2 Ağustos 2011 Salı

'Delikanlı Başbakan' Cinsiyetçi Siyasal Şiddet



Son yıllarda, yaygınlaşarak çoğalan kadın cinayetlerinin sosyolojik açıdan enine boyuna irdelenmesi gerektiği kesin. Ancak, asli görev üstlenmesi gereken siyasi iktidarın bu konudaki duyarsızlığı, suçun oluşumundaki zımni işbirliğini mercek altına almayı zorunlu hale getiriyor. Türk üniversitelerinin durumu da siyasal iktidardan farklı değil. Duyarlı birkaç bilim insanının kişisel sayılabilecek çabalarının dışında, uzun bir süredir, Kemalist ulusalcılarla, bugün AKP ile kimliklenen, ”akademik” kadroların kapışma alanına dönüşen Türk üniversiteleri iktidar mücadelesinin bir parçası olmanın dışında hiç bir işlev yürütmüyor.

Son dönemde kadın cinayetlerinde yaşandığı söylenen yüzde bin 400'lük artış, günde ortalama 5 kadın öldürüldüğüne işaret ediyor. Bu cinayetler ardından e
gemen basında kullanılan, ”bir kadın daha namus cinayetine kurban gitti” ifadesindeki, ”kurban edilme” bu cinayetleri meşrulaştıran bir anlam taşıyor. Cinayet karşısında kadını ”kurbanlaştıran” bu bakış aslında bu cinayetlerin zımnen desteklenmesidir. İslamiyette, kurban edenin de edilenin de kutsandığı düşünüldüğünde topluma empoze edilen kadın cinayetleri algısı daha iyi anlaşılacaktır.

Kadın cinayetleri başından beri, özellikle Kürdistan'da, toplumsal dönüşüme direnen, onun dinamiğinden bağımsız kendi başına bir kategori olarak kurgulanıyor. ”Töre, namus, gelenek” söylemi ile kurumsallaşması ile amaçlanan da, erkek egemen iktidar ilişkilerinin doğallaşması ve devamlılığının sağlanması. Son notunda, ”Çok acı var” diyen sosyolog Dicle Koğacıoğlu'nun, namus cinayetleri konusunda yaptığı çalışmada dediği gibi, ”Gelenek söylemi bir 'onlar' kategorisi yaratıyor. Bugünlerde çoğunlukla bu onlar Kürtler oluyor bazen de 'Güneydoğulular.' Eskiden bu 'onlar'a daha çok, 'cahiller' yada 'geri kalmışlar' denilirdi.”

AKP ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan muhafazakarlığının cinsiyetçi, erkek egemen söylemi, ”namus” cinayetlerini cesaretlendiriyor.

Erdoğan'ın,”karizması” etrafında kutsanan, ”delilkanlı, kabadayı, bıçkın” erkek böbürlenmesi, sokakta cinsiyetçi bir bakışla, ”namusu” uğruna her şeyi yapabilecek erkeği cesaretlendiriyor. Kadının inancının gereği olmanın ötesinde, erkeğin namusunun-yani malı konumundaki kadınının- örtünmesi, saçını dahi sadece onun izin verdiği erkeklerin karşısında açabileceği algısı ile başlayan sahiplenme, aksi her davranış algısında kadının katlini, ”caiz” hale getiriyor.

AKP iktidarı döneminde artan, ”namus” temelli kadın katlinde AKP'nin topluma yaydığı, egemen kıldığı, muhafazakarlaşma paradigmasının etkisi hafife alınamaz. Erdoğan ve yakın ekibinin retoriğinde baskın bir biçimde öne çıkan, ”homofobik, cinsiyetçi” söylem sokakta erkeğin kendi ”düzenini” kurmasında cesaretlendirici rol oynuyor.

Başörtüsü konusunda dürüst, özgürlükçü bir politik tavır yerine, her konuda olduğu gibi oya endeksli pragmatik bir politika izleyen AKP, örtünmenin ”namusun” korunmasına kadar vardırdığı savunusu ile ”aksi” davranışta olan kadını hedef haline getiriyor. Bu cinayetler karşısında hala ciddi toplumsal bir tavrın geliştirilmesi için en ufak bir girişim başlatmayan iktidarın bu tutumu, toplumun erkek egemen yanı açısından, ”zimni” bir onay olarak algılanıyor.

Başbakan'ın Davos gibi haklı görünen çıkışlarının dahi, ”özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik” olmaktan çok, ”delikanlılık, kabadayılık” gibi eril cinsiyetçilikle izahı toplumda ön kabulü olan cinsiyetçi namus anlayışını insan ilişkilerine hakim kılıyor. AKP iktidarı eli ile pompalanan bu ilkel toplumsal değer yargılarının kadını, erkekten değersiz gördüğü düşünüldüğünde bu kadın cinayetlerinin özünde politik olduğunu söylemek mümkün.

Kürdistan'da asker ve sivil devlet görevlilerinin öncülüğünde yaşanan toplu tecavüzler, aslında toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kadın kimliği üzerinden toplumun bütününe yönelik tecavüz eylemleriydi. Kürt Özgürlük Hareketi içinde kadının özgürlük mücadelesine yönelik bir saldırıydı. Türk devlet geleneğinde işkencede direnen kadına tecavüz de bunun bir sonucudur. Bosna'da kurulan tecavüz kamplarında toplanan yaşlı ve genç kadınlar üzerinden bir toplumun geleceğine ve geçmişine tecavüz edilerek tolum sakatlanmak istemiştir.

Hali hazırda topluma egemen olan, ”kadının yeri evidir” algısının, Başbakan Erdoğan'ın, ”en az üç çocuk yapın” tahrik içerikli telkinleriyle tetiklendiği de açık.

İnanç gereği örtünmekten ziyade, bastırılmış rüküşlüklerinin, tesettürlerini işgal etmesine dönüşen giyim tarzları ile AKP tabanı üzerinden topluma rol model olarak belletilmeye çalışılan Cumhurbaşkanı ve Başbakan eşleri birer moda ikonuna dönüştürülüyor. Kısa bir süre öncesine kadar üniversitede başörtüsü kullanmasına izin verilmediği için insani bir hakkı için AİHM'de dava açan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrunnisa Gül, ”First Lady, Nişantaşı'nı dolaştı. Beymen ve Louis Vuitton mağazalarına uğrayan Gül, buradaki cüzdan ve aksesuarları inceledi. Gül'ün Louis Vuitton'dan neler aldığı, mağaza yetkililerinin gizlilik politikası nedeniyle öğrenilemedi” haberleriyle yansıyor.

Toplumun, ”laik” beyaz Türk yakasındaki, ”su testisi” ahlakçı söylemi, AKP muhafazakarlaşmasının salt kendi tabanı ile sınırlı olmadığını da gösteriyor. Başbakan'ın kişiliğinde kurumsallaştırılan, ”delikanlılık” retoriği kadın cinayetleri kadar travesti cinayetleriyle de tolumun bir kesimini imhayı hedefliyor. Homofobik, delikanlılık söyleminin en yoğun saldırı hedeflerinden biri de travestiler ve transseksüeller. Bu insanlara yönelik saldırılar çoğu zaman erkek sistemin erkek basını tarafından haber değeri dahi görmüyor. Bu yolla bu olayların üstü örtülerek saldırganlık teşvik ediliyor, her görülmeyen haberde bir kadın bir travesti daha katlediliyor. Cemil İpekçi gibi, popüler bir figürün bile karşı karşıya kaldığı homofobik saldırı sonrası saldırganın aynı gün serbest kalması yargının da bu anlamdaki tarafının kim olduğu bakımından çarpıcı bir örnektir.

İşte bu yüzdendir ki, kadınlar ve cinsiyetçi söylemin yarattığı bütün ”onlar” adaletin bir parçası olmadan, adalet olmayacaktır.

Yine Koğacıoğlu'nun söylediği gibi, ”Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, gelenek üzerinde söylemleştirilerek kültüre indirgenmesi, tekrar tekrar farklı boyutlardaki iktidar ilişkilerinin doğallaştırılmasında kullanılan bir figür.”

canerdem2126@gmail.com

Hiç yorum yok: