Bu
bir yuva mı, yoksa ev mi? Yeni Hindistan için bir tapınak mı, yoksa
onun hayaletleri için bir depo mu? Gizem saçan ve sessizliğiyle korkutan
Antilla, Mumbai’deki Altamount Road’a geldiğinden beri hiçbir şey
eskisi gibi değil. Beni oraya götüren arkadaşım “İşte buradayız, yeni
hükümdarımıza saygılarınızı sunun” dedi.
Antilla’nın sahibi
Hindistan’ın en zengin adamı, Mukesh Ambani. Antilla’ya dair bir şeyler
okumuştum; şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı konut, 27 katlı, üç
helikopter pistine sahip, dokuz asansörü, asma bahçeleri, balo
salonları, spor salonu, altı katlı otoparkı ve 600 hizmetçisi var. Dikey
çimenliği beklemiyordum, –devasa metal kafese bağlanmış yukarı doğru
yükselen 27 kat yüksekliğinde bir çim duvarı. Çim, yer yer kurumuştu,
parçalar düzenli dikdörtgenlere düşmekteydi. Belli ki “damlama”
çalışmamıştı.
Fakat “fışkırma” çalışmıştı. Bu yüzden 1.2 milyar
nüfuslu Hindistan’da ülkenin en zengin 100 insanı, gayrisafi yurtiçi
hasılanın çeyreğine eşit servete sahip.
Sokaktaki (ve New York
Times’taki) bilgi Ambanis’in Antilla’da yaşamadığı şeklindeydi. Belki
şimdi oradadırlar, ancak insanlar hâlâ hayaletlere ve lanete dair
söylentiyi fısıldıyor. Bunun tamamen Marx’ın kabahati olduğunu
düşünüyorum. Şöyle demişti: “Kapitalizm, ortaya devasa üretim ve değişim
araçları çıkarmıştır, bu, büyüleriyle çağırdığı öte dünyadan güçleri
artık kontrol edemeyen büyücüye benzer.”
300 milyonumuzun
“reform” sonrası yeni orta sınıfa mensup olduğu Hindistan’da, borca
batarak intihar eden 250 bin çiftçinin hayaletiyle ve yolumuzu açmak
için yoksullaştırılmış ve mülksüzleştirilmiş 800 milyon kişiyle yan yana
yaşıyoruz. Ve günde 20 Rupi’den az bir parayla yaşamını sürdürenlerle.
Bay
Ambani’nin kişisel serveti 20 milyar dolardan fazla. Piyasa değeri 2.41
trilyon rupi (47 milyar dolar) olan ve petrokimya, petrol, doğalgaz,
polyester lifi, Özel Ekonomik Bölgeler, taze gıda satışı, yüksek
okullar, canlı bilimi araştırmaları ve kök hücre depolama hizmetlerini
içeren küresel işletme gelirlerine sahip Reliance Endüstri Limited’in
(RIL) çoğunluk hissesini idare ediyor. RIL, son olarak, CNN-IBN, IBN
Live, CNBC, IBN Lokmat, ve ETV’nin, dâhil olduğu, neredeyse her bölgesel
dilde 27 haber ve eğlence kanalını idare eden Infotel isimli TV
konsorsiyumu Infotel hisselerinin yüzde 95’ini satın aldı. Infotel, eğer
teknoloji iyi çalışırsa bilgi alışverişinin geleceği olacak yüksek
hızlı bir “bilgi boru hattı” olan ülkenin tek ulusal 4G geniş bant
lisansına sahip. Ambani’nin aynı zamanda bir de kriket takımı var.
RIL,
Hindistan’ı yöneten bir avuç şirketten biri. Tata, Jindal, Vedanta,
Mittal, Infosys, Essar ve Mukesh’in kardeşi Anil’in sahibi olduğu ADAG
şirketi diğer bazıları. Büyüme mücadeleleri Avrupa, Orta Asya, Afrika ve
Latin Amerika geneline yayılmış. Kapsamları geniş tutuluyor; görünür ve
görünmezler, yer altında oldukları kadar yer üstündeler. Örneğin
Tatalar, 80 ülkede 100’den fazla şirket işletiyor. Hindistan’ın en eski
ve en büyük özel sektör enerji şirketlerinden biriler. Madenleri, gaz
rezervleri, çelik fabrikaları, telefon, kablolu tv ve geniş bant ağları
var ve kasabaların tamamını yönetiyorlar. Otomobil ve kamyon
üretiyorlar, Taj Hotel zincirine, Jaguar, Land Rover, Daewoo, Tetley
Çay’a, bir yayımcılık şirketine, bir kitabevleri zincirine, başlıca
iyotlanmış tuz markasına ve kozmetik devi Lakme’ye sahipler. Reklam
sloganları kolaylıkla şu olabilir: ''Biz olmadan yaşayamazsınız''.
“Fışkırma ilkesi” kuralları uyarınca, fazlasına sahip oldukça daha fazlasına sahip olabilirsin.
“Her
şeyin özelleştirilmesi çağı”, Hindistan ekonomisini, dünyanın en hızlı
büyüyenlerden biri yapmakta. Bununla birlikte, her çağdışı sömürgede
olduğu gibi başlıca ihracat mallarından biri madenleri. Yeryüzünün
içinde bir yerlerden çekilen parayı fışkırtan çeşmenin başına giden
yollarını güçlendirmeyi başaranlar, Hindistan’ın yeni mega şirketleri
-Tatas, Jindals, Essar, Reliance, Sterlite-. Bu, iş adamları için
gerçeğe dönüşen bir hayal –satın almaları gerekmeyen şeyi satabilmeleri.
Şirket
servetinin bir diğer başlıca kaynağı, arazi bankalarından geliyor. Tüm
dünyada, zayıf, çürümüş yerel hükümetler, geniş arazileri ellerinde
toplamaları için Wall Street brokerlarına, endüstriyel tarım
şirketlerine ve Çinli milyarderlere yardım etmekte. (tabii ki bu, suya
el koyulmasını da zorunlu kılıyor.) Hindistan’da milyonlarca insanın
toprağı iktisap edilmiş ve “kamusal çıkarlar”, Özel Ekonomik Bölgeler,
altyapı projeleri, barajlar, otoyollar, otomobil fabrikaları, kimyasal
merkezler ve Formula 1 yarışları- için özel şirketlere devredilmiş
halde. (özel mülkiyetin kutsallığı, yoksullar için asla uygulanmaz.) Her
zamanki gibi yerel halka, yerlerinden edilmelerinin ve şimdiye dek
sahip oldukları her şeye elkoyulmasının aslında istihdam yaratılmasını
parçası olduğu vaadinde bulunulmuş. Ancak şimdiye dek, gayrisafi yurtiçi
hâsıladaki büyüme ile istihdam arasındaki bağlantının bir masal
olduğunu biliyoruz. Yirmi yıllık “büyüme”nin ardından, Hindistan’ın
işgücünün yüzde 60’ı serbest meslekle uğraşmakta, ülke emek gücünün
yüzde 90’ı örgütlülüğün olmadığı sektörlerde çalışıyor.
Bağımsızlık
sonrasından 80’lere kadar, Naksalitlerden Jayaprakash Narayan’ın
Sampoorna Kranti’sine kadar halk hareketleri toprak reformu için,
toprakların feodal ağalardan topraksız köylülere yeniden dağıtımı için
savaştılar. Bugün toprağın ya da zenginliğin yeniden bölüşümüne dair her
söz, sadece anti-demokratik değil, aynı zamanda delice olarak da
nitelendirilecektir. En militan hareketler bile, halkın hâlâ sahip
olduğu küçük toprağı elinde tutmak için savaşma noktasına çekilmiş
durumda. Çoğunluğu Dalit ve Adivasi olan, köylerinden sürülen, küçük
şehirlerde ve mega kentlerde gecekondularda ve baraka topluluklarında
yaşayan milyonlarca topraksız insan, radikal söylemde bile hesaba
katılmıyor.
Fışkırma, zenginliği, milyarderlerimizin
parmaklarının üstünde döndürdükleri parıldayan iğnenin tepesinde toplarken,
paranın gelgit dalgaları demokrasi kurumlarını ezip geçiyor –medyanın
yanı sıra mahkemeler, parlamento; niyetlendikleri yöntemlerle işleme
yetilerinden ağır ödünler veriyorlar. Seçimler etrafındaki şenlik ne
kadar gürültülü olursa demokrasinin var olduğundan o kadar az emin
oluyoruz.
Hindistan’da ortaya çıkan her yeni yolsuzluk skandalı,
bir öncekini zararsız görülür kılıyor. 2011 yazında, 2G spektrumu
skandalı patladı. Telekomünikasyon Bakanı’nın, 2G telekom spektrumu
lisanslarını gerçek değerinin çok altında bir fiyatla verip dostlarına
peşkeş çekerken dostane bir temel kurmasıyla, şirketlerin, halkın 40
milyar dolarını hortumladığını öğrendik. Basına sızdırılan telefon
dinlemesi kayıtları, fabrikatörler ve onların paravan şirketleri,
bakanlar, kıdemli gazeteciler ve bir TV haber sunucusu ağının bu
güpegündüz soygunun kolaylaştırılmasına nasıl dâhil olduklarını
gösterdi. Dinleme kayıtları, halkın çok daha önce koyduğu teşhisi
onaylayan bir MR idi.
Savaşa, yerinden etmeye ve ekolojik yıkıma
özelleştirme ve telekom spektrumunun yasadışı satışı yol açmadı.
Hindistan dağlarının, nehirlerinin ve ormanlarının özelleştirilmesi yol
açtı. Muhtemelen, açık, su katılmadık bir muhasebe skandalının
çetrefilsiz berraklığına sahip olmadığından veya muhtemelen bunların
hepsi Hindistan’ın “kalkınması” adına yapıldığından orta sınıfta aynı
yankıyı bulmuyor.
2005 yılında Chhattisgarh, Orissa ve Jharkhand
eyalet hükümetleri, bir dizi özel şirketle, trilyonlarca dolarlık
boksit, demir cevheri ve diğer madenleri üç kuruşa devreden, serbest
piyasanın çarpık mantığına bile karşı koyan yüzlerce mutabakat anlaşması
imzaladı. (Hükümetlerin alacağı işletme payları yüzde 0,5 ile yüzde 7
arasında değişiyordu.)
Chhattisgarh hükümetinin, Tata Çelik ile
Bastar’da bir bütünleşik çelik fabrikası kurulması doğrultusunda
mutabakat anlaşması imzalamasından sadece günler sonra, Salwa Judum,
devlet tarafından kurulan yasadışı milis kuvveti göreve başladı. Hükümet
bunun, ormandaki Maoist gerillaların “baskısından” bezen yerel halkın
kendiliğinden başkaldırısı olduğunu söyledi. Bir alan temizleme
operasyonuna dönüştü, hükümet tarafından finanse edildi ve
silahlandırıldı ve maden şirketlerince para yardımında bulunuldu. Başka
eyaletlerde de benzer milisler başka isimlerle oluşturuldu. Başbakan,
Maoistlerin “Hindistan’daki en büyük güvenlik sorunu” olduğunu açıkladı.
