17 Mayıs 2011 Salı

“Din Sorununa Devrimci Yaklaşım”



Kitabı indirmek için tıklayın:
http://tr.scribd.com/doc/113444561/Sosyalizmde-Israr-%C4%B0nsan-Olmakta-Isrard%C4%B1r

1989 yılı öncesi Abdullah Öcalan  tarafından ele alınan Din Sorununa Devrimci Yaklaşım kitabının önsözünü olduğu gibi buraya alarak bazı tarihi çarpıtmaları gün yüzüne çıkartmak istiyoruz. 

Bugünlerde özel savaş merkezleri tarafından bolca Kürt özgürlük hareketine karşı kullanılmaya çalışılan din konusuna özgürlük hareketinin yaklaşımının ne olduğunu göstermek açısından, bundan 21–22 yıl önce kaleme alınmış ve kitap haline getirilerek basılmış olan bu çalışmanın önemi ortadadır. 

1988 ya da 1989 yıllarında henüz üniversite yıllarında iken aylık Serxwebun gazetesinde yayınlanan Kürt halk önderliğinin Din Sorununa Devrimci Yaklaşım çözümlemelerini okumuştum. Belirttiğim gibi daha sonra da bu çözümlemeler kitapçık halinde Serxwebun yayınları tarafından basılmıştı. 

O yılları aynen bugün gibi hatırlıyorum birçok dini çevre-bunlar ağırlıklı olarak Kürtlerin dışında olan çevrelerdi-bize dine yaklaşımımız konusunda eleştiri getirirlerdi. Yaşamımıza bir şey demezlerdi. Çünkü değil PKK kadrolarında genel olarak PKK taraftar ve sempatizanlarında bile yeni PKK’yle ilişkilendiklerinde yaptıkları ilk iş içkiden hatta çoğu zaman sigaradan uzak durmak oluyordu. Yine toplumda ahlaki olarak kabul görmeyen başka özelliklerini de terk ediyorlardı. 

Size tuhaf gelebilir ama özgürlük hareketi bir gün bile bir tane taraftarına, sempatizanına şunu yap ya da şunu yapma dememiştir. Ancak özgürlük hareketinin saflarına gelenler büyük bir dava uğruna çıktıklarının bilinciyle içki ve toplumun değer yargılarını zedeleyecek benzeri hususlardan uzak durmuşlardır. Birde bu harekete gönül veren insanlar toplumun gönlüne işlemek için toplumun değer ölçülerine çok dikkat etmesini hep bilmişlerdir.
Evet, PKK'liler ilk günden başlayarak toplumsallığa çok ama çok dikkat etmişlerdir. Yine PKK'liler bir toplumun değer yargılarını dikkate alarak siyaset yapmışlardır. İlk günden başlayarak hiç kimseyi dışlamadan bu ilkesel duruşlarını sürdürmüşlerdir. İlk günden başlayarak hoşgörü kültürünü esas alan bu hareket tüm insanlara saygılı olmasını da bilmiştir. 

Şunu peşinen söyleyelim: Özgürlük hareketine gelenler büyük toplumsal değerler uğruna gelmişlerdir. Ahlaki değerler, gelenler için her zaman çok değerler olmuştur. Ancak bu ahlaki değerler feodalizmin ya da kapitalist kültürün insanlara telkin ettiği “gemisini kurtaran kaptandır”, “bileğini bükemediğin eli öp” gibi boyun eğdirten ve bireyci toplumdan uzak yaşam arayışına yönlendiren kültür elbette değildir. Özgürlük hareketi ilk günden başlayarak her zaman insanın kendi iradesine güvenerek yol almasını telkin etmiştir. Asla ama asla boyun eğmeye pirim vermemiştir. “Kendi yolunu çiz” ve bir nevi ”kişiliğini gerçekleştir” sözleri sanki özgürlük hareketi mensupları için söylenen sözlerdir. Lakin bu sözlere denk yaşam ve arayışı sürdürürlerken asla ama asla toplumların değerlerine dil uzatılmayacak ve bu kültürleri insanlığın hazinesi olarak ele alarak hoşgörü ve saygı da kusur etmeyecek yaklaşımı da özgürlük hareketinin yaklaşımı olmuştur. 
 
