İdris Naim’i, Recep Tayyip’ten ayırıp, tek başına farklı diyarlara
savurarak, “dindar ve kindar ırkçı“ diyenler, ona haksızlık ediyorlar.
Çünkü,
ikili İmam hatip okulu sıralarından beri, fikri de, zikri de bir ruh
ikizidir. Zekalarının dalga boyu, insanı hayvandan ayıran vicdanlarının
yerden seviyesi de birbirine eşit, o nedenle derin uyumlu iki ayrılmaz,
dosttur. Siyasette, kazançta birlikte, hatta mahkeme dosyasındaki suçta
ortak…
Gençliklerinde Türkeş’in ülkücüleri, Fethullah Gülen’in içinde
bulunduğu Komünizmle Mücadele Derneği’yle omuz omuza olan Milli Türk
Talebe Birliği’nde, ortak amaçlar için koşuyor, faşizan rejime karşı
mücadele veren solcu, üniversite gençlerine “Allah Allah” sesleriyle
saldıran safta, yan yana duruyorlardı.
Sonra, efendi Necmettin Erbakan’a biat ve el öpme eğilmeleri…
“Önce
devlet” diyen Erbakan’ın “Akıncılar” adındaki gençlik örgütünün
yolları, “derin devlet”in toplumsal projelerinde Türkeş’in Ülkücü
birlikleriyle kesişiyordu. Türkeş’in silah kuşanmış gençliği, “Tanrı
Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” diye bağırıyor,
Akıncılar, “kanımız aksa da zafer İslamın” naralarıyla koroya katılıyor,
sonra Türkeş ve adamlarına “Türk-İslam sentezi” dersleriyle, İslam’a
ırkçılığı monte eden Necip Fazıl’ı dinlemeye koşuyorlardı.
Dönem dinci, ırkçı partiler kalabalığının Milliyetçi Cephe günleriydi.
Maraş ve
Çorum katliamları, “derin devlet”in, İkinci MC iktidarının yoluna taş
döşeyen projesiydi. Erbakan ve teşkilatı cephede bir kanat…
Cephenin
lideri Süleyman Demirel, Maraş’ta katilleri aklarken, “bana,
milliyetçilerin cinayet işlediklerini dedirtemezsiniz” sözünü
söylüyor, “zafer İslamındır” narasının mucidi Erbakan da “Komünist
tehdit” diye parmak sallayarak, kendince katledilmişleri suçluyordu.
İkili, o dönemde kimlerle cephe birliği yapıyor, hangi sokak gücüne önderlik ediyordu, bilinmiyor.
Fakat,
ikilinin İstanbul Belediyesinde de birlikte olduğu ve ortak
kaderlerinin kötü giden şansıyla, mahkemede “yolsuzluk, kalpazanlık”
suçlamasına muhatap oldukları biliniyor.
Bu kadar derinden iç içe
geçmişlikten sonra, İdris Naim’in özel seçilmiş olarak polis ve jandarma
gücünün başına getirilmesi tesadüf değil, bilinçli bir seçimdir. İyi ve
kötü günlerin tecrübeleri ve güven bağlarıyla pekişip ilmiklenmiş bir
iç içeliğin ürünüdür bu.
İçişleri Bakanıdır, İdris Naim. Recep
Tayyip’in, kişisel hayatının huzur bekçisi, öbür yanıyla, AKP’nin
“dindar ve kindar” rejiminin kazancına takoz koyanları düşman ilan
ettiği, Kürtleri boy sırasına dizip fişleyen, uydurma delillerle
tutuklayan polis devleti çarkını döndüren kişi…
Böylesi bir rejime bir İdris Naim gerekliydi. Recep Tayyip, aradığı adamı elinin altında hazır bulmuştu. Hepsi bu.
Adamlar dükkan açmış, orada din de, kin de satıyor, dünyalık topluyorlar. Çomak sokan çıkarsa, İdris Naim ne güne…
İdris
Naim, bazan ağzından çıkanın ne anlama geldiğini bilmeden, gerçekleri
ortalığa saçması, onun Recep Tayyip’ten düşük zekalı olduğu anlamına gelmez.
İkili tam bir uyum örneği. Zekalarının dalga boyu, insanı insan yapan
vicdanın yerden seviyesi de birbirine eşit. Böyle olduğu için kırk
yıldan beri ayrılmaz, bir ikili zaten.
İdris Naim, zaman zaman ağzını
açtığında, farkında olmadan ve anlamını kavrayamadan “dindar ve kindar”
rejiminin gizli ajandasını ifşa ediyor, külle örttülen gerçek
niyetlerini ortaya koyuyor. Bu da, patavatsızlık kusuru olarak yüzüne
vuruluyor.
Oysa, Recep Tayyip de aynı hastalıktan muzdarip. Yalçın
Akdoğan’ın başında bulunduğu ekip yazıp, okumak üzere eline vermediği
metinden gözü kaçınca, üst üste vurguladığı “tek din” örneğinde olduğu
gibi, ağzından gizli sırlar kaçıyor. Kürt Hüseyin Çelik, “yalama olmuş
ağzı, bütün sırlarımızı kaçırıyor” diyerek Tayyip’ı azarlamayı göze
alamadığından, “dil sürçmesi” diyor, bin dereden su getirerek düzeltmeye
kalkışıyor.
İdris Naim, Roboskî’de girişilen “milli katliamı”
öveyim derken, farkında olmadan dindar ve kindar rejimin Kürtlere
bakışını açıkladı. Aslına bakarsanız o, Kürtlere ilişkin olarak
“Mehmet’i, Ahmet’ten ayırma halimiz yok” diyen hamisi Recep Tayyip’i
takdir “taklası” atmaya çalışmıştı. O hızla katledilmiş Roboskîlileri
''dolap beygiri gibi dönen kaçakçı'' diye nitelemiş, kaçakçıların her türlü
ölümü hak ettiklerini anlatmaya çabalamıştı.
