2 Ağustos 2011 Salı

İran Saldırılarının Perde Arkası

 
İran'ın Kandil'e yönelik saldırıları sürerken KDP ve YNK'nin operasyon konusundaki sessizliklerinin üzerindeki sis perdesi aralanmaya başladı.
İran, Kandil'den PJAK ve PKK'yi sökerek bu bölgenin denetimini YNK ve KDP'ye vermeyi vaat etti. Kürt yönetimi ise operasyonlara ses çıkarmayacaklarını, hatta istihbarat desteği sağlayabilecekleri taahhüdünde bulundu. Bu çerçevede Federal Kürdistan Hükümetinin bilgisi ve onayı dahilinde, İçişleri Bakanı Kerim Sincari'nin başkanlık ettiği ve hükümetin Tahran temsilcisi Nazım Ömer'in yer aldığı heyet İran devletiyle bir anlaşma yaptı.

ORTAK OPERSYON ÖNERİSİ

Anlaşma 28 Ocak 2011 tarihinde Piranşehir'de gerçekleşti. Görüşmenin ana gündemi PKK ve PJAK'ın etkisizleştirilerek Güney Kürdistan'dan çıkarılması ve bu boşalacak bölgeye Güneyli güçlerin yerleştirilmesiydi.

Görüşmede İran tarafı PKK ve PJAK'ın bulunduğu alanları “temizleyerek” buranın kontrolünü Güneyli güçlere vereceklerini ifade ederek ortak operasyon önerisinde bulundu. İran devleti bu planın, Neçirvan Barzani döneminde yapılan bir güvenlik anlaşmasına dayandığını da belirterek Güneyli güçleri baskı altında tuttu.

Buna karşılık Kerim Sincari, İran'ın PKK-PJAK hakimiyet bölgelerine saldırı halinde sessiz kalacakları taahhüdünde bulundu. Sincari kendilerine konum belirleme işlevi gören GPS cihazları verilmesi durumunda PKK ve PJAK kamplarının yerlerinin tespit edilmesinde yardımcı olabileceklerini söyledi.

Bu görüşmeye İran heyetine, İran-Federal Kürt Hükümeti ilişkilerinden sorumlu Muhammedi isimli şahıs başkanlık etti. İran heyetinde Firuzende Haci ve Serdar Muhammedi isimli iki karargah komutanı ve Batı Azerbeycan bakanlık sorumlusu da yer aldı.

SALİH ANLAŞMAYI İMZALADI

Nazım Ömer bu antlaşma metnini bölge hükümeti başkanı Berhem Salih'e de gönderdi. Berhem Salih de bu belgeyi imzalayarak yürürlüğe girmesinin yolunu açtı.

Irak devletinin toprakları içindeki büyük bir bölge İran tarafından bombalanırken, bir çok köy de saldırı sonucu tahrip oldu, siviller öldü ve bir iç göç de yaşandı. Buna rağmen Irak merkezi hükümeti, Kürdistan Federe Hükümeti ve ABD, sanki böyle bir saldırı olmamış gibi davrandılar.

Siyasi gözlemciler "sessiz kalma"nın da onay anlamına geldiğini belirtirken, bu onayın sessiz onayın ötesinde, bir antlaşmaya dayandığı ortaya çıktı.

ANKARA ANLAŞMADAN HABERDAR

Saldırı öncesinde Türk ordusunun da sınır boyunda büyük bir yığınak yapması, İran pastarları arasında Türk ordu mensuplarının yer alması ve bunlardan bir kısmının öldürülmesi, Türkiye'nin de Tahran'daki anlaşmadan haberdar olduğu, bu saldırının aktif ortaklığını yaptığını göstermektedir.

Saldırının ilk haftasında Güney Kürdistanlı güçlerin İran operasyonu karşısındaki sessizlikleri dikkat çekiciydi. Oysa bu saldırılar, Kürtler arası yakınlaşma ve ulusal kongre tartışmalarının gelişme kaydettiği bir süreçte gerçekleşti. Güney Kürdistan halkının saldırılara karşı tepki göstermesi üzerine, bölge hükümeti de İran'a yönelik gecikmeli ve zayıf bir kınama yaptı.

İŞBİRLİĞİ SÜRÜYOR KUŞKUSU

Bu görüşmenin yapıldığı tarihten sonra Güney hükümeti ile İran arasında ne gibi görüşmeler yapıldığına dair net bir bilgi yok. Ancak İran'ın Kandil, Xinere ve Xakurke'ye yönelik olarak başlattığı saldırının ilk gününden itibaren Güney yönetiminin net bir tutum içine girmemesi İran ile Güneyli güçler arasında işbirliğinin devam ettiği yönündeki kuşkuları ciddi bir şekilde arttırıyor.

12 BİN PEŞMERGE KANDİL’İN GÜNEYİNE YIĞILDI

Güneyli güçler çatışmanın başladığı günden bu yana Kandil'in güneyindeki alanlara 12 binden fazla peşmergeyi yığmış durumda. Güneyli partiler bu yığınağı sınır güvenliği gerekçesi açıklasa da, İran devleti ile ortak politikalar oluşturulması ihtimali Güney Kürdistan halkında endişeye yol açıyor.



'Delikanlı Başbakan' Cinsiyetçi Siyasal Şiddet



Son yıllarda, yaygınlaşarak çoğalan kadın cinayetlerinin sosyolojik açıdan enine boyuna irdelenmesi gerektiği kesin. Ancak, asli görev üstlenmesi gereken siyasi iktidarın bu konudaki duyarsızlığı, suçun oluşumundaki zımni işbirliğini mercek altına almayı zorunlu hale getiriyor. Türk üniversitelerinin durumu da siyasal iktidardan farklı değil. Duyarlı birkaç bilim insanının kişisel sayılabilecek çabalarının dışında, uzun bir süredir, Kemalist ulusalcılarla, bugün AKP ile kimliklenen, ”akademik” kadroların kapışma alanına dönüşen Türk üniversiteleri iktidar mücadelesinin bir parçası olmanın dışında hiç bir işlev yürütmüyor.

Son dönemde kadın cinayetlerinde yaşandığı söylenen yüzde bin 400'lük artış, günde ortalama 5 kadın öldürüldüğüne işaret ediyor. Bu cinayetler ardından e
gemen basında kullanılan, ”bir kadın daha namus cinayetine kurban gitti” ifadesindeki, ”kurban edilme” bu cinayetleri meşrulaştıran bir anlam taşıyor. Cinayet karşısında kadını ”kurbanlaştıran” bu bakış aslında bu cinayetlerin zımnen desteklenmesidir. İslamiyette, kurban edenin de edilenin de kutsandığı düşünüldüğünde topluma empoze edilen kadın cinayetleri algısı daha iyi anlaşılacaktır.

Kadın cinayetleri başından beri, özellikle Kürdistan'da, toplumsal dönüşüme direnen, onun dinamiğinden bağımsız kendi başına bir kategori olarak kurgulanıyor. ”Töre, namus, gelenek” söylemi ile kurumsallaşması ile amaçlanan da, erkek egemen iktidar ilişkilerinin doğallaşması ve devamlılığının sağlanması. Son notunda, ”Çok acı var” diyen sosyolog Dicle Koğacıoğlu'nun, namus cinayetleri konusunda yaptığı çalışmada dediği gibi, ”Gelenek söylemi bir 'onlar' kategorisi yaratıyor. Bugünlerde çoğunlukla bu onlar Kürtler oluyor bazen de 'Güneydoğulular.' Eskiden bu 'onlar'a daha çok, 'cahiller' yada 'geri kalmışlar' denilirdi.”

AKP ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan muhafazakarlığının cinsiyetçi, erkek egemen söylemi, ”namus” cinayetlerini cesaretlendiriyor.

Erdoğan'ın,”karizması” etrafında kutsanan, ”delilkanlı, kabadayı, bıçkın” erkek böbürlenmesi, sokakta cinsiyetçi bir bakışla, ”namusu” uğruna her şeyi yapabilecek erkeği cesaretlendiriyor. Kadının inancının gereği olmanın ötesinde, erkeğin namusunun-yani malı konumundaki kadınının- örtünmesi, saçını dahi sadece onun izin verdiği erkeklerin karşısında açabileceği algısı ile başlayan sahiplenme, aksi her davranış algısında kadının katlini, ”caiz” hale getiriyor.

AKP iktidarı döneminde artan, ”namus” temelli kadın katlinde AKP'nin topluma yaydığı, egemen kıldığı, muhafazakarlaşma paradigmasının etkisi hafife alınamaz. Erdoğan ve yakın ekibinin retoriğinde baskın bir biçimde öne çıkan, ”homofobik, cinsiyetçi” söylem sokakta erkeğin kendi ”düzenini” kurmasında cesaretlendirici rol oynuyor.

Başörtüsü konusunda dürüst, özgürlükçü bir politik tavır yerine, her konuda olduğu gibi oya endeksli pragmatik bir politika izleyen AKP, örtünmenin ”namusun” korunmasına kadar vardırdığı savunusu ile ”aksi” davranışta olan kadını hedef haline getiriyor. Bu cinayetler karşısında hala ciddi toplumsal bir tavrın geliştirilmesi için en ufak bir girişim başlatmayan iktidarın bu tutumu, toplumun erkek egemen yanı açısından, ”zimni” bir onay olarak algılanıyor.

Başbakan'ın Davos gibi haklı görünen çıkışlarının dahi, ”özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik” olmaktan çok, ”delikanlılık, kabadayılık” gibi eril cinsiyetçilikle izahı toplumda ön kabulü olan cinsiyetçi namus anlayışını insan ilişkilerine hakim kılıyor. AKP iktidarı eli ile pompalanan bu ilkel toplumsal değer yargılarının kadını, erkekten değersiz gördüğü düşünüldüğünde bu kadın cinayetlerinin özünde politik olduğunu söylemek mümkün.

Kürdistan'da asker ve sivil devlet görevlilerinin öncülüğünde yaşanan toplu tecavüzler, aslında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kadın kimliği üzerinden toplumun bütününe yönelik tecavüz eylemleriydi. Kürt Özgürlük Hareketi içinde kadının özgürlük mücadelesine yönelik bir saldırıydı. Türk devlet geleneğinde işkencede direnen kadına tecavüz de bunun bir sonucudur. Bosna'da kurulan tecavüz kamplarında toplanan yaşlı ve genç kadınlar üzerinden bir toplumun geleceğine ve geçmişine tecavüz edilerek tolum sakatlanmak istemiştir.

Hali hazırda topluma egemen olan, ”kadının yeri evidir” algısının, Başbakan Erdoğan'ın, ”en az üç çocuk yapın” tahrik içerikli telkinleriyle tetiklendiği de açık.

İnanç gereği örtünmekten ziyade, bastırılmış rüküşlüklerinin, tesettürlerini işgal etmesine dönüşen giyim tarzları ile AKP tabanı üzerinden topluma rol model olarak belletilmeye çalışılan Cumhurbaşkanı ve Başbakan eşleri birer moda ikonuna dönüştürülüyor. Kısa bir süre öncesine kadar üniversitede başörtüsü kullanmasına izin verilmediği için insani bir hakkı için AİHM'de dava açan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrunnisa Gül, ”First Lady, Nişantaşı'nı dolaştı. Beymen ve Louis Vuitton mağazalarına uğrayan Gül, buradaki cüzdan ve aksesuarları inceledi. Gül'ün Louis Vuitton'dan neler aldığı, mağaza yetkililerinin gizlilik politikası nedeniyle öğrenilemedi” haberleriyle yansıyor.

Toplumun, ”laik” beyaz Türk yakasındaki, ”su testisi” ahlakçı söylemi, AKP muhafazakarlaşmasının salt kendi tabanı ile sınırlı olmadığını da gösteriyor. Başbakan'ın kişiliğinde kurumsallaştırılan, ”delikanlılık” retoriği kadın cinayetleri kadar travesti cinayetleriyle de tolumun bir kesimini imhayı hedefliyor. Homofobik, delikanlılık söyleminin en yoğun saldırı hedeflerinden biri de travestiler ve transseksüeller. Bu insanlara yönelik saldırılar çoğu zaman erkek sistemin erkek basını tarafından haber değeri dahi görmüyor. Bu yolla bu olayların üstü örtülerek saldırganlık teşvik ediliyor, her görülmeyen haberde bir kadın bir travesti daha katlediliyor. Cemil İpekçi gibi, popüler bir figürün bile karşı karşıya kaldığı homofobik saldırı sonrası saldırganın aynı gün serbest kalması yargının da bu anlamdaki tarafının kim olduğu bakımından çarpıcı bir örnektir.

İşte bu yüzdendir ki, kadınlar ve cinsiyetçi söylemin yarattığı bütün ”onlar” adaletin bir parçası olmadan, adalet olmayacaktır.

Yine Koğacıoğlu'nun söylediği gibi, ”Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, gelenek üzerinde söylemleştirilerek kültüre indirgenmesi, tekrar tekrar farklı boyutlardaki iktidar ilişkilerinin doğallaştırılmasında kullanılan bir figür.”

canerdem2126@gmail.com

Fetullah Gülen'in Risale Çarpıtmaları





Saidi Nursi öğretisi ile dünya çapında güç ve otorite kazanan Fetullah Gülen’in, cemaatin temel kaynağı olan Risale-i Nur metinlerinde çarpıtma ve değişiklikler yaptığı ortaya çıktı. Said-i Nursi El Kurdi’nin ölümünden sonra cemaat içinde patlak veren tartışma ve görüş ayrılıklarının geri planındaki temel metinlerde tahrifatlar belgelendi. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Cumhuriyet Savcılığının Risale-i Nur yapıtlarındaki tahrifat iddialarına ilişkin bilirkişi raporlarına yansıyan çarpıtmalara yenileri eklendi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Kayıhan İçel, Prof. Dr. Erol Cihan ve Doç.Dr. Köksal Bayraktar gibi isimlerin raporlarında, Sözler, Lemalar, Mektubat, Tarihçe, Mesnev-İ Nuriye, İşarat-Ül İ’caz başta olmak üzere temel Risale-i Nur eserlerinde çok sayıda tahrifat saptanmıştı. Ancak yeni ortaya çıkan tahrifatlar ise özellikle Risale-i Nur’larda “Atatürk”, “Kürt”, “Rejim” ile ilgili çoğu kelimelerin değiştirildiğini su yüzüne çıkardı. Sözkonusu metinlerde Fetullah Gülen cemaatinin yaptığı çarpıtmalar Said-i Nursi El Kurdi’nin kendini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı parçalar tamamen çıkartılmış. Nursi’nin Kürtlere ilişkin metinlerinde yer alan sosyal ve politik ifadeler ise çarpıtılarak Kürt ve Kürdistan kavramları başka kavramlarla yer değiştirilmiş. 

KÜRT NURCULARIN ÇEVİRİLERİ SKANDALI AYDINLATTI

Bu konudaki skandal tahrifatlar, Risale-i Nurların Osmanlıcadan tekrar Türkçe’ye çevrilmesine karar veren Kürt yayıncılar tarafından açığa çıkartıldı. Bu çevirilerde, Fetullahçıların özellikle Kürt kelimelerini, “vatandaş” ya da “Azeri” kavramlarıyla ikame ettikleri belirlendi. Örneğin Said-i Nursi El Kurdi’nin kitabında yer alan “Ey Asuriler ve Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler” ifadesi, “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim!” şeklinde tahrif edildi. Bununla da sınırlı olmayan tahrifatlar, özellikle rejimin ve sağ siyasi partilerin terminolojisine uygun olarak tashih edildi. Söz konusu çarpıtmanın olduğu kitabın ilgili bölümünde şu farklar yer alıyor:  

KİTABIN ASLINDAKİ İFADE: “Ebna-yı cincime (Aynı ırktan olanlar) de burada birkaç söz söylemezsem bence bahis natamam kalır.” 
 
TAHRİF EDİLMİŞ HALİ: “Vatandaşlarıma ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır”  

KİTABIN ASLINDAKİ İFADE: “Ey Asuriler ve Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette, vahşet ve gaflet sizi garet edecektir.”  

TAHRİF EDİLMİŞ HALİ: “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beşyüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.”  

KİTABIN ASLINDAKİ İFADE: “Hikmet-i İlahi” denilen makine-i alemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum aleme mümted ve müteşaib kanun-u nurani-i ilahinin müessisi olan “hikmet-i İlahi” ufk-u ezelden enguşt-u kaderi kaldırmış size emrediyor ki. Tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet ve kuvvetinizi “fikri milliyet” ile tevhid ve meczederek zerratın cazibe-i cüz’iyeleri gibi bir “cazibe-i umumi-i milli” teşkili ile Kürt gibi bir kitle-i azimeyi küre gibi tedvir ederek, şems-i şevket-i İslamiye ve osmaniyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba ile muvazene ve ahenk-i umumiyeyi muhafaza ediniz. Hem “Milliyet” denilen mazi derelerinde ve hal sahralarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan Rüstem-i zal ve Selahaddin –i Eyyubi gibi Kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan bir aile gibi herkesi başkasının haysiyet ve şerefi ile şereflendiren ve hissiyat-ı ulviyenin enmuzeci olan “fikr-i milliyetiniz” size emr-i kat-i ile emrediyor ki. Ta her biriniz umum bir milletin makes-i hayatı ve hami-i saadeti ve umum milletin bir misal-i müşahhası olunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesi ile himmet de büyür. Ve “Hamiyet-i Milliyenin” galeyanıyla ahlak da tekemmül ve teali eder.  

TAHRİF EDİLMİŞ HALİ: “Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dalbudak salan kanun-u nûrânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi, katre katre zâyi olan hamiyyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle yani: İslâmiyet milliyeti ile tevhid ve mezc ederek zerratın câzibe-i cüz'iyyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile bu kütle-i azîmi, küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba' ile müvazene ve aheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz. Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celaleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zâl gibi ecdadlarınızdan emsalleri gibi dâhî kahramanlar ile bir çadırda oturan bir âile gibi herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ her biriniz umum İslâmın ma'kes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.” Bu kısımda Said-i Kurdi’nin “Kürt ve Fikr-i Milliyet” ifadeleri, tamamen “Vatandaş ve İslam milliyeti” tabirleri ile değiştirildi. Kitabın bu kısmında Kürt dili ile ilgili bölüm ise tamamen çıkarıldı. Burada tahrifat yapılması mümkün olmadığı için komple çıkartılması tercih edilmiş. Said-i Kurdi’nin kendisini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı bölümler de ise tamamen “Bedevi” ve “şarklı”, “vilayet-i şarkıye” gibi terimler ile değiştirilmiş. 

DİVAN-I HARBİ ÖRFİ’DEKİ TÜRKLEŞTİRMELER 

Said-i Kurdi’nin Şeyh Said ve Dersim katliamı ile ilgi yazıları ise söz ve yorum farklarıyla değiştirilerek başka anlamlar yüklenmiş. Bunun yanı sıra Osmanlı Arşiv belgelerinde tıpkı basım diye basılan kitaplarda da Tıpkı basım değiştiriliyor ve Kubbe Altı Yayınları tarafından Osmanlı tarihi olarak basılan kitapta da özellikle İdrisi Bitlisi ile ilgili kısımlar çıkartıldı. 

KÜRT İNKARI, ALİ ŞERİATİ ÇEVİRİLERİNE DE YANSIDI 

Ancak Fethullah Gülen’nin Kürtlerin inkarı için yaptığı tahrifatların Said-i Nursi’nin eserleri ile sınırlı kalmadığı ortaya çıktı. Gülen’in, Ali Şeriati’nin kitaplarına dayandırarak yazdığı metinlerde de Kürt yerine başka kavramlar yerleştirildiği ve Türklere ilişkin tenkit ifadelerinin metinlerden atıldığı saptandı. Fethullah Gülen, bu çarpıtmaları “Prizma 2” adlı yapıtında gerçekleştiriyor. Burada Gülen, “Bir kısım sosyologlara göre Yunan medeniyetinin arkasında da yine Mezopotamya medeniyetinin banileri sayılan “Türkler ve Kürtler vardır.” Bu açıdan bu mevzuda kesin bir kısım deliller ortaya koymamız çok zor olmasına ragmen, “ Türk Milleti” buralardaki temel unsurlardan birisi sayılabilinir” diyor. Burada sosyolog derken kastettiği Ali Şeriati’dir. Ve Şeraiti, “Medeniyet ve Modernizm adlı orijinal eserinde şu ifadeleri kullanıyor: “Yunan medeniyetini de hicret eden KÜRTLER’in kurduğu bir medeniyettir. Kürtlerin Yunana gitmeleri ile başlamıştır. Hepsinden önemlisi ve açıkcası “Çağdaş Amerikan Medeniyetidir. Çok ilginçtir hiçbir zaman Dicle ve Fırat arasındaki yörede beynen nehrey. Batı söz etmiyor. Çünkü bundan söz ederse geliştirdiği bütün nazariye bir anda boşa çıkacaktır. Oysa bütüncü bir gelişme seyri vardır. Daha önce dediğimiz gibi, “Yunan medeniyetinin kaynağı KÜRTLERE dayanır. Kürtler iki nehir arasında yaşamaktadır. Mezopotamya, dünyanın kültür, medeniyet ve felsefenin merkezidir. Riyazi bilimlerin ilk gelişme gösterdiği yer bu iki nehir arası bölgedir.” Cemaatin, Şeraiti’nin yapıtında yaptığı en büyük tahrifat ise Dinler Tarihi kitabında ortaya çıktı. Burada Şeriati’nin “İran Aryailerinin Kavmi üçgeni” başlıklı bölümü işte şöyle çarpıtıldı:  

KİTAPTAKİ ORİJİNAL İFADELER: “Aryailer İran da üç büyük kavme bölünüyorlar. Bir kısmı doğuda Horasan’da yerleşmeyi seçerek “Partileri” oluşturdular. Diğer bir kısmı kuzey batıda “AZERBEYCAN’DAN KÜRDİSTANA kadar yerleşmeye karar verip meşhur “Medler”i oluşturdular. Üçüncü kısımda Fars eyaleti etrafında merkez ve güneyde kaldılar. Bunlarda “parsiler”(farslar) olarak isimlendirildiler.”  

TAHRİF EDİLMİŞ HALİ: “Aryailer İran’da üç büyük kavme bölünüyorlar. Bir kısmı doğuda Horasan’da yerleşmeyi seçerek “partileri” oluşturdular. Diğer bir kısmı kuzey batıda yerleşmeye karar verip meşhur “madlar” ı oluşturdualar. Üçüncü kısımda Fars eyaleti etrafında merkez ve güneyde kaldılar. Bunlar da “parsiler” olarak isimlendirildiler.” 

 RİSALE-İ NUR HAKKINDAKİ MAHKEME KARARLARI 

Risale-i Nur Külliyatına ait kitaplar ve okuyucuları, uzun yıllar amansız takip ve tarassutlara maruz kaldı. Türk Ceza Yasası’nın yürürlükte olduğu 1991 yılına kadar olan uzun devrede bu eserler ve okuyucuları hakkında iki bin adedi aşkın davalar açılmıştır. İçişleri Bakanlığı tarafından Emniyet Müdürlükleri’ne gönderilen 8.5.1985 tarih 91193–179-1 sayılı Risale-i Nur külliyatına ait kitaplar hakkında verilmiş mahkeme kararlarını da belirten ve bu kitapların bulundurulması ve okunmasının suç teşkil etmediğini açıkça ifade eden tamimi son derece dikkat çekicidir. Daha sonra İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı tarafından Risale-i Nur eserlerinin yasak kitaplardan olmadığı, bu eserleri toplu okumanın suç teşkil etmediği hakkında verilen 23.9.1999 tarih ve 1999–1960 hazırlık 1999-385 karar nolu takipsizlik kararı mevcuttur. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı 1984–173 no’lu takipsizlik kararı şu şekilde veriliyor; “Bu kitapların telif hakkını elinde bulunduran ve İstanbul Cağaloğlu Babıali Cad. No: 29-2’de faaliyet gösteren Sözler Yayınevi tarafından eskiden suç teşkil eden kısımları çıkarmak ve bazı değişiklikler yapmak suretiyle Mart 1984 tarihinde yayınladığı 35 Adet kitaptan ibaret Risale-i Nur Külliyatı’nın gazetelerde reklam yapılması üzerine Genel Kurmay Başkanlığı’nın 21.3.1984 tarih ve 3598-1384 snr (148) sayılı yazılarına Atfen Adalet Bakanlığı 26.3.1984 gün ve Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 1-133-47-1984-19507 sayılı yazıları muvacehesinde bu kitapların her biri hakkında eski tarihlerde ayrı- ayrı verilen takipsizlik ve beraat kararları ile bunların dayandığı bilirkişi raporları da gözünde tutularak….kanun yönünden yeniden incelenme yapılması cihetine gidilmiş ve bunun için İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Kayıhan İçel, Prof. Dr. Erol Cihan ve Doç.Dr. Köksal Bayraktar bilirkişi olarak görevlendirilmiştir. Mahkeme bilirkişisi “Risale-i Nurlar değiştirilmiştir” Sözler, Lemalar, Mektubat, Tarihçe, Mesne-i Nuriye, İşarat-Üli’Caz, Asa-Yı Musa, Muhakemat, İman ve Küfür Muvazeneleri, Ayet-ül Kübra, Beyanat ve Tenvirler, Divan-ı Harbi Örfi, El Hüccetüz Zehra, Gençlik Rehberi, Hakikat Nurları, Hanımlar Rehberi, Hastalar Risalesi, Haşir Risalesi, Hizmet Rehberi, İhlas Rsaleleri, İman Hakikatleri, Küçük Sözler, Meyve Risalesi, Miftahül İman, Münazarat, Nur Aleminin Bir Anahtarı, Nurun İlk Kapısı, Otuzüç Pencere, Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri, Sünnet-i Seniye Risalesi, Sünuhat, Tabiat Risalesi, Uhuvvet Risalesi, Yirmüçüncü söz, Zühretünnur Kısaca özetleri ve nitelikleri nakledilen kitaplar hakkında bilirkişi raporlarına göre suç teşkil etmemektedirler. Örneğin Sözler için “ Kitabın eski baskılarının genellikle 8 bin sahife civarında olduğu hatırlanırsa, eskiden suç unsuru ihtiva eden bazı sahifelerin 1961 yılından sonraki baskılarda kitaplardan çıkarılmış olduğu pek muhtemel olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu kitap baskısı ayrı bir fiil olduğu için mahkeme kararının konumuz yönünden geçerli olmadığı sonucuna varılmıştır” deniyor. 

İLK SANSÜR SAİD-İ NURSİ’NİN ÖLÜMÜNDEN HEMEN SONRA YAPILDI 

Ancak Fetullah Gülen’in Risale-i Nur ve diğer yapıtlarda açığa çıkan tahrifatları, Said-i Nursi’nin ölümünden sonra Nur cemaati içerisindeki iktidar kavgaları çerçevesinde uzun bir tarihsel geçmişe sahip. Bu tarihsel geri plan, cemaat içerisinde farklı siyasi konjontürlerde farklı liderler çevresinde yaşansa da, sonunda Fethullah Gülen’in stratejik başarısıyla Gülen Cemaatinin lehine dönüyor. Bu başarı, hem temel Risale-i Nur metinlerindeki tahrifatlar, hem Gülen’in devlet ilişkilerindeki iktidara oynayan üslubu hem de askeri cuntanın Gülen üzerindeki baskısı ile sağlanıyor. Yapılan araştırmalar, Said-i Nursi’nin ölümü ile birlikte yaşanan kavganın özellikle dershane, gazete ve siyasi partiler arasında gerçekleştiğini su yüzüne çıkartıyor. Buna göre ilk sansür, bizzat Risale-i Nur’un ilk öğrencileri tarafından Said-i Nursi El Kürdinin vefatından sonra yapılmıştı. 

“URFA’YA ÖLMEYE GELDİM” 

Said-i Nursi El Kürdi 23 Mart 1960 yılında Urfa’da vefat eder. Vefatını duyan sevenleri yurdun dört bir yanından şehre akın ettiler. Zübeyir Gündüzalp, Bayram yüksel, Mustafa Sungur, Tahiri Mutlu, Hüsrev Altınbaşak, Ceylan Çalışkan gibi Nurcuların “Ağabeyler” kesimi, bir yandan cenazeyle, diğer yandan ise şehre gelen Nurcularla ilgilenmekteydiler. Cenazenin nereye gömüleceğiyle ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülüyordu. Bir kısım Nurcular, Üstadın Isparta ve Barla’da çok sürgün kaldığı için buralara defin edilmesini istiyorlardı. Hatta bu yönde başbakan Menderes’e kararlarını ileten Demokrat Partili vekillere Menderes, “Kararı Nurcular versin” diyordu. Ama Nurcuların “Ağabeyler” kanadı Hüsrev Altınbaşak dışında “Evliyaullah öldüğü yere defnedilir” diyerek Urfa’ya gömülmesinden yana tavır aldılar. Zaten Said-i Nursi “Ben Urfa’ya ölmeye geldim” diyerek gömüleceği yeri göstermişti. Yapılan iştişarelerden sonra Urfa’da balıklı Göl’ün yanındaki kabre defnedildi. 

AĞABEYLER HAREKETİ KONTROL ALTINA ALIYOR

Said-i Nursi’nin ölümünden sonra Nurcular, cemaatin nasıl yönetileceği konusunu görüştüler. Geniş bir tabana oturan cemaatin dağılmaması için tedbir almak gerekiyordu. Cemaatin başına bir kişinin seçilmesi, en yakınındaki kişilerden bir istişare heyetinin kurulması, “Ağabeylerin” hareketi yönlendirmesi, siyasi bir teşkilat kurması gibi görüşler dile getiriliyordu. Bu tip fikirler ortaya çıkınca Zübeyir Gündüzalp, “Ağabeyleri”, yakınları ve iddia sahiplerini bir araya topladı. Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Hüsnü Yeğin, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı gibi Nur Cemaati’nin ileri gelenleri Zübeyir Gündüzalp’i hareketin başına getirdiler ve kendileri de onun altında bir iştişare heyeti oluşturdular. Bu dönemde sayıları 750 bini bulan Nurcular onca soruşturmaya rağmen büyük ölçüde bütünlük içinde hareket ettiler. Ölümden sonra toparlanan Nurcular, 27 Mayıs ihtilalinin gerçekleşmesinden sonra bazı sarsıntılar geçirdiler ve Yazıcılar’ın muhalefetiyle karşılaştılar. 

İLK MUHALEFET “YAZICILAR” 

Daha, Said-i Nursi yaşarken ayrı bir anlayışı tercih eden “Yazıcılar”, Hüsrev Altınbaşak önderliğinde daha farklı bir grup haline dönüştü. Altınbaşak, Said-i Nursi’den sonra “Üstad” olduğunu iddia ediyordu. Eserleri Osmanlıca el yazısıyla yazarak çoğaltma yoluna gitmişlerdi. Altınbaşak, dışındaki “Ağabeyler” ise Latin harfleriyle Risale-i Nur’ları basıp çoğaltma yoluna gidiyorlardı. Bu uygulamayı ise Sadi-i Nursi daha hayattayken ondan izin alarak yapmışlardı. Altınbaşak, daha kıdemli olduğunu iddia ediyor ve diğerlerinin kendisine tabii olmasını istiyordu. Cemaatin yara almaması için “Ağabeyler” görüşmek istiyorlar, ama Altınbaşak, “Hainlerle görüşmem” diyordu. Çeşitli görüşmelerden sonra Hüsrev Efendi Mehmet Kırkıncı Hoca ile görüşebileceğini belirtti. 40 senedir dışarı çıkmayarak Kuran Tefsiri ve Cevşen’i yazan Hüsrev Efendi Mehmet Kırkıncı Hoca ile görüşmesinde “Ben onların hepsini reddettim” diyerek Kırkıncı Hocayı’da yüz geri etti. Yazıcılar, sayıları az da olsa Denizli, Kütahya, Eskişehir, İzmir gibi yerlerde ağırlıklarını hissettiriyorlardı. Ege bölgesi onların kaleleri gibiydi. Ege bölgesindeki dershaneleri ziyarete giden Zübeyir Gündüzalp, Bekir Berk ve Mehmet Fırıncı ise çoğu yerde dershanelere alınmadılar. 

KİRAZLI MESCİT CEMAATİ VE ÇIKARILAN GAZETE 

Zübeyir Gündüzalp daha planlı ve merkezi bir yönetimin ihtilafları çözebileceğine inanıyordu. İstanbul’a dönünce Süleymaniye’de bulunan 46 numaralı evi, Nurcuların merkezi olarak tahsil etti. Cemaatle ilgili kararlar, açılacak dershaneler, Risale-i Nurların basım işi hep bu evde düzenlendi. Cemaat daha sonraları “Kirazlı Mescit Cemaati” olarak anılmaya başlandı. Bu dönemde basın yayın organlarında Nurculara karşı saldırıların yoğunlaşması ve devletin de bunlardan hareketle Nurcuları tekrardan sıkıştırması bir yayının zorunlu olduğu görüşünü kuvvetlendirdi. İlk görüşme Bugün ve Sabah Gazetelerinin sahibi Mehmet şevket Eygi ile yapıldı ama istenilen netice alınamadı. Daha sonraları ise Hilal Dergisi’ni çıkaran Salih Özcan’ın Zübeyir Gündüzalp’le görüşmesi neticesinde “İttihad” adlı gazete kuruldu. 34 Ekim 1967 yılında yayın hayatına başlayan İttihad’da Salih Özcan gazetenin imtiyaz sahibi, Mustafa Polat gazete müdürü, Mehmet Kutlular ise gazetenin sorumlu yetkilisi görevine getirildi. Tirajı kırkbinlere çıkan gazetenin yazar kadrosu; Hekimoğlu İsmail, Ahmet şahin, Altan Deliorman, Necmettin Şahiner, Tevfik Paksu, Ali Ulvi Kurucu, Abdürrahim Karakoç, Vehip Sinan, Gürbüz Azak gibi isimler vardı. 

DEMİREL’İN İKTİDARI-ERBAKAN VE BAŞÖRTÜSÜ 
 SORUNU 

Adalet Partisi’nin 1965 seçimlerinde tek başına iktidara gelmesiyle rahatlayan Nurcuları, Necmettin Erbakan’ın polis zoruyla Odalar Birliği’nden uzaklaştırılmasıyla rahatsız oldular. O dönemde tıp fakültesinde başörtüsüyle okuyan Hatice Babacan’ın derslere alınmaması ise “AP Döneminde Müslümalara zulüm yapılıyor” söylemini Nurcular arasında geliştirdi ve yeni parti kurulması fikri dillendirilmeye başlandı. Tevfik Paksu ve Hüsamettin Akmumcu gibileri muhakkak yeni partinin kurulmasını ve başına Erbakan’ın geçirilmesini isterken “Ağabeylerden” Mehmet Fırıncı “Beddiüzzaman böyle bir hadiseye izin vermiyor” diyerek AP varken başka bir partinin kurulmasına olan karşıtlığını dile getirdiler. Nurcular, “Parti kurmak isteyenler”, “Karşı çıkanlar” ve “Tarafsız kalanlar” şeklinde bölünmüşlerdi. Erbakan’ın Adalet Partisi’ne müracaatı ve geri çevrilmesi parti kurma çalışmalarını hızlandırdı. Bu sıralarda Alparslan Türkeş’in bir hamlesi ise gözlerin ona dönmesine yol açtı 

“BAŞBUŞ TÜRKEŞ RİSALE-İ NUR OKUYOR” 

Nurcular Erbakan’dan endişelenirken, MHP ciddi bir faaliyetle karşısına çıktı. MHP, İslamcıların desteğini almak için onları partisine davet ediyor oy vermeyenleri ise mason uşaklığı ile suçluyordu. MHP’liler yazıcıların lideri Hüsrev Altınbaşak’la görüşüp onun desteğini almışlardı. Bunun dışında Türkeş’in Nur dershanelerindeki adamları ise “Başbuğun Risale-i Nur okuduğunu, ileride tam bir Nurcu lider olacağını” konuşuyorlardı. Bütün bu gelişmeler karşısında Kirazlı Mescit’te toplanan “Ağabeyler” Türkeş ve MHP’nin gerçek yüzünü ortaya çıkaracak bir broşürün hazırlanması talimatını verdiler. Bekir Berk’in araştırıp, Mustafa Polat’ın yazdığı “Tarihi vesikalar ışığı altında İslami Hareket ve Türkeş” adlı bir kitap ortaya çıktı. Bu aynı zamanda Nurcuların ilk siyasi kitabıydı. Kitap, Zübeyir Gündüzalp’in talimatıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki dershanelere gönderildi. Kimi yerde MHP ile uğraşmak cemaate zarar verir denilerek karşı çıkıldı. Karşı çıkanlar arasında Fethullah Gülen de vardı. MHP bu konuda sessiz kalmadı ve Sakin Öner önderliğindeki komandolar, İstanbul’da MHP aleyhtarı broşürün basıldığı matbaaya silahlı baskın düzenlediler ve broşürleri alıp götürdüler. Bununla da kalmadılar Nurcuların Adalet Partisi’nden büyük paralar aldığını ilan ettiler. Nurcuların özellikle Ankara kanadının Erbakan’ın yanında yer alması neticesinde ittihat gazetesinde eleştirildi ve AP yanlısı yayına ağırlık verildi. 

NURCULAR FETHULLAH GÜLENE KIZIYOR 

İttihat Gazetesi’nde yazılar yazan Şule Yüksel Şenler’in Bugün Gazetsi’ne transfer edilmesi ve Mehmet Şevket Eygi ve Necip Fazıl Kısakürek’in Nurcuların gazete politikasını eleştirmesi neticesinde Mustafa Polat’ın Eygi’ye sert bir cevap vermesi üzerine Fethullah Gülen Mustafa Polat’a telefon açarak “ Sağa sola yapılan sataşmaları” eleştirdi. Gülen, böyle devam edildiği taktirde İttihat Gazetesi’ni okumayacaklarını beyan etti. Bu konuşma üzerine Gülen’i Erzurum’dan çocukluk yıllarından tanıyan Polat, Gülen’e çok sert bir cevap verdi. “Bu gazete benim değil Nurcuların gazetesidir. Nurcuların faaliyetlerini senin ağa baban olan İnönü bile durduramadı. Sen hiç bir şey yapamazsın” dedi. Bu konuşmadan sonra Nurcular, Fethullah Gülen’e kızarak, karşı bir tavır geliştirdiler. Nurculuğun dışında bir akım oluşturduğu söylendi ve hakkında çeşitli söylentiler yayıldı. Bu söylentiler bütün Nurcuları kapsayınca Fethullah Gülen etrafında kopmalar yaşandı ama o kendi görüşlerinden taviz vermedi. 

TABANIN KAYMASI 

“Hak geldi batıl zail oldu” ayetini slogan haline getiren Milli Nizam Partisi’nin kurulması ve bu partiye Nurcuların katılması ve Adalet Partisi’nden 41 kişinin ayrılması ve MHP’lilerin de Nurcu gençlere çengel atması “Nurcu Ağabeyleri” derinden düşündürüyordu. Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunu engelleyemeyen Nurcular, tabanlarının partiye kaymasını önlemek amacıyla günlük bir gazete çıkarmaya karar verdiler. Bekir Berk’in Yeni Asya adını koyduğu gazete, Demirel’in Boğaz Köprüsü’nün temelini attığı 21 Şubat 1970 tarihinde yayın hayatına başladı. Zübeyir Gündüzalp’in liderliğindeki cemaat bu tarihten itibaren Yeni Asya Cemaati olarak anılmaya başlandı. Gazetede Nurculara MHP’ye kapılmamaları ve AP’den kopmamaları tavsiye ediliyordu. 

12 MART MUHTIRASI VE ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN ÖLÜMÜ

“Sağ-sol çatışması” ülkenin gündemine girmiş ve her gün sağ ve sol kesimden insanlar öldürülmeye başlanmıştı. Bu gelişmeler 12 Mart 1971 muhtırasını getirdi. Türkiye İşçi Partisi ve Milli Nizam Partisi kapatıldı. Bugün ve Sabah Gazeteleri kapatıldı. Yeni Asya Gazetesi ise uyarıldı. Bu dönemde Nurcular çok sıkıntı yaşadılar. Karakollara çekilip dövüldüler ama en acı olay 2 Nisan 1971 tarihinde hareketin lideri Zübeyir Gündüzalp’in vefatıydı. Fatih Camiini mahşeri bir kalabalık doldurmuştu. Fethullah Gülen’den, Osman Demirci’ye ve “Ağabeylere” kadar geniş bir katılım vardı. Zübeyir Gündüzalp’ten sonra kimin lider olacağı tartışmaları yaşandıysa da bu “Meşveretle” aşıldı. Bu toplantılarda Mehmet Kutlular ön plana geçti. Bütün ülke çapında dershane açma, kamp kurma çalışmaları ve yayın evi, kitap çıkarma işine ağırlık verildi. Fakat farklı anlayışlar, Zübeyir Gündüzalp’in ölümünden sonra daha da yaygınlaştı. Mehmet Şevket Eygi’nin gazetelerinin kapatılmasından sonra sağ kesim içerisinde Tercüman Gazetesi, dini çevreler içerisinde ise Yeni Asya Gazetesi, çevrelerini etkileyecek güçteydiler. Daha önce siyasi konulara açıkça girmeme tavrına sahip olan Yeni Asya Cemaati, bu dönemde tamamıyla CHP ve MSP karşıtı, AP yanlısı bir yayın organı haline geldi. Bu dönemde dört Nur gurubuna bağlı elli üç kişi tutuklandı.Bekir Berk açıkça Nurcu olduğunu mahkemede beyan etti. Fethullah Gülen ise Nurcu olduğunu söylemedi. Sonuçta Bekir Berk bir yıl ceza alırken içinde Gülen’inde olduğu diğer kişiler beraat etti. 

AP YANLISI GAZETE ÇİZGİSİ YENİ KOPMA GETİRİYOR 

Bazı ağabeyler yayın anlayışını eleştirerek, gazetenin okunmamasını tavsiye etmeye başladılar. Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Hüsnü Bayram ve onlarla birlikte hareket eden bazı yeni kuşaklar ve vakıflar gazeteyi almamaya başladılar. Bununla da yetinilmedi Risale-i Nur Külliyatı dışında diğer kitaplarda dershanelere sokulmadı. Hekimoğlu İsmail gazeteden ayrıldıktan sonra Türdav Yayınlarını kurdu ve Sur Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Minyelli Abdullah Romanı ile İslami kesim içerisinde hayli popüler olan Hekimoğlu’nun ayrılmasından sonra da gazete yayın politikasını değiştirmedi. Dini çevrenin en çok kitap üreten, ilk ciddi kitap yayını yapan ve Türkiye’nin her tarafında dağıtım ağı bulunan Yeni Asya, yayıncılıkta tekel oluşturmuştu. Kitap yayınında başarılı olunmasına karşın gazetenin AP bülteni gibi çalışması cemaatte yeni arayışlara ve sıkıntılara neden oluyordu. Cemaatin gazete ve yayınevinden başka “Köprü” Dergisi vardı. Fakat bu dergiye rağmen Adapazarı’nda bir grup Zafer Dergisi’ni yayınlamaya başladı. Kutlular başta olmak üzere “Ağabeyler” derginin kapatılmasını istedi, ama Adapazarı Grubu bunu kabul etmeyerek gruptan ayrıldı ve yeni bir grup kurdu. 

FETHULLAH GÜLEN VE İTİRAZLARI 

Fethullah Gülen, Yeni Asya’dan farklı olduğunu gazetenin kendisi için yaptığı habere itiraz ederek açıkça gösterdi. Edremit’teki bir kampa yapılan baskını Yeni Asya Gazetesi, “Bir nurcu kampa baskın” şeklinde verince Fethullah Gülen bu olaya karşı çıktı. Mehmet Kutlular ve Mehmet Kırkıncı, Fethullah Hocanın yanına gittiler. Fethullah Gülen kendisinin Nurcu diye nitelenmesinin uygun olmadığını belirtince, Mehmet Kutlular “Biz sizi Nurcu biliyoruz” diye sitem etti. Fethullah Gülen ise “Bilmeniz ilan etmenizi gerektirmez. Ben geniş kitlelere ulaşmak için Nurcu kimliğimi kullanmayacağım” dedi. Bu tartışmadan sonra ipler tamamen koptu. Fethulalh Gülen vaazlarına devam etti, yeni yurt binaları inşa etti ve 1978 yılında meşhur ağlayan çocuk resmiyle Sızıntı Dergisi yayın hayatına başladı. Özellikle Fethullah Gülen’in konuşmalarının kasetler yoluyla çoğaltılması, tanınmasına yol açtı. Yeni Asya’nın önde gelenleri Fethullah Gülen’i açıkça eleştirmeye başladılar ve yayınlarının dershanelere girişini yasakladılar. 

Bununla da yetinilmedi sohbetine giden cemaat üyeleri dışlandı. Başka cemaatlerden taraftar kazanan, maddi ve manevi durumu gittikçe güçlenen fethullah Gülen, Yeni Asya Cemaati’nin siyasi çizgisinin hizmetin önüne geçtiğini belirtip cemaatini ayırdı. Bu ayrılmayla birlikte bazı dershanelerin de Gülen tarafına geçmesi cemaati derinden sarstı. Fethullah Gülen’in en büyük özelliği devletin yanında yer alması idi. Yeni Asya’da devletin yanında görünüyorsa da esas olarak Demirel’in yanındaydı. Fethullah Gülen Şubat 1980 tarihinde yaptığı bir konuşmada anarşist ve teröristleri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belirtti. Fethullah Gülen Yeni Asya Gazetesi’ne yaptığı itirazların aynısını Milli Selamet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete’ye de yapınca hiç beklemediği büyük bir tepkiyle karşılandı. Erbakancılar Gülen’in bu konuşmayı 24 Haziran 1980 tarihinde açık alanda dinletince insanlar Gülen’in de AP’li olduğunu düşünüp ayrılmalarına yol açtı. 

12 EYLÜL, GÜLEN’İN ZİRVEYİ ZORLAMASI VE YENİ 
PARÇALANMA 

12 Eylül askeri darbesinde Yeni Asyacılar askerin “bizi destekleyin” çağrısını reddedince iyice küçüldüler ve Gülen Hareketi güçlendi. Özal döneminde Yeni Asyacılar daha da küçülürken Fethullahçılar daha da büyüdü. Kenan Evren’in “hakiki din temiz dindir, irtica değildir” anlayışı cemaatleri büyük değişimlere yöneltti. Bunların başını bütün Nurcuların saygı duyduğu Mehmet Kırkıncı Hoca çekiyordu. Kırkıncı Hoca’nın 12 Eylül’ün generallerinden Tahsin Şahinkaya ile görüştüğü ve ona tavsiyelerde bulunduğu hatta Evren’e bu nasihatleri içeren mektup yazdığı haberleri Yeni Asya Cemaati’ni büyük bir şoka uğrattı. Anayasa oylamasına “evet” oyu verilmesi gerektiği Osman Demirci ve Mehmet Kırkıncı tarafından dile getiriyordu. Çünkü okullarda zorunlu din derslerinin konulması büyük başarı idi. Bunu ne Demirel ne de Erbakan yapabilmişti. Fethullah Gülen, Mustafa Sungur, Zafer Dergisi ve gruplarda bu şekilde düşünüyordu. Bu durum Yeni Asya Gazetesi’nin kapatılmasından sonra çıkarılan Yeni Nesil Gazetesi’nde sert şekilde eleştirildi. Kırkıncı Hoca Cengizhan’ın hocası ilan edildi ve bununla ilgili bir yazı dizisi yayınlandı. Yeni Asya grubundan kopan ve başını Mehmet Kırkıncı Hoca’nın çektiği kimselere “Konseyciler” denilmeye başlandı. Konseyciler, Yeni Asya grubunun en nefret ettiği gruptu. 

Birbirlerini Demirelci-Konseyci olarak suçluyorlardı. Fethullah Gülen askerce aranmasına rağmen askere methiyeler diziyor ve “Asker tam zamanında yetişmeseydi, bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı” diyordu. Özal’ın darbeden üç sene sonra iktidara gelmesi ve cemaat kitaplarının Milli Eğitim Bakanlığı talim terbiye kurulunca okullara tavsiye edilmesi Yeni Asya dışında hepsine yaradı. Yeni Asyacılar Özal ve partisini darbenin yan ürünü olmakla suçlayıp Demirel’i savunmaktan taviz vermiyorlardı. Fethullah Gülen fırsatı iyi kullandı, önce Ankara’da yayın yapan Zaman Gazetesi satın alındı. Yazar kadrosu farklı isimlerle takviye edildi. Ama siyasi yasakların kalkması ve Refah Partisi’nin güçlenmesi karşısında Gülen onlara karşı soğuk tavrını devam ettirdi. Demirel’in sert muhalefeti ve sonrasında Özal’ın cumhurbaşkanı olması ve partinin başına Yıldırım Akbulut’tan sonra Mesut Yılmaz’ın geçmesi dengeleri tekrardan değiştirdi. Yılmaz “ ANAP’ın cemaate ve tarikata ihtiyacı yok” diyordu. 26 Kasım 1989 günü İzmir Hisar Camii’nde ve otuz beş camide birden yayınlanan mesajında Gülen, başörtüsü eylemini eleştiriyor, bunun arkasında dinsizlerin ve komünistlerin olduğunu ileri sürerek devlete itaat istiyordu. Gülen’in bu konuşması İslami camiada şok etkisi yaratıyordu.

BİR AYRILMA DAHA 

Mehmet Fırıncı, M. Emin Birinci, Bekir Berk, Yavuz Bahadıroğlu gibi isimler Mehmet Kutlular’ın cemaati yanlış yönlendirmesinden, neredeyse partinin derneğine dönüştürmesinden ve “Yakın tarih Ansiklopedisi” adı altında Kemalizme, Atatürk’e ve İnönü’ye çok sert eleştiriler yapılmasından şikayetçi idiler. Cemaat artık “Kutlular Grubu” veya Demirelci Nurcular” diye anılır olmuştu. Yeni Asya’da kılıçlar çekilir olmuştu. Bu bölünmede ABD’nin parmağı olduğu bile iddia edildi. Bir sabah Yeni Nesil Gazetesi’ne gelen Mehmet Kutlular’ın karşısında polisleri bulması ve içeri alınmaması ipleri tamamen kopardı. Çünkü gazetenin hukuki sahipleri Bekir Berk, Mehmet Fırıncı ve M. Emin Birici idi. Mehmet Kutlular hemen cemaatten para toplayarak on gün içerisinde Yeni Asya Gazetesi’ni tekrar kurdu ve yanına bir de yayınevi ekledi. Mehmet Kutlular tabana hakim olmuştu. Kısa bir süre sonra Yeni Nesil Gazetesi kapandı ve Yeni Nesilciler şirketleşmeye ağırlık verdiler.

DYP-SHP KOALİSYONU VE BİR AYRILIK DAHA 

Yıllardır solu iktidar yapmamak için hep Demirel’i destekleyen Yeni Asya grubu oluşturulan koalisyonla tam bir hayal kırıklığı yaşadı. Sonrasında Refah Partisi’nin İstanbul’da kazandığı seçimler ve ardından cemaatte yeni bir parçalanma daha yaşandı. Burhan Bozgeyik, Mustafa Kaplan, Bünyamin ateş ve Hüseyin Demirel gibi isimler cemaatle yollarını ayırdılar. Fethullah Gülen Grubu ise yurt dışında açtığı okullar ve yurt içindeki dershane ve kolejlerle büyümesine devam etti. Turgut Özal’ın vefat etmesi ve sonrasında Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesi dengeleri tekrardan alt üst etti. Tansu Çiller’in DYP’nin başına geçmesi ve özellikle Fethullah Gülen’le kurduğu yakın ilişki yeni bir dönemin de habercisiydi. Tansu Çiller terörle mücadele yasa tasarısı için Fethullah Gülen’den destek istedi ve bu görüşme iki tarafın oluruyla basına yansıdı. Gülen art arda televizyonlara çıkmaya başladı. İlk röportajı TRT’de yayınlandı.

İSMET KAYHAN


Kemal Burkay Gülen Cemaati'ne Teşekkür Etti


Uzun bir süredir Ankara egemenliği ile aralarına ciddi bir mesafe koyan Kürt siyasal kadroları, demokratik özeklik ilanı ile özgün modellerini ortaya koydu. Bu karar, Ankara merkezli rejimin Kürdistan'da artık tanınmadığının ilanıdır. Tam Kürtler Ankara ile yeni mesafelerini tarif ederken, Ankara egemenliğinin yeni sahibi AKP şemsiyesi ile ”memleketine” dönen Kemal Burkay'ın, üslubu dikkat çekiyor.

Geçmişte teşebbüs ettiği silahlı mücadele girişimleri her seferinde hüsranla sonuçlanan Burkay, o girişimleri hiç yaşanmamış saymak istiyor olmalı ki, AKP'li liberaller gibi hem Kürt Özgürlük Hareketi'ne hem de bir bütün olarak sola yükleniyor.

Burkay ısrarla, ”Gerek sol, gerek Kürt hareketi mücadelesini barışçıl yöntemlerle sürdürseydi, belki bugün daha iyi bir noktada olurduk.” diyor. Kendisinin ise, ”hiç bir zaman silahlı mücadeleye inanmadığını” iddia ediyor. Ancak, burada da ciddi bir paradoks doğuyor, zira Burkay'ın liderliğini yaptığı siyasal hareketin kitle tabanı, Kürdistan'da parmakla dahi sayılamayacak düzeyde. Görünen o ki, silahlı mücadele girişimlerini kadrolarının kişisel trajedileri ile noktalayan Burkay, ”barışçıl yöntemlerde” de bir başarı gösteremedi.

Buna rağmen, hiç bir siyasal temsili olmadığı halde, 31 yıl sonra geldiği İstanbul'da vali yardımcısı ve bir Gülen Cemaati organizasyonu olan Genç Siviller tarafından, ”coşkuyla” karşılanan Burkay, bu süreci sağlayan ittifaklarını da unutmadı.

AKP'nin AB bakanı ve Başmüzakerecisi Egemen Bağış ile yaptığı basına kapalı özel görüşmenin ardından bir basın toplantısı düzenleyen Burkay, görüşmenin içeriğine ilişkin bilgi vermekten kaçınırken, dönüş sürecini hazırlayanlara ise teşekkür etti. Uzun bir süredir, Türk basınında Gülen Cemaati'nin yayın organları CİHAN Haber Ajansı ve Zaman Gazetesi'ne düzenli olarak demeçler veren Burkay, katkılarından dolayı ismini vermeden bu Cemaate teşekkür etti.

”Medyanın bazı kesimleri son yıllar içerisinde benim görüşlerimi yansıtmak için katkıda bulundular. Bunun için de teşekkür ediyorum” diyen Burkay'ın üslubu, özel görüntüleri yayınlandıktan sonra isim vermeden ”Okyanus ötesinden mesaj aldım” diyen eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın tarzını hatırlattı.

Halen üç bini aşkın legal Kürt siyasetçinin yargılanmasına hiç değinmeyen Burkay, Kürt sorunu konusunda AKP iktidarı yanında olduğunu da her fırsatta dile getiriyor. Abdullah Öcalan'a ilişkin, ”O'nun ordusu var benim bir kedim bile yok” diyen Burkay'ın, AKP iktidarı ile kurduğu ittifakı beklentilerinin bir kediden çok öte olduğunu gösteriyor.

İstanbul'a gelişinde havaalanında diplomatlara uygulanan VİP statüsünde muamele gören ve kendisine İstanbul emniyeti tarafından dört sivil koruma tahsis edilmesi, Burkay'ın misyonunun bir kedi sahipliği ile yetinecek kadar naif olmadığını gösteriyor. AKP ile yürüttüğü görüşmeler sonucunda dönen Burkay, devlet korumasında Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunmayı planlıyor!

Seçilmiş Kürt milletvekilleri ve belediye başkanları rehin tutulurken, her konuşmasında AKP ile ortak tavır geliştirmeye hazır olduğu mesajını veren Burkay, Kürdistan iklimini bir kez daha algılamaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. Kürdistan'da iklim değişiyor, Burkay bir türlü değişemiyor.

Kürtler, demokratik, barşçıl çözüme direnirken, Burkay'ın, AKP üzerinden Ankara ile oluşturmaya çalıştığı yeni bağımlılığın, Kürdistan'ın geleceğinde yer edinmesi düşünülemez. AKP'nin yaratmaya çalıştığı, TRT 6 ”Kürtçülüğü” ne kadar temelsiz ise, Burkay'ın bu biçimde yapacağı siyaseti Kürt parantezine almak da o kadar nafile bir çaba olacaktır.

Mehdi Atay

Genelkurmay'ın Derin Krizi: Cemaatin İktidardan Rejime Geçişi


İstifalar, Genelkurmay’ın çöküşünü ve İslamcı Hareketin etkinliğini ortaya koymaktadır. Uzun bir süredir iktidar gücünü korumak için ciddi bir savaş veren generaller çok büyük bir darbe aldılar. Küresel sermayenin ihtiyaçlarına yanıt vermek yerine, cumhuriyetten bu yana korudukları oligarşik yapılarını korumak için uzun süre direnç gösterdiler. Sürekli geri adım atarak uzlaşma havası içerisinde İslamcı iktidara uyum göstermeye çalıştılar.

Böylelikle denge politikası izleyerek bir süre iktidara ortak olma taktiğini uygulamaya koyan generaller, hem içte hem de uluslar arası alanda bekledikleri desteği alamadılar. Bütün darbelerde ABD’nin olurunu alan Genelkurmay, uluslar arası güç dengelerinin değişmesinden sonra ikinci plana itildi. Küresel sermayenin desteği bölgesel ilişkilerde taşeron olarak kullanılan AKP’ye yönlendirildi. Kendilerinin güçlü olduğunu düşünen generallerin, aslında bir güç olmadıkları anlaşıldı. Hazırladıkları darbe planları içinde boğuldular.

İslamcı iktidar da, generallerle doğrudan çatışma yerine, onlarla uzlaşarak adım adım ilerleme ve devletin diğer kurumlarındaki etkinliğini pekiştirerek ilerlediler. Geçen yıl yapılan Anayasa referandumu ile iktidardaki stratejik dengeyi kendi lehine çevirdiği gibi aynı zamanda generallerin yargılanmasına ilişkin çıkarttığı yasalarla Genelkurmaya ağır bir darbe indirdi. Generallerin iktidar gücü önemli oranda kırıldı. Rejimin temel dinamiği olan cemaat yargı, emniyet ve istihbarat merkezlerine ele geçirdikten sonra, genelkurmaya yönelik saldırılarını çok ciddi oranda yoğunlaştırdı. Bugün ordudaki generallerin yaklaşık olarak yüzde 30’u cezaevinde bulunmaktadır.

Geçen yıl Askeri Şura’nın başlamasından bir gün önce çok sayıda general tutuklandı ve ciddi bir krize yol açtı. Aynı yöntem şimdi denendi. Yüksek Askeri Şura’ya birkaç gün kala; Ege Kuvvet Komutanı Orgeneral Nusret Taşdeler, Korgeneral Mehmet Eröz, Tümgeneral Mustafa Bakıcı, Fuat Selvi, Ziya İlker Göktaş, Hulusi Gülbahar, Cemal Gökçeoğlu, Sedat Özüer, Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, Tümgeneral Hıfzı Çubuklu, Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, Tuğamiral Alaettin Sevim, Orhan Güçlü, Mehmet Bülent Sarıkahya, Murat Uslıkılıç, Meryem Kurşun, Hasan Ataman Yıldırım, Cem Şimşek, Altunay Şahin, Fatih Koca, Recai Alkan olmak üzere toplam 22 general hakkında tutuklanma kararı çıkartıldı.

Küresel İslamcı Cemaat, Genelkurmay içerisindeki dengeleri beklenenden çok daha hızlı bir şekilde kendi lehine çevirmiş gibi görünüyor. Onların planları daha çok 2015 ve 2017 üzerine kuruluydu. Ancak mevcut dengeler çok kısa sürede değişti. Birkaç gün önceki Jandarma Genel Komutanı ve artık şimdiki Genel Kurmay Başkanı olan Nejdet Özel: İmamın cemaatine yakınlığıyla bilinir ve aynı zamanda cumhurbaşkanı Gül ile yakın bir ilişki içindedir. Sistemin dengelerinde üçlü kuvvet rol oynar: Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı. Şimdi bunların üçü de tam uyum içinde olup cemaatin imamına bağlı görünüyorlar. Bu üçlüyü tamamlayan Anayasa, Yargıtay, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu, MGK Genel Sekreterliği, YÖK, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü gibi stratejik kurumlar da cemaatin etki alanında olduklarını artık herkes biliyor.
Peki, bunun politik anlamı nedir: Kemalist rejimin tarihsel olarak miadını doldurduğunu ve Küresel sistemin ihtiyaçların yanıt veren bir İslami rejimin bütün koşulları oluşturulmuş bulunuyor. Yani iktidardan rejime doğru giden sürecin halkaları önem oranda tamamlanmış oluyor.

Generallerin iktidarına son verilerek, rejimleşme sürecinin iki önemli halkası kaldı. Birincisi Anayasa, İkincisi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık-Yarı başkanlık sistemidir.

AKP iktidarıyla Kemalist generaller arasındaki en büyük uzlaşı Kürt Sorunundaydı. Sistemin stratejik yönelimleri bakımından önemli bir rol oynayan Kürt sorunundaki yönelimlerde de bir değişiklik oldu.

Generallerin etkisini hızla kıran AKP, kendi silahlı gücünü kurmaya başladı Kürtlerin tasfiyesinde aktif rol üstlenen ve savaşın birinci gücü haline gelen cemaat, kendi Ergenekon’unu ve Kontrgerilla Gücünü oluşturdu. Kürtlerle yürütülecek savaşta ordunun devre dışı bırakılması bilinçli politik tercih olarak ön plana çıktı.

Cemaatin basındaki sözcüsü Hüseyin Gülerce’nin yazdıkları bu bakımdan çok açık bir mesaj veriyor: “Terörle ilk defa, ‘Büyük Türkiye’ye yaraşır bir mücadele verilecek. Devletin gücünü zaafa uğratanlar devre dışı kalınca, sivil iradenin kontrolündeki polisin, jandarmanın, özel askerî birliklerin ahenkli çalışmalarıyla neler yapılacağını dost düşman herkes görecek…” Jandarma’nın komutanı bugün Genelkurmay Başkanı olması sanırım sözü edilen ‘ahenkli’ çalışmanın kendisidir.

Generaller hem iktidar gücünü hem de toplum karşısındaki prestijlerini önemli oranda kaybettiler. Ancak son hamleleri bitmiş değil. Cemaat, ordunun bütününü ele geçirmek için en az 7-8 yıla ihtiyacı var. Şuan atanacak Kuvvet Komutanları bakımından da ciddi sorun yaşadıkları kesin.

Cemaatin generallerinin çok önemli bir kesimi daha çok tuğgeneral düzeyindeler. Generallerin yüzde 30’nun tutuklanmasının bir başka nedeni de, Cemaatin Generallerinin önünü açmaya yönelik bir politikadır.

Kürt coğrafyasında koşullandırılmış ve özel olarak eğitilmiş olan 2. Ordu Komutalığına, Özel Kuvvetler Komutanlığı yapmış olan Orgeneral Servet Yörük getirildi. Darbe dosyalarında ismi geçen Yörük, Erdoğan ile ilişkilerinin iyi olduğu söyleniyor ve ilginç olan da bugüne kadar hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Kuvvet Komutanı olması veya Genelkurmay’da etkili bir göreve gelmesi muhtemel isimlerden biridir.

Ancak İslamcı iktidar için sorun olan generallerin birçoğu zorunlu olarak komuta kademesine geleceklerdir. Örneğin Kara Kuvvetleri Komutanlığına en yakın isim bugünkü 1. Ordu Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu’dur. Ergenekon’un bir numaralısı olarak bilinen eski Genelkurmaya Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun yeğenidir.

Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Necdet Özel’in yerine Jandarma Komutanlığı için en güçlü aday ise Org. Aslan Güner’dir. Güner, Ancak Abdullah Gül'ün Güner ile bir sorunu var. 

Cumhurbaşkanı olmasının ardından havaalanında Hayrunnisa Gül ile tokalaşmamak için kırmızı halının öte yanına kaçmasıyla gündeme gelmişti.

Bir başka isim de Ergenekon’da adı duyulan Org. Bekir Kalyoncu'nun da bir ordu komutanlığına atanması olasılığı yüksek.

Ergenekon'un Erzincan yapılanmasında adı geçen Orgeneral Saldıray Berk, geçen yıl, hükümetle Genelkurmay arasında en çok tartışılan isimdi. Bu yıl çok büyük bir olasılıklı emekli olacağı düşünülen Berk’in durumu, mevcut dengeler içinde yeniden tartışma konusu olabilir.

Genelkurmay Başkanı ve üç Kuvvet Komutanı’nın istifası, ordu iç dengelerini çok ciddi oranda etkilemekle birlikte, daha birkaç yıl, komuta kademesini geleneksel çizgiye bağlı olanlar elinde bulunduracaklardır.

Ancak cemaatin rejimi ele geçirme stratejisi önemli oranda başarılı oldu. Artık Genelkurmay’ın yeniden yapılandırılması kaçınılmazdır. Özellikle Milli Savunma Bakanlığına bağlanması süreci için ciddi adımlar atılacaktır.

Genelkurmayın gösterdiği direnç bir süre devam etse de, küresel sistemin ihtiyaçlarına göre kendisini yeniden dizayn etmek zorunda kalacaktır.

(Aktüel bakış)

Demokrasi Özürlü Olanlar Demokratik Özerklik’i Anlayamaz


Türk devleti ve yandaş basın DTK’nın ilan ettiği ve Kürt halkının yaşamsallaştırmaya çalıştığı Demokratik Özerklik’i içeride ve dışarıda tecrit etmek ve desteksiz bırakmak için tam bir karalama kampanyası başlatmıştır. Görülmedik bir kara propaganda yürütülmektedir. AKP yandaşı basın Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı kelimenin tam anlamıyla psikolojik savaş karargahı gibi çalışmaktadır. Öyle ki Kürt siyasetçilerinin her adımı ve sözü üzerine giderek geri adım attırmayı hedefliyorlar. Açıkça “siz Kürtler doğru bir şey söyleyemezsiniz, doğru bir adım atmazsınız, sizin her söylemeniz ve her adımınız yanlıştır” demektedirler. Kamuoyunda da böyle bir algı yaratmaya çalışmaktadırlar. Nasıl ki bir akıllıya kırk defa deli denilirse deli edilirmiş misali Kürt siyaseti üzerinde psikolojik savaş operasyonu yürütmektedirler. Taktir etmek gerekir ki, algı yaratma ve algı yönetme konusunda beceriklidirler. Tek ve büyük zaafları ise, haksız tarafta saf tutmalarıdır. Bu nedenle bu yoğun çabaları sonuç vermemektedir. 

Derin ve kapsamlılaşmış demokrasi içeren Demokratik Özerkliği tam tersi istikamette yansıtmaya çalışıyorlar. Toplumun devlet karışmadan kendi siyasi, sosyal ve ekonomik yaşamını örgütlemesini otoriter bir rejim kurma gibi yansıtıyorlar. Devlet kültürüyle yetişmiş, Türk toplumsallığı içinden çıkan bu kişiler devlet vesayeti dışında bir demokrasi düşünemiyorlar. Devlet, toplum ve birey yaşamına istediği zaman karışıyorsa onlara göre orada toplumun ve bireyin güvenliği varmış. Gerçek demokrasi böyle olurmuş.
Türkiye’deki yazarların zihniyetine göre örgütlü toplum olmak, toplumun örgütlenip kendisini irade yaparak güç olması toplum ve birey üzerinde baskı kurmak anlamına gelirmiş. Onlara göre toplum üzerinde devletin ve devlet güdümündeki siyasilerin istediği gibi tepinmesi gerekirmiş. Toplum ve bireyin özgürlüklerinin güvencesi böyle sağlanırmış. Bunlar ne kadar devlet o kadar az demokrasi; ne kadar demokrasi o kadar az devlet diyalektiğini bilmeyen demokrasi bilinci kusurlu kişilerdir. 

Türkiye toplumu da demokrasi kusurludur. Çünkü 12 Eylül’le birlikte her türlü örgütlülük suç haline gelmiştir. Örgütlü olmaya verilen ağır cezalar toplumun bilinç altına bir kabus gibi yerleşmiştir. Bu bilinçaltı ve baskılar Türkiye’de örgütlü toplum olmayı tehlikeli hale getirmiş. Bugün toplum örgütlenmeden kaçtığı gibi işçilerin sendikalaşma oranı da Türkiye tarihinin en düşük seviyesine inmiştir. Türkiye toplumu 12 Eylül tırpanını yediği için hala kendisine gelememiştir. Bir 12 Eylül eleştirisi yapılacaksa en başta da burada yapılmalıdır. Eğer 12 Eylül Anayasası ve onun yarattığı siyasi ve toplumsal yapıdan kurtulunacaksa en başta da toplumu devlet karşısında örgütsüz ve güçsüz bırakan bu noktadan işe başlanmalıdır.
12 Eylül’ün bu zincirini, toplum bilincindeki bu hegemonyasını ilk önce ve kapsamlı bir biçimde yıkan Kürt halkıdır. Bugün kadını, genci, yaşlısı örgütlenmeye çalışmaktadır. Örgütsüz halk köle halktır bilinciyle hareket etmektedir. Elden geldiğince devleti toplum yaşamı içinden çıkarmaya çalışmaktadır. Çünkü devlet toplum içine ne kadar sirayet etmişse, orada o kadar totaliter bir rejim vardır. Demokratik toplum ise, içinden devleti çıkarmış toplumdur. Bugün Kürt toplumu bu gerçeği onurla yaşamaktadır. 

Demokratik toplum en başta da kadın üzerindeki otorite ve iktidar etkisini kırmak, örgütlü ve özgür duruş içine sokmakla mümkün olur. Toplum demokratikleşmeden, toplumda demokrasi kültürü güçlendirilmeden o toplumda demokrasiyi geliştirmek mümkün değildir. Kürtler otoriteyi ve iktidar bilincini, otorite ve iktidarın en fazla kendisini hissettirdiği ve kurumlaştırdığı kadın üzerinden yıkmıştır.

Demokrasi ve özgürlük kültürü bugün Kürdistan’da kadın özgürlüğü üzerinden derinleştiriliyor ve yaygınlaştırılıyor. Kürdistan’a giden herkes Kürt toplumu içindeki bu değişimi ve gerçeği görüyor. Kürt toplumu bugün büyük bir demokrasi devrimini yaşarken, bu temelde örgütlenirken, kendi siyasi, sosyal ve ekonomik yaşamını örgütlü toplum gücüyle kendisi örgütleyip kurarken, otoriteyi ve iktidarı bu temelde kendi içinden söküp atarken, bu örgütlenmeye dayanarak içeriğini demokratikleştirdiği Demokratik Özerklik’e otoriter rejim kuruyorlar demek ya bilinçsizlik ya da büyük bir çarpıtmadır.
Biz her ikisinin de var olduğunu düşünüyoruz. Bilinçsizler, çünkü bilinçleri devlet ve iktidarla iğfal edilmiştir. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi’nin devlet ve iktidar karşıtı demokratik zihniyetini kavramaya onların havsalası yetmiyor. Öte yandan Demokratik Özerklik’e ve derinleşmiş demokrasiye saldırmaları, Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yürütülen özel savaş gereğidir. Çünkü Demokratik Özerklik ve derinleşmiş demokrasi bilincine dayanan demokratik toplumu Türk devleti eskisi gibi egemenlik altına alıp yönetemez. Bugüne kadar bir köle muamelesi yaptıkları Kürt toplumu avuçlarının içinden kaydığı için öfkeleniyorlar. Kürtleri karşılarında başı dik görmeyi içlerine sindiremiyorlar. Kürtlerin Türk devletinin istemediği bir biçimde hareket etmesine öfkeleniyorlar. Nasıl ki bir maraba ağasına karşı çıktığında bu, ağalık kültürüyle yetişenlerin hoşuna gitmezse, devlet kültü ve iktidar himayesinde büyüyenler de, Kürtlerin irade kazanması ve kendi özgür ve demokratik yaşamını kurmasını sindiremiyorlar. 

AKP yöneticileri Demokratik Özerklik’e yönelik ağır hakaret ve saldırılarda bulunduğu için yandaş basın ve kendine liberal demokrat diyen bir kesim de Demokratik Özerklik’i tukaka etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.Kürtler kendi demokratik sistemlerini toplumu tabandan örgütleyerek ve bu örgütleri demokratik konfederal temelde bir demokratik sistem haline getirerek özgür ve demokratik yaşamlarını kuruyorlar. Devletin yanı başında demokratik toplumu var etmek istiyorlar. İktidar, devlet ve otoritenin panzehiri olarak demokratik konfederal örgütlenmeyi esas alıyorlar. Böyle bir sistemi hiç kimse otoriter hale getiremez. Çünkü bu sistemde üstte bazıları ya da yönetimler değil, toplum esas güçtür.
Toplumculuk kötü bir şey değildir. Kapitalizmin kendini meşrulaştırmak, sömürüsünü ve iktidarını daha kolay sürdürmek için toplumsallığı mahkum eden bir özel savaşı yaygınlaştırmıştır. Bu temelde dünyada ideolojik ve sistemsel hakimiyetini kalıcılaştırmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz Sovyet sisteminde toplumculuk adına otoriter bir sistemin kurulması toplumsallıktan bir sapmaydı. Birey toplumsuz olamayacağı gibi, bireyin özgür iradesinin olmadığı toplum da toplum olmaktan çıkar. Toplum olmak, toplumun içinde birey olmak insan olmanın, demokratik ve özgür yaşamanın, var olmanın koşulu olduğu gibi, bireyin toplum içinde iradeli ve özgür olması da toplumu güçlendiren bir olgudur. 

Kürt Özgürlük Hareketi toplumsallığı kurmayı ve güçlendirmeyi bu esaslar üzerinde yürütmektedir. Doğru toplumsallığı yaratmak kutsal bir çalışmadır. Zaten insanın ilk kutsalları da toplumsallığı ifade eden inanç formlarıdır. 

Yandaş basına hatırlatmak isteriz ki, bir zamanlar Refah Partisi’nin toplumsallığa dayanan siyasal örgütlenmesini övenler bizzat kendileriydi. AKP bile bu geleneğin sonucu iktidar olabildi. Hatta bugün Fethullahıçılar bile İslam dininde var olan toplumsallığa dayanarak kendilerini var etmektedir. Toplumsallığı esas almak doğrudur. Ancak bunun toplumun ve bireyin özgürlüğü çerçevesinde yapılması gerekmektedir. Ne var ki Fethullahçılar ve AKP açısından böyle olduğu söylenemez. Onlar açısından toplum ve birey iradesi olmayan sürüler gibidir. Kürt Özgürlük Hareketi ise toplumculuğu ve toplumsallığı, toplum ve bireyi özgürleştirmek için geliştiriyor. Zaten Kürt Özgürlük Hareketi de, gücünü demokratik toplum ve özgür Kürt bireyinden almaktadır. 

Egemen sınıflar her zaman alt tabakaların örgütlenmesini sapkınlık olarak değerlendirmişlerdir. Tarih içinde böyle değerlendirilen ve dışlanan birçok düşünce ve felsefenin bugün özgürlük bilincinin ve nehrinin kaynağı olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. 

Bugün de Kürt Halk Önderi toplumsallığı ve insanlığı dağıtan ve ortadan kaldıran kapitalist modernite karşısında insanlık için yeni bir özgürlük ışığı olmuş bulunuyor. Demokratik Moderniteyle toplumu ve insanlığı kurtarmanın felsefesini, teorisini ve demokratik toplum gerçeğini ortaya koyuyor. Bu felsefe daha bugünden bütün iktidarların gücünü tüketen yeni bir özgürlük hamlesi haline gelmiştir. Tüm iktidarlar artık sonun başlangıcını yaşamaktadırlar. Türk devleti ve onun günlük uygulayıcıları olan hükümetleri de, bu felsefe ve düşüncede kendi siyasi egemenlik ve kültürel soykırım sistemlerinin sonunu görüyorlar. Bu nedenle bu düşüncenin somutlaşmasını ifade eden Demokratik Özerklik’e saldırıyorlar.
Ne diyelim, it ürür kervan yürür!

M.DELİLA

Demokratik Özerklik Evrensel Bir Model

Demokratik Özerklik’in ekoloji boyutunu değerlendiren Doç Dr. Ali Kerem Saysel: Evrensel bir model Türkiye’de bugün ‘aşağıdan yukarıya doğru bir toplum inşa edeceğiz’ diyen tek gücün Kürt halkı olduğunu belirten Doç Dr. Ali Kerem Saysel, ‘’Suyumuzu, ormanlarımızı, meralarımızı kurumlar aracılığıyla kendi kendimize yönetmeliyiz“ dedi.

DTK tarafından ilan edilen Demokratik Özerklik’in önemli aşamalarından birini de, ekoloji boyutu oluşturuyor. Var olan sistemlerin çevre düşmanı politikalarına da alternatif olması beklenen özerkliğin ekoloji boyutunu; Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Doç Dr. Ali Kerem Saysel’le konuştuk. Saysel, demokratik özerklik deneyiminin Türk demokrat çevrelerce de desteklenmesini ve bu kapsamda Kürtlerle işbirliğine girilmesini savunuyor. Pek tabii, Saysel’in eleştirileri de mevcut.

‘Dünya için devrimci’


Kürt hareketi Demokratik Özerklik modelini tanıtırken, doğayla bütünleşmemenin, ahlakilik ve demokratlık gibi esasları da geçersiz kılacağına vurgu yaptı. Siz bu saptamadan ne anlıyorsunuz?
 
Demokratik Özerklik Bildirgesi’nde ifade edilen ‘ahlakilik’ ilkesinden anladığım, hazcı ve tüketimci değerler yerine aydınlanmacı değerleri ön plana çıkaran, aşağıdan yukarıya doğru özgürleşme arayışında bir toplumu hedeflemek. Demokratlıktan anladığımız ise; temsili demokratlık veya parlamenter demokratlık değil, katılımcı demokratlık. Yani, benim anladığım, belki de anlamayı tercih ettiğim şekliyle bildirge; katılımcı demokrasiyi esas alan, özyönetimci, aydınlanmacı bir toplum tasavvur ediyor. Bu ilkeler ışında bildirgenin yeryüzü ölçeğinde devrimci olduğunu, Ortadoğu ve Türkiye açısından ise daha da devrimci olduğunu iddia edebiliriz. Yine bu ilkeler ışığında, bildirgenin siyasi, toplumsal-kültürel ve ekonomik boyutlarının içiçe geçtiğini söyleyebiliriz. Zira bu ilkelerin toplumsal yaşamın bu üç evresinde de yaşama geçirilmesi bir zorunluluk.

Başlı başına ekolojik duruma vurgu yapılması ne ifade ediyor
 
Ekolojik boyut ise; ister ayrıca ifade edilsin isterse edilmesin, sığ bir retorik olmanın ötesine geçecek bir bildirgenin olmazsa olmazı. Örneğin, eğer özyönetimci olacaksak, suyumuzu, ormanlarımızı, meralarımızı uygun kurumlar aracılığıyla kendi kendimize yönetmeliyiz. Farklı ırk ve cinsiyetlerin özgürce ifade edilebildiği, kendi kültürel değerlerini geliştirebildiği bir toplum istiyorsak, bu gruplar çevresel-ekolojik problemleri de yönetecek şekilde güçlendirilmeli. Farklı bir ekonomiden söz ediyorsak, kalkınma-ekonomik büyüme-ekoloji arasındaki çetin karşıtlığı dikkate alan, bunu çözümlemeye çalışan kurumlar, yöntemler tesis edilmeli. Özetle söylemek istediğim; ekoloji, Bildirge’nin siyasi, toplumsal-kültürel ve ekonomik boyutlarına içkindir, onun zorunlu bir parçasıdır. Tabii şimdi olduğu şekilde, altının ayrıca çizilmiş olmasında da yarar var.

Peki, ekolojiye dair söylenenlerin pratikleşme sürecinde öneri ve beklentileriniz neler?
 
Bölgede doğayla uyumlu bir tarım ekonomisinin canlandırılmasını son derece önemli görüyorum. Bu, genç insanları da toprağına bağlayabilecek, çekici ve yenilikçi bir ekonomi şeklinde örgütlenmeli. Yeryüzünde ekolojik /organik tarıma doğru bir yöneliş var. Endüstriyel hayvancılığın hayvan ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri biliniyor. Bu alanda ekolojik bir toplum adına yapılması gereken; ninelerimizden dedelerimizden öğrendiklerimizi modern tarım bilgisiyle birleştimek, çekici bir ekonomi yaratmak...
İkinci ve buna bağlı olarak, su yönetiminin kentsel ve kırsal planda kritik bir yerde durduğunu söyleyebilirim. GAP projesi suyun yönetimini insanların elinden alıp, merkezi bir güce transfer etti. Suyu bizzat ondan yararlananların yönetmesi gerekiyor. Kentsel su temini üzerine yapılan tartışmaların hizmet veren hizmet alan ikiliğinden çıkartılması gerekiyor. Örneğin; bölge belediyeleri halka ucuz ve temiz su temin etmeyi hedefliyorlar, bununla da gurur duyuyorlar. Fakat ekolojik-demokratik toplumdan, devrimci bir dönüşümden söz ediyorsak, bu hedeflerle yetinemezler. Halkın katılımını sağlayacak mekanizmaları tesis etmek durumundalar.
Son ve üçüncü bir öncelik konusu da; enerji. Ilısu veya küçük HES projeleri sözkonusu olduğunda, tavrımız peşinen belli. Doğayı ve kültürü yok eden projeler istemiyoruz. Fakat alternatif enerji kaynaklarına ihtiyacımız var.

Mesela?
 
Mesela, biyokütle, güneş ve rüzgarı temel alan enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Su sözkonusu olduğunda, küçük ölçekli HES’ler doğayı katletmeyecek fakat kırsal kalkınmaya yardımcı olacak şekilde tesis edilebilir. Biyokütleden kastım; kesinlikle uzak durulması gereken agro-yakıtlar değil. Bunlar tarım ekonomisi ve gıda güvenliğine büyük zarar veriyor. Biyokütleden kastım; hayvan dışkılarını, bitkilerin birincil ekonomik önem taşımayan kütlelerini ısınma ve elektrik üretimi maksadıyla değerlendiren teknolojiler. O coğrafyanın rüzgar potansiyelinin de araştırılması lazım, güneş potansiyeli ise ortada. Bu enerji şimdilik elektrik enerjisine dönüştürülemese bile ısınma maksatlı değerlendirilebilir.

‘Devlet, ekolojik yıkımda’


Türk devletinin gerek Kürt bölgesine, gerekse diğer bölgelere yönelik ‘çevre politikasını’ nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Ben Türkiye’nin hiçbir bölgesine, hiçbir karış toprağına insaflı yaklaşıldığını düşünmüyorum. Böyle baktığınızda Kürt coğrafyası ile diğer bölgeler arasında çok fark yok. B2 arazileri her yerde elden çıkarılıyor. Maden şirketleri her yerde milli parkların altını oyuyor, nükleer santraller her yere düşünülüyor vs. Fakat bunlardan farklı olarak Kürt coğrafyasında ormanlar askeri amaçlarla yakıldı, köyler ve mezralar askeri amaçlarla boşaltıldı ve yine askeri amaçlı güvenlik barajları inşa ediliyor. Orman yakmanın ekolojik yıkım olduğu, suların önüne set çekmenin kabul edilemeyeceği ortada. Fakat köy ve mezra boşaltmanın da aslında ekolojik bir yıkım olduğunu hatırlamalıyız. Çünkü doğa kimi yerde insanla içiçedir, onunla birlikte var olur. Tarımsal üretimin askıya alındığı tarla ve meraların erozyonla toprak ve verim kaybına uğramış olabileceğini düşünüyorum. Bu noktada da inceleme yapılması gerekiyor.

Demokratik Özerklik’in doğru veya yanlış uygulanması bakımından endişeleriniz var mı?
 
Türkiye’de bugün ‘aşağıdan yukarıya doğru bir toplum inşa edeceğiz’ diyen tek güç; Kürt halkı. Öncelikle, Kürt halkının kendi kendisine yüklediği bu çetin sorumluluğun bazı sonuçlarını, ilk nüvelerini görmeliyiz. Benim en büyük endişem, kültürel çoğulcu toplum perspektifinin retorik olarak kalması ve o coğrafyayı Kürt etnisitesinin yönetmesi, Ankara’yı Türk etnisitesinin yönettiği gibi. Bunun insanlık adına acı sonuçları olacaktır. Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığı döneminde ırkçı beyazlar için verdiği güvence, Güney Afrika ulusunu tüm renklerle birlikte inşa etme vaadi, hepimizin kulağına küpe olmalı. Şartların pek çok bakımdan farklı olduğunu biliyorum, fakat Güney Afrika önemli bir dünya deneyimidir ve eminim hepimizin öğrenmesi gereken pek çok şey var. İkinci bir endişem de; kapıdan kovduğumuzu söylediğimiz kalkınmacı anlayışın bacadan içeri girmesi. Yani yoksulluğu azaltmak, refah temin etmek adına kapıların büyük şirketlere, bürokratik yönetime ardına kadar açılması. Ortak, komünal mülkiyet biçimlerinin tesis edilemediği, mal ve hizmet tahsisatı için kapitalist pazar mekanizmasının dışında mekanizmaların yaratılamadığı bir durumda kapıdan kovduğumuz şeyin bacadan içeri gireceğini düşünüyorum. Bu bildirgeyi pratikleştirecek halk güçlerine gerçekten önemli görevler düşüyor.

‘Kürtleri yalnız bırakmayalım’

Kürtler, her ne kadar demokratik özerklik ilanını kendi coğrafyalarında kamuoyuna sunmuş olsalar da, bu modelin yaygınlaşmasına taraflar. Sizce mümkün mü ve bunun için ne yapmalı?
 
Bugün BDP’nin güçlü olduğu coğrafyanın dışında herhangi bir bölgede benzer bir deneyim yaşanabileceğini sanmam. Bu da bizi eninde sonunda kafamızı doğuya çevirmeye zorluyor. Fakat batıdakiler olarak yapabileceğimiz bir şey var; O da, demokratik özerkliği inşa eden halkların iradesini yalnızlaştırmamak. Yani, onlarla bilgi ve deneyim alışverişine dayalı eleştirel bir birliktelik kurmak. Toplumun bu tür ilişkilere hazır ve açık fikirli olmasını sağlamak. İkinci olarak da bölgesel bazda olmasa bile daha küçük ölçeklerde işyeri, mahalle, kurum ölçeğinde özyönetimci, alternatif modeller geliştirmek. Bu anlamda muhalif pek çok sendikacının, eğitimcinin vs. yapılması icab eden şeyleri yerine getirmediğini söyleyebiliriz.

Önerilen model,  kökeni anarşizan, toplumsal özgürlükçü paradigmaya uzanan evrensel bir model. Nasıl gelişeceğini, bu arada bir provokasyona maruz kalıp kalmayacağını zaman gösterecek. Az önce belirttiğim gibi ülkemizdeki tüm demokrat kesimlere bu deneyimle verimli bir işbirliği içerisinde bulunmalarını öneririm.

ALİ BARIŞ KURT