Şunu da peşinen söyleyelim: 


Özgürlük hareketi mensuplarının büyük bir kısmı gelirken toplumla kaba ve inkârcı yaklaşarak gelmemişlerdir. Toplumun geriliklerini toplumla ya da o toplum içerisinde yaşayan insanlarla asla izaha kalkışmamışlardır. Toplumun ve bireylerin varsa gerilikleri bu gerilikleri her zaman var olan tahakkümcü sistemle izah etmeye çalışmışlardır. Bunun içinde toplum ve bireylere karşı saygı ve hoşgörü öndeyken sistem karşıtlığı gerektiğinde en sert dil ve mücadele yöntemiyle yapılmıştır. 

Özgürlük hareketinin bu özgün yaklaşımlarından dolayı yer yer Türk solu hatta başka sollar tarafından eleştirilmiş ve sol olmamakla eleştirilmişlerdir. Yani özgürlük hareketi bir yandan solcu olmamakla eleştirilirken diğer yandan dini kimi çevre tarafından materyalist yaklaşmakla eleştirilmiştir. Hâlbuki her iki yaklaşımda yanlış ve eksik değerlendirmeler olmuştur. 

Özgürlük hareketi her zaman sosyalist ve komünal yaşayan bir hareket olmuştur. Ancak kimi sol cenahın anladığı manada materyalist asla olmamıştır. Sol olmak ya da sosyalist olmak kaba materyalist olmak değildir. İnsanlığa ve insanlığın gelişimine katkı sunmuş tüm değerleri özgürlük hareketi olarak her zaman sahiplenilmiştir. Toplumu toplum eden dine de bu eksende yaklaşarak dinin yarattığı toplumsal ahlaka sahip çıkarken, kattıklarına da değer biçmiştir. Ancak diğer yandan da tahakkümcü sınıfların dini özünde boşaltarak toplumu yönlendirmenin, uyutmanın, hâkimiyetlerini sağlama aracı olarak kullanmasına da asla prim vermemişlerdir. Yani ne din ve toplumsal değerleri kaba ret etmişlerdir ne de egemenlerin dini tahakküm aracı olarak kullandıklarını kabul etmiş ve sineye çekmişlerdir. Her iki yaklaşımı PKK'li militanlar ilk günden başlayarak ret etmiş ve hatta bu her iki yaklaşım ve anlayışa karşı mücadele etmişlerdir. 

Yeniden 1989 yıllarına dönersek o zaman Kürt halk önderliğinin yayınlanan bu çözümlemelerini birinci elden çoğaltarak kendilerini dindar olarak tanımlayan bu çevrelere götürmüştüm. Kimisi okul arkadaşımdı. Önderliğimizin bu çözümlemelerini okuyan okul çevremdeki bu dindar arkadaşlar o günden sonra bize daha yakın durarak saygılı yaklaşmasını bilmişlerdi.

Özcesi; Türkiye devletinin kirli özel savaş kurmayları ezelden beri özgürlük hareketini karalamak için ellerinde geleni yapmaktadırlar. Dün olduğu gibi bugünde bunu yapmaktadırlar. Ancak nasıl ki dün de posası çıkmış bu kirli özel savaş politikaları tutmamışsa bundan böyle de tutmayacaktır.

Din Soruna Devrimci Yaklaşım kitabının önsözü: 


“Temel kavramlara açıklık getirmek ve düzeltmelere gitmek yolunda oldukça çaba sarf ediyoruz ve oldukça da yoğunlaşmış durumdayız. Bu yararlıdır da. Yoldaşlar topluluğu, tartışmasını bilen bir topluluktur. Yeni tanrılar, yeni dinler icat etmeyelim. Biz, bilimsel sosyalizmin gerçekliğine inanıyoruz, ama "dinimiz sosyalizmdir" demiyoruz. 