Ama açıklama da yeni
değildi. Günlerce önce, iktidar gücünün ortağı Fethullah Gülen
medyasının Ankara temsilcisi televizyonda, Kürtlerin kaçakçılık
yaptığını uzun uzun açıklamış, sözü, Roboskî katliamının devlet tedbiri
olduğuna getirmeye çalışmıştı.
Kullandığı kelimeler ne olursa olsun
İdris, Roboskî katliamının planlı bir devlet projesi olduğunu
açıklamıştır. O da milliyetçi ruhunu kanla emzirip, sevineyim derken,
gerçeği ağzından kaçırmıştır. Hepsi bu…
AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Suriye’de çatışmalarda ölü sayısının yükselmesi, Birleşmiş
Milletler-Arap Birliği Ortak Barış Planının başarı şansını zorluyor. 12
Nisan’dan bu yana çatışmalarda bir azalma görülse de ‘Annan Çözümü’nde
bir ilerleme görülmüyor. Üstelik El Kaide iyice ülkeye yerleşmeye
çalışıyor.
Birleşmiş Milletler şu ana kadar ülkeye 250 gözlemci
konuşlandırdı. Önümüzdeki günlerde bu sayı 300’e çıkacak. Gözlemcilerin
girdikleri kentlerde çatışmaların şiddeti ve yaygınlığı azaldı. Ölüm
olaylarının yerini yaygın olmayan kitle gösterileri aldı. Ancak taraflar
arasında ateşkes sağlanmış değil. Son günlerde silah akışının
yoğunlaştığı, muhaliflerin büyük saldırılara hazırlandığı yönünde
haberler geliyor.
Nitekim başkent Şam'da bu ayın başında
düzenlenen iki ayrı intihar saldırısında en az 55 kişi hayatını
kaybetti, yaklaşık 400 kişi de yaralandı. Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Ban Ki-mun Suriye'de bomba yüklü araçlarla düzenlenen intihar
saldırılarının arkasında El Kaide'nin olabileceğini söyledi.
‘BİRDEN ÇOK EL KAİDE’
ANF'nin
görüşlerine başvurduğu Demokratik Değişim İçin Ulusal Komitesi Başkan
Yardımcısı ve PYD lideri Müslüm Salih, Ban Ki-Mun’un değerlendirmesine
katılatarak, intihar saldırılarıyla ilgili dikkat çekici bilgiler
veriyor. Şam, Halep ve diğer başka kentlerde yaşanan intihar
saldırılarının arkasında birden fazla El Kaide olduğunu söyleyen PYD
lideri, "Suriye’de Türkiye’nin de Suudi Arabistan’ın da ve Katar’ın da
El Kaidesi var. Bu intihar saldırılarını hangi El Kaide düzenliyor,
hangisi gerçek bilmiyoruz. Bu ülkelerin Suriye’de şiddet olaylarında
ciddi bir şekilde yer aldığını artık biliyoruz. Artık El Kaide buraya
yerleşmiştir. Fakat Türkiye’nin yönlendirdiği siyasi gruplar da giderek
güç kaybediyor. Annan Planı ile birlikte AKP hükümetinin Suriye
üzerindeki politikaları ciddi biçimde çöktü. Bundan dolayıdır ki, BM’nin
boşa çıkartılması için Türkiye özellikle sınırda şiddet olaylarını
organize ediyor" diyor.
Suriye’de teslim olan yada yakalanan bazı
isyancıların yayınlanan itiraflarında, Hatay’da Türk komutanlar
tarafından eğitildiklerini dile getirdiler. Örneğin Halep’teki silahlı
saldırıları gerçekleştirenlerin bizzat Türkiye’den geldiği iddia
ediliyor.
Nitekim 10 Mayıs günü Şam’da 55 kişinin hayatını
kaybettiği intihar saldırısından sonra Suriye yönetiminin Katar, Suudi
Arabistan ve Türkiye’yi işaret etmesi dikkat çekti.
Birleşmiş
Milletler'in Suriye’de bir siyasi diyalog ortamı yaratmaya yönelik
diplomatik çabaları sürüyor. Nisan ayından bu yana BM yetkilileri hem
muhalifler ile hem de Şam yönetimiyle görüşüyor. Ancak ölü sayısının
yüksek olduğu intihar saldırılarının artması, Türkiye, Suudi Arabistan
ve Katar’ın da muhalif gruplara yoğun ve ağır silahlar vermesi
çatışmaların daha da şiddetlenebileceği ihtimalini gündeme getiriyor.
Gelen bilgilere göre silahlı isyancı grupların ekonomik olarak bir
toparlanma sürecine girdiği yönünde.
İÇ SAVAŞI ÖNLEMEK İÇİN ANNAN PLANI SON FIRSAT
PYD
lideri Müslüm Salih, BM Barış Planı’nın Suriye'de iç savaşı önlemek
için son fırsat olduğunu söylüyor. Ancak son birkaç haftadır insan
hakları savunucuları, aydınlar ve muhaliflere yönelik toplu gözaltı
operasyonları yoğunlaştığı Suriye’de PYD liderine göre, ‘’Annan Planı
konusunda ilerleme yok. Ateşkese taraflar uymuyor. Tutukluların
bırakılması sağlanmadı. Gözlemcilerin girdikleri yerlerde çatışmalar
azaldı. İnsancıl yardımlar bazı bölgelere ulaşıyor. Ama durumun ne
olacağı belirsiz’’ diyor.
7 mayısta yapılan seçimleri muhalifler
boykot etti. Dün seçilen yeni milletvekillerinden Müslüman olanlar
Kuran-ı Kerim, Hıristiyanlar ise İncil’e el basarak yemin etti. Yeni
Meclis’e 209 yeni üye girerken, 49 eski milletvekili de tekrar seçildi.
Güney
Batı Kürdistan’da seçimleri boykot oranı yüzde 99 civarlarındaydı.
Müslüm Salih, ‘’Seçimler Baas Partisi’nin istediği gibi oldu. Hiçbir
yenilik yoktu’’ diyerek seçimlerin göstermelik olduğuna dikkat çekiyor.
SUK DAĞILMANIN EŞİĞİNDE
İstanbul’da
kurulan Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) dağılma eşiğine geldiğini
söyleyen Müslüm Salih’e göre, Burhan Galyun’un istifasıyla parçalanma ve
güç kaybetme süreci hızlanacak. SUK’u AKP’nin uzantısı olarak
değerlendiren Salih, ‘’SUK aslında ülke içi muhalefeti temsil etmiyor.
Örgütlü bir yapı değil, belli bazı kişilerden oluşuyor. AKP’nin Suriye
uzantısı gibi hareket ediyor. Kürtlerin hakları konusunda Galyum önce
‘özerklik’ çıkışı yaptı, bir hafta sonra Kürtleri inkar etti. Galyum
giderse SUK diye bir şey kalmaz. Bana göre SUK’un dağılmaması için
Galyum’u tutarlar’’ şeklinde konuştu.
WASHİNGTON’DAN MESAJLAR
Bu
ayın başında Kürt Ulusal Konseyi’nden bir heyet Washington'u ziyaret
etti. Beyaz Saray'da temasları oldu. PYD lideri, Washington’daki
yetkililerin Kürt Ulusal Konseyi heyetine Kürtler arası birliğin
sağlanması yönünde telkinlerde bulunduğunu belirtti.
Kürt Ulusal
Konseyi’nin kendisini SUK'un bir parçası olarak görmediğini hatırlatan
Müslim heyetin ABD’deki temasları hakkında şunları söyledi: ‘’Öyle ki
Amerikalılar Kürt heyetine ‘SUK’a katılın’ yönünde bir dayatması da
olmamış. Aksine Kürtlerin kendi aralarında birliğini sağlamasını
istemişler. Edindiğimiz bilgilere göre ABD Dışişleri Bakanlığı
yetkilileri dolaylı olarak ‘Gidin PYD ile anlaşın’ demişler.
Kürt
birligini sağlamak için bir süredir çalışmalarımız var. Kürt Ulusal
Konseyi birliğe doğru gidiyoruz. Artık birliği kabul etmeyen çıkıp
gider.’’
‘PYD’SİZ ÇÖZÜM OLMAZ’
PYD’den bir heyetin kısa
bir süre önce Koffi Annan ile görüştüğünü de anlatan PYD lideri,
‘’Paris, Şam ve Cenevre’de BM yetkilileri ile Suriye’de çatışmaların
durması konusunda görüşmelerimiz sürüyor. Rusya ve Çin’le de
temaslarımız var. Elbette Kürt meselesini de görüşmemizde gündeme
getiriyoruz. Suriye’de Kürtlerin haklarına kavuşması için taleplerimizi
daha güçlü bir şekilde ifade edeceğiz. Artık Herkes PYD’nin bir güç
olduğunu kabul ediyor. Suriye’de PYD’siz bir çözüm olmaz. Örgütlenme
düzeyimiz güçlendi. Halkımız kendini koruyabilecek durumda. Kısacası
PYD’siz hiçbir plan hesap tutmaz’’ diye konuştu.
Son olarak
‘’Muhalifler Beşar Esad’ın kayınbiraderi Asaf Şevket, İçişleri
Bakanı’nı zehirleyerek öldürdü mü’’ sorumuza ise Salih, ‘’Evet öyle bir
söylenti var ama bu doğrulanmadı. Bu iddia dezenformasyon kokuyor.
İçişleri Bakanı Hasan Türkmen iki gün önce televizyona çıkarak iddiayı
yalanladı’’ şeklinde cevap verdi.
Birleşmiş Milletlere göre 2010
yılı Mart ayında rejim karşıtı gösterilerin başlamasından bu yana
yaklaşık 9 bin kişi hayatını kaybetti. Suriye hükümetinin Şubat ayında
yayınladığı rakamlarda ise 2 bin 493 sivil ve 1bin 345 güvenlik
görevlisi olmak üzere toplam 3,838 kişi çatışmalarda öldü.
ANF NEWS AGENCY

Partisinin grup toplantısında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Roboski'de yaşımını yitiren 34 kişiyi suçlayarak, "Dikkat ederseniz
hiçbiri bombalara basmıyor" dedi.
Hava saldırısında ölenleri
suçlayan ve neden şimdiye kadar kaçakçılık yaparken mayına
basmadıklarını soran Erdoğan, Şırnak-Uludere-Urfa-Hatay'daki sınır
köylerinde kısa bir araştırma yapsa, geçim sıkıntısı nedeniyle
kaçakçılık yaparken mayına basarak bacaklarını yitiren yüzlerce,
binlerce kişiye tanık olabilecek belki.
NEDEN DAHA ERKEN ÖLMEDİLER!
TBMM'de
partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada "Dikkat ederseniz
kaçakçıların hiçbiri bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde
olabilir. Bu haritayla bombaların üzerine basmıyor, rahatça gidip
geliyorlar. Bakın burası çok hassas. Bu iş, hassas ve gerilimli bir iş"
diyerek bir anlamda, kaçakçılık yapanların neden daha erken ölmediğini
savundu.
