18 Ağustos 2010 Çarşamba

Asırlara Direnen İç Anadolu Kürtleri




Bir toplumu yaşadığı topraklardan, dilinden, kültüründen, yaşam tarzından, sosyal ilişkilerinden koparmak kendisi olmasından uzaklaştırmaktır. İç Anadolu Kürtleri de üç asır önce böylesi bir tehcire tabi tutulmuşlar. Tehcir sırasında hastalıklar, ölümler, yoksulluk, açlık ve birbirini kaybetmeyle geçen bir yaşam mücadelesi. Sonunda kim bilir kaç yıl sonra yerleşik hayata geçmek için kimsenin ulaşamayacağı ama kendilerini güvende hissettikleri yerlere yerleşen Kürtler, kendilerine dayatılan vahşetten kurtulmayı başarmış. Yaşama tutunmak için doğanın tüm acımasızlığı ve halkından kopmanın acısıyla mücadele eden Kürtlerin öyküsü, bu günlere kadar gelen asil bir halkın öyküsüdür. İç Anadolu Kürtleri'nin vermiş olduğu mücadele.

Tam üç asır önce bir halkı yok etmek, kültürünü, kimliğini ve dilini kendilerine unutturmak için doğup büyüdükleri ve atalarının hatıralarının yaşatıldığı topraklarda sökülüp yollara dökülmek zorunda kalmışlardır. Ulaşımın olmadığı, doğa şartlarının çetin geçtiği, mevsimlerin birbirini kovaladığı bir yolculuk serüvenin de koyulmuşlardır yollara. Nereye nasıl gideceklerini ve nasıl tehlikelerle karşılaşacaklarının farkında olmadan düşmüşlerdir yollara.

ANA VATANDAN YAD ELLERE SÜRGÜN

Tehcir tarihi pek bilinmese de kimi kaynaklara göre Revandüz isyanında baş kaldıran Kürtlerin isyanının, dalga dalga diğer Kürt aşiretlerine ulaşmasında duyulan korkudan dolayı tehcirleri çözüm olarak görüp, Kürtleri topraklarında kopararak sürgüne gönderirler. Efil Şafak'ın 'Aşk' kitabında ise, 13. asırda Konya'da Kürt esnaflarının olduğuna dair bilgilere yer veriliyor.. Yazılı bir tarihe fırsatı olmayan Kürtlerin, bu sürgününde de sağlıklı bir tarihin olduğunu söylemek oldukça zordur.

Reşvan aşireti, uzun süren bir yolculuğun sonunda Urfa ve Adıyaman civarında konaklar fakat doğa şartlarının çetin oluşu geçim kaynağını zorlaştırır. Kıtlıkta yaşlı ve çocukların ölümünün artmasından kaynaklı yine yollara düşerler. Geçtikleri her yol güzerg‰hlarında kendilerinden bir parça bırakırlar. Yorucu yolculuğa ve açlığa dayanamayan yaşıl bedenlerle birlikte, küçük çocukların da ölümleri artar. Onun için birçok alanda kendi yüreklerinde birilerini defin ederek, dayanılmaz acılarla yaşama tutunmak için başka diyarlara doğru yol alırlar. Umutların tükendiği bir zaman diliminde Çukurova'nın bereketli topraklarına ulaşırlar. Yaşar Kemal'in de romanlarında işlediği gibi bu kez ise bataklıktan dolayı sıtma hastalığı yaşamı tehdit eder.

Çukurova'ya yerleşmeyi düşünen Kürtleri, bu sefer Çukurova'nın bataklığı ve bataklığın ürettiği sıtma hastalığı bir soykırım gibi Kürtlerin başına musallat olur. Tam umudun yükseldiği bir dönemde bu sefer sıtma hastalığıyla mücadele etmek zorunda kalırlar. Bu mücadelede büyük kayıplar verirler, artık yaşam koşulların ortada kalmadığını, günlük gelen ölümlerin yaşattığı derin acılar dayanılmaz bir hal alır. Bunun üzerine yeniden göç başlar Kürtler için. Geride sahipsiz mezarları ve gözyaşlarını bırakarak bilinmezliklere doğru yola koyulurlar.

Kim bilir kaç yıl, kaç sahipsiz mezarı ardında bırakarak Kürt olmanın bedelini çok ağır bir biçimde ödeyerek, yeni diyarlarda yeni umutlar arama mücadelelerini sürdürürken Konya'nın Cihanbeyli, Kulu ve Ankara'nın Haymana ilçelerinin en ücra köşelerine hiç kimsenin kendilerini tehdit etmeyeceği yerlere yerleşirler. Hem doğaya karşı hem de en çok zarar gördükleri ve dillerini bilmedikleri ama kendileri gibi insan olanlardan, korunmaya çalışmışlardır. Bu bölgelerde yaşama imk‰nları bulmalarına rağmen, hiçbir zaman bu diyarlarda kalıcı olmayı düşünmedikleri için 20. yy kadar mülkiyet edinmeyi düşünmemişlerdir. Çünkü sürekli geride bıraktıkları atalarının topraklarına geri dönmenin hayali ve özlemiyle dolup taşmışlardır.



Yılların birbirini kovaladığı, asırların devrildiği bir zaman diliminde kendilerini korumanın amansız mücadelesini veren İç Anadolu Kürtleri, artık geldikleri ana topraklarda, artık unutulmuş ve varlığı bile söz konusu edilmemiştir. Ancak onlar kendi topraklarını, orada bıraktıkları hatıraları babadan oğulla, anadan kıza aktararak, yaşadıkları sürgünü karşılaştıkları vahşeti hiç unutmamışlardı. Sürekli o hatıralara bağlı kalmayı bilerek, bu günlere gelmişlerdir.