Din gerçeğine komünizm adı altında inkârcı yaklaşım, genelde olduğu kadar, özellikle Ortadoğu halklarında çok tehlikeli bir etki yaratmıştır. Bu yaklaşımın halktan soyutlanmaya, dolayısıyla da gericiliğin oldukça güçlenmesine yol açtığını hemen belirtelim. Hatta denilebilir ki, din gerçeğine inkârcı yaklaşım, diyalektik materyalizmin kaba uygulanması anlamında olup, Ortadoğu devrimlerinin gelişmeyişinin en önemli nedenlerinden birisidir.
Klasik komünist partileri, Ortadoğu sahasında 70 yıldır varlık sürdürüyorlar. Ama en izole olmuş topluluk durumundadırlar. Bunun esaslı -özellikle ideolojik- nedenlerinden birisi de, dinsel gerçeğe, "komünistler tanrı tanımaz", "din eşittir gericilik" şeklindeki yanlış yaklaşımdır. Böylece, daha işe başlar başlamaz bu sözcüklerle adım atıldığında bütün toplum karşıya alınmış olur. Bunu yapmakla bilimsel sosyalizmin basma en büyük kötülük, sosyalistlik adına getirilmiş olur. Bu, mevcut klasik komünist partilerinin pratiğinde tamamen açığa çıkmıştır.


İran İslam Devrimi geliştiğinde ve onun temellerinin atılmasından çok daha önceleri İran'da komünist partisi vardı. O zaman güçlü olan komünist partisi, İslam devrimi geliştiğinde bu gücünü korumaktaydı. Ama gelişen olguya o kadar çarpık yaklaştı ki, sonuçta imha olmaktan kurtulamadı. Biz, suçu sadece İslam devrimine yükleyemeyiz. Komünist sıfatıyla yola çıkanların kendi toplum gerçeğine çok çarpık ve inkârcı bir biçimde yaklaşmalarının da önemli bir neden olarak ele alıyoruz.

Türkiye'de ilk sosyalizm tartışmalarının yapıldığı dönemde dine küfürle işe başlandığı bilinmektedir. Dine küfürle işe girişilmesiyle birlikte, dine bağlı ezici bir halk çoğunluğu daha baştan sosyalizme karşı şartlandı. Sosyalistler, "tanrı tanımaz, aile tanımaz" biçiminde damgalandı. Gericiler, bunu kışkırttılar ve sonuçta, ancak ucube tipinde bir solcu imajı kaldı. Halkların kurtuluş ideolojisi olması gereken sosyalizm, bu yaklaşım yüzünden, halkların aleyhinde işleyen, onların özgürlük mücadelesinin önünde engel teşkil eden bir konuma kadar götürüldü. Bu konuda TKP pratiği hayli öğreticidir. Sanki görevi halk hareketini geliştirme değil de, engellemekmişçesine bir işlev gördü ve halen de bunun cabası içindedir. Görülüyor ki, din son derece hayati bir konudur. Kısacası, bu konuda yanlış yaklaşım, daha baştan itibaren yenilgiye götürüyor.

Arap toplumlarında komünist partilerinin etkileri yok denecek kadar azdır; buna karşılık, bu toplumlar üstünde İslam’ın etkisi çok güçlüdür. Komünist sıfatını taşıyanların İslam’a doğru bir biçimde yaklaşmama ve reel sosyalizmin bir memuru gibi hareket etmeleri, kendilerinin varlıklarıyla yokluklarım eşit duruma getirmiştir.
Bir süre önce CIA'nin komünist partiler hakkında yaptığı değerlendirmeyi bir gazetede okuduk. Kıbrıs Komünist Partisi'nden tutalım, dünyanın birçok ülkesindeki komünist partilerine kadar, bu partilerin etkilerini ve üye sayılarını vermektedir. Ancak sıra Türkiye Komünist Partisi'ne gelince, "Adını dile getirmeye değmez" diyor; yani ne kadar etkisiz bir parti olduğunu vurguluyor. Ortadoğu'daki diğer partilerin durumu da böyledir. 