34 kişinin savaş uçaklarının bombalaması sonucu Roboski köyünde 7-8 ay önce çekilmiş bu fotoğraflar.
Fotoğraflardaki
kişiler, Başbakan'ın 'Neden mayına basmıyorlar' dediği ve geçim
sıkıntısından çay, sigara, mazot getirmek için sınırı geçerken yaşanan
patlama sonucu bacaklarını kaybedenler...
SINIR HATTINDAKİ İNFAZLAR
Ayrıca
İnsan Hakları Derneği (İHD) tarafından yayınlanan 2011 hak ihlalleri
raporunda kaçakçıların sadece mayınlar değil, askerlerin infazlarına
konu olduğunu gözler önüne seriyor. İşte 2011’de yaşanan olaylardan
bazıları:
10 Ocak 2011’de, Irak Kürdistan’nın Diyana’ya
Xakurke alanında bulunan Geliyê Reş’teki Bermizê köyünde otomobili ile
hareket halindeki Nizar İsmail, Türk askerlerinin aracı taraması
sonucu ağır yaralanarak çevredeki köylüler tarafından hastaneye
kaldırıldı.
29 Ocak 2012’de, Van'ın Özalp ilçesi Yukarı Tulgalı
(Axurka Jorî) köyünde, İran'dan mazot getirmeye giden köylüler silahlı
saldırıya uğradı. Askerlerinin açtığı ateş sonucu, Recep Dağgezen (15),
olay yerinde yaşamını yitirirken, Cumali Altun (18), kolundan
yaralandı.
3 Şubat 2011’de Türkiye-İran sınırını akaryakıt
kaçakçılığı yapmak amacıyla yasadışı yollarla geçtiği iddia edilen Ömer
Pay (15) ve Suat Baykara isimli 2 çocuk, İran askerlerinin açtığı
ateş sonucu yaşamını yitirirken, Hüsnü Baykara yaralandı.
3
Mart 2011’de, Van’ın Çaldıran ilçesi Üçgözler (Kaşım) köyü
yakınlarında, mazot kaçakçılığı yaptığı iddia edilen evli ve bir çocuk
babası Cihat Yılmaz (25), askerler tarafından açılan ateşle yaralandı.
23
Mart 2011’de, Van'ın Saray İlçesi'ne bağlı Korucan (Kurcan) Köyü'nde
İran'a mazot getirmeye giden Yaşar Vural (15) ile Turgay Vural (17)
dönüşte saat 01.00 sıralarında İran askerlerince tarandı. Karnından
yaralanan ve 2 saat olay yerinde kalan Yaşar Vural yaşamını yitirdi.
Arkadaşının yardımına koşan Turgay Vural (17) de, yakın mesafeden
askerlerin açtığı ateş sonucu yaralandı.
12 Nisan 2011’de, Van
ili Özalp İlçesi Aşağı Koçkıran Köyü'nde ikamet eden Eyüp Talayman (55)
ile Adil Parkel'e (51) kaçak yollarla İran'a geçtikleri ve sınır ihlali
yaptıkları iddiasıyla İran askerlerince ateş açıldı. Gece 23.45
sıralarında meydana gelen olayda, Eyüp Talayman olay yerinde yaşamını
yitirirken, Adil Pakel de yaralı olarak götürüldüğü hastanede yaşamını
yitirdi.
15 Mayıs 2011’de, Hakkari'nin Şemdinli İlçesi Alan
Karakolu'ndan İran'ın Zive kentine bağlı Helece Köyü'nden pancar
toplamak için 502 ve 503 rakamlı sınır taşları yakınlarında bulunan bir
gruba top atışı yapıldı. Top atışında İran'ın Zive kentine bağlı Helece
Köyü nüfusuna kayıtlı Kadriye İslami isimli kadın hayatını kaybetti.
İsmi öğrenilemeyen 3 kişi ise yaralandı.
27 Haziran 20112de,
Türkiye-İran sınırında Geliyê Gohi alanında Türkiye'ye getirdiği mazotu
bıraktıktan sonra İran'a geçen Şîrzat (22) adlı kişi İran askerlerince
öldürüldü.
31 Temmuz 2011’de Van’ın Çaldıran İlçesi’ne bağlı
Soğuksu Köyü’nün Uzunyol Mezrası’nda hayvanlarını otlatan köylülere,
“sınırdan yasadışı yollarla geçtikleri” gerekçesiyle, askerlerin,
köylülerin “dur” ihtarına uymadıklarını ileri sürerek açtığı ateş sonucu
Ercan Uca (29) yaşamını yitirirken; İbrahim Ecevet (24) ve Nejdet
Çiftçi (23) de yaralandı.
4 Ekim 2011’de, Van’ın Başkale
ilçesi'ne Zernek köyü yakınlarında yol kontrolü yapan korucu ve sivil
askerler, sigara kaçakçılığı yaptığı iddia edilen Nurullah Işık
yönetimindeki aracı, durmadığı gerekçesiyle silahla taradı. Olayda
yaralanan Işık adlı kişi, ameliyata alındı.
23 Kasım 2011’de
Mardin’in Nusaybin İlçesi’nde sınırı geçmek isteyen Suriye vatandaşı 2
kişi, açılan ateş sonucu ağır yaralandı. Yaralı 2 kişi Nusaybin Devlet
Hastanesi’ne kaldırıldı.
28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Qilaban
(Uludere) ilçesine bağlı Roboski (Ortası) köyünde Irak sınırına sınır
ticareti yapmak için giden ve askerler tarafından belirli bir bölgeye
yönlendirilen çoğunluğu lise öğrencisi çocuklardan oluşan 34 köylü,
Genelkurmay Başkanlığı’nın savaş uçakları tarafından atılan bombalarla
öldürüldü.
ANF NEWS AGENCY

Bitlis’te HPG gerillaları tarafından yol kontrolü sırasında gözaltına
alınarak ardından tutuklandıkları açıklanan 6 korucunun aileleri İHD’de
basın toplantısı düzenleyerek, korucuların serbest bırakılması
çağrısında bulundu. Aileler, artık savaşın tarafı olmayacaklarını ve
ilelebet ellerine silah almayacaklarını söyledi.
Bitlis Merkeze
bağlı Çeltikli Köyü yakınlarında 18 Mayıs 2012 günü HPG gerillaları
tarafından gerçekleştirilen yol kontrolünde, Çeltikli köyü muhtarı olan
korucu Arafat Melek ile İlyas Demir, Davut Melek, Fesih Bodur, Sıddık
Bodur ve Burhan Çapar adlı korucuların tutuklanması ardından aileler
Bitlis İHD temsilciliğine başvurdu.
Korucu yakınlarından İdris
Demir, Abdulhalık Badur, Cabbar Badur ve Hüseyin Menek, İHD Bitlis
Temsilciliğinde bir basın toplantısı düzenlediler. Ailelerin yazdığı
metni okuyan insan hakları aktivistlerinden Hikmet Fidan başvurucuların
yakınlarının serbest bırakılmasını talep ettiklerini belirtti.
Basın
metninde bölgede 30 yıldan fazla bir süredir devam eden savaşın tarafı
olmayacaklarını, yakınlarının "kaçırılmaları"nın ardından
samimiyetlerini ve iyi niyetlerini göstermek amacıyla devlet tarafından
koruculuk amaçlı kendilerine verilen silahları Çeltikli Karakol
Komutanlığı’na teslim ettikleri dile getirildi.
Bugüne dek
yaşanan ve en son 15 kadın gerillanın hayatlarını kaybetmesine neden
olan operasyonun, resmi makamlar ve askeri yetkililer ile medya
tarafından Çeltikli köyü kırsalında yapılmış gibi gösterilmesine itiraz
ededen aileler, “Operasyon öncesi köy korucularımızın operasyonlara
çıkmama kararı aldığı kamuoyu tarafından bilinmelidir. Kayıpların
ardından medyada ve resmi açıklamalarda köy korucularını yıldırmak
amaçlı ve köyümüzü hedef gösterme amaçlı olduğu bilinmelidir” dedi.
Sivil
toplum örgütleri, meslek örgütleri ve odaların olaya duyarsız
kalmamalarını isteyen aileler bundan böyle savaşın tarafı olmayacaklarını
ifade ederek şunları belirtti: “Bugüne dek resmi yetkililer bir tek gün
dahi bizlerle görüşmemiştir. Bizler eski köy korucuları olarak artık
savaşın bir tarafı olmayacağımızı, ilelebet elimize silah almayacağımızı
açık bir şekilde deklare ederiz. Bununla birlikte alıkonulan 6
korucunun yakınları olan bizler, yakınlarımızın serbest bırakılarak
ailelerine kavuşmalarını beklemekteyiz.”
İHD Bitlis Temsilcisi
Hasan Ceylan, yaptığı açıklamada savaşın son bulması yönünde çabaların
arttırılması gerektiğini söyledi. Savaş ve şiddette ısrar edilmesinin
sorunu daha da kronikleştireceğini belirten Ceylan, “Buradan PKK
güçlerine alıkonulan kişilerin serbest bırakılmaları yönünde çağrı
yaparken; AKP hükümetine de operasyonları derhal durdurarak Oslo
görüşmelerinin kaldığı yerden devam etmesi çağrısında bulunuyoruz.
Savaşın ve şiddetin, Kürt sorunu’nu çözmek bir yana sorunu gün geçtikçe
daha da derinleştirdiği ortadadır. Geldiğimiz noktada, tarih ve geçmişte
yaşananlar; diğer ülkelerin pratikleri bizlere şunu göstermiştir ki bu
sorunun tek çözüm noktası karşılıklı diyalogdan geçmektedir.” dedi.
ANF NEWS AGENCY

KCK’nin 2010’da kendi adalet kurumlarını oluşturma kararı ardından,
HPG gerillalarının esir alma, gözaltı ve tutuklama eylemleri 2011’den
itibaren yoğunlaşmaya başladı. Bu yaz aylarından itibaren ise gerilla
operasyonları daha geniş bir çevreyi hedef alarak yeni bir boyut
kazandı. Kürdistan’da AKP rejiminin işlediği suçlara karşı KCK
hukukunun devreye girdiği belirtiliyor.
Gerillanın esir alma,
gözaltı ve tutuklama eylemleri özellikle 2011 yılından itibaren
yoğunlaşmaya başladı. Asker, polis ve korucuların esir alınmasının yanı
sıra, sivillerin de gözaltına alınması bu operasyonlara yeni bir boyut
kazandırdı.
Karakol inşaatı, Kürdistan doğası ve tarihini yok
eden baraj inşaatlarında çalışanlar, asimilasyona hizmet eden
faaliyetlerde bulunanlar, ağır suçlara yol açan rejimle işbirliği
yapanlar ile baskıcı-zorba iktidara hizmet edenlerin de aralarında
olduğu geniş bir çevre gerillanın gözaltı ve tutuklama operasyonlarına
konu oluyor. Diğer bir ifadeyle, Kürdistan’da rejimin işlediği suçlar
karşısında, gerillanın kendi hukukunu devreye koyduğu görülüyor.
AKP’NİN DİKTATORYAL BİLANÇOSU
AKP
rejimi 2002’de iktidara gelişinden sonra, 60 bine yakın olan tutuklu
sayısını 140 binlere çıkararak Türkiye’yi özellikle “terörle mücadele”
adı altında tutuklananlar açısından dünyanın en büyük cezaevine çevirdi.
Bununla da kalmayarak, AKP/Gülen yönetimini eleştiren, “biatçı” ve
“yandaş” çemberin dışında kalan herkesi hedef alarak, gözaltı ve
tutuklama furyasını günlük yaşamın bir parçası haline getirdi.
Türkiye
bugün tartışmasız bir şekilde 600’ü aşkın tutuklu ile öğrenciler, 500’ü
aşkın tutuklu ile BDP’li kadın aktivistler, 100’e yakın tutuklu ile
gazeteciler, 40 dolayında tutuklama ile sendikacılar, bir o kadar
tutuklama ile avukatlar, tutuklanan 32’si belediye başkanı ve 8’i vekil
olmak üzere seçilmişler ve yüzlercesi tutuklu çocuklar açısından da
dünyanın en büyük cezaevi durumunda. Yine çok sayıda aydın ve insan
hakları savunucu da cezaevlerinde bulunuyor. Tutuklama gerekçeleri
arasında ise “kanıt” dışında her şey var. Hukuksal gerekçesi olmayan
siyasi operasyonlarda tutuklananlar akıl almaz ağır cezalarla
karşılaşıyorlar. İHD’ye göre 2011 yılına 12 bin 600’e yakın kişi
gözaltına alındı, bunlardan 3 bine yakını tutuklandı. 2012’nin ilk dört
ayında ise sadece Kürdistan’da 10 bine yakın hak ihlali yaşanırken, 2
bini aşkın kişi de gözaltına alındı.
HPG: ESİR ALMA VE TUTUKLAMA POLİTİKAMIZ SÜRECEK
Bu
tablo karşısında gerillanın daha aktif bir şekilde devreye koyduğu yeni
politikanın ise süreceği anlaşılıyor. HPG Anakarargah Komutanı Nureddin
Sofi, 24 Mayıs günü ANF’de yayınlanan mülakatında bu eylemlere dikkat
çekerek şunları söyledi: “Bilinmeli ki esir alma ve tutuklama
politikalarımız devam edecektir. AKP’nin Kürdistan’da yürüttüğü kirli
savaş politikalarına alet olan ve içinde yer alan herkes tutuklanma
maksadıyla hedeflenecektir. Bu askeri hedef oldukları anlamına gelmez.
Çünkü artık Kürdistan’da sömürgeci hukuk işlemeyecektir. Demokratik
Özerk Kürdistan hukuku işleyecek. Yurtsever ve demokrat insanlar 12
Eylül’ün faşist yasalarına göre suçlu olarak görülüyor. Ama bilinmeli ki
esas suçlu olanlar AKP’ye hizmet eden ve halkımıza karşı suç
işleyenlerdir.”
KCK MAHKEMELERİ
KCK Yüksek Adalet Divanı
Ekim 2010’da “sömürgeci ve inkarcı yargı kurumları ve mahkemeler yerine,
kendi demokratik adalet kurumlarını oluşturma” kararı almıştı. Adalet
Divanı, son 30 yılda yaşanan savaş suçlarının belgelenerek, uluslararası
hukuka taşınması, Devlet ve AKP ile işbirliği yapanlar hakkında ise
soruşturma kararı almıştı. Adalet Divanı, “başta hareketimize karşı
AKP’nin imha ve tasfiye amaçlı plan ve uygulamalarına katılan, kan,
şiddet ve gözyaşı üzerinde rant sağlayarak, kültürel soykırım ve
asimilasyon politikasında aktif ve bilinçli rol oynayan, halkımızın
değerlerini peşkeş çekerek üslendikleri bu uğursuz rolleriyle de barışın
ve demokratik çözümün önünde engel oluşturan işbirlikçi hain unsur ve
kesimlere karşı inceleme başlatarak soruşturma yürütmenin” kararına
varıldığını belirtiyordu. Açıklamada, “Halkımızın şikâyet ve
başvurularını inceleme kararını alan toplantımız, suçluları açığa
çıkarıp yargılamanın ertelenemez acil bir görev olduğunun tespitine
varmış, bu temelde kapsamlı bir çalışma başlatmıştır” ifadeleri yer
alıyordu.
ESİR ALMA, GÖZALTI VE TUTUKLAMALAR
28 Mayıs’ta
Ağrı Dağı eteklerinde bulunan Korhan Yaylası'nda yol yapım çalışması
yaparken bölgeden dönen 3 otomobili durduran HPG gerillaları,
otomobilleri ateşe verdikten sonra mühendis Mehmet Tan, avukat Serkan
Gültekin, müteahhit Fikri Güner, marangoz Zafer Alagöz ve 6 kişiyi
gözaltına aldı. Gözaltıların gerekçesi öğrenilemedi.
23 Mayıs
günü Diyarbakır’ın Lice ilçesi Bayırlı Köyü sağlık Mahallesinde HPG
gerillaları biri kadın 10 kişiyi gözaltına aldı. Geçen yıl 3 gerillanın
yaşamını yitirdiği olay sonrasında yürütülen soruşturma kapsamında
gözaltına alındığı belirtilen köylüler, 26 Mayıs akşamı serbest
bırakıldılar.
17 Mayıs günü gerillalar saat 16:30 sıralarında
Bitlis merkeze bağlı Çeltikli köyü yakınlarındaki Hemkok mevkiinde bir
yol kesme eylemi gerçekleştirdi. 15 kadar aracı durduran gerillalar köy
muhtarı ve korucu Arafat Melek ile İlyas Demir, Davut Melek, Fesih
Bodur, Sıddık Bodur ve Burhan Çapar adlı korucuları tutukladı. Eylem
sırasında gerillalar koruculara ait bir aracı da ateşe verdi. HPG’nin
konuyla ilgili yaptığı bir açıklamaya göre bu korucuların Çeltikli köyü
yakınlarındaki Sehi ormanlarında 23 Mart günü yaşanan çatışmada 15 kadın
gerillanın yaşamını yitirmesiyle ilgili yürütülen soruşturma kapsamında
tutuklandılar.
12 Mayıs günü gerilla güçleri Diyarbakır’ın Kulp
ilçesi ile Muş arasında bulunan Şenyayla mevkiinde yol kontrolü eylemi
yaparak, “AKP Kulp ilçe Başkanı ve Korucu başı olan Veysel Çelik’i
yargılamak üzere” tutukladı. Çelik’in yargılanacağını duyuran HPG, “Bu
çağrı doğrultusunda düşmanla aktif bir şekilde işbirliği yapan ve Kürt
Halkına uygulanan soykırım ve imha politikalarına aktif bir şekilde
destek veren Veysel Çelik isimli şahıs tarafımızca yargılanacaktır.
Ayrıca AKP'nin yöneticiliğini yapan kişiler bu Kürt düşmanlığından
vazgeçmeli ve halka özeleştirilerini vermelidirler. Aksi takdirde
onlarında akibeti bu şahıs gibi HPG gerillaları tarafından yargılanmak
olacaktır” dedi.
2011’den bu yana da gerillanın elinde olan
esirler var. Astsubay Abdullah Söpçeler ve uzman çavuş Zihni Koç, 9
Temmuz 2011’de Diyarbakır’ın Lice ilçesinde, kaymakam adayı Kenan
Erenoğlu aynı yıl 12 Ağustos’ta Muş-Kulp karayolu üzerinde yapılan
kimlik kontrolü sırasında, uzman çavuş Kemal Ekinci 1 Ekim’de Şırnak
merkezde, polis memuru Nadir Özgen ise 10 Eylül’de Van’ın Çatak
ilçesinde esir alınmıştı.
HÜKÜMET SESSİZ, ESİRLERİN AKİBETİ NE OLACAK?
Buna
karşın AKP hükümeti esirler konusundaki sessizliğini sürdürüyor.
Hükümet esir asker ve polislere ilişkin henüz kamuoyuna resmi bir
açıklamada bulunmadı. Peki bu esirlerin akibeti ne olacak? Nureddin
Sofi şunları söylüyor: “Elimizdeki esirlere ilişkin uluslararası
kurallar neyse onu esas alacağız. Bazı şartlar temelinde biz elimizdeki
esirleri bırakacağız. Kimi barış yanlısı ve insan hakları savunucusu
çevrelerin girişimleri var. Ama bilinmeli ki çözüm tek taraflı olmaz.
Tek taraflı fedakarlık yapılmaz ve sonuç da almaz. Bu anlamda bu
esirlerin ailelerinin üzüntülerine anlam veriyoruz. Ama esirlerin
aileleri de bilmeli ki, bu durumun bu kadar uzamasının temel sorumlusu
Türk devleti ve AKP hükümetidir. Bu işin sorumlusunun ve muhatabının
Türk ordusu ve hükümetinin olduğunu bilmeleri lazım. Kendi çocuklarına
sahip çıkamayan bir ordu ve devlet söz konusudur.”
ANF NEWS AGENCY

Türk Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, “üç çocuk” yapılması ısrarı ile yaşam
biçimlerine dönük direk müdahalesinin ardından başlayan süreci dikkatli
okumak gerek. Zira Erdoğan'ın, “muhafazakar” kimliğinden hareketle
egemen kılmaya çalıştığı “yaşam biçiminin” bir alt yapısı olmadığı açık.
Ekonomik yaşamda serbest piyasa ekonomisinin en acımasız kurallarının
egemen kılınıp, emekten yana en ufak bir politik adım atılmayıp, global
sermayenin rant alanına dönüştürülen bir memlekette, “geleneksel,
muhafazakar” bir yaşam önerisi ile ortaya çıkan siyasetçinin tek bir
amacı olabilir. Gerçek amacı perdelemek.
Nitekim Erdoğan, herkese
üç çocuk kampanyasını sınır ötesi temaslarında da gündeme getirerek
yaşam biçimlerine yönelik müdahalesine meşru bir anlam kazandırmaya
çabalıyor.
Oysa, Erdoğan'ın AKP'sinin geçmişte iktidar olmuş ANAP
ya da DYP gibi sistem partilerinden daha farklı bir ekonomi politiği
izlemediği ortada. Serbest piyasanın hem de en acımasız neo-liberal
eğilimin bölgesel temsilcisi olan Erdoğan'ın, yaşam biçimlerine
“muhafazakar” müdahalesi, politika üretmede dibe vuran iktidarın göz
boyama operasyonu olarak da değerlendirilebilir.
Erdoğan, dış
politikada da geleneksel Türk dış politikasının momentini oluşturan,
“amerikanofil” bir yol izliyor. Hatta bunu kendinden öncekileri de
geride bırakarak, Büyük Ortadoğu Projesi'nin ABD ile birlikte eş başkanı
olduğunu ilan edecek kadar da aleni yapıyor. Müslüman dünyaya yönelik
askeri müdahale ve işgal yoluyla yeni döneme hazırlama operasyonunda
ABD'nin yanında yer alan AKP'nin içerde dayattığı “muhafazakar” yaşam
bir toplumun kendi içine dönük Truva Atı'nı andırıyor.
Ekonomide
ve dış politikada neo-liberalizmin uluslararası patronajının bölgesel
temsilciliğine soyunmuş olan AKP'nin, iç politikada muhafazakar bir
eğilimden söz etmesi manidar. Eşlerinin türban takmasının dışında bir
kapitalistten hiç bir farkı olmayan yaşam biçimleri ile günden güne
zenginleşen AKP'li politikacıların samimiyeti de ortada. AKP etrafında
öbekleşen bir kesimin kısa bir sürede tarifi zor bir biçimde
zenginleştiği de açık. Lüks tüketim konusuda kapitalist gibi yaşayan AKP
cenahının-cemaatinin muhafazakar yaşam biçimi talebinin
samimiyetsizliği de ortada. Hükmettikleri parayı paylaşma konusunda
geniş halk kesimlerine karşı oldukça cimri davranan AKP, sadece yasakçı,
denetimci “mutaassıp” yaşam biçimini ortaklaştırıyor yoksullara. Gelir
dağılımı adaletsizliğini düzeltme gibi bir hedefi olmayan AKP, geniş
halk kesimlerini bu muhafazakar söylemle pasifize etmeyi hesaplıyor.
Bu
nedenle, hem iktidarda oldukları yerel yönetimlerde hem de hükümet
politikalarında belli bir takvime yayıldığı anlaşılan, “muhafazakar
yaşam modeli” için yeni “adımlar” atılacağı anlaşılıyor.
Bu
söylemle özellikle dinsel taassup ve muhafazakarlık baskısının daha
yoğun olduğu metropollerin etrafında yoğunlaşan yoksulları ve küçük
şehirlerde yaşayan kitleler üzerindeki kuşatma yaygınlaştırılmak
isteniyor. Bu politikaların sonucu olarak yerel “muhafazakar, ahlakçı”
baskılar daha da artacaktır.
AKP'nin bir başka hesabı da bu
söylemi Kürt sorunu karşısında da yoğunlaştırmaktır. Başından bu yana
Zerdüşt'ü diline dolayan Erdoğan'ın önümüzdeki günlerde bunu yeniden
açması mümkün. Bir sonraki aşama da giderek, PKK ve BDP gibi Kürt
siyasal kurumlarındaki kadınlara yönelik “ahlakçı, dinsel” bir dil de
kullanabilir. Hatta bu amaçla AKP Genel Merkezi'nde Kürdistan'da kılınan Sivil Cuma Namazları'nı engellemeye dönük bir çalışmanın başlatıldığı
konuşuluyor.
Mısır'da rejim muhaliflerine, “Laikliğe bağlılık”
çağrısı ile uluslararası sermayenin sözcülüğüne soyunarak İslam
dünyasında hayal kırıklığı yaratan Erdoğan iç siyasette, “muhafazakar”
kimliğini “kürtaj, sezaryen, içki” yasakları üzerinden inşa etmeye
çalışıyor.
Kendisine oy veren muhafazakar kesimlerin desteğini
ekonomi ve dış politikada uluslararası neo-liberal sistemin hizmetine
sunan Erdoğan içerde “muhafazakar” kılıfına büründürdüğü yasakçı,
yasaklayıcı baskı rejimini “ahlak, din, kutsal değerler” adı altında
yaşama egemen kılma hesabı yapıyor.
Erdoğan'ın uluslararası
neo-liberal güçle bütünleştikçe yaşamın diğer alanlarında kendini
perdeleyecek “muhafazakar” yaşam biçimini zorlayacağı açık. Önümüzdeki
dönemde sokaklarda nasıl davranılacağına ilişkin uyarılarda bulunması da
muhtemeldir.
Gençlik kamplarında grupların cinsiyete göre
tasnifi, ekonomi ve dış politikada uluslararası kapitalizme teslim olmuş
AKP'nin, içerde sosyal ve kültürel hayata müdahalesinin daha da
artacağını gösteriyor. Erdoğan uluslararası sermaye ile bütünleştikçe,
yaşam biçimlerine yönelik müdahalenin dozunu da günden güne artırıyor.
Bir
diğer yaşamsal konu olan Kürt sorununda da “açılım” politikaları ile
örgütlü Kürt muhalefetini tasfiyeyi hedefleyen AKP'nin, sorunda geldiği
nokta kendine bağımlı bir Kürt tipi yaratmak olarak ortaya çıktı.
2002'de, “değişim, daha çok özgürlük, eşitlik, hakça paylaşım” gibi
söylemlerle iktidara gelen AKP'nin bu konuda geldiği nokta, “Diyarbakır
belediyesini istiyorum” hükümdar tavrıyla Başbakan'ın gerçek yüzünü
gösteriyor.
Kısa süre önce 20 milletvekilini Kürdistan'a
göndererek rapor isteyen Erdoğan'ın önüne gelen rapordan da hiç hoşnut
olmadığı ortada. AKP milletvekillerinin hazırladığı raporda dahi birinci
sırada yer alan Roboski Katliamı konusunda Erdoğan'ın takındığı
duyarsız ve saldırgan tavırda bu rahatsızlığı görmek mümkün.
Erdoğan,
kürtajla, Roboski katliamını bir tutarak da aslında bu “muhafazakar”
tahakkümün sınırlarını nereye kadar vardırılabileceğini gösteriyor.
erdemcan@riseup.net
ANF NEWS AGENCY