Bu bir savaş ilanıydı.
2 Ocak 2006 tarihinde, Orissa’nın komşu
eyaleti Kalinganaga’da, muhtemelen hükümetin niyetinin ciddiliğine
işaret etmek için bir diğer Tata Çelik fabrikası şantiyesine 10 müfreze
polis geldi ve orada, toprakları karşılığında yetersiz olduğunu
düşündükleri tazminatı protesto etmek için toplanan köylülerin üzerine
ateş açtı. Aralarında bir polisin de olduğu 13 kişi öldürüldü ve 37 kişi
de yaralandı. Altı yıl geçti ve köyler hâlâ kuşatma altında olsa da
protestolar sönmedi.
Bu arada Chhattisgarh’da Salwa Judum önüne
çıkan yüzlerce orman köyünde yaktı, tecavüz etti, katletti, 600 köyü
boşalttı, 50 bin insanı polis kamplarına girmeye, 350 bin insanı da
kaçmaya zorladı. Eyalet başbakanı, ormandan çıkmayanların “Maoist
terörist” olarak görüleceklerini açıkladı. Böylelikle, modern
Hindistan’ın bazı bölgelerinde toprağı sürmek ve tohum ekmek, terörist
aktivite şeklinde tanımlanır oldu. Neticede, Salwa Judum’un zulümleri
sadece direnişi güçlendirmeyi ve Maoist gerilla ordusunun mertebesini
yükseltmeyi başardı. 2009 yılında hükümet, Yeşil Av Operasyonu dediği
şeyi duyurdu. Chhattisgarh, Orissa, Jharkhand ve Batı Bengal genelinde
200 bin kişilik paramiliter birlik konuşlandırıldı.
İsyancıları
ormanın dışına “akıtmayı” başaramayan üç yıllık “düşün yoğunluklu
çatışma”nın ardından hükümet, Hindistan ordusunu ve hava kuvvetlerini
konuşlandıracağını açıkladı. Hindistan’da buna savaş demiyoruz. “Uygun
yatırım ortamı yaratmak” diyoruz. Şimdiden binlerce asker yerleşmiş
durumda. Bir tugay komutanlığı ve hava üssü hazırlandı. Dünyanın en
büyük ordularından biri şu anda “Yükümlülük Şartları”nı (“Terms of
Engagement” karşılığı, hangi koşullarda ne derece askeri güç
kullanılacağını belirler; ç.n.) kendisini dünyanın en yoksul, en aç, en
kötü beslenen halkına karşı “korumak” için düzenliyor.
Sadece,
orduya yasal dokunulmazlık ve “şüphe ile” öldürme hakkı verecek olan
Silahlı Kuvvetler Özel Güçler Kanunu’nun (AFSPA) açıklanmasını
bekliyoruz. Kashmir, Manipur ve Nagaland’daki on binlerce isimsiz mezara
ve kimliği bilinmeden yakılanlara bakarak karar verince, kendisini
gerçekten de çok güvenilmez bir ordu olarak gösteriyor.
Konuşlandırma
hazırlıkları yapılmışken, Orta Hindistan ormanları, ormandan çıkmaya
veya pazara gidip yiyecek ve ilaç almaya korkan köylülerle birlikte
kuşatma altında kalmaya devam ediyor. Yüzlerce insan hapsedildi,
merhametsiz ve anti-demokratik yasalar altında Maoist olmakla suçlandı.
Cezaevleri, bu suçun ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Adivasi
halkıyla dolduruldu. Son olarak Bastar’da öğretmenlik yapan bir Adivasi
olan Soni Sori, gözaltına alındı ve polis gözetiminde işkenceye uğradı.
Maoist kuryesi olduğunu “itiraf ettirmek” için vajinasına taşlar
sokuldu. Taşlar, kamuyounun feryadının ardından sağlık kontrolüne
gönderildiği Kalküta’daki bir hastanede vücudundan çıkarıldı. Son olarak
gerçekleşen bir Yüksek Mahkeme duruşmasında, eylemciler yargıçlara
plastik çanta içerisinde taşlar hediye ettiler. Çabalarının tek sonucu,
Soni Sori cezaevinde kalırken, sorguyu yöneten Polis Şefi Ankit Garg’ın
Cumhuriyet Günü’nde Devlet Başkanı Polis Cesaret Madalyası ile
ödüllendirilmesi oldu.
Orta Hindistan’ın, sadece kitlesel
başkaldırı ve savaş nedeniyle ekolojik ve toplumsal yeniden
yapılandırılmasından haberdarız. Hükümet hiçbir bilgi vermiyor.
Mutabakat Anlaşmaları tamamen sır. Medyanın bazı kesimleri, Orta
Hindistan’da olanlara kamuoyunun dikkatini çekmek için elinden geleni
yaptı. Ancak Hindistan medyasının büyük kısmı, gelirlerinin büyük
parçası şirket reklamlarından geldiği gerçeği ile savunmasız hale
getirilmiş durumda. Eğer yeterince kötü değilse, şu anda medya ile büyük
şirketler arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başlamış halde. Gördüğümüz
üzere RIL, fiilen 27 kanala sahip. Fakat tersi de doğru. Bazı medya
kuruluşlarının şu anda doğrudan işletme ve şirket payları mevcut.
Örneğin önde gelen bölge gazetelerinden biri olan Dainik Bhaskar (bu
sadece bir örnek), 13 eyalette, İngilizce ve Hintçenin de aralarında
bulunduğu dört dilde 17,5 milyon okura sahip. Aynı zamanda madencilik,
enerji üretimi, gayrimenkul ve tekstil sektörlerindeki hisseleriyle 69
adet şirketi var. Chhattisgarh Yüksek Mahkemesi’nde dosyalanan yeni bir
müzekkere, DB Enerji Ltd.’yi (grubun şirketlerinden biri) şirketin sahip
olduğu gazeteler vasıtasıyla, bir açık ocak kömür madenine dair
yargılamanın sonucunu etkilemek için maksatlı, yasadışı, manipülatif
yolları kullanmakla suçluyor. Sonucu etkilemeye çalışıp çalışmadığı
konuyla ilgili değil. Mesele, medya kuruluşlarının bunu yapacak konumda
olması. Bunu yapacak güçleri var. Ülke yasaları, kendilerini ciddi bir
çıkar çatışmasına ödünç verecekleri bir konumda olmalarına izin veriyor.
Ülkenin
hiçbir haber gelmeyen başka kısımları var. Seyrek nüfuslu, ancak
askerileştirilmiş kuzeydoğudaki Arunachal Pradesh eyaletinde çoğunluğu
şahıs malı olan 168 baraj inşa ediliyor. Bütün bölgeyi sular altında
bırakacak yüksek barajlar, ikisi de yüksek oranda askerileştirilmiş olan
ve insanların sırf elektrik kesintilerini protesto ettiler diye
öldürülebildikleri (bu, birkaç hafta önce Keşmir’de gerçekleşti) Manipur
ve Keşmir’de kuruluyor. Barajı nasıl durdurabilsinler?
Hepsinin
içindeki en vesveseli baraj, Gujarat’taki Kalpasar Barajı. Barajın,
Khambhat Körfezi boyunca 34 kilometre uzunluğunda yapılması ve üstünden
10 şeritli otoyol ve tren yolu geçmesi planlanıyor. Düşünce, deniz
suyunu dışarıda tutarak, Gujarat nehirlerinden tatlı su rezervi
yaratmak. (Bu nehirlerin hâlihazırda damlayacak düzeyde barajlarla
çevrilmiş bulunduğuna ve kimyasal atıklarla zehirlenmiş olduğuna
aldırma.) Deniz suyunu yükseltecek ve yüzlerce kilometrelik sahil
şeridinin ekolojisini değiştirecek olan Kalpasar Barajı, 10 yıl önce
kötü bir fikir olarak reddedilmişti. Baraj, sadece Hindistan’ın değil,
dünyanın en çok su sıkıntısı çeken yerlerinden birindeki Dholera Özel
Yatırım Bölgesi’ne (SIR) su temin etmek için ani bir geri dönüş yaptı.
Organize sanayi bölgelerinin, kasabaların, mega kentlerin olduğu bir
özerk şirket distopyası olan SIR, Özel Ekonomi Bölgesi’nin bir diğer
adı. Dholera Özel Yatırım Bölgesi, 10 şeritli otoyol ağıyla Gujarat’ın
diğer kentlerine bağlanacak. Tüm bunların parası nereden gelecek?
Gujarat
Başbakanı Narendra Modi, Ocak 2011’de Mahatma (Gandhi) Mandir Kongre
Merkezi’nde 100 ülkeden 10 bin işadamının katıldığı toplantıya başkanlık
etti. Basında çıkan haberlere göre, işadamları Gujarat’a 450 milyar
dolarlık yatırım taahhüdünde bulundular. Toplantının zamanlaması,
Şubat-Mart 2002’de 2 bin Müslüman’ın katledilmesinin 10. yıldönümünün
başlangıcına göre yapıldı. Modi, sadece göz yummak ile değil,
azmettirmek ve öldürmekle de suçlanmaya devam ediyor. Sevdiklerinin
tecavüze uğramasını, bağırsaklarının çıkarılmasını ve yakılmasını
izleyen insanlar, yurtlarından sürülen on binler hâlâ bir adalet jesti
bekliyor. Ancak Mondi, safran kaşkolunu ve kızıl alnını zarif iş
elbisesi ile takas etti ve 450 milyar dolarlık yatırımın kan parası
olarak işleyeceğini ve cezaları halledeceğini umuyor. Muhtemelen bu
olacak. Büyük şirketler onu can-ı gönülden destekliyor. Sonsuz adaletin
matematiği, gizemli yöntemlerle işler.
Dholere SIR, en küçük
matruşka bebeklerinden, planlanmakta olan distopyanın içindekilerden
biri. Dholera SIR, içerisinde 9 mega-endüstriyel bölge, yüksek hızlı bir
taşımacılık hattı, üç liman ve altı iskele, altı şeritten oluşan
kavşaksız otoyol ve 4 bin MW kapasiteli enerji santrali bulunduran 1500
km uzunluğunda, 300 km genişliğindeki Delhi Mumbai Endüstriyel
Koridoru’na (DMIC) bağlanacak. DMIC, Hindistan ve Japonya hükümetlerinin
ve onların şahsi şirket partnerlerinin ortaklaşa girişimi ve McKinsey
Küresel Enstitüsü tarafından tasarlandı.
DMIC web sayfası,
projeden yaklaşık olarak 180 milyon kişinin “etkileneceğini” belirtiyor.
Tam olarak nasıl etkilenecek, söylemiyor. Birtakım yeni şehirlerin
inşasını öngörüyor ve bölgede şu anda 231 milyon olan nüfusun 2019’da
314 milyona çıkacağı tahmininde bulunuyor. Bu, yedi yıllık bir zaman. En
son ne zaman bir devlet, despot ya da diktatör milyonlarca kişilik bir
nüfus transferini gerçekleştirdi? Bu barışçıl bir süreç olabilir mi?
Hindistan
ordusunun, tüm Hindistan’da konuşlanma emri aldığında hazırlıksız
yakalanmaması için askere alma hamlesini sürdürmeye ihtiyacı olabilir.
Orta Hindistan’daki rolü için hazırlığında, ordu, “seçilen hedef kitleye
mesaj iletmeye, ülkenin politik ve askeri hedeflerine erişmesini
etkileyen istenen tavır ve davranışlarla sonuçlanan belli konuların
reklamını yapmaya dair” planlanmış sürecin anahatlarını çizen
güncellenmiş Askeri Psikolojik Operasyonlar doktrinini resmen
açıklamıştı. Ordu, söz konusu “algı yönetimi” sürecinin “hizmete hazır
medyanın kullanılmasıyla” yürütüleceğini belirtmişti.
Ordunun,
tek başına zorun, Hindistan’ın plancılarının öngördüğü çapta bir toplum
mühendisliğini sürdüremeyeceğini ya da yönetemeyeceğini bileceği
yeterince deneyimi var. Gerçek olan yoksullara karşı savaş. Ancak geri
kalanımız için –orta sınıf, beyaz yakalılar entelektüeller, “kanaat
önderleri”– bu, “algı yönetimi” olmak zorunda. Ve bu nedenle dikkatimizi
Şirket Yardımseverliği incelikli sanatına çevirmeliyiz.
Son
zamanlarda, başlıca madencilik şirketleri sanatla kucaklaştı –sinema,
sanatsal enstalasyonlar ve 90’ların güzellik yarışmaları saplantısının
yerini alan edebiyat festivali koşuşturması. Şu anda boksit için tarihi
Dongria Kondh kabilesinin anayurdunun bağrında madencilik yapan Vedanta,
sürdürülebilir kalkınma için filmler yapmakla görevlendirilmiş genç
sinemacılar için “Mutluluk Yaratma” film yarışmasına sponsorluk yaptı.
Vedanta’nın reklam sloganı “Madencilik Mutluluğu”. Jindal Grup, güncel
bir sanat dergisi çıkarıyor ve Hindistan’ın önde gelen sanatçılarından
(doğal olarak paslanmaz çelikle çalışan) bazılarını destekliyor. Essar,
önemli yazarların, aktivistlerin ve hatta mimar Frank Gehry’nin de
aralarında olduğu dünyanın her yanından önde gelen düşünürlerle “dinamik
tartışmalar” taahhüdünde bulunan Tehelka Newsweek Düşünce Festivali’nin
ana sponsoruydu. (Tüm bunlar aktivistlerin ve gazetecilerin devasa
yasadışı madencilik skandalını ortaya çıkardığı Goa’daydı ve Bastar’da
gelişen savaşta Essar’ın payı su yüzüne çıkıyordu). Tata Çelik ve Rio
Tinto (iğrenç bir geçmiş performansa sahip olan), “Yeryüzündeki en büyük
edebiyat gösterisi” şeklinde bir ehillik ile tanıtılan Jaipur Edebiyat
Festivali’nin (Latince ismi: Darshan Singh İnşaat Jaipur Edebiyat
Festivali) başlıca sponsorları arasında. Tataların “stratejik reklam
sorumlusu” Counselage, festivalin basın çadırına sponsorluk yaptı.
Dünyanın en iyi ve en parlak yazarlarından birçoğu Jaipur’da aşkı,
edebiyatı, siyaseti ve Sufî şiirini tartışmak için toplandı. Bazıları,
yasaklı kitabı Şeytan Ayetleri’ni okuyarak Salman Rushdie’nin ifade
özgürlüğünü savundu. Tüm televizyon ekranlarında ve gazete
fotoğraflarında, şefkatli, iyiliksever bir ev sahibi olarak arkalarında
Tata Çelik logosu (ve onun “Toplumsal değerler, çelikten güçlüdür”
şeklinde reklam sloganı) belirdi. Sözüm ona, ifade özgürlüğünün
düşmanları, festival düzenleyicilerinin bize söylediğine göre burada
toplanan öğrencilere zarar verme ihtimali bulunan tehlikeli Müslüman
serseriler. (Sıra Müslümanlara geldiğinde Hindistan hükümeti ve
polisinin ne kadar da biçare olabildiğine şahit olduk.) Evet, sert
İslami Darul-Uloom Deobandi ilahiyat okulu, Rushdie'nin festivale davet
edilmesini protesto etti. Evet, bazı İslamcılar festival mekânı önünde
toplandı ve evet, saldırganca; eyalet hükümeti mekânı korumak için
hiçbir şey yapmadı. Çünkü tüm olaylar, İslami köktencilikle olduğu
kadar, demokrasi, oy depoları ve Utter Pradesh seçimleri ile de
ilgiliydi. Ancak İslami köktenciliğe karşı ifade özgürlüğü savaşımı,
bunu dünya gazetelerinde haber yaptı. Bunun olması önemli. Fakat
festival sponsorlarının ormanlardaki savaştaki, cesetlerin
yığılmasındaki, cezaevlerinin dolmasındaki payları hakkında neredeyse
hiç haber yoktu. Veya, hükümet karşıtı bir düşünceyi aklından geçirmeyi
bile soruşturulabilir bir suç sayan Yasadışı Aktiviteleri Önleme Yasası
ve Chhattisgarh Özel Kamu Güvenliği Yasası hakkında. Ya da
Lohandiguda'daki Tata Çelik fabrikasına yerel halk tarafından açılan ve
yüzlerce kilometre uzaklıkta Jagdalpur'da, kiralık izleyicilerle ve
silahlı korumalarla görülen duruşma hakkında. Öyleyse ifade özgürlüğü
nerede? Kimse Kalinganagar'dan bahsetmedi. Kimse, Hindistan hükümetinin
hoşuna gitmeyen konularda -Sri Lanka'daki savaşta Tamillere uygulanan
soykırımda Hindistan'ın oynadığı gizli rol veya son olarak Keşmir'de
bulunan mezarlar gibi- çalışmalar yapan gazetecilerin, akademisyenlerin,
film yapımcılarının vize alamadığından ya da doğrudan havaalanından
sınır dışı edilmelerinden bahsetmedi.
Ama biz günahkârlardan
hangimiz ilk taşı atacaktı? Şirketleşmiş yayınevlerinden gelen
teliflerle geçimini sağlayan ben değil. Hepimiz Tata Sky kanalını
izliyoruz, Tata Foton ile internette geziyoruz, Tata taksilerle
geziyoruz, Tata Otelleri'nde kalıyoruz, Tata çayımızı Tata porselenden
yudumluyoruz ve Tata Çelik'ten yapılan çay kaşıkları ile karıştırıyoruz.
Tata kitabevlerinden Tata kitapları satın alıyoruz. Kuşatma altındayız.
Eğer
manevi temizliğin balyozu taş atmak için ölçüt olacaksa, buna hak
kazanan yegane insanlar, halihazırda susturulmuş olanlardır. Düzen
dışında yaşayanlardır; ormanlardaki yasadışı insanlar ya da protestoları
hiçbir zaman basın tarafından yayımlanmayanlar veya mahkeme mahkeme
dolaşan, şahitlik eden, ifade veren ağırbaşlı mülksüzleştirilmişlerdir.
Ancak
edebiyat festivali, jetonumuzun düşmesini sağlıyor. Oprah (ABD'ninen
çok izlenen talk-show programcısı Oprah Winfrey; ç.n.) geldi.
Hindistan'ı sevdiğini, tekrar tekrar geleceğini söyledi. Bu bize gurur
verdi.
Bu, sadece incelikli sanatın sonudur.
Burslar
bağışlayan, bazı seçkin eğitim kuruluşları ve hastaneler işleten
Tatalar, neredeyse yüz yıldan bu yana şirket yardımseverliğine bulaşmış
olmalarına karşın, Hindistan şirketleri ancak yakın dönemde The Star
Chamber’a davet edildi.
Bu makalenin devamı, kimilerine acımasız
eleştiri gibi görünebilir. Diğer taraftan, birinin muhaliflerini
şereflendirme geleneğinde bu, hayatını, dünyanın kapitalizm için güvenli
bir yer olma halini korumaya adamış birilerinin öngörüsünün,
esnekliğinin, çok yönlülüğünün ve sarsılmaz azminin kabulü olarak
okunabilir.
Modern hafızadan uçan büyüleyici tarihleri,
bağışlarla işleyen vakıflar biçiminde temin edilen yasallıkla,
kapitalizmin (ve emperyalizmin) yol açıcı ve sistemi devam ettirici
karakolu olarak şirket yardımseverliğinin, misyoner faaliyetin yerini
aldığı 20. yüzyıl başlarında, bağış yapılmış kuruluş biçiminde yasal
olarak ABD'de başladı. ABD'de kurulan ilk kuruluşlar arasında 1911
yılında Carnegie Çelik Şirketi'nin gelirleri ile kurulan Carnegie
Derneği; Standard Oil Company kurucusu J.D. Rockefeller tarafından 1914
yılında kurulan Rockefeller Vakfı bulunuyordu. Çağlarının Tataları ve
Ambanileri.
Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmiş,
başlangıç desteğinde bulunulmuş kuruluşlardan bazıları BM, CIA, Dış
ilişkiler Konseyi, New York'un efsanevi Güzel Sanatlar Müzesi ve tabii
ki New York'daki Rockefeller Center'dır. (Diego Riviera'nın duvar
resimlerinden birinin, haylaz bir biçimde ahlaksız kapitalistleri ve
yürekli Lenin'i tasvir etmesinden dolayı parçalanmak zorunda kaldığı
yer)
J.D. Rockefeller, ABD'nin ilk milyarderi ve dünyanın en
zengin adamıydı. Kölelik karşıtı, Abraham Lincoln destekçisiydi ve içki
içmezdi. Parasının kendisine Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.
Aşağıda, Pablo Neruda'nın erken dönem şiirlerinden biri olan Standard Oil Company'den bir alıntı var:
Şirketin şişman imparatorları
yaşıyorlar New York’ta, pek uysallardırlar,
ipek, naylon, purolar satın alıyorlar
bu gülümseyen katiller,
küçük zorbalar, diktatörler.
Ülkeler satın alıyorlar, şehirler, denizler,
polisler ve vekiller,
açgözlüler altınını nasıl korursa
mısırını öylesine koruyan yoksulların yaşadığı
uzak bölgeleri:
uyandırıyor onları Standard Oil,
üniformalarla donatıyor, onlar için
o düşman biraderi seçiyor,
ve Paraguaylı adam savaşıyor kavgasında,
ve Bolivyalı adam yok oluyor
vahşi ormanda makineli tüfeğiyle.
Bir damla petrol için
öldürüldü bir Devlet Başkanı,
milyonlarca hektarlık
ipotek, canlı bir
yaylım ateş, ölümcül
bir ışık sabahı, taşa dönüşmüş,
Patagonya’daki devrimci mahkûmların
yeni bir kampı,
bir ihanet, karşılıklı ateş
altında yağlı parıltılı ayın,
kurnaz bir kabine değişikliği
başkentte, petrolden medcezir gibi
bir fışkırma,
ve toynakların savaşından bu yana, ama sen
göreceksin bulutların üzerinde ışıldadığını,
denizlerin üzerinde, kendi evinde,
Standart Oil’in harflerinin
parıltılarla durduğunu
bütün kolonilerin üzerinde.
Şirket
bağışlarıyla yaşayan vakıflar ABD'de ilk varlık gösterdiklerinde
kökenlerine, yasallıklarına ve hesap verme zorunluluğuna sahip
olmamalarına dair ateşli tartışmalar vardı. İnsanlar, şirketler çok
fazla artı değer elde ediyorsa çalışanlarının ücretlerini yükseltmeleri
gerektiği fikrini ortaya attılar. (İnsanlar o günlerde Amerika'da ile bu
korkunç önerilerde bulunuyordu) Şu anda çok sıradan olan bu vakıfların
niyeti, gerçekte işletme tasarımında bir sıçramaydı. Devasa kaynaklarla
vergi ödememeye yasal kılıf ve neredeyse sınırsız evrak -tamamen hesabı
verilmeyen, tamamen şeffaflıktan uzak-. Ekonomik varlıktan politik,
toplumsal ve kültürel sermaye olarak yararlanmanın, parayı güce
çevirmenin daha iyi yolu ne? Tefecilerin, kârlarının cüzi bir yüzdesini
dünyayı yönetmek için kullanmasının daha iyi yolu ne? Kuşkusuz,
bilgisayarlara dair tecrübeli ve bilgili olan Bill Gates, kendini başka
türlü nasıl, sadece ABD hükümeti değil, tüm dünya hükümetleri için
eğitim, sağlık ve tarım politikalarını dizayn tasarlarken bulacaktı?
Yıllar
boyunca insanlar, vakıfların yaptığı gerçekten iyi şeylere (halk
kütüphaneleri işletmek, hastalıkları ortadan kaldırmak) şahit olurken,
şirketler ile para bağışladıkları vakıflar arasındaki doğrudan bağlantı
bulanıklaşmaya başladı. Sonuç olarak bütün yönleriyle karardı. Bugün,
kendini solcu olarak değerlendirenler bile bağışlarını kabul etme
konusunda utangaç değiller.
1920'ler ile birlikte, ABD
kapitalizmi hammadde ve denizaşırı pazarlar için dışarıya bakmaya
başladı. Vakıflar, küresel şirket denetimini formüle etmeye başladılar.
1924'te Rockefeller ve Carnegie vakıfları, ortak bir şekilde, bugün
dünyanın en güçlü dış politika baskı grubu olan ve sonradan Ford Vakfı
tarafından da finanse edilir hale gelen Dış İlişkiler Konseyi'ni (CFR
kurdular. 1947'de, yeni kurulmuş olan CIA, CFR tarafından destekleniyor
ve onunla yakın çalışıyordu. Yıllar boyunca CFR üyeleri arasında 22 ABD
Dışişleri Bakanı yer aldı. 1943'te BM'yi tasarlayan yürütme komitesinde 5
CFR üyesi vardı ve BM'nin New York'daki merkezinin üzerine dikildiği
araziyi almak için J.D. Rockefeller tarafından 8,5 milyon dolar bağış
yapıldı.
1946'dan bu yana Dünya Bankası başkanlarından 11'i
-kendilerini yoksulların misyoneri olarak sunanlar- CFR üyeliğinde
bulundular. (Bunun istisnası George Woods'tur. Rockefeller Vakfı'nın
mutemeti ve Chase-Manhattan Bankası'nın başkan yardımcısıydı)
Bretton
Woods'da Dünya Bankası ve IMF, doların rezerv parası olması gerektiğine
ve küresel sermayenin girişini arttırmak için açık pazarda işletme
uygulamalarının evrenselleştirilmesinin ve standartlaştırılmasının
gerekli olduğuna karar verdiler. Bu doğrultuda, "İyi Yönetişim"i (ipleri
kontrol ettikleri sürece), "Hukukun Üstünlüğü" mefhumunu (yasaların
yapılışında söz sahibi olmaları kaydıyla) ve yüzlerce yolsuzluk karşıtı
programı (devreye soktukları programı düzene sokmak için) desteklemek
amacıyla büyük miktarda paralar harcadılar. Dünyanın en şeffaf olmayan,
hesap vermeyen iki örgütü, yoksul ülkelerin hükümetlerinden şeffaflık ve
hesap verme talebiyle işe koyuldu.
Dünya Bankası'nın, ülke
pazarlarını arka arkaya küresel finansa açılmaya zorlayarak Üçüncü
Dünya'nın ekonomi politikalarını az çok yönlendirdiği düşünüldüğünde,
şirket yardımseverliğinin tüm zamanların en öngörülü işi olduğu
söylenebilir.
Şirket vakıfları, üyeleri döner kapılar
aracılığıyla kesişen ve ileri geri hareket eden bir seçkinler kulüpleri
ve düşünce kuruluşları sistemi vasıtasıyla yönetiyor, ticaret yapıyor,
güçlerini kanalize ediyor ve satranç tahtasına piyonlarını
yerleştiriyor. Tedavüldeki, özellikle solcu gruplar arasındaki muhtelif
komplo teorilerinin aksine, bu düzenleyişte gizli olan, şeytani veya
Masonlar benzeri bir şey yok. Bu, şirketlerin paralarını transfer etmek
ve yönetmek için paravan şirketler ve off-shore hesaplar kullanma
yöntemlerinden çok farklı değil -değişim aracı para değil, güç olmakla
birlikte.
CFR'nin ulusaşırı eşdeğeri 1973 yılında David
Rockefeller, ABD Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski
(Taliban'ın atası Afgan Mücahitleri'nin kurucu üyesi), Chase-Manhattan
Bankası ve başka özel yüksek mevkidekiler tarafından kurulan Üçlü
Komisyon'dur. Amacı, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya seçkinleri
arasında kalıcı bir dostluk ve işbirliği ilişkisi yaratmaktır. Çin ve
Hindistan'dan üyeleri de içerdiğinden şu anda beş yönlü bir komisyon
haline gelmiştir. (CII'dan Tarun Das, Infosys eski CEO'su N.R.
Narayanamurthy, Godrej Genel Müdürü Jamsheyd N. Godrej, Tata Sons
Yöneticisi Jamshed J. Irani ve Avantha Grup CEO'su Gautam Thapar)
Aspen
Enstitüsü, çeşitli ülkelerde temsilcilikleri bulunan uluslararası bir
yerel seçkinler, işadamların, bürokratlar ve politikacılar kulübüdür.
Hindistan Aspen Enstitüsü Başkanı Tarun Das'dır. Gautam Thapar da
yöneticidir. McKinsey Küresel Enstitüsü'nün (Delhi Mumbai Endüstriyel
Koridoru önerisini getiren) birtakım kıdemli yöneticileri CFR, Üçlü
Komisyon ve Aspen Enstitüsü üyesidir.
Ford Vakfı (sürekli
birlikte çalışsalar da, daha muhafazakâr olan Rockefeller Vakfı'nın
liberal örneği) 1936'da kuruldu. Ford Vakfı, çoğu kez rolünün hakkını
vermese de çok net, iyi tanımlanmış bir ideolojiye sahiptir ve ABD
Dışişleri Bakanlığı'yla aşırı derecede yakın çalışır. Vakfın,
demokrasiyi derinleştirme ve "iyi yönetişim" projesi, Bretton Woods'un
işletme uygulamalarını standardize etme ve serbest pazarın etkinliğini
arttırma tasarısının çok büyük bir parçasıdır. ABD hükümetinin bir
numaralı düşmanı olan faşistlerin yerini komünistlerin aldığı İkinci
Dünya Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş'ın üstesinden gelmek için yeni
türlerde kuruluşlara ihtiyaç duyuldu. Ford, ilk olarak ABD savunma
hizmetleri için silah araştırmaları yapan askeri bir düşünce kuruluşu
olan RAND'ı (Araştırma ve Geliştirme Kurumu) finanse etti. 1952 yılında,
"özgür uluslara sızmak ve bunları parçalamak için verilen inatçı
komünist çaba"ya karşı Ford tarafından, sonradan, özeti Soğuk Savaş'ı
"McCarthy"ci aşırılıklar olmaksızın akıllıca sürdürmek olan Demokratik
Kuruluşlar Çalışma Merkezi'ne dönüşen Cumhuriyet Sandığı kuruldu. Ford
Vakfı'nın Hindistan'da yatırdığı milyonlarca dolarla yapmakta olduğu işe
bakmamız gereken mercek budur -sanatçıları, film yapımcılarını,
aktivistleri finanse etmesi, üniversite burslarını içeren cömert
bağışları.
Ford Vakfı'nın açıkladığı "insanlığın geleceği için
hedefler", yerel ve ulusal düzeyde taban örgütlülüğüne dayalı politik
hareketlere müdahaleyi de içeriyor. Vakıf ABD'de, 1919 yılında alışveriş
merkezi sahibi Edward Filene'in öncülük ettiği Kredi Birliği
Hareketi'ni desteklemek için milyonlarca dolar bağışta bulundu ve kredi
verdi. Filene, tüketim mallarının kitle tüketimi toplumunu çalışanlara
düşük maliyetli kredi vererek yaratmaya inanmıştı -zamanı için radikal
bir fikir. Aslında radikal bir fikrin sadece yarısı, çünkü Filene'in
inandığı şeyin diğer yarısı, gayri safi milli hâsılanın daha adil
dağıtımıydı. Kapitalistler, Filene'in önerisinin sadece ilk yarısını
değerlendirdiler ve çalışanlara on milyonlarca dolar tutarında "düşük
maliyetli" krediler vererek ABD işçi sınıfını sürekli borç içinde olan
insanlara dönüştürdüler.
Yıllar sonra bu fikir, Mohammed Yunus ve
Grameen Bankası'nın feci sonuçlarla açlıktan kırılmakta olan köylülere
mikrokredi vermesiyle Bangladeş'in fakirleştirilmiş kırsal bölgelerine
süzüldü. Mikrofinans şirketleri, Hindistan'daki yüzlerce intihardan
sorumlu -sadece 2010'da Andra Pradesh'de 200 insan. Son olarak ulusal
bir gazete, okul harçlığı olan son 150 rupiyi mikrofinans şirketinin
kabadayı çalışanlarına vermeye zorlanan 18 yaşındaki bir kadının intihar
notunu yayımladı. Notta, "Çok çalış ve para kazan. Kredi alma"
yazıyordu.
Yoksulluk içinde çok para ve birkaç da Nobel Ödülü var.
Rockefeller
ve Ford vakıfları, 1950'lerde, o dönemlerde Latin Amerika'da, İran'da
ve Endonezya'da demokratik biçimde seçilen hükümetleri deviren ABD
hükümetinin uzantısı gibi çalışarak birtakım sivil toplum örgütlerini ve
uluslararası eğitim kurumlarını finanse etti. (Bunlar aynı zamanda, o
zamanlar tarafsız duran, ancak açık biçimde Sovyetler Birliği'ne meyilli
olan Hindistan'a girdikleri zamanlardı) For Vakfı, Endonezya
Üniversitesi'nde ABD tarzı bir ekonomi eğitimi kurdu. ABD ordusu
yetkilileri tarafından kontrgerilla harekatı eğitimi alan seçkin
Endonezyalı öğrenciler, Endonezya'da 1965 yılında gerçekleşen ve General
Suharto'yu iktidara getiren CIA destekli darbede çok önemli rol
oynadılar. General Suharto, akıl hocalarına borcunu, yüz binlerce
komünist isyancıyı katlederek ödedi.
Sekiz yıl sonra, Chicago
Boys olarak billinegelen genç Şilili öğrenciler, 1973 yılında Salvador
Allende'yi öldüren ve General Pinochet'yi ve 17 yıl süren ölüm
mangaları, kayıplar ve terör saltanatını getiren CIA destekli darbeye
hazırlık olarak Chicago Üniversitesi'nde (J.D. Rockefeller tarafından
para tahsis edilen) Milton Friedman tarafından neo-liberal ekonomi
konusunda eğitilmek üzere ABD'ye götürüldü. (Allende'nin suçu,
demokratik biçimde seçilen bir sosyalist olması ve Şili madenlerini
kamulaştırmasıydı)
Rockefeller Vakfı 1957 yılında, Asya'daki
toplum liderleri için Ramon Magsaysay Ödülü'nü oluşturdu. Ödül ismini,
ABD'nin Güneydoğu Asya'daki komünizme karşı mücadelesinde çok önemli bir
müttefiki olan Filipinler Devlet Başkanı Ramon Magsaysay'dan almıştı.
Ford Vakfı, 200 yılında Ramon Magsaysay Boy Gösteren Liderlik Ödülü'nü
oluşturdu. Magsaysay Ödülü, Hindistan'daki sanatçılar, aktivistler,
toplum çalışanları arasında prestijli bir ödül olarak
değerlendirilmekte. M.S. Subbulakshmi ve Satyajit Ray'in yanı sıra
Jayaprakash Narayan ve Hindistan'ın en iyi gazetecilerinden Palagummi
Sainath da bu ödülü kazandı. Ancak bu isimler, Magsaysay ödülünün onlar
için yaptığından daha fazlasını ödül için yaptılar. Genel olarak, ne
türden bir aktivizmin "kabul edilebilir" ve ne türden olanının kabul
edilemez olduğuna dair ince bir belirleyici haline geldi.
İlginç
şekilde, geçtiğimiz yaz Anna Hazare'nin yolsuzluk karşıtı hareketine,
Magsaysay Ödülü sahibi üç kişi tarafından öncülük edildi -Anna Hazare,
Arvind Kejriwal ve Kiran Bedi. Arvind Kejriwal'ın çok sayıda sivil
toplum örgütünden biri Ford Vakfı tarafından cömertçe finanse edilmekte.
Kiran Bedi'nin sivil toplum örgütü ise Coca Cola ve Lehman Brothers
tarafından finanse edilmekte.
Anna Hazare, kendisini Gandici
olarak tanımlasa da, istediği yasa -Jan Lokpal Bill- Gandicilik karşıtı,
elitist ve tehlikeli. Şirket medyasının gece gündüz süren kampanyası,
onu "halkın" sesi olarak ilan etti. ABD'deki Wall Street'i işgal Et
hareketinin aksine Hazare'nin hareketi özelleştirmeye, şirket iktidarına
veya ekonomik "reform"lara karşı tek kelime etmedi. Aksine, onun
başlıca medya destekçileri, spot ışıklarını başarılı bir biçimde devasa
şirket yolsuzluğu skandallarından (kamuoyunca iyi tanınan gazetecilerin
kirli çamaşırlarına ışık tutan) başka tarafa çeviridiler ve hükümetin,
takdir haklarından daha fazla çekilmesi, daha fazla reform ve daha fazla
özelleştirme çağrısı için siyasetçilerin kamuoyu nezdindeki
yıpranmışlıklarını kullandı. (Anna Hazare, 2008'de olağanüstü kamu
hizmetinden dolayı bir Dünya Bankası ödülü aldı.)
Dünya Bankası, Washington'dan, hareketin kendi politikası ile "uyuştuğunu" belirten açıklama yayımladı.
Tüm
iyi emperyalistler gibi, iyilikseverler de kendilerine, kapitalizmin ve
bundan dolayı ABD hegemonyasının kendi çıkarlarına olduğuna inanan bir
uluslararası çekirdek kadro oluşturma ve eğitme görevi veriyorlar. Ve
dolayısıyla, yerli seçkinlerin sömürgeciliğe her zaman hizmet ettiği
yöntemlerle "Küresel Şirket İktidarı"nın tatbik edilmesine yardım edecek
kişileri. Vakıfların, yabancı ve yerli ekonomi politikasının ardından
üçüncü etki alanları olacak eğitim ve sanata akını bundan dolayı
başladı. Akademik kuruluşlara ve eğitimbilime milyonlarca dolar
harcadılar (ve harcamaya devam ediyorlar).
Joan Roelofs, muazzam
kitabı "Vakıflar ve Kamu Politikaları: Çoğulculuk Maskesi"nde,
vakıfların, siyaset biliminin nasıl öğretileceğine dair eski fikirlerin
biçimini nasıl değiştirdiğini ve "uluslararası" çalışmalar ve "alan"
çalışmasına nasıl biçim verdiğini anlatır. Bu durum, ABD istihbarat ve
güvenlik servislerine, çalıştırmak üzere yabancı dillerde ve kültürlerde
bir uzmanlık havuzu sağladı. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD
üniversitelerinden öğrenciler ve öğretim üyeleri ile çalışmaya devam
etti, bu da verilen bursların etik yanına dair ciddi sorular doğurdu.
Yönettikleri
insanları kontrol etmek için haklarında bilgi toplamak, her egemen güç
için temel ilkedir. Orta Hindistan'daki açık savaşın gölgesinde, toprak
istimlakına ve yeni ekonomi politikalarına karşı direnç bütün
Hindistan'a yayılırken, bir önleme yöntemi olarak hükümet, muhtemelen
dünyadaki en iddialı ve pahalı enformasyon toplama projesine, büyük bir
biyokimlik programına girişti -Eşsiz Kimlik Saptama Numarası (UID).
İnsanların temiz içme suları, tuvaletleri, yiyecekleri, paraları yok ama
seçim belgeleri ve UID numaraları olacak. Infosys'in eski CEO'su Nandan
Nilekani tarafından yürütülen UID projesinin, muazzam miktarda parayı
belli belirsiz eleştirilen bilişim endüstrisine sokacak olması tesadüf
mü? (UID bütçesinin ölçülü bir tahmini, Hindistan hükümetinin eğitime
yaptığı yıllık harcamayı aşıyor) Büyük oranda gayri meşru ve "okunaksız"
olan böylesi büyük nüfusa sahip bir ülkeyi "sayısallaştırmak",
insanları kriminalize edecek, gayri meşru olmaktan yasadışı olmaya
dönüştürecektir. Düşünce, "Ortak Alanların Çitle Çevrilmesi"nin dijital
versiyonunu başarmak ve giderek artan biçimde sertleşen polis devletinin
eline devasa yetkiler vermek. Nilekani'nin veri toplamaya dair
teknokratik saplantısı, Bill Gates'in dijital veritabanları, "sayısal
hedefler", "gelişme puan çizelgeleri" saplantısı ile uyumlu. Dünyadaki
açlığın nedeni sömürgecilik, borç ve çarpık kâr odaklı şirket politikası
değil de enformasyonsuzlukmuş gibi.
Şirket vakıfları, sosyal
bilimler ve sanatın en büyük finansörleridir; "kalkınma çalışmaları",
"toplum çalışmaları", "kültürel çalışmalar", "davranış bilimleri" ve
"insan hakları" alanlarında öğrenci bursları verirler. ABD
üniversiteleri, kapılarını uluslararası öğrencilere açarken yüz binlerce
öğrenci, Üçüncü Dünya seçkinlerinin çocukları akın etti. Bunlardan
ücreti karşılayamayanlara burslar verilmişti. Bugün Hindistan ve
Pakistan gibi ülkelerde, üst orta sınıftan aileler arasında ABD'de
okuyan bir çocuğu bulunmayanı pek az bulursunuz. Sınıfları nedeniyle,
iyi bilim insanları ve akademisyenler, aynı zamanda ülkelerinin
ekonomilerinin küresel şirketlere açılmasına yardım eden başbakanlar,
maliye bakanları, ekonomistler, şirket avukatları, bankacılar,
bürokratlar oldular.
Ekonomi ve siyaset biliminin vakıf dostu
yorumunu yapan bilim insanları, burslarla, araştırma fonlarıyla,
hibelerle, bağışlarla ve işlerle ödüllendirildi. Vakıflara dost olmayan
bakış açısına sahip olanlar ise finansman bulamadı, ötekileştirildi,
gettolaştırıldı, dersleri sonlandırıldı. Gittikçe, belirli tek bir
tasavvur söyleme hâkim olmaya başladı. Bu söylem öyle bir boyuta ulaştı
ki, bir ideoloji olarak algılanmaktan katiyen çıktı. Doğal konumlanış,
mevcut doğal yöntem haline geldi. Normalliğe sızdı, sıradanlığı
sömürgeleştirdi ve bunu reddetmek, gerçeğin ta kendisini reddetmek kadar
saçma ya da anlamsız görünmeye başladı. Bu açıdan, "Hiçbir alternatif
yok"a doğru hızlı ve kolay bir adımdı.
İşgal hareketi sayesinde,
ABD sokaklarında ve kampüslerinde ancak şimdi bir başka dil belirdi.
"Sınıf savaşı" ya da "Sizin zengin olmanızı önemsemiyoruz, ama
hükümetimizi satın almanızı önemsiyoruz" yazan pankartlar taşıyan
öğrenciler görmek, neredeyse başlı başına bir devrim.