Acaba bilimsel sosyalizm genelde din gerçeği, özelde de Ortadoğu halklarının toplumsal oluşumundaki İslami gerçeği değerlendiremeyecek, ondan sonuç çıkaramayacak kadar çözümsüz müdür? Elbette ki hayır, Sosyalizme bunu yüklemek demek, onun çağımızın önder eylem kılavuzu olduğunu inkâr etmek demektir. Dolayısıyla, onu çözümsüz kılmak doğru değildir; doğru olan, bilimsel yaklaşımın bütün toplumsal olgulara gösterdiği yaklaşım gibi, din gerçeğine, onun oluşumuna ve hâlihazırdaki toplumsal etkisine de yaklaşımı doğru bir temelde, sosyalist ideolojinin Işığında yapabilmektir. Bunun için, inkârcı-sekter bir yaklaşım içinde olamayacağımız gibi, "sosyalizm eşittir İslam" ya da "İslam sosyalizmi" deyip sosyalizmin bağımsızlığını, bilimselliğini inkâr etme yoluna da sapamayız.

Doğru çözüm, toplumsal bilimdedir; bilimsel sosyalizm, toplumun gelişim yasalarını veren, bunu gerçeğe en yakın gösterebilen biricik bilimdir. O halde, bir toplumsal olgu olarak bu konuda da doğruya en yakın çözümlemeler gösterilebilir. Biz de bu inancımıza dayanarak, din gerçeğine bir tartışma taslağı düzeyinde yaklaşmaya çalışacağız.” 
 
Bu kitap önsözü 1990 Ekim ayında yazılmıştır.

Kasım Engin

İyi-Kötü Şeyler


Biri umut vaat edip umudu yıkıyorken diğeri yıkılan, dağılan her umuttan bir kırıntı bularak umudu güçlendiriyor. 
 

Tarihi geçmişte yaşanmış olaylar bütünü olarak adlandırmanın eksik bir tanım olduğu ve günümüzde yaşanan olay ve tartışılan olguların anlaşılması açısından oldukça önemli bir veri tabanını teşkil ettiği birçok farklı düşünce ve ideolojinin ortaklaştığı bir düşünce. Özellikle post modernitenin yarattığı ‘günlük’ hatta ‘anlık’ yaşayan insan gerçeğine ilaç olabilecek bu düşüncenin uygulanması önündeki zorluklar tabii ki tarih eksenli tartışmalarda temel bir sorun teşkil ediyor.Nereden bakılırsa bakılsın tarih boyunca söylenen sözler, gerçekleştirilen olaylar, uygulanan pratikler bugün ve yarın açısından kader tayin edici olabiliyor. Fakat bunda söz ve pratik uyumu olarak da adlandırılabilecek olan ‘istikrar’ olgusunu temel bir değerlendirme ölçüsü olarak tespit etmek, önemsemek gerekir.

 
Tutarsızlık ya da uyumsuzluk bu ölçü üzerinden değerlendirildiği takdirde söz ve eylem sahiplerine duyulması gereken güvenin, inancın korunması ya da terk edilmesi sonucu daha rahat açığa çıkabilir.

Çok eski değerlendirmeler ve olaylar için böyle olan bu gerçekler yakın tarihimiz hatta dün gibi hatırladığımız kısa zaman aralıkları açısından da böyledir. 
 