Üçüncü asrın ilk çeyreğine kadar hiçbir şeklide başka halklarla, köylerle, ilçe ve illerle ilişkilenmemişlerdir. Dışa kapalı bir yaşam örgütlemişlerdir. Asırların geçmesi acılarını unutturmasa da, hafifletmiş gittikçe nüfus artmış ve yoksulluk kapıya dayanmıştır. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da, dış dünyayla bağını koparmamış, ülkede gelişen siyasal gelişmelere kayıtsız kalınmamıştır. Artık gelişen özgüvenin verdiği rahatlıkla gençleri okuyor, okuyan gençler, kendi sıkıntılarının salt İç Anadolu'yla sınırlı olmadığına tanıklık ederler. Atalarının yadig‰rlarının bulunduğu diyarlarda gelen insanlarla tanışırlar aynı dili, aynı kültürü paylaştıklarını görmeleri, okuyan gençlikte büyük bir moral, heyecan ve umut yaratır. Bu duyguları kendi aileleriyle paylaşarak, yitirmek üzere oldukları umudun yeniden filizlenmesine yol açarlar.

İKİNCİ TEHCİR AVRUPA ELLERİNE DOĞRU BAŞLAR

Gelişen nüfus, büyüyen işsizlik ve yoksulluk İç Anadolu Kürtleri'ne ikinci büyük tehciri yaşatır. Bu sefer yaşamlarını sürdürmek için, karşılamak zorunda oldukları ihtiyaçları nedeniyle 1960'larda Avrupa'nın yollarına düşerler. Diline, kültürüne, yaşam şekline iklimine yabancı oldukları Avrupa ellerinde yaşam mücadelesine tutunurlar. Ailesinden uzak olmanın tüm hüznünü yüreklerinin derinliklerine hapis ederek, ailelerinin nafakası için tüm zor koşullara razı gelirler.

Avrupa'nın ekonomik olanakları kısa zamanda tüm aileleri cezp eder hemen hemen her ailede bir iki kişi Avrupa'nın yolunu tutar. Ekonomik olarak beli bir düzey yakalasalar da, yaşadıkları kültür çatışması aile özlemi sürekli gurbetçileri bir arayışa sürükler. Akrabalarıyla buluşmanın yolarını ararken, orada evlenip oturum almaları için, eline geçen fırsatları değerlendirip imk‰nlar elverdikçe memlekete gelip ailesiyle akrabalarıyla hasret giderirler. Asırlarca tüm baskı ve şiddette rağmen dilini kültürünü koruyan İç Anadolu halkı, ikinci tehcirle birlikte bir bocalama yaşar. Orada doğan çocuklarının dillerini, unutmaları kendilerini oldukça zorlar. Tam bu sırada Özgürlük Mücadelesi'yle tanışırlar.

KAYNAĞA DÖNÜŞ

Asırlardır özlemi ve hasretiyle yaşadıkları ana vatana dönmenin umutları belirmişti. Onlar gibi kültüründen, dilinden koparılan herkes için yeniden öze dönüşün umutları doğmuştu. Herkes gibi onları da büyük bir heyecan sarmış, yeniden umutlanmanın emareleri belirmişti. Asırların hasretinde köz gibi yanan yüreklerini serinleten nefes almasına olanak tanıyan, onurlu bir yaşamın temelleri atılmış ve kuytu karanlığa bir ışık doğmuştur artık. Atalarının yadig‰rlarıyla buluşmanın yaratmış olduğu heyecan kısa bir zaman diliminde tüm İç Anadolu Kürtlerini sarmalamıştı.

Bu yeniden yaşama dönüş umudu, karşısında gençliği, seyirci kalamayacağını düşünerek, kaynağa dönüş için özgürlük kervanında yer almaya başlar. Bu yürüyüş asırların hasretlerini, özlemlerini, umutlarını yeniden yaşam umutlarına, coşku ve morale evirmiştir. Öze dönüş yeniden var oluşun yaratmış olduğu büyük coşku acılarını hafifletmiştir. Kimsesiz olmadıkları büyük bir toplumun parçası olduklarının farkındanlığının yaratmış olduğu gururla, öze dönüş yürüyüşünü bulundukları topraklarda da zirveleştirirler.

TEHCİRE RAĞMEN DİLLERİNİ VE KÜLTÜRLERİNİ KORUDULAR

Sürgünlerin ana temasını oluşturan asimile politikası, İç Anadolu Kürtleri'ni fazla etkilemedi. İnadına kendi dillerini ve kültürlerini koruyup, geliştirerek bu günlere taşıdılar. Devlet İç Anadolu halkının şahsında bir daha yenilmiştir. Tehcirle özünde uzaklaştırıp, kendisine yabancılaştırmayı esas alan devlet, tüm çabalarına rağmen başarılı olamamıştır. Kendi kültürünü unutmamalarının önemli özellikleri de vardır.

Asimile politikasına karşı başarılı olmasının en önemli sırrı sürgün edilirken, geride bıraktığı değerleri sürgün boyunca kimsesiz mezarlara terk ettikleri yüreklerini nesilden nesille söylenti şeklinde aktarmalarıdır. Diğer önemli özellik ise, düşmana duydukları öfke ve terk etmek zorunda kaldıkları topraklarının yüreklerinde yaratmış olduğu özlem ve bir gün tekrar döneriz hayali olmuştur. Bundan dolayı sürekli kaldıkları bölgeye geçici gözüyle bakmış ve hiç yatırım yapmamışlardır. Ancak ikinci tehcir ile birlikte genç nesillin sürekli Avrupa'ya akmasıyla birlikte, köylerde yaşlıları ve okuyarak belli yerlere gelenler kalmıştır. Bu da beraberinde dilde bir yabancılaşmanın gelişmesine yol açsa da, Gölyazı Beldesi, belediye öncülüğünde Avrupa'nın birçok ülkesine göçmek zorunda kalan Konya Kürtlerini buluşturmak, dili ve kültürü canlı tutmak için her yıl Temmuz ayının son haftasında yapmış olduğu Gölyazı Kültür Festivali'nin dördüncüsünü bu yıl gerçekleştirdi.

KÜLTÜR FESTİVALİ KÜLTÜRÜN VE DİLİN HARCI OLMUŞTUR

Bu yıl 4.'sü düzenlenen Gölyazı Kültür ve Kaynaşma Festivali büyük bir buluşmaya sahne oldu. Her ne kadar bulundukları ülkelerin kültürlerinin izlerini üzerlerinde taşısalar da, kendi kültürleriyle buluşmanın coşkusu ve sevinci herkesin yüzüne yansıyordu. Kürtçe şarkılar eşliğinde büyük kültür buluşması yeni umutların varlığını yansıtıyordu. Adeta tüm barbarlığa rağmen, kültürlerini ve dillerini yitirmemenin gururunu taşıyorlardı gözlerinde. Yaşlı analar, amcalar gençler ve çocuklar bir renk cümbüşü oluşturmuştu Gölyazı meydanında.

Toprağın tüm çoraklığına rağmen yaşam fışkırıyordu Gölyazı da. Tuz Gölü'nün yakın olması toprakları çoraklaştırmıştı, ama yaşama olan özlem ve tutku her şeye inat dimdik ayakta duruyordu. Festivale BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ve Milletvekili Fatma Kurtulan da katılmıştı. Büyük buluşma öze dönüşün eseri olarak büyük umut ve heyecan yaratmıştı herkeste. Herkesin ortak bir özlemi vardı, artık özgür eşit bir şekilde kendi dillerini ve kültürlerini yaşamaktı. Bu da en büyük haklarıydı, büyük acılar ve bedeller ödeyerek kendi kültür ve dillerini korumuşlardı, artık onlarda dünya ailesinde yerlerini almayı hak ediyorlardı.

ÜÇ ASIR ÖNCE YAPAMADIKLARINI BUGÜN YAPMA OLANAKLARIN VAR MI?

Dile kolay tam üç yüz yıl önce asimile edip, öz benliğinde uzaklaştırılmak istenen bir halk, tüm olanaksızlıklara rağmen kendisini bu güne kadar var etmiştir. Teknolojinin, iletişimin olmadığı bir dönemde eğer bir dil ve kültür yok edilemiyorsa yaşadığımız yüz yılda yok etme olanağı ortada kalkmış demektir. Tüm tehcirlere karşı direnen ve varlığını koruyan İç Anadolu Kürtleri, sistemin tüm çirkin yüzünü teşhir etmiş, barbarlığı dizginleyerek en küçük umudu büyük olanaklara dönüştürerek bir kültürün ve dilin nasıl yaşatılacağını tüm insanlığa kanıtlamıştır. Bundan sonrada Kürt halkı, kendi dilini ve kültürünü her şeye rağmen yaşatacağını kanıtlamış durumdadır. Sistemin direnmesi beyhude bir çırpınıştan başka bir şey değildir...

Bize, bu anlamlı buluşmayı izleme fırsatı veren Gölyazı Belediye Başkanı Mulla Şimşek şahsında tüm İç Anadolu Kürtleri'ne şükranlarımızı sunarken, dil ve kültürlerini korumak için verdikleri muazzam direnişleri bizim kılavuzumuz olacağını bir daha belirtmekte yarar duyuyorum.

Ali KALİK

"Kürtler Ekonomik Sorunlarını da Özerklikle Çözebilir"

“Yerel yönetime dayanan planlama, ekonomik ve mali kaynakların israfını durduran ve merkezi yönetimi fuzuli mali yüklerden koruyan bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle, İspanya ve İtalya gibi bölgeli devletlerde, bölgelere eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda kanun çıkarma ve bunları uygulama özerkliği sağlanmıştır.“
Türkiye’de Kürt sorununun çözümü eksenindeki tartışmalarda, Kürt tarafının gündeme oturttuğu Demokratik Özerklik modeli, her ne kadar hükümet cenahından klasik redçi ve bastırmacı tavırla karşılaşmış olsa da, bazı aydın kesimlerde ‘tartışmaya değer somut çözüm önerisi’ olarak değerlendiriliyor, tartışılıyor... Aynı zamanda bu talep, Kürt sorununun ‘şiddet’ argümanlarıyla tartışılması yerine, gündemi diyalog ve demokratik barışçıl bir çözüme yöneltme anlamında da Kürt tarafının bir çıkışı olarak da değerlendiriliyor.

Ancak, Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) son kongresinde yaşamsallaştırılmasına dair kararlaşmaya gidilen sözkonusu Demokratik Özerklik’e ilişkin tartışmalar genelde ‘yerel parlamento’, ‘bayrak vs’ gibi idari yapılanma biçimi üzerinden gelişiyor.

Biz, Demokratik Özerklik modelinin halkın ekonomik yaşamını etkileyen boyutunu Ekonomist Yazar Dr. Nebi Kesen’e sorduk...
Kesen’in, merkezi ve yerel özerk yapılanmaların ekonomiye bakışı, avantaj ve dezavantajları, Demokratik Özerklik’in Kürdistan’da uygulunma olasılığı ve ekonomi boyutuyla yaşanacak sonuçlarına ilişkin analizleri şöyle:

Merkezi ve ademi merkezi özerk idari sistemlerde ekonomik öncelikler nelerdir? Ekonomiye ilişkin yasalaşma veya planlamada sistemin sürekliliği mi, halkın ihtiyaçları mı veya başka faktörler mi belirleyici ve önceliklidir?
Merkezi idari sistemin belirgin özelliği, ekonomik yaşamı ilgilendiren konularda bütün görev ve yetkilerin bir merkezde toplanmasıdır. Hükümet ve buna bağlı idari organlar, ülkenin genelini ilgilendiren ekonomik hedeflere yönelik ekonomik ve mali politikalar tespit eder ve uygulamaya çalışır. Bu hedeflerin başında ekonomik büyüme, istihdam ve dış ticaret gelir. Mali kaynakların kullanımı, bu makro politikaların gerçekleşmesi için, merkezi yönetim tarafından tespit edilir. Ülkenin coğrafik büyüklüğü ve ekonomik kalkınma düzeyi ile mali kaynaklar, merkezi planlamanın başarısını etkileyen önemli faktörlerdir. Mali kaynakların sınırlılığı düşünüldüğünde, her hükümet tercih yapmak ve seçmenlerin gözüne girecek ‘’başarı projelerine“ yönelmek zorundadır.

Hükümetler, ekonomik ve mali politikalarını belirlerken ülkenin ‘’genel sorunları“ ve yeniden seçimi kazanma konularında odaklaşır. Yasama ve seçim dönemlerinin kısa olmasından dolayı, hükümetler, kısa vadeli hedeflere ulaşmaya çalışır ve merkezi idari sistemin bütününü buna adapte etmeye çalışır. Yerel yönetimler (belediyeler) bile, bu politika dahilinde merkezin mali desteğini alır. Başka bir deyişle, altyapı kamu hizmetleri (ulaşım, enerji, sanayileşme vs.) hükümetin ya da ona bağlı merkezi kurumların onayına ve desteğine bağlı olarak gerçekleşir. Böyle olunca da, hükümetin ekonomik ve siyasi hedefleri her zaman öncelik taşır.

Ademi merkezi sistem, yerelde yönetimi temel aldığı için, halkın ve bölgenin/yörenin zorunlu ekonomik gereksinimleri üzerinde yoğunlaşır. Bölgesel veya yöresel ekonomik kalkınma öncelikli olarak ele alınır ve gerçekleştirilmeye çalışır. Yerel yönetimler, idare ettikleri yörelerin acil ekonomik sorunları ve halkın ihtiyaçları konusunda doğrudan bilgi sahibidir. Bunların çözümünde yerel yönetimler daha verimli ve daha etkin olabiliyor. Yerelde yönetim, özel yatırımcıları teşvik konusunda somut ve kalıcı avantajlar sağlamak açısından da, merkezi ve bürokratik-hantal idari sisteme göre bir üstünlük gösteriyor.

Kuşkusuz, yerel yönetimler de yeniden seçilmek ister ve bu nedenle her zaman siyasi amaçlar güderler. Merkezi sisteme göre, buradaki fark, yerel yönetimlerin icratlarının yöre halkının ihtiyaçlarına ve beklentilerine dönük olmasıdır. Halkın yöneticilerini yakından izleme ve gerektiğinde onlardan hesap sorma durumu sözkonusudur. Bu anlamda, demokratik katılım ve kontrol mekanizmaları yerel yönetim yoluyla daha da işlerlik kazanıyor.

Ulus devlet sistemindeki ‘’genel“ ekonomik yasalaşmalar ve planlamalar ile özerk, federal veya konfederal yapıların ‘’yerel“ planlamaları halkın günlük yaşamını nasıl etkiler?
Ulusal ekonomik programlar ve politikalar, etkilerini hemen bölgelerde göstermeyebilir. Burada bir istisnayı, hükümetin ekonomik politikaları sonucu kamu ve özel yatırımlarının uygulandığı bölgeler oluşturur. Buna örnek olarak Türkiye’de 1985´ten sonra oluşturulan serbest ticaret bölgelerini gösterebiliriz. Bu bölgelerin oluşturulduğu Mersin, Antalya, izmir, istanbul vb. iller, bundan doğrudan yarar sağlayan bölgelerdir. Ama, sözkonus bu merkezi girişimin ülkenin diğer bölgelerine ekonomik yansımaları ya hiç olmaz ya da az olur ve geç ulaşır.

Halkın ekonomik yaşamını doğrudan ve çabuk etkileyen bölgesel ya da yerel ekonomik ve mali programlardır. Buna örnek olarak, Amed için hazırlanacak bir kalkınma projesini gösterebiliriz. Sanayi veya sağlık alanında, kamu teşvik modelleriyle desteklenen bir özel yatırımlar hamlesini düşünün. Bunun bölgeye ilk yansımaları, yatırımlar yoluyla sağlanan istihdam ve gelir artışı olacaktır. Sonradan istihdam, ulaşım, ticaret vb. alanlarda Amed ve çevresinde pozitif ekonomik gelişmeler yaşanacaktır ve bölgesel kalkınmada önemli adımlar atılmış olacaktır.

Bölgesel özerkliğe ya da federal sisteme sahip veya konfederal yapı içinde olan devletlerde, ekonomik alanda gereksinimlerin tespiti, doğal ve mali kaynakların tasarruflu kullanımı ve yarar-zarar hesaplaması bizzat bölgesel ya da yerel düzeyde gerçekleşmektedir. Bölge halkının bunu pratiğinde yaşaması ve avantajlarını görmesi mümkündür. Ülkenin geneli için uygulanan ekonomik ve mali programlar, iyimser bir ifadeyle söylemek gerekirse, zaman alır ve toplumun günlük ekonomik yaşamında hemen etkisini göstermez.

Yerel ekonomik programlar ve kalkınma projeleri, bölge/yöre halkının katılımını ve katkısını artırıcı özelliklere sahiptir. Toplum, bu projelerde kendi ekonomik çıkarlarını görürse destek verir. Bu, bir yandan yereldeki halkı ve özel girişimcileri üretime katar ve onları verimliliğe teşvik eder, diğer yandan bölgeler ve yöreler arasında bir ekonomik rekabeti yaratır. Bölgesel ve yerel yönetimler ise, “yöre bilinci” temelinde ekonomik programlar geliştirmek ve uygulamak yükümlülüğü taşırlar. Bölgesel ekonomik başarı, yönetimlerin seçiminde önemli bir kıstas olur.

Merkezi idari sistemin ekonomiye ilişkin kararları hangi durumlarda yerel özerk idari yapının ihtiyaçları ve talepleriyle uyumsuzluk sergiler?
Merkezi hükümet, bölgelerin ve yörelerin ekonomik sorunlarını detaylarıyla tespit etme ve çözme gibi bir programa sahip değildir. Buna ne zamanı ne de olanakları yeter. Bölge yada yöre halkının altyapı hizmetlerine ve diğer ekonomik ihtiyaçlarına yönelik hükümet yaptırımları da çoğu kez bir siyasi tercih konusu olabilmektedir. Buna en açık örnek, Türkiye’nin 1923 yılından sonra başlattığı sanayileşme ve kalkınma politikalarıdır. Devlet yatırımlarının tümü Türkiye’nin batısında gerçekleştirilmiştir. Bundan dolayı Kürdistan bölgesi tümüyle ekonomik olarak geri kalmış ve bir “Doğu-Batı Uçurumu” yaratılmıştır.

Bölgesel özerk idari yapı oluşturulduğunda, hedefler ve uygulamalar doğal olarak merkezden yerele aktarılmış olur. Bu durumda, bölgesel ve yöresel ekonomik tercihler ve planlamalar burada yaşayan toplumun ve bireylerin ihtiyaçlarını ve sorunlarını temel almak zorundadır. Bu görevlerin gerçekleşmesi için, yerel yönetimlerin yetki sahibi olmaları gerekiyor. Bu yetkilerin kısıtlanması veya engellenmesi, bölgesel ve yöresel ekonomik programların gerçekleşmesini olanaksız kılar. Bu nedenle, hukuki olarak merkezi idari sistemin müdahele yetkisi sınırlamak gerekir. Merkezin ekonomik kararlarının bölgelerin ekonomik çıkarlarını zedeleyici olmaması için, merkez-bölge arasındaki görev ve yetkilerin yasal ve bağlayıcı bir çerçeveye oturtulması gerekiyor.

Yetkilerin merkezi yönetimin elinde olması durumunda, yerel yönetimlerin fazla bir şey yapmaları mümkün değildir ve sadece merkezin kararları doğrultusunda ‘’idari görevlerini“ yerine getirmiş olurlar. Bu durumda da, yerel yönetimlerin özerkliğinden söz etmek yanlış olur. Böylesine bir durum, bölgesel ekonomik kalkınma ve gelişme açısından en çok geri kalmış bölgeleri etkiler. Çünkü, ekonomik olarak geri kalmış bölgelerin sorunları büyük ölçüde merkezi idari sistemden kaynaklıdır ve sistem aşılmadan sözkonusu bölgelerin sorunları çözülemez.

Bölgesel ekonomik gelişme farklılıkları, merkezi idari sistemin bilinçli tercihi yada hataları sonucu doğmuş olabilir. Ulusal ve etnik sorunların yaşandığı ülkelerde, ezilen ve azınlık durumundaki halkın yaşadığı bölgeler, genelde ekonomik olarak geri kalmış bölgelerdir. Bu bölgelerin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları bile merkez tarafından talan edilmekte ve ülkenin ekonomik kalkınmasının hizmetine sunulmaktadır. Buna örnek olarak Türkiye’in ‘’bölgesel kalkınma politikaları“nı gösterebiliriz. Kürdistan’ın madenleri ve suyu, buranın ekonomik kalkınmasına değil, sadece Türkiye ekonomisinin hizmetinde kullanılmıştır. Bir başka örneği, GAP projesi oluşturuyor. Son 30 yıl içinde bu projenin yüzde 20’sinin gerçekleştirildiği söyleniyor, ve bu gelişme de ağırlıkta enerji üretimi ve tüketimi üzerine yoğunlaşmış bulunuyor. Sanayi ve tarımsal sulama projeleri ise, çok az miktarda gerçekleşmiş ve ağır-aksak bir seyirde yürüyor. Merkezi idari sistemin ve bölge halkının ihtiyaçları arasındaki uyumsuzluğa bundan başka iyi bir örnek aramak gerekmiyor.

Merkez ve yerel özerk yapının ekonomik konularda uyumsuzluğunun temel nedenleri ile yol açacağı yerel ve merkezi sorunlar nelerdir? (ispanya’da Katalonya veya italya’nin kuzey bölgeleri ve Sardunya örneği gibi…)
Merkezi ve yerel özerk idari yapılanmalar arasında ekonomik uyumsuzlukların siyasi, toplumsal, ekonomik ve ulusal/etnik nedenlerini burada tek tek sıralamak zor. Bu nedenler, devletlere ve toplumlara göre farklılıklar da taşıyor. Bunların yol açtığı yerel ve merkezi sorunlar konusunda ispanya ve italya’yı sadece örnek almak ne kadar doğru olur bilemem.

Bilinen bir şey şu ki, azınlıkların olduğu zengin bölgelerin de merkezi yönetimle ciddi sorunları olabiliyor. Fakat, bu sorunlar ekonomik nedenlere dayanmayabilir. Örneğin ispanya’nın Katalonya bölgesi gelişmiş bölgeler arasında yer almasına rağmen, etnik temeli olan siyasal ve sosyal çelişkiler sözkonusu. italya’da ise, Sicilya ve Sardunya gibi ülkenin güneyinde yer alan özerk bölgeler ekonomik geri kalmış bölgeleri oluşturuyor. Buna karşılık, ülkenin zengin bölgesi olan Kuzey italya’da ayrılma yönünde ve merkez-çevre ilişkilerinde daha çok sorunlar görme veya yaratma durumu mevcut.

Ülkelerin özgül koşulları ve ihtilafların arka plandaki nedenleri kıyaslamada gözönüne alınmak zorundadır. Merkez-(özerk) bölge ilişkilerinde ekonomik alanda yaşanan sorunlar, genelde farklı ekonomik çıkarlardan kaynaklanıyor. Merkezi hükümet ve idari yönetim, ülkenin genel ekonomik çıkarlarını gözönüne alır ve ona göre politikalar belirler. Bölgeler ise, kendi öz ekonomik sorunlarını çözmek durumundadırlar. Önemli olan bu çıkar çelişkilerinin, uzlaşma ve işbirliği temelinde giderilmesidir.

En son Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından benimsenen yerel veya bölgesel ‘’demokratik özerklik“, yasal bir statü kazanmasa bile, Kürtler hangi ekonomik ihtiyaçlarını devlete ihtiyaç duymadan, BDP’li belediyelerin varlığı da hesaba katılarak, ‘’özerk“ olarak karşılayabilir?
Merkezi yönetimin dışında ve ekonomik sorunları bölgesel özerklik projesini temel alarak çözmek için, ilk önce, bir bölgesel ekonomik pograma sahip olmayı gerektirir. Bu program, bölgesel ekonomik durumun analizi, acil sorunların tespiti ve uygulanması gereken adımları kapsamak zorundadır. Burada, yörelerin ve diğer küçük yerleşim birimlerinin de ekonomik durumunun detaylandırılmasının altını çizmekte yarar var. Sonuçta, bölgesel ekonomik programların başarısı, toplumun ve tüm yerel yönetimlerin bu programı sahiplenmesi ve desteklemesi ile olur.

Ekonomik hedeflerin tespiti ve yerel düzeyde somutlandırılması için, belediyelerin yanısıra işveren dünyasının aktörlerini (ticaret ve sanayi odaları gibi) bu çalışmanın içerisine almak gerekiyor. Bu nedenle aşamalı bir planlama ve uygulama sürecini başlatmakta yarar var. GAP Belediyeler Birliği içinde yer alan yerel yöneticiler ve uzmanların da katkısı sağlanabilinir ve deneyimlerinden yararlanılabilinir. ‘’Demokratik Özerklik Projesi“‘nin ekonomik ayağını sadece BDP yönetimindeki belediyelerle sınırlamak yerine, bütün yerel yönetimleri kapsayacak şekilde gündemleştirmekte yarar var.

Bölgelere özerklik kazandırılması yönünde ekonomik konsept geliştirilirken, hem merkezi hükümeti hem de AB uyum sürecini de gözardı etmemek gerek. Bölgesel kalkınma projelerinin somutlaştırılmasında en başta belediyelerden öneri ve taleblerin alınması ve bir mali bütçe (finansman) planlamasının yapılması zorunludur. Mali kaynak, en önemli handikapı oluşturuyor. Yerel yönetimlerin ekonomik yatırım projelerinin finansmanı güvenceye alınmadığı zaman, bir sonuca varılmaz. Burada bir çıkış yolu bulmak için, ya yerel yönetimler kendi kaynaklarını (vergi, harç, bağış, uluslar arası mali yerdım ve hibe vb.) yaratacaklar ya da sonuçta merkezi idari yönetimden (AKP-Hükümeti, Maliye Bakanlığı, iller Bankası vs.) mali yardım isteyeceklerdir.

Kürtlerin, acil ekonomik ihtiyaçlarını çoğunlukta kendilerinin finanse etmesi yönünde bir yapılanmaları yok. Belediyeler ise, ellerindeki mevcut kaynakları, ancak, bazı pilot projeler gerçekleştirip bunu özerk yerel yönetim modeli için halka ve Türkiye kamuoyuna örnek olarak gösterebilirler. Bu tür adımlar, maliyeti düşük ve halkın katılımıyla (yani emek yoğunluğu ile) gerçekleşebilecek türden projeleri kapsayabilir. Tarım ve hayvan ürünlerine dayalı iş ve üretim alanları, örneğin halı ve diğer el dokumacılıkları, bu projelere uygun sayılabilir. Altyapı hizmetleri ve yatırımları açısından birinci görev belediye yönetimlerine ve idarelerine düşmektedir, çünkü sorunları bilen ve günlük yaşayan onlardır.

Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin ve belediye yönetimlerinin öncülüğünde bir bölgesel ekonomi konferansı düzenlenmeli, ekonomik sorunların yerelde çözümü yönünde alternatifler aranmalı ve sunulmalıdır. Kürtlerin bu konuda yeterince sivil toplum örgütleri, uzmanları ve yılların deneyimine sahip yerel yöneticileri var. Yeter ki, bunun bilinciyle adımlar atılsın. Ayrıca, Güney ve Kuzey Kürdistan arasındaki ticaret ve ekonomik işbirliği ile yatırımlar konusunda, bu dönem somut adımlar atılabilinir.

Merkezi ve ademi merkezi özerk yönetimlerde ekonomik hizmetlerin karşılanmasında demokratik işleyiş veya halkın ekonomik işlere demokratik katılımındaki farkı nasıl analiz edersiniz?
Merkezi idari sistem, siyasal ve toplumsal alanlarda olduğu gibi ekonomik karar süreçlerinde de halkın yerel sorunlarından hareket etmez. Bu nedenle halkın ekonomik yaşamını ilgilendiren konularda söz sahibi olması, yani katılımının gerçekleşmesi teknik olarak mümkün değildir. Böyle olunca da, demokrasinin ekonomik alanda gerçekleşmesi yada derinleştirilmesi zordur. Ekonomik ve mali politikaların tümüyle merkezi yönetim tarafından belirlenmesi, bölgelerin ve orada yaşayan insanların çıkarlarına denk düşmeyebilir, hatta buna zarar veren sonuçlarda doğurabilir. Kürdistan’daki yoksulluk, işsizlik, kırsaldan kentlere ve Türkiye’nin Batısı’na göç, buna örnek gösterilebilecek sorunlar ve sonuçlardır.

Yerelde yönetim uygulamasında, halk, ekonomik karar organlarının yakınında ve onları takipçisi olma durumundadır. Yerel yönetimler, en azından kendilerinin tekrar seçilmesi için, halkı gerekli gördükleri ekonomik yatırım ve hizmetlerde kararlara ortak etme zorundadırlar. Zaten, bölgesel ve yöresel yönetimlerde halkın seçtiği ve yakından tanıdığı yöneticiler var. Halkın acil ekonomik ihtiyaçları ve beklentileri bilindiği için, bunların gerektirdiği politikaları belirlemek ve uygulamak ta o kadar çabuk ve kolay olur. Diğer taraftan, yerel yönetime dayanan planlama, ekonomik ve mali kaynakların israfını durduran ve merkezi yönetimi fuzuli mali yüklerden koruyan bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle, ispanya ve italya gibi bölgeli devletlerde, bölgelere eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda yasama yetkisi verilmiştir. Yani, bölgelere, kendilerini ilgilendiren konularda kanun çıkarma ve bunları uygulama özerkliği sağlanmıştır.

Günümüzde, demokratikleşmenin önemli kıstaslarından birisi olarak bölgecilik (regionalism) ve halkın yerelde kendini yönetmesi kabul edilmektedir ve bir çok devlette uygulanmaktadır. Bu açıdan, ademi merkezi sistem bölgelerin ekonomik çıkarları ile demokratikleşme arasında bir köprü işlevini görüyor. ‘’Demokratik Özerklik“ düşüncesi, Türkiye’de sadece Kürtler’in sorunlarını ve Kürt sorununü çözme dışında, bölgelerin ekonomik gelişimi ve demokratikleşme için de bir model karakterini taşıyor. Bunun bilince çıkarılmasında ve üzerinde tartışılmasında sayısız yarar var.

NEBİ KESEN KİMDİR? 1962 Konya Yeniceoba Beldesi doğumlu Nebi Kesen, ekonomi ve siyasal bilimler ögrenimi gördü. Docent, mali müsavir (serbest meslek) ve uluslararası vergi uzmanı olarak çalışan Kesen, Kürt Sorunu, AB-Türkiye İliskileri, Türkiye`nin siyasi sistemi, ekonomisi ve vergi sistemi üzerine kitaplar yazdı.

HALİL DALKILIÇ

Şırnak Valisi'nin 18 Yıllık Yalanı ve Bişeng Anık'ın Katledilmesi

17 Yaşında İşkence Altında Kafasına Arkadan Ateş Edilerek Katledilen Kürt Kızı BİŞENG ANIK


Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) Başkanı Ziya Halis yaptığı açıklamada, Şırnak'ta 1992 Newroz'u sonrasında Bişeng Anık adlı 17 yaşındaki lise öğrencisinin gözaltına alındığı sırada Şırnak'ta SHP heyeti olarak bulunduklarını söyledi.

Halis, Anık ailesinin kendilerinden kızlarının kurtarılması için yardım istediğini ve konuyu dönemin Şırnak Valisi Mustafa Malay'a aktardıklarını ve Vali'nin de genç kızın serbest bırakılması için elinden geleni yapacağı sözü verdiğini belirterek, "Genç kızın öldüğünü ailesi haber verince Vali Mustafa Malay'ı aradım. 'Çok üzgünüm. Zannedildiği gibi işkenceden değil ölümün sebebi. Bir ara genç kızımız fenalaşmış, onu orada bir nöbetçi polisin yatağına yatırmışlar istirahat etsin diye. Orada yastığın altında polisin tabancası varmış, kız tabancayı almış, kafasına sıkmış' dedi. Buna kargalar bile güler tabi" dedi.

Oysa Vali Mustafa Malay'ın, "tabancayla intihar etti" dediği olayda, Bişenk Anık adlı lise öğrencisi polis tarafından gözaltına alınarak Şırnak Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Burada Şırnak Lisesi öğrencilerini boykota teşvik ettiği için sırtı ve ayak tabanları jiletle kesilerek işkence edildi. Ardından Vali Malay'ın dediği gibi başına tabancayla değil, tüfekle bir itirafçı tarafından Emniyet Müdürlüğü nezarethanesinde ateş edilerek öldürüldü. Cesedi 'intihar etti" denilerek dedesine teslim edildi.

EDP Başkanı ve SHP eski bakanlarından Ziya Halis, Aksiyon dergisine yaptığı açıklamada, 90'lı yıllarda tırmanışa geçen faili meçhul cinayetler listesinde kendi adının da olduğunu ve kıl payı kurtulduklarını söyledi. Halis, Kırklareli Cezaevi'ne Terörle Mücadele Müdürü'nün giderek Tekin Gencer adlı bir itirafçı ile 'Temizleyeceksiniz, sizi çıkaracağız. Makyajını yapacağız, PKK öldürdü diyeceğiz' dediğini, ancak itirafçı Gencer’in bugün Ziya Halis'i, yarın başkasını öldür dersiniz' diyerek bu işten vazgeçtiğini anlattı.

Halis, 92 yılı Newroz'unda onlarca kişinin öldürülmesi ardından SHP heyeti olarak Şırnak'a gittiklerini belirterek, orada tanık olduğu bir olayı ise şöyle anlattı:

"92 yılıydı. Ben partinin (SHP) genel saymanıydım. Şırnak'ta Nevruz olayları olmuştu. O olaylarda parti bir komisyon oluşturdu benim başkanlığımda. Ercan Karakaş, Mustafa Yılmaz ve Mustafa Gazalcı'dan oluşan ekiple Nevruz olaylarını incelemeye gittik. Güvenlik güçleriyle devletin oradaki terörüne ilk kez tanık oldum. Bütün işyerleri taranmış, yüzlerce insan ölmüş, çok sayıda insan gözaltına alınmıştı. Tam incelemeleri yaptık, rapor yazmak üzere Ankara'ya dönüyoruz, bizi bir aile yakaladı. 'Bizim kızımız içeride, çocuklarımıza işkence yapılıyor, lütfen buna müdahale edin' dediler. Biz oradan geri döndük, valinin makamına çıktık. O zaman Şırnak Valisi Mustafa Malay'dı. Malay'a bize aktarılanı anlattık, buna müdahale edelim falan. Malay, şöyle böyle, olmuş mudur olmamış mıdır derken, 'Biz yetkili değiliz, garnizon komutanı yetkili' dedi. Tamam dedik, biz başında bekliyoruz, ara. Aradı, garnizon komutanına ulaşamadı. 'Ben söz veriyorum, siz gidin, böyle bir şey varsa ben müdahale edeceğim. İçiniz rahat olsun' dedi. Sabah sanıyorum 5'e doğru o aile bizim kaldığımız oteli tespit etmiş. Beni uyandırdılar. Dediler ki -soy ismi Kanık'tı sanıyorum- 'Bizim kızımız, hapishaneden ölü çıktı.' 16-17 yaşındaki bir kız. Ben öyle rahatsız oldum, öyle üzüldüm ki otel resepsiyonundan beni valiye bağlamalarını istedim. O bize güvence vermişti hâlbuki. Vali telefonda dedi ki 'Çok üzgünüm. Zannedildiği gibi işkenceden değil, ölümün sebebi. Bir ara genç kızımız fenalaşmış, onu orada bir nöbetçi polisin yatağına yatırmışlar istirahat etsin diye. Orada yastığın altında polisin tabancası varmış, kız tabancayı almış, kafasına sıkmış.' Buna kargalar bile güler tabi."

Ziya Halis'in gözaltına alındıktan sonra "intihar etti" denilerek cesedi ailesine teslim edilen kız o dönem Şırnak Lisesi'nde okuyan 17 yaşındaki Bişeng Anık idi.

Bişeng Anık ve bir grup lise öğrencisi Şırnak'taki 1992 Newroz katliamı sonrasında 23 Mart tarihinde gözaltına alınarak Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Bişeng'in cenazesi 3 gün sonra başından tüfekle tek kurşunla vurulmuş halde dedesine teslim edildi.

Vali Mustafa Malay'ın "Bir ara genç kızımız fenalaşmış, onu orada bir nöbetçi polisin yatağına yatırmışlar istirahat etsin diye. Orada yastığın altında polisin tabancası varmış, kız tabancayı almış, kafasına sıkmış" sözlerini yalanlayan ise 1997 yılında birçok TV ve gazetelere açıklamada bulunan itirafçı Murat İpek idi.

Murat İpek, o tarihte Şırnak Emniyet Müdürü Necati Altıntaş'ın emrinde görev yaptığını, Bişeng Anık'ın gözaltına alındıktan sonra sırtı ve ayak tabanları jiletle kesilerek işkence edildiğini ve nezarethanede uyurken, tüfekle başının arkasından tek el ateş ederek öldürdüğünü açıklıyordu.

İtirafçı Murat İpek’in yıllar sonra bu açıklamaları hakkında hiçbir soruşturma açılmadı.
Dönemin Valisi, "Genç kızımız istirahat etsin diye nöbetçi polisin yatağına yatırılmış ve yastık altındaki tabancayla intihar etmiş" diyen Mustafa Malay daha sonra terfi gibi atamayla batı illerine Vali diye gönderildi. Şırnak Emniyet Müdürü Necati Altıntaş ise Denizli Emniyet Müdürlüğü'ne atandı. Altıntaş, daha sonra Denizli'ye çağırdığı itirafçı Murat İpek aracılığı ile yerel DEHA TV'nin taranması olayına karıştı. Yerel TV'nin taranması olayından dolayı itirafçı Murat İpek ceza alıp hapis yatarken, Altıntaş başka bir çete olayından dolayı kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı.