahrir Meydanı’ndaki devrimi desteklemedi. Devrik lider Hüsnü Mübarek’in son başbakanının temel amacı Tahrir Meydanı’ndakilerin taleplerini hayata geçirmek değil. Diğeri Mısır’da şeriatı yerleştirmek olan Müslüman Kardeşler hareketinin liderlerinden biri. Sonuç, ilk turda seçimlere katılmayarak iki adayı da desteklemediğini ortaya koyan ve en yüksek orana sahip olan yüzde 50 için korkunç bir seçim olacak. Bu mutsuz durum Tahrir Meydanı yanlılarının bir biçimiyle farklı arkaplanlara sahip olan iki aday arasında oylarını bölmüş oldukları gerçeğinden kaynaklandı.
Bütün bu olup bitenlerle ilgili olarak ne düşünmeliyiz? Hızla ve sürekli değişen bir protesto coğrafyası var gibi gözüküyor. Bir anda bir yerde ortaya çıkıyor ve sonra ya bastırılıyor, ya asimile ediliyor ya da mecalsiz hale getiriliyor. Ve bu durum oluşur oluşmaz başka bir yerde ortaya çıkıyor ve bu yeni protesto da tıpkı diğerleri gibi bastırılabilir, asimile edilebilir ya da mecalsiz hale getirilebilir. Ve dünya çapında bastırmak mümkün olmadığından, sonra bir anda üçüncü bir yerde ortaya çıkıyor.


Aslında protestoları bastırmak çok basit bir sebep nedeniyle mükün değil. Dünya gelirinin küçülüyor olması gerçek bir durum ve ortadan kalkacağa da benzemiyor. Ekonomi uzmanlarımız ve siyasetçilerimiz yeni bir zenginlik döneminin ufukta olduğu konusunda bizi rahatlatsalar da kapitalist dünya ekonomisinin yapısal krizi ekonomik zayıflama dönemlerinde kullanılan standart çözümleri işlemez hale getiriyor.


Dünyanın çok kaotik bir durumunda yaşıyoruz. Her şeydeki dalgalanmalar çok büyük ölçüde ve hızlı gerçekleşiyor. Bu durum toplumsal protestolar için de geçerli. Protestonun coğrafyasının sürekli değişmesinde de bunu görüyoruz. Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda, bugün Montreal’da muazam büyüklükteki izinsiz yürüyüşlerde yarın ise muhtemelen çok sürpriz başka bir yerde.

Kürtleri Oyalamanın Yeni Yöntemleri




Kılıçdaroğlu ile Erdoğan görüşmesi yapıldı. Anlaşılıyor ki iki taraf da bu görüşmeyi bir gösteri gibi ele almışlar. Türkiye’nin en ciddi sorununa ciddi yaklaşmadıkları görülüyor. Bu tabii ki Türkiye toplumunu ciddiye almamaktır. Bu yaklaşım ve kafayla Kürt sorununu çözmek zor. Özcesi toplantı eski zihniyetlerin tekrarıdır. CHP belki Deniz Baykal CHP’sinden farklılaşmaya çalışıyor, ancak Kürt sorunu konusunda AKP’yi aşan, AKP’yi çözüme zorlayan yaklaşım ve kararlılık bulunmuyor.

Erdoğan görüşme akşamı çıktığı televizyonda yine eski söylemini tekrarladı. Kendilerinin uygulama yaptığı demagojisini dile getirdi. Televizyon, radyo açılmış, cezaevlerinde ailelerle Kürtçe konuşuluyormuş! Asimilasyon son hızla sürerken, inkarcılık yeni biçime büründürülmüşken inkar ve asimilasyonu kaldırdıkları palavrasını atıyordu. Cezaevlerinde Kürtçeyi serbest bıraktığı bir yalandır. Eğer birisi Kürtçeyi bilmiyorsa fiili olarak konuşma engeli kalkmış. Türkçe bildiği düşünülürse yine yasaktır. Türklük ve Türkçe hala her yerde imtiyazlı ve baskındır. Bu baskın halini ortadan kaldırıp eşitleme gibi bir anlayış yok. Zaten Demirel’in on yıllardır tekrarladığı anayasal vatandaşlık diyor başka bir şey demiyor.


Başbakan hala terörden, terörü bitirmekten dem vuruyor. Bu görüşmeyle kendine göre Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaş konsepti konusunda milli mutabakat yaratmak istiyor. Diğer yandan yine oyalama ve beklenti yaratarak Kürt halkını mücadelesiz bırakmak istiyor. AKP’nin CHP görüşmesine verdiği rol budur.


CHP yöntem diyor ama başka ciddi bir şey söylemiyor. Yöntem hiç önemsiz bir şey demiyoruz, ama bir çözüm anlayışı yoksa yöntem neye çare olabilir? Geçen gün Muharrem İnce konuşuyor, AKP’nin dediklerinin aynısı. Tek millet, tek devlet, tek vatan ve tek bayrak zihniyeti. Çözüm zihniyeti olmadan yöntemle işe başlamak çok anlamlı değildir. Çözüm niyeti olursa, çözüm konusunda bir politika olursa o zaman yöntem önemli hale gelir. Yöntem, sorunları çözmez. Eğer çözüm politikası yoksa bu yönlü yöntem önerileri oyalama yapmaktan başka bir işe yaramaz. Böyle olduğu için AKP görüşmeyi kabul etmiş. Hatta ikimiz ayrıca bu iş üzerinde duralım demiş. AKP daha önceki yöntem ve araçları bir oyalama için kullandı; şimdide CHP’nin bu girişimini kullanıyor. AKP’nin inandırıcılığı kalmadığından CHP’nin girişimini can simidi olarak görüyor. CHP’nin ciddi bir politikası yoksa bu yaklaşımıyla AKP’nin sıkışıklığına can simidi atmak gibi bir konumu yaşar. 


MHP ikna edilerek ne Kürt sorunu çözülür ne de hiçbir yasa ve anayasa yapılır. MHP zaten Kürtlere hak verilmesin ya da çok az bir şeyler yapılsın politikasının oyuncusudur. Devlet MHP’ye bu rolü vermiştir. Dolayısıyla MHP’ye göre demokrasi ve Kürt sorunuyla ilgili hiçbir şey ele alınamaz. Böyle yapmak daha baştan hiçbir şey yapmayacağız anlamına gelir. Belki MHP üzerinde toplumsal baskı kurulabilir, ama MHP’yle Kürt sorunuyla ilgili konuşulacak, mutabık kalınacak hiçbir şey yoktur.


Tabii ki ne Kürt Özgürlük Hareketi ne de BDP ile MHP uzlaştırılabilir. MHP ile uzlaşma aramak tasfiye için uzlaşma aramak olur. MHP bir psikolojik savaş aktörüdür. Demokratik adımların en geri noktada tutulması için çalışılmaktadır. Bu nedenle MHP ölçü olamaz. MHP ile karşılaştırılarak hiç kimse ilerici demokrat ya da liberal olarak değerlendiremez. AKP MHP’den iyidir denilemez. Zaten ölümü gösterip sıtmaya razı etmek için MHP konuşturuluyor. Daha doğrusu bu rolü gönüllü yerine getiriyor.


İki üç ay daha MHP’yi ikna etme çabası sürdürülecekmiş! Ya da yöntem üzerinde çalışılacakmış! Bu oyalamadır. Tam da AKP’nin istediği gibi yapmaktır. Belki de bazı güçler AKP’yi kullanmak için CHP’ye böyle bir rol verdiler. Tabii ki CHP’nin çözüm politikası varsa bunu ortaya koymasını isteriz, anlamlı buluruz. Ancak anlaşılıyor ki bir çözüm politikası yok; sadece Kürt sorunu konusunda gündemin parçası olmak istiyor. Türkiye’nin en temel sorununda gündem dışı kalmak istemiyor. Ama bunu bir çözüm politikası haline getirmemiştir. Bu nedenle eskisinden çok farklı bir yere gelmiş diyemeyiz. Çözüm politikası yoksa CHP de bir tasfiye politikasının figüranı olmaktan öteye konuma ulaşamaz. Zaten şu andaki pozisyonu budur.


AKP yeri gelince biz çoğunluğuz, azınlığın dayatmasını kabul etmeyiz diyor. Eğer AKP ve CHP isteseler yüzde seksen ile BDP ve toplumun desteğiyle sorunu çözerler. MHP’nin yapacağı fazla bir şey kalmaz. Ne var ki AKP’nin de CHP’nin de bir çözüm politikası yok. Sadece mevcut çözümsüz devlet politikasını AKP ve CHP birlikte yürütme iradesine sahipler. Bunun da bırakalım sorunlara çözüm getirmesi Kürt halkının mücadelesini daha da arttırmasına neden olacaktır. Çünkü mevcut yansıma çözümsüzlükte ısrarı milli mutabakat haline getirmekten ibarettir.


Kaldı ki belediye başkanlarının tutuklandığı, binlerce siyasi tutuklunun zindanlara doldurulduğu, Kürtlerin siyasi iradem dediği ve Kürtler içindeki en itibarlı kişi üzerinde tehdit ve şantaj politikasının izlendiği bir süreçte hangi çözüm zihniyeti ve çabasından söz edilebilir? Aksine bu tutumlar Kürt sorununda bir çözüm yaklaşımımız yoktur, Kürtlerin tek seçeneği mevcut yeni koşullarda yürütülen inkar ve asimilasyon politikalarına teslim olmaktır dayatmasından başka bir anlama gelmemektedir.  


HÜSEYİN ALİ

‘Post-Kemalist Otoriterlik’ ve ‘Endişeli Dindarlar’

VEYSİ SARISÖZEN

AKP “düşüşte”. Artık bunun ilk işaretlerini AKP/Cemaat medyası bile saklayamıyor. Geçtiğimiz gün Zaman gazetesinde İhsan Dağı bir kamuoyu yoklamasından söz etti. Bu yoklama liderler hakkında yapılan “değerlendirme” ile ilgili. Buna göre, Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz Ocak ayından bu yana yaklaşık yüzde beş “düşüşe” geçmiş. Ocak’taki popülaritesi yüzde 50.3, Nisan ayında yüzde 45.6.

Daha da düşecektir.


Buna karşılık BDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş Ocak ayında yüzde 6.1 olan değerlendirmeyi, Nisan ayında yüzde 8.5’e çıkarmış.


Daha da yükselecektir.


İhsan Dağı ertesi gün bu “düşüşün” nedenleri üzerine yazdı: “Kafalar karışık. Post-Kemalist bir Türkiye’nin ‘tam demokratik’ bir ülkeye doğru evrilmeyeceği konusunda kuşkular artıyor; dahası, ‘post-Kemalist otoriterlik’ endişesi derinleşiyor.”


Bu “endişe” kimlerin arasında derinleşiyor? Laik demokratların mı? 


Hayır.


Dağlı anlatıyor: “Kuşkular ve endişeler temelsiz değil. Bu durumun nereye varacağını belirleyecek olan ‘demokrat blok’un tutumu; dindarı, liberali, Türk’ü ve Kürt’üyle ‘demokrat blok’ Kemalist otoriterliğe mücadele verdiği gibi ‘post-Kemalist’ otoriterliğe de razı olmayacak gibi.” Ve ekliyor: 


“Anlaşılan, post-Kemalist otoriterliğe dindarlar da itiraz edecekler.”

“Düşüş” böyle bir şeydir. Yalnız “sayısal” bir şey değildir. Manevi bir şeydir.


 “İslamcı” çevreler arasında, özellikle kadınlar daha açık sözlüler. Örneğin “tesüttürlü” yazarlardan Nihal Bengisu Karaca şöyle yazdı: 


“Uludere hatasını sezaryen ve kürtaj tartışmasına seğirterek aşmaya çalışmak bir hataydı. Tartışmayı agresif bir dille sürdürmenin sonu batağa saplanmaktı, nitekim öyle oldu. Ben olanı değil olacakları söyleyeyim: Bu gidişle ve diğer yapıp etmeleriyle hükümet, yakın bir tarihte fikirlerini dolaşıma sokacak entelektüel, yazar, akademisyen bulamayacak. Ve benden söylemesi, şimdiden öyle olmaya başladı...”


Ama en çarpıcı örneği, Radikal yazarı Ezgi Başaran verdi. Başaran, bir grup kadının Uludere katliamıyla ilgili imza kampanyasından söz ettikten sonra şöyle yazdı:


“Uludere İçin Buluşan’ ve bu mektubu imzaya açan kadınlar arasında Hüda Kaya var. Kendisi başörtüsüne özgürlük için emek sarfetmiş, ciddi bedeller ödemiştir. Hikayesini dinleyin: 1998’de “Ulusal bir heyecen gecesi ve başörtüsü” başlıklı bir yazısından dolayı 312’den yargılandı, 20 ay ceza aldı. Tahliyesinden sonra 3-4 ay sonra Malatya İnönü Üniversitesi’nde başörtüsü yasağı uygulanmaya başlamıştı. Lisede olan üç kızı başörtüsüyle ilgili okudukları şiirler nedeniyle mimlenmişti. Aynı anda kızlarını İmam Hatip’teki derslerinden, Hüda Hanım’ı da kaldığı adresten alıp götürdü polis. 7 ay cezaevinde kaldılar. Tahliye olduktan sonra karar Yargıtay’dan döndü ve Hüda Hanım ancak 2002’de serbest kalabildi.”


Hüda Kayalar Uludere için konuşmaya başlamışsa, bilin ki “düşüş” de başlamıştır. 

 
Kargaşa artıyor.


Malum, Meclis’te yine bir “paket” var. Adı da güya “hukuk paketi”. Şimdi AKP kalemşorlarıyla Cemaat kalemşorları bu “paket”le ilgili kavgaya tutuştular. Fehmi Koru “paketi övmekte”. Cemaat’in sözcüleri ise bu “paket”in “darbecileri kurtarma” paketi olduğunu söylemekte.


Ama bu kadar basit de değil kargaşa. Cemaat “pakete” karşı çıkarken, aynı zamanda Özel Yetkili Mahkemeleri (ÖYM) militanca savunmakta. Buna karşılık Fehmi Koru, “darbeler dönemini geri getireceği” gerekçesiyle ÖYM’leri savunanları eleştirmekte.


“Hangisi iyi?”


Ne zaman egemenlerin iç çelişkilerinden söz etsek kimilerinin aklına bu soru geliyor. Soruyu soranların bir kısmı “kendi gücüne güvenmeyen”ler. Egemenlerin içinden bir “iyi” şey bulsalar, dört elle sarılacaklar. Soruyu soranların kimisi ise, “soldan” itirazcı. Bu çelişkileri sergilersek, halk “ehven-i şer”e sarılır sanıyorlar.


Kimi zaman “ehven-i şer”i seçmek zorunlu olabilir. Ama bugün böyle bir durum yok. Sözünü ettiğimiz çelişkinin “iki ucu da kirli” bir değnek olduğunu bilelim, yeter. Çünkü bunların tartıştığı “hukuk paketi”nde sol için, Kürt Özgürlük hareketi için hayırlı hiçbir şey yok. Örneğin ÖYM’ler, bu paket yasalaşınca, yalnızca Kürtleri ve onların müttefiklerini yargılayacak…Hükümet “askeri vesayetin” artıklarıyla uzlaşmakta, onlarla birlikte Kürt Özgürlük hareketine karşı saldırıyı sürdürmekte kararlı.


Bu çelişkileri, AKP’nin “düşüşte” olduğunu kanıtlamak için vurgulamak gerekir. Vurguluyoruz da. Aynı zamanda bu çelişkiler yalnız AKP’nin “düşüşte” olduğunun işaretleri değil, “düşüş” sürecinin aynı zamanda “otoriterleşme”nin de güçleneceğinin işaretleri. O halde “düşerken” daha tehlikeli olan bir güçle karşı karşıya olduğumuz açık.


Yaklaşan yerel seçimler öncesi, son bir ayda Kürdistan’da BDP’nin Bingöl, Urfa, Maraş ve Diyarbakır olmak üzere dört il başkanı tutuklandı. AKP, BDP’li belediyeleri zorla ele geçirmek istiyor, Kürt siyasetini “yeraltına geçmeye” zorluyor. AKP tutuklu vekil Kemal Aktaş’ın vekilliğini düşürmeye hazırlanıyor. Bu tüm BDP grubunun tasfiyesi demektir. Kürt halkı parlamenter rejimden dışlanıyor. Bu iç savaş demektir.


Aktaş’ın vekilliği “düşünce”, AKP daha hızlı “düşecektir.”

KCK: PKK Sessiz Kalmayacak!

KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, halen depremin yaralarını sarmaya çalışan Van’da belediye başkanlarının gözaltına alınmasına ve Öcalan üzerinde devam eden izolasyona tepki göstererek, “PKK hareketinin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin AKP devletinin Kürdistan halkına karşı başlatmış olduğu bu savaşa sessiz kalması mümkün değildir” dedi.

Son günlerde yaşanan gelişmelere ilişkin yazılı bir açıklama yapan KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin 11 aya yakın bir zamandır devam ettiğine dikkat çekerken, Kürt halkına karşı uygulanan faşizm ve zulüm siyasetiyle savaşın bütün boyutlarıyla derinleştirilmiş olduğunu söyledi.

ÖCALAN İLE 11 AYA YAKINDIR AĞIRLAŞTIRILMIŞ TECRİT UYGULANIYOR

KCK’nin açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Sömürgeci Türk devleti, Kürdistan halkına karşı hiçbir hukuk kuralını tanımaksızın başlattığı topyekun saldırıyı derinleştirerek sürdürmektedir. Ulusal ve uluslararası yasaları açık açık çiğneyerek 11 aya yakın bir zamandır Önder Apo üzerinde en ahlaksız bir biçimde ağılaştırılmış tecrit işkencesi uygulamakta, halkımızı ve kamuoyunu Önderliğimizin sağlığı ve yaşamından habersiz bırakmaktadır. Bununla paralel olarak gerilla güçlerine karşı kapsamlı imha operasyonlarını gerçekleştirerek Kürdistan’ı tam bir savaş sahasına dönüştürmüş bulunmaktadır. AKP hükümeti sadece gerillaya karşı değil, tüm yurtsever Kürt kurumlarına ve siyasi yapılarına karşı kapsamlı bir savaşı geliştirerek sonuç almak istemektedir. Kürdistan halkının demokratik kurumlarına ve siyasetçilerine sudan gerekçelerle yönelerek, hedeflediği her kişiyi tutuklamakta ve siyasal soykırımı boyutlandırmış bulunmaktadır. AKP hükümeti, Kürt halkının oy vererek seçtiği belediye başkanlarını ve temsilcilerini tutuklayarak Kürt siyasetini ve siyasal iradesini yok etmek istemektedir. Açık ki AKP iktidarının Kürdistan’da yürürlüğe koyduğu mevcut uygulamalar sömürgeci devlet hukukunun bir gereği olarak uygulanan, Kürt toplumunu sindirme, teslim alma ve ortadan kaldırmayı hedefleyen uygulamalardır.
FAŞİZM VE ZULÜM SİYASETİ

AKP devletinin Kürt Halk Önderliği’ne karşı İmralı’da sürdürdüğü bu uygulama Kürdistan halkına karşı başlatılmış bir savaştır. Aynı biçimde Kürt siyasetine karşı dur durak bilmeden sürdürülen siyasal soykırım operasyonları bu savaşın derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması anlamına gelmektedir. Gerilla güçlerinin imhası için her türlü olanak ve imkanı harekete geçiren Türk devleti topyekun savaşı kapsamlılaştırarak Kürt halkının özgür geleceğini karartmak, Kürt toplumunu teslim almak ve soykırım politikalarıyla ulus olmaktan çıkararak yok etmek istemektedir. Özel ordu, özel harekat polisi ve özel mahkemeler yoluyla Kürt halkına karşı uygulanan faşizm ve zulüm siyasetiyle savaş bütün boyutlarıyla derinleştirilmiş bulunmaktadır.
BELEDİYE BAŞKANLARININ TUTUKLANMASI

Dün (7 Haziran) siyasal soykırım operasyonları çerçevesinde başta Van Belediye Başkanı Bekir Kaya olmak üzere Özalp, Edremit, Başkale, Muradiye ve Bostaniçi belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu 19 Kürt siyasetçisi gözaltına alınmıştır. Ayrıca Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak sorgulanmak üzere gözaltına alınmış ve bırakılmıştır. Bununla birlikte KCK Operasyonu adı altında İç Anadolu Bölgesinde Kürt sağlık emekçileri ve doktor adaylarına yönelinmesi, AKP hükümetinin Kürt toplumuna ve siyasi iradesine karşı geliştirdiği siyasal soykırımın ulaştığı boyutu açıkça göstermektedir. AKP devleti Kürt halkının seçilmişlerine yönelerek, Kürt parlamenterlerini fezlekelerle kuşatırken belediye başkanlarını ve tüm siyasi çalışanlarını ise tutuklamaktadır. Özellikle AKP’nin 2009 seçimlerinde kaybettiği Siirt ve Van belediye başkanlarının aynı günde gözaltına alınması çok manidardır. Bu yönelimin özel bir amacının da 2009 yerel seçimlerinin rövanşını almak ve önümüzdeki yerel seçimlerin hazırlığını yapmak olduğu açıkça ortadadır.
ÖZGÜR TAŞ İÇİN BAŞSAĞLIĞI

Kendini Kürt halkına feda eden Şehit Zîlan Ölümsüzler Taburu üyeleri Andok (Ramazan Yılmaz) ve Êrîş (Cengiz Özek) yoldaşların hem Gever’de hem de Farqîn’de gerçekleştirilen cenaze törenlerinde halkımıza karşı polis terörünün uygulanması sonucu Gever’de 15 yaşındaki Özgür Taşar isimli gencin şehit edilmesi ve Veysi Yıldırım isimli gencin yaralanması, Farqîn’de ise 55 yaşındaki Hamdi Özyandı isimli yurtseverin ağır yaralanması Türk devletinin sadece örgütlü yapılara karşı değil, tüm Kürt halkına karşı nasıl bir savaş geliştirmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Şahadete ulaşan Özgür Taşar isimli gencimizin ailesi şahsında tüm Gever halkına başsağlığı ve yaralılara acil şifalar diliyor, Şehit Özgür Taşar’ın anısını Kürdistan Özgürlük Mücadelesinde yaşatacağımızı vurguluyoruz. Kendi bağrından çıkmış, Kürdistan halkının yiğit fedai evlatları olan Andok ve Êrîş yoldaşlara güçlüce sahip çıkan yurtsever Gever ve Farqîn halkımızın onurlu duruşunu takdir ediyor ve selamlıyoruz.
PKK’NİN SESSİZ KALMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR

Kürt Halk Önderliğine, Kürt siyasetine ve Kürt halkına karşı böylesine zalimce sürdürülen tek yönlü savaşa rağmen hareketimiz PKK’den bütün bunlara karşı sessiz kalmasını ve hiç ses çıkarmamasını istemek, AKP faşizminin dilediği gibi zulüm uygulamasına boyun eğmesini istemek, Kürt halkının geleceğini karartmak ve onun yok edilmesini istemek anlamına gelmektedir. Bugün Kürt halkına, Özgürlük hareketine ve Kürt Halk Önderliği’ne karşı geliştirilen bu savaşa karşı onurlu-şerefli tüm yurtseverlerin tek görevi vardır; o da direnmek ve bu faşist zulme karşı boyun eğmemektir. Bu açıdan PKK hareketinin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin AKP devletinin Kürdistan halkına karşı başlatmış olduğu bu savaşa sessiz kalması mümkün değildir.
SALDIRI HALİNDE OLAN AKP DEVLETİDİR