Geçtiğimiz 2009 yılının bugünlere denk gelen bir zamanında Türk devletinin birinci derecede sorumlusu olan cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gazeteci Hasan Cemal’in KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile yaptığı röportaj ardından Türkiye’de başlayan tartışmalara katılmış ve “Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorundur. İster terör ister güneydoğu ister Kürt sorunu densin, bu Türkiye’nin birinci sorunudur ve halledilmesi lazım. Asker, sivil, istihbarat bu konuda iyi şeyler konuşuyor, bu Kürt sorunun çözümü için umut yaratıyor. Sorunun çözümü için önemli bir ortam yaratılmıştır. İyi şeyler olacak fırsatın kaçırılmaması gerekir.” demişti. 

Aradan kocaman iki yıl geçti. Gül’ün sözünü ettiği iyi şeylerin hiç gelişmediği, bunun fırsatlarının iktidar ve muhalefetiyle Türkiye siyaseti tarafından değerlendirilemediği, aksine, zamana yayılan her sorunda görüldüğü gibi çürümenin ve karşısında isyanın boy verdiği bir atmosfere evirildiği herkesçe görülüyor.
 
Bunu tarif etmek, adlandırmak, gerçeğe hakkını teslim etmek açısından oldukça önemli… Bunu dillendirecek, var olan durumu tespit ederek, çözümleyerek yanlış giden durumun düzeltilmesine fayda sağlayacak tespitleri yapmak bu işte sorumluluk üstlenmiş siyasilere düşer. Fakat bu tespitler yapılmadığı gibi bunun üzerini örtecek suni gündemler, çarpıtmalar, yanıltmalarla kamuoyunu farklı konular ekseninde tartıştırmaya çalıştığı için siyasiler tarih karşısında hesap verme pozisyonunda bulunuyorlar.

Aradan geçen iki sene içerisinde Türk devleti iktidarı, ordusu, siyaseti, yargısı, medyasıyla çok kötü bir izlenim yarattı. Kendi gerçeğini açığa koyması açısından ortada duran tablo çok da yadırganacak bir durum değil. Ama yaşanan bu durumu, topluma duyulan saygıdan kaynaklı tespit etmeye çalışan bir siyasinin söylemleri karşısında tekçi bir ağızdan ve biraz da histeri havasında sergilenen duruş doğrusu hiç de kabul edilecek bir durum değil.
Cumhurbaşkanı iyi şeyler olacak dediğinde toplumu bir iyimserliğe itti ve cumhuriyetin en önemli sorununun belki de barışçıl siyasi yollarla çözülebileceğine dair oluşan umuda destek sundu. Bunun devam ettirilmesi, siyasi, kalıcı sonuçlara sevk edilmesi gerekirken iktidar ve muhalefet tarafından şiddetin diline davetiye çıkartıldı. Hem yürütülen pratiklerle şiddeti Kürt halkı karşısında en amansız bir şekilde uygulamasıyla hem karşısındaki gücün her türlü kutsalıyla oynayarak tahrikçi söylem ve pratiklere başvurarak şiddetin bu topraklarda tekrardan gündeme gelmesine sebep oldular.
Bunun karşısında Kürt halkının temsilcilerinden olan Aysel Tuğluk’un kalkıp “Dilim varmıyor ama kötü şeyler olacak” demesi, yani var olan gerçeği tespit etmesi bu sefer kötü şeyleri yaratan, örgütleyen, uygulayan kesimlerce tepkiyle karşılanıyor. Ne olsun o zaman diye sorası geliyor insanın.
 
Tutarlılığın, uyumun hangi söylemlerde daha fazla olup olmadığı vicdan sahibi insanın kendine vereceği cevaplarda gizli… 

 
İyi şeyler olacak deyip de bunun eylemine başvurmayan, oluşan olumlu ortamda kendi iktidar ve çıkar dünyası ekseninde fayda sağlayan, halkların temel sorunlarına çözüm üretmeyen, ısrarla şiddeti körükleyen, baskı, yıldırma, asimilasyon politikalarında ısrarcı olan, demagoji ile halkı yanıltan, kamuoyunu etki ve yetki alanı sayesinde yanıltan, topluma gerçekleri ve doğruları yansıtmaktan sorumlu olan medyayı da ipotek altına alan, kendi propaganda gücü haline getiren ve tüm bunların sonucunda kötü şeylerin gelişmesine yol açan bir kesim var.