Başlamasından
bir asır sonra, şirket yardımseverliği Coca Cola kadar hayatımızın bir
parçası durumunda. Şu anda, birçoğu karmaşık finansal labirentler
aracılığıyla daha büyük vakıflara bağlanmış milyonlarca kâr amacı
gütmeyen organizasyon mevcut. Aralarında fark yok, bu "bağımsız"
sektörün servetinin değeri yaklaşık 450 milyar dolar. En büyüğü 21
milyar dolarla Bill Gates Vakfı iken, onu 16 milyar dolarla Lilly Vakfı
ve 15 milyar dolarla Ford Vakfı izliyor.
IMF, yapısal uyuma
zorlarken ve hükümetlere kamusal sağlık, eğitim, çocuk bakımı, imar
harcamalarını azaltma baskısı yaparken, sivil toplum örgütleri ülkelere
girdi. "Her Şeyin Özelleştirilmesi", aynı zamanda "Her Şeyin
STK'laştırılması" anlamına geldi. İş ve geçi imkânı ortadan kalkarken,
STK'lar ne olduklarını görenler için bile istihdamın önemli bir kaynağı
haline geldi. Ve kesinlikle hepsi kötü değil. Milyonlarca STK'dan
bazıları fevkalade, radikal işler yaptılar ve tüm STK'ları aynı fırça
ile katranlamak adaletsizlik olurdu. Ne var ki, şirketlerce ya da
vakıflarca finanse edilen STK'lar, tam olarak hisse senedi satın alıp
sonra da şirketi içeriden kontrol etmeye çalışan hissedarlar gibi,
küresel finansın direniş hareketlerini satın alma yöntemidir. Merkezi
sinir sistemindeki çizgeler gibi dururlar, küresel finansın boyunca
ilerlediği patikalar. Vericiler, alıcılar, darbe emiciler gibi
çalışırlar, her tepki için tetiktedirler, ev sahipleri olan ülkelerin
canını hiçbir zaman sıkmamak için dikkatlidirler (Ford Vakfı, finanse
ettiği kuruluşlardan bu hususta bir taahhütname imzalamalarını ister).
Kasıtlı olmadan (ve bazen kasti olarak), dinleme noktası işlevi
görürler; raporları, seminerleri ve diğer misyoner faaliyetleri, giderek
sertleşen devletlerin giderek agresifleşen gözetleme sistemlerine veri
aktarır. Alan ne kadar sorunluysa, o alanda daha büyük miktarda STK
olur.
Sinsice bir şekilde, hükümet ya da şirket medyasının
kolları, gerçek halk hareketlerine yönelik karalama kampanyası yürütmek
istediğinde, Narmada Bachao Andolan'da veya Koodankulam nükleer
reaktörüne karşı protestolarda olduğu gibi, bu hareketleri "yabancı
fonlardan yararlanan" STK'lar olmakla itham eder. Çoğu STK'nın,
özellikle de iyi finanse edilmiş olanların talebinin şirket
küreselleşmesi projesini engellemek değil, onu ileri taşımak olduğunu
kendileri de bilirler.
Milyarlarıyla silahlanmış bu STK'lar,
dünyaya saldırmışlardır; potansiyel devrimcileri ücretli aktivistlere,
finanse edilen sanatçılara, entelektüellere ve film yapımcılarına
dönüştürürler, radikal meydan okumadan güzellikle caydırırlar,
çokkültürlülük, toplumsal cinsiyet, toplumsal kalkınma -kimlik
politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem- yönünde onlara eşlik
ederler -kimlik politikaları ve insan hakları dilinde yatan söylem.
Adalet
fikrinin, insan hakları gayretine dönüşmesi, STK'lar ve vakıfların
kritik rol oynadığı bir kavramsal başarı olmuştur. İnsan haklarının dar
odağı, büyük resmin gözden uzaklaştırılabildiği ve çatışmanın her iki
tarafının insan hakları ihlalleri yaptıkları konusunda uyarılabildiği
-örneğin Maoistler ve Hindistan hükümeti ya da İsrail ve Hamas-, büyük
resmin gözden uzaklaştırılabildiği acımasızlık temelli analize olanak
sağlar. Maden şirketlerinin toprak gaspı veya Filistin topraklarının
İsrail devleti tarafından ilhâkı böylece söylemde çok az üstünde durulan
dipnotları haline gelir. Bu, insan haklarının önemli olmadığını ileri
sürmek değil. Önemli, fakat yaşadığımız dünyadaki daha büyük
adaletsizliklere bakmak veya onları uzaktan anlamak için kullanılacak
yeterince iyi bir prizma değil.
Vakıflarla ilgili bir başka
kavramsal başarı, feminist hareket ile ilişkilenmesi. Neden
Hindistan'daki çoğu "resmi" feminist ve kadın örgütü, kendi toplumlarına
ataerkilliğe ve Dandakaranya ormanlarında madenci şirketin insanları
yerlerinden etmesine karşı mücadele eden 90 bin üyeli Krantikari Adivasi
Mahila Sangathan (Devrimci Adivasi Kadınlar Birliği) gibi örgütlerle
kendi aralarına neden güvenli bir mesafe koyarlar? Milyonlarca kadının
mallarına el koyulması, sahip oldukları ve çalıştıkları topraklardan
sürülmeleri neden bir feminist problem olarak görülmüyor?
Liberal
feminist hareketlerin, taban örgütlülüklerinin anti-emperyalist ve
anti-kapitalist halk hareketlerinden ayrılması, vakıfların zararlı
tasarımlarıyla başlamadı. Söz konusu durum, bu hareketlerin, kadınların
60'lar ve 70'lerde gerçekleşen hızlı radikalleşmelerini bugüne uyarlama
ve bugünle bağdaştırmadaki yetersizlikleriyle başladı. Vakıflar,
geleneksel toplumlarındakinin yanı sıra, sözde ilerici sol liderler
arasında bile bulunan şiddet ve ataerkiye dair kadınların büyüyen
tahammülsüzlüklerinin farkına varıp destek için harekete geçmekte ve
kadınlara kaynak sağlamakta yeteneğini sergiledi. Hindistan gibi bir
ülkede, hizipleşme köylü-kentli ayrımı boyunca da uzandı. En radikal,
anti-kapitalist hareketler genellikle ataerkinin kadınların çoğunun
yaşamlarına egemen olduğu kırsal bölgelerde konumlandı. Bu hareketlere
(Naksalit hareket gibi) katılan kentli kadın eylemciler, batılı feminist
hareketlerden etkilenmiş, esinlenmişlerdi ve kendi kurtuluş
yolculukları, erkek önderlerinin vazifeleri saydıkları şeyle çoğunlukla
anlaşmazlık halindeydi: “kitleler”e uymak, onlara aykırı düşmemek. Çoğu
kadın eylemci, kendi yoldaşlarından başlayarak gerçekleşen
yaşamlarındaki gündelik baskıyı ve ayrımcılığı sonlandırmak için
“devrim”i daha fazla beklemeye razı değildi. Devrim sonrası taahhüt
değil, devrimci sürecin mutlak, önemli ve devredilemez bir parçası olmak
için toplumsal cinsiyet eşitliği istediler. Zeki, öfkeli ve hayal
kırıklığına uğramış kadınlar uzaklaştılar ve destek olmanın, güç
vermenin başka araçlarını aramaya başladılar. Sonuç olarak, Hindistan
pazarlarının açıldığı zamanlar olan 80’lerin sonunda, Hindistan gibi bir
ülkede liberal feminizm aşırı oran da STK’laşmış hale geldi. Bu
STK’ların birçoğu, queer bireylerin hakları, aile içi şiddet, AIDS ve
seks işçilerinin hakları konularında ufuk açıcı işler yaptı. Ancak
manidar bir şekilde, kadınların bunlardan en olumsuz etkilenen kesim
olmasına rağmen, liberal feminist hareketler yeni ekonomi politikalarına
karşı mücadelenin ön saflarında yer almadılar. Vakıflar, parasal
kaynakların paylaştırılmasını çıkarları doğrultusunda yönlendirerek,
“politik” faaliyetin ne olması gerektiğinin sınırlarını çizme konusunda
büyük oranda başarılı oldular. STK’ların finansman talimatları şu anda
neyin kadınların “sorunu” olduğunu ve neyin olmadığını buyuruyor.
Kadın
hareketinin STK’laşması, batılı liberal feminizmi (en çok finanse
edilmiş çeşit olmasına istinaden) aynı zamanda feminizmin neyi teşkil
ettiğinin bayraktarı da yaptı. Bir uçtaki çarşaftan bir diğer uçtaki
botoksa kadar uzanan mücadeleler, her zaman olduğu gibi kadın bedeni
üzerinde tamamlandı. Son olarak Fransa’da meydana geldiği gibi, kadını
ne yapmak istediğini seçebileceği bir durum yaratmak yerine, kadını
çarşaftan çıkarma girişiminde bulunulduğunda, bu, onu özgürleştirmek ile
değil, soymak ile ilgili bir şey olur. Bir küçük düşürme eylemi ve
kültürel emperyalizm halini alır. Çarşafa dair değildir. Zorlamaya
dairdir. Bir kadını çarşafını çıkarmaya zorlamak, o kadını çarşafa
girmeye zorlamak kadar kötüdür. Toplumsal cinsiyeti, sosyal, politik ve
ekonomik bağlamından kopuk biçimde görmek, bunu bir kimlik sorunu,
bacakların ve giysilerin mücadelesi yapar. ABD’nin, 2001 yılında
Afganistan’ı işgal ettiği zaman Batıl feminist grupları ahlaki paravan
olarak kullanmasına olanak sağlayan da budur. Afgan kadınları, Taliban
yönetimi altında korkunç güçlük içindeydiler (hâlâ da öyleler). Ancak
tepelerine bomba indirmek sorunlarını çözmeyecekti.
Kendi tuhaf
yatıştırıcı dilini geliştiren STK evreninde, her şey bir “mevzu” haline,
profesyonelleştirilmiş, özel ilgi konusu haline geliyor. Toplumsal
kalkınma, liderlik geliştirme, insan hakları, sağlık, eğitim, üreme
hakları, AIDS, AIDS’li yetimler –hepsi kendi detaylı ve kesin finansman
talimatları ile hava geçirmez bir biçimde ambarlarına sıkıştırılmakta.
Finansman sağlama, baskının hiçbir zaman yapamadığı şekillerde
dayanışmayı parçaladı. Yoksulluk da feminizm gibi genellikle bir kimlik
sorunu olarak çerçevelendi. Yoksullar, adaletsizlikle yaratılmamış da,
az önce ortaya çıkan bir kayıp kabileymiş ve sorun telafisi sistemiyle
(STK’la tarafından birey temelinde, yüz yüze temelde yönetilen) kısa
vadede kurtarılabileceklermiş ve uzun vadede dirilişleri İyi
Yönetişim’den gelecekmiş gibi. Küresel Şirket Kapitalizmi rejimi
altında, söylemeye lüzum yok.
Hindistan’ın “parladığı” el
değmemiş kısa bir sürenin ardından, Hindistan yoksulluğu, Slumdog
Millionaire’in önderlik ettiği güzel sanatlarda egzotik bir kimlik
olarak eski gücüne kavuştu. Yoksullara dair bu öykülerde, hayret verici
cesaretleri ve dirençliliklerinde kötü karakterler yok –öyküye gerginlik
ve yerel renkler sağlayan küçük olanları hariç. Bu eserlerin yazarları,
ilk antropologların günümüz dünyasındaki muadilleridir; olay yerinde
çalıştıklarından ve bilinmeyene doğru cesur bir yolculuk yaptıklarından
alkışlanmış ve şereflendirilmişlerdir. Bu yollarda zenginlerin
incelendiğini nadiren görürsünüz.
Hükümetleri, siyasi partileri,
seçimleri, mahkemeleri, medyayı ve özgür düşünceyi nasıl idare edeceğini
çözümlemek için, neo-liberal düzenin önünde bir zorluk daha vardı:
giderek artan huzursuzluğun ve “halk gücü” tehdidinin üstesinden nasıl
gelinecek? Bunu nasıl ehlileştirirsin? Protestocuları nasıl evcil
hayvanlara dönüştürürsün? Halkın hiddetinin havasını nasıl alır ve bu
hiddeti nasıl çıkmaz sokaklara yönlendirirsin?
Burada da
vakıfların ve onların müttefik örgütlerini şanlı bir tarihleri var.
1960’larda Siyah Yurttaşlık Hakları hareketinin etkisiz hale getirilmesi
ve radikallikten uzaklaştırılması, “Siyah Gücü”nün başarılı bir biçimde
“Siyah Kapitalizmi”ne dönüştürülmesi bunun açıklayıcı bir örneğidir.
Rockefeller
Vakfı, J.D. Rockefeller’in ideallerine uygun olarak Martin Luther King
Sr (Martin Luther King Jr’ın babası) ile yakın çalıştı. Ancak onun
etkisi, daha militan örgütlülüklerin – Barışçıl Öğrenci Koordinasyon
Komitesi (SNCC) ve Kara Panterler- doğmasıyla birlikte azaldı. Ford ve
Rockefeller vakıfları içlerine girdi. 1970’te “ılımlı” siyah
örgütlülüklerine 15 milyon dolar bağışladılar, insanlara burslar
verdiler, okulu yarıda bırakanlara iş eğitimi programları ve siyahların
sahip olduğu işletmelere başlangıç desteği sağladılar. Baskı, rekabet ve
tatlı fonlama tuzağı, radikal siyah örgütlülüklerin aşamalı olarak
körelmelerine neden oldu.
Martin Luther King Jr, kapitalizm,
emperyalizm, ırkçılık ve Vietnam Savaşı arasındaki yasaklı bağları
kurdu. Sonuç olarak, suikast ile öldürülmesinden sonra hatırası bile
kamu düzeni için zehirli tehdit halini aldı. Vakıflar ve şirketler,
vasiyetini pazar dostu bir biçime getirmek için çok çalıştı. Şiddet
İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Martin Luther King Junior Merkezi; Ford
Motor Şirketi, General Motors, Mobil, Western Elektrik,
Procter&Gamble, US Çelik ve Monsanto tarafından yapılan 2 milyon
dolarlık bağışla kuruldu. Merkez, King Kütüphanesi ve Yurttaş Hakları
Hareketi Arşivi’ni muhafaza ediyor. Merkezin yürüttüğü programlar
arasında
ABD Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler Din İşleri
Kurulu ile yakından çalışılan projeler bulunmakta. Merkez, “Serbest
Teşebbüs Sistemi: Şiddet İçermeyen Toplumsal Değişim İçin Bir Araç” ismi
verilen Martin Luther King Jr Konferans Dizisi’ni de destekliyor. Amin.
Buna
benzer bir başarılı iş, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadelede
gerçekleştirildi. Rockefeller Vakfı, 1978 yılında Güney Afrika’ya Dair
ABD Politikası Çalışma Komisyonu organize etti. Komisyon raporu,
Sovyetler Birliği’nin Afrika Ulusal Kongresi (ANC) üzerindeki artan
etkisine dair uyarıda bulundu ve ABD’nin stratejik çıkarları ile
şirketlerinin çıkarlarına (örneğin Güney Afrika madenlerine erişim) en
iyi şekilde, siyasi iktidarın tüm etnisiteler arasında gerçek biçimde
paylaşılması ile hizmet edileceğini belirtti.
Vakıflar, Afrika
Ulusal Kongresi’ni (ANC) desteklemeye başladı. ANC, kısa süre sonra
Steve Biko’nun Siyah Bilinç hareketi gibi daha radikal örgütlere düşman
oldu ve onları neredeyse saf dışı bıraktı. Nelson Mandela, Güney
Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı olarak yönetimi ele almasıyla
birlikte, yaşayan bir aziz ilan edildi; sadece 27 yılını cezaevinde
harcayan bir özgürlük savaşçı olduğundan değil, aynı zamanda Washington
Konsensusu’nu bütünüyle kabul ettiği için. Sosyalizm, ANC’nin
gündeminden kalktı. Güney Afrika’nın ziyadesiyle methedilen ve övülen
muazzam “barışçıl geçiş”i, toprak reformunun, tazminatın, Güney Afrika
madenlerinin kamulaştırılmasının olmaması anlamına geldi. Bunu yerine
özelleştirme ve yapısal uyum vardı. Mandela, Güney Afrika’nın en büyük
kamu nişanını, Endonezya’daki komünistlerin katili olan eski destekçisi
ve dostu General Suharto’ya verdi. Bugün Güney Afrika’da, ülkeyi
Mercedes süren eski radikaller ve sendikacılar grubu yönetiyor. Ancak,
Siyah Kurtuluşu illüzyonunu ebedileştirmek için gereğinden fazlası var.
ABD’de
“Siyah Gücü”nün (ABD’li siyahların özgürlük hareketi; ç.n.) doğuşu,
Kara Panterlerin militan siyasetinin yansıması olarak Dalit Panterleri
örgütü vasıtasıyla Hindistan’da radikal, ilerici Dalit hareketin doğuşu
için ilham verici uğrak oldu. Ancak Dalit Gücü de tamamen aynı olmasa da
benzer yöntemlerle, sağcı Hindu örgütlerinin ve Ford Vakfı’nın hayli
yardımıyla çatladı, dağıldı ve tamamen “Dalit Kapitalizmi”ne dönüşme
yolunda.
Indian Express gazetesi, geçtiğimiz yılın Aralık ayında,
“Dalit Şirketi, kast sistemini yenebilecek işi sergilemeye hazır”
başlıklı bir haber verdi. Haber, Dalit Hindistan Sanayi ve Ticaret Odası
(DICCI) danışmanlarından birinin sözleriyle devam ediyordu.
“Toplumumuzda, bir Dalit toplantısına başbakanı getirmek zor değil.
Fakat Dalit müteşebbisler için, Tata ve Godrej ile öğle yemeğinde ve çay
saatinde fotoğraf çektirmek –ve geldiklerini kanıtlamak- bir arzu”
diyordu. Günümüz Hindistan’ının mevcut durumunda, Dalit müteşebbislerin,
yöneticilerin yemek masalarında bir yer edinmemeleri gerektiğini
söylemek, kastı savunucu ve gerici olurdu. Ancak bu bir arzuysa, Dalit
siyaseti için bir çerçeveyse çok acınası olur. Ve geçimini dışkı
temizleyerek sağlayan –başlarının üstünde insan pisliği taşıyan-
(Hindistan’da, kanalizasyon sisteminin olmadığı yerlerde tuvaletlerdeki
pisliği, biriktiği çukurlara girerek çeşitli manuel yöntemlerle çıkaran
ve uzak alanlara taşıyan insanlar mevcut; ç.n.) bir milyon Dalit’e
yardım etmekten uzak olur.
Ford Vakfı’ndan burs alan genç Dalit
bilim insanları merhametsizce yargılanamaz. Başka kim onlara Hindistan
kast sisteminin lağım çukurunun dışına tırmanma imkânı sunuyor?
Olayların beklenmedik yönde gelişmesinin utancının da, kabahatinin de
büyük kısmı, liderleri büyük çoğunlukla üst sınıftan olan Hindistan
komünist hareketine dayanıyor. Yıllardan beri hareket, kast fikrini,
Marksist sınıf analizinin içine sokmaya çalışmakta. Hem teoride, hem
pratikte acınacak bir halde başarısız oldu. Dalit toplumu ile sol
arasındaki uçurum, öngörülü Dalit lideri Dr. Bhimrao Ambedkar ile
sendikacı ve Hindistan Komünist Partisi’nin kurucu üyesi S.A. Dange’in
arasının açılmasıyla başladı. Dr Ambedkar’ın Komünist Parti’ye dair
gerçekleri görmesi, tüm sınıf dayanışması söylemine karşın, partinin,
“dokunulmazların” (Ülkede kast sisteminin en altındakiler “pis”
görüldüğünden kısaca böyle adlandırılır; ç.n.) diğer kastların
“kirletme” olarak gördüğü ipi iğneye geçirme işinde tükürüklerini
kullanmaları nedeniyle dokuma bölümü dışında tutulmasını (ve sadece
düşük ücretli ip eğirme bölümüne uygun bulunmasını) sakıncalı
görmemesiyle, 1928’de Mumbai’deki tekstil işçileri greviyle başladı.
Ambedkar,
Hindu kutsal kitabının dokunulamazlığı ve eşitsizliği
kurumsallaştırdığı bir toplumda, “dokunulmazlar” için, sosyal haklar ve
yurttaşlık hakları için mücadelenin, vaat edilen komünist devrimin
yanında çok ivedi olduğunu fark etti. Ambedkariler 8Ambedkari
destekçileri; ç.n.) ile sol arasındaki uçurum, her iki taraf için de çok
şeye mal oldu. Bu, Dalit nüfusunun büyük çoğunluğunun, Hindistan işçi
sınıfının omurgasının, umutlarını yargıya ve meşrutiyete itibara,
kapitalizme ve pratiği, kimlik politikalarının önemli bir sönük işareti
olan BSP (Halkın Çoğunluğu Partisi: Hindistan’da bir merkez partisi;
ç.n.) gibi partilere bağlaması anlamına geldi. Gördüğümüz üzere ABD’de
şirket bağışlarıyla işleyen vakıflar STK kültürünü doğurdu. Hindistan’da
hedeflenen şirket yardımseverliği ciddi olarak 1990’larda, Yeni Ekonomi
Politikaları döneminde başladı. Star Chamber’a üyelik ucuza mal olmadı.
Tata grubu, bu muhtaç kuruluşa, Harvard İşletme Okulu’na 50 milyon
dolar bağışladı; Cornell Üniversitesi’ne de 50 milyon dolar bağışladı.
Infosys’den Nandan Nilekani ve eşi Rohini, Yale Üniversitesi’ndeki
Hindistan Girişimi’ne başlangıç bağışı olarak 5 milyon dolar bağışladı.
Harvard İnsanlık
Merkezi, Mahindra Grubu’ndan Anand Mahindra’dan
şimdiye kadar kendisine yapılan en büyük bağış olan 10 milyon doları
almasının ardından şu anda Mahindra İnsanlık Merkezi olmuş durumda.
Madencilik,
metal ve enerji sektöründe başlıca hisseye sahip Jindal Grubu, ülke
içinde Jindal Küresel Hukuk Okulu’nu işletiyor ve yakında Jindal Yönetim
ve Kamu Politikaları Okulu’nu açacak (Ford Vakfı, Kongo’da bir hukuk
okulu işletiyor). Infosys’in kârları ile finanse edilip Nandan Nilekani
tarafından kaynak sağlanan Yeni Hindistan Vakfı, sosyal bilimcilere
ödüller ve burslar veriyor. Jindal Alüminyum’un para tahsis ettiği
Sitaram Jindal Vakfı, kırsal kalkınma, fakirliğin giderilmesi, çevre
eğitimi ve manevi kalkındırma alanlarının her birinde çalışanlara
verilecek 10 milyon rupi nakil ödül duyurusu yaptı. Şu anda Mukesh
Ambani tarafından para sağlanan Reliance Grubu’nun Gözlem Araştırma
Vakfı (ORF), Rockefeller Vakfı’nın yapısını paylaşıyor. Vakfın,
araştırma “ortakları” ve danışmanları sıfatıyla emekli gizli ajanları,
stratejik analistleri, politikacıları (hepsi parlamentoda birbirine
sövüp sayan), gazetecileri ve karar alıcıları mevcut.
ORF’nin
amaçları yeterince açık görünüyor: “Ekonomik reformlar yararına bir
mutabakatın gelişmesine destek olmak.” Ve kamuoyu görüşünü
şekillendirmek ve etkilemek, “olabildiğince çeşitli uygun, alternatif
siyaset seçenekleri yaratmak, geri kalmış bölgelerde istihdam yaratmak
ve nükleer, biyolojik ve kimyasal tehditlere karşı gerçek zamanlı
stratejiler oluşturulmak.”
Başlarda, ORF’nin belirtilen
hedeflerindeki “nükleer, biyolojik ve kimyasal savaş”a dair endişe
nedeniyle kafam karıştı. Ancak “kurumsal ortaklar” listesinde dünyanın
önde gelen iki silah üreticisi Raytheon ve Lockheed Martin’in adını
görmemle bir o kadar azaldı. Raytheon, 2007’de ilgisini Hindistan’a
yönelttiğini açıklamıştı. Bu durumun nedeni, Hindistan’ın 32 milyar
dolarlık bütçesinin en azından bir kısmının Raytheon ve Lockheed Martin
tarafından üretilen silahlara, güdümlü füzelere, uçaklara, savaş
gemilerine ve gözetleme araçlarına harcanacak olmasından olmasın?
Savaşmak
için silahlar mı gerekiyor? Yoksa silahlara pazar yaratmak için
savaşlar mı gerekiyor? Ne de olsa Avrupa, ABD ve İsrail ekonomileri
büyük oranda silah sanayilerine bağlı. Çin’den fark yemedikleri
şeylerden biri bu.
ABD ve Çin arasındaki yeni Soğuk Savaş’ta
Hindistan, Pakistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş’ta ABD müttefiki olarak
oynadığı rolü oynamak üzere yetiştirilmekte (Pakistan’a ne olduğuna bir
bakın). Hindistan ve Çin arasındaki husumetlere vurgu yapan köşe
yazarlarının ve “stratejik analist”lerin çoğunun kökenleri, doğrudan ya
da dolaylı olarak Hint-Amerikan düşünce kuruluşlarında veya vakıflarda
bulunabilir. ABD’nin “stratejik ortağı” olmak, devlet başkanlarının ara
sıra birbirleriyle dostça telefon görüşmeleri yapmaları anlamına gelmez.
Bu, her düzeyde işbirliği (müdahale) anlamına gelir. Hindistan
toprağında, ABD Özel Kuvvetleri’ne ev sahipliği yapmak anlamına gelir
(Son olarak bir Pentagon komutanı bunu BBC’de doğruladı). İstihbarat
paylaşımı, tarım ve enerji politikalarının değiştirilmesi, sağlık ve
eğitim alanlarının küresel yatırıma açılması anlamına gelir. Perakende
sektörünün açılması anlamına gelir. Bu, Hindistan’ın dans etmeyi
reddettiği an kendisini yakıp kül edecek bir partner tarafından yakında
tutulduğu ve sıkıca kucaklandığı eşitsiz bir ortaklık anlamına gelir.
ORF’nin
“kurumsal ortaklar” listesinde RAND Şirketi’ni, Ford Vakfı’nı, Dünya
Bankası’nı, Brookings Enstitüsü’nü de (açıklanan misyonu, şu üç ana
hedefe yaklaştıracak yenilikçi ve pratik tavsiyeler sunmak olan kuruluş:
Amerikan demokrasisini güçlendirmek, tüm Amerikalıların ekonomik ve
sosyal refahını, güvenliğini ve imkânlarını geliştirmek ve daha açık,
güvenli, elverişli ve işbirliğine açık bir uluslararası sistemi güvence
altına almak) bulacaksınız. Almanya’dan Rosa Luxemburg Vakfı’nı da
listede bulacaksınız. (Zavallı Rosa; komünizm davası için can veren
Rosa’nın ismini böyle bir listede bulmak!)
Kapitalizm, rekabete
dayalı olmak anlamına geldiği halde besin zincirinin tepesinde olanlar
kendilerini aynı zamanda kapsayıcılık ve dayanışma konusunda yeterli
gösteriyorlar. Büyük Batılı kapitalistleri faşistlerle, sosyalistlerle,
zorbalarla ve askeri diktatörlerle iş yaptılar. Uyumlandırabilirler ve
daima yenilik getirebilirler. Hızlı düşünme ve muazzam taktik kurnazlık
yeteneğine sahipler.
Ancak ekonomik reformlar vasıtasıyla
başarıyla güçlendirilmiş olmalarına karşın, serbest piyasa
“demokrasileri”ni devreye sokmak amacıyla açılmış savaşlara ve askeri
işgale uğramış ülkelere rağmen, kapitalizm, tehlikesini henüz tamamen
ortaya koymamış bir krizden geçiyor. Marx, “Şu halde burjuvazinin
ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin
devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır” demişti.
Marx’ın
gördüğü haliyle proletarya, kesintisiz bir saldırı altındadır.
Fabrikalar kapatılmakta, iş imkânları ortadan kalkmakta, sendikalar
lağvedilmekte. Proletarya, yıllardan beri birbirine karşı her türlü
yöntemle kışkırtılmakta. Hindistan’da bu, Müslüman’a karşı Hindu,
Hıristiyan’a karşı Hindu, Adivasi’ye karşı Dalit, kasta karşı kast,
bölgeye karşı bölge şeklinde. Hal böyleyken, proletarya tüm dünyada
direniyor. Çin’de sayısız grev ve ayaklanma var. Hindistan’da, dünyanın
en yoksul insanları, alanlarındaki en zengin şirketlerin bazılarını
durdurmak için onlara karşı koyuyor.
Kapitalizm krizde. Damlama”
başarısız oldu. Şu anda “fışkırma”nın da başı dertte. Uluslararası
finansal iflas yaklaşıyor. Hindistan’ın büyüme oranı yüzde 6.9’a düştü.
Yabancı yatırım ülkeden çekiliyor. Devasa para yığınlarının üzerinde
oturan başlıca uluslararası şirketler, nereye yatırım yapacaklarından,
finansal krizin nasıl biteceğinden emin değiller. Bu, küresel sermayenin
ezici gücünde önemli, yapısal bir çatlama.
Kapitalizmin gerçek
“mezar kazıcıları”, ideolojiyi imana dönüştürmüş kendi hayali
kardinalleri olup çıkabilirler. Stratejik görkemlerine karşın, basit bir
gerçeği kavramada sıkıntı yaşıyor görünüyorlar: Kapitalizm, gezegeni
yok ediyor. Onu geçmiş krizlerden sıran iki eski tezgâh –Savaş ve
alışveriş- açık biçimde artık işlemeyecek.
Güneşin batışını
seyrederek uzun süre Antilla’nın önünde durdum. Kulenin yüksek olduğu
kadar derin de olduğunu hayal ettim. Yerin altında çevresinde kıvrıla
kıvrıla ilerleyen, yeryüzünün besinini iştahla emen, onu duman ve altına
dönüştüren yirmi yedi kat uzunluğunda bir kökü olduğunu.
Ambaniler,
binalarına neden Antilla demeyi tercih ettiler? Antilla, öyküsü 8.
yüzyıl İber efsanesine dayanan birtakım efsanevi adanın ismidir.
Müslümanlar Hispanya’yı (Hispanya, İber Yarımadası’na Romalılar
tarafından verilen isimdir; ç.n.) işgal ettiklerinde altı Hıristiyan
Vizigot piskoposu ve onların kilise cemaatlerini üyeleri gemilere
binmişler ve kaçmışlar. Denizde geçirdikleri günlerden, belki de
haftalardan sonra yerleşmeye ve yeni bir medeniyet oluşturmaya karar
verdikleri Antilla adalarına varmışlar. Barbarların egemen oldukları
yurtları ile bağlarını kalıcı biçimde kesmek için de kayıklarını
yakmışlar.
Ambaniler, kulelerine Antilla diyerek yurtlarının
yoksulluğu ve sefaletiyle bağlarını kalıcı olarak kesmeyi ve yeni bir
medeniyet kurmayı mı umdular? Bu, Hindistan’daki en başarılı ayrılıkçı
hareketin son oyunu mu? Orta ve üst sınıfların uzay boşluğuna ayrılması
mı?
Mumbai’nin üstüne gece inerken, ellerinde cızırdayan
telsizlerle kırışık keten gömlekli nöbetçiler Antilla’nın ürkütücü
kapılarının önünde beliriyor. Işıklar parıldadı; belki de hayaletleri
korkutup kaçırmak için. Komşuları, Antilla’nın parlak ışıklarının geceyi
çaldığından yakınıyorlar.
Belki de geceyi geri almamızın vaktidir.
* Kaynak: www.outlookindia.com sitesinden Gerçeğin Günlüğü'nden Erkan Çınar tarafından çevrildi.
ANF NEWS AGENCY