Açık ki, ortada PKK’nin uygulamış olduğu bir şiddet yoktur, Kürt halkının meşru hakkı olan savunma hakkı vardır ve PKK Kürt halkının bu meşru savunma hakkını sonuna kadar kullanacaktır. Saldırıda olan hareketimiz değil, AKP devletidir. Hareketimizin yürüttüğü savaş özü itibarıyla bir savunma savaşıdır. PKK hareketinin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin sömürgeci saldırılara karşı asla boyun eğmeyeceğinden, direnme hakkını sonuna kadar kullanacağından ve bunu başaracağından hiç kimse kuşku duymamalıdır. Ulus olarak var olabilmek, özgür geleceğimizi yaratmak ve onurlu bir halk olmamız ancak böyle mümkün olacaktır. Zulme karşı boyun eğmemek, direnerek gerçeği savunmak ve kazanmayı esas almak böyle gelişecektir. Kürdistan halkının tüm yiğit evlatları bu yolda kararlıca yürüyecek, değerlerini ve halkını savunmayı bilecektir.
VAN’DAKİ GÖZALTILAR DÜŞMANCA BİR GİRİŞİMDİR

Depremin felaketini ağır bir biçimde yaşayan yurtsever Van halkı, AKP’nin alçakça ve ikiyüzlü bir biçimde yüzüstü bırakmasıyla kış ortasında ikinci bir depremi yaşamıştır. Bu depremin acılarıyla kıvranan Van halkı kendi özgücü ve belediyeleriyle yaralarını sarmaya çalışırken, 6 belediye başkanının ve çalışanlarının tutuklanması, yaraların sarılmasını önlemek ve halkımızın acılarını derinleştirmeyi hedefleyen düşmanca bir girişimdir. Buna karşı yurtsever Van halkının göstermiş olduğu tepki çok haklı ve anlamlıdır. Başta ilçeleriyle birlikte tüm yurtsever Van halkı ve tüm yurtsever Kürdistan halkı AKP hükümetinin Van halkımıza karşı gerçekleştirdiği bu saygısızlık, saldırı ve zulme karşı sessiz kalmamalı, sesini yükseltmelidir.
BU SAVAŞ SADECE KÜRTLERE DEĞİL, TÜRKİYE HALKLARINA DA KARŞIDIR

Ahlaksız ve kuralsız bir biçimde yürütülen bu savaş sadece Kürdistan halkına değil, aynı zamanda Türkiye halklarına karşı da geliştirilen bir savaştır. Savaşın ağır faturalarını bu coğrafyada yaşayan herkes ödemektedir. AKP hükümeti bir tarafta sahte ve yapay gündemler oluşturup inkar ve imha savaşını ahlaksız ve kuralsız bir biçimde sürdürürken diğer taraftan daha dün Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu çözülmüştür’ söyleminin savaşı daha tırmandırma kararlılığı anlamına geldiği açıktır. Biz hareket olarak Türkiyeli tüm dostları vicdan sahibi ve gerçeğe saygısı olan herkesi AKP iktidarının bu kirli yüzünü görmeye, onurlu bir barış ve hakkaniyete dayalı bir çözüm için seslerini yükselterek tutum almaya çağırıyoruz.

Tüm yurtsever Kürdistanlıları, Kürdistan halkının dostlarını ve tüm sorumlu çevreleri AKP’nin bu vahşi zulmüne karşı sessiz kalmayıp direnişi yükselterek insanlık değerlerine sahip çıkmalılar.”


ANF NEWS AGENCY