 
Bunun karşısında bu politikalar karşısında ezilen, baskı gören, işkenceye uğrayan, asimilasyonla yetişen, ölümle, şiddetle, açlıkla terbiye edilmeye çalışılan, buna rağmen demokrasi ve barış ortamının gelişmesi için haksız rekabet ortamında ses olmaya çalışan, halkını aydınlatmaya, eğitmeye ve örgütlemeye çalışan, eksikleri ve yetmezlikleri olmakla beraber temsil ettiği halkın ve o halkla birlikte yaşayan tüm halkların geleceğini kurma adına yaşayan, mücadele eden bir kesim var.

Biri umut vaat edip umudu yıkıyorken diğeri yıkılan, dağılan her umuttan bir kırıntı bularak umudu güçlendiriyor. Biri bir hayalin gerçekleştirilebilirliğini vaat edip o hayale sahip kesimlerin tümünü esir alırken diğeri o hayalin elde edilmesinin yollarını, yöntemlerini öz iradeye bağlayarak özgürleştiriyor.
 
İnsan iradesine dayalı, özgür, barışçıl, demokratik bir siyaset yönteminin en önemli avantajları açıklığı ve halkla birlikteliğidir. Temsilin bedel ödemekle eşdeğerde olduğunu Kürt Özgürlük Hareketi’ne gönül vermiş herkes bunu yakından bilir. Tarihin sayfalarında bu konuyu tüm çıplaklığıyla ortaya koyan birçok olay da yaşanmış, hatırlardadır. 

 
Bu anlamıyla acı çekerek, bedel ödeyerek kimi haklara kavuşmuş temsil edilme ve kendi kendini yönetme hakkına ulaşmış bir halkın ucuz vaatlerden çok gerçeği ve var olanı tespit edebilen, bu konuda her türlü yargıyı, hakareti, saygısızlığı göğüsleyebilecek ve halkının haklı davasını bu ortamda bile savunabilecek öncülere ihtiyacı vardır. 

İki yıl önce Gül iyi şeyler olacak dediğinde bu sözle kastedilenin iyi şeylerin sınırlı bir devletçi ve katliamcı kesim için geçerli olduğu artık çok iyi anlaşılıyor. Bunun karşısında kötü şeyler olacak tespitinin halkların bu ihtimali bilerek kendilerini hazırlamalarına yol açacak aydınlatıcı bir söylem olduğu da iyi anlaşılıyor.
Kendi haklarının mücadelesine devam eden tüm kesimlerin bu ihtimalin farkında olarak tarihin aydınlatıcılığında, asla günübirlik yaşama hastalığına, postmodernizmin balık hafızalı toplum projelerine düşmeden, onurlu ve insanca bir gelecek yaratma hayalini asla yitirmemeleri, her türlü zor ve şiddete karşı da özgürlük ruhunun yaratıcılığında, yol göstericiliğinde arzu ettiği geleceğe ulaşabileceğini bir an bile aklından çıkarmaması gerekir…

Umut Yeniçağ

Ordu AKP ittifakı


AKP seçim öncesi gerilimi tırmandırarak, askeri ve siyasi operasyonları arttırarak seçim sonrası politikalarını açıklamış bulunuyor. Kürt Özgürlük Hareketi 13 Ağustos’tan bu yana eylemsizlik içinde bulunarak çözümün önünü açmak istedi. Ancak AKP hükümetinin bir çözüm politikası olmadığı için çözüm için yürütülen demokratik mücadeleyi ve çabaları bastırmaya yöneldi. Demokratik çözüm çadırlarına saldırılması, her demokratik eylemin polis zoruyla ezilmek istenmesi bu politikanın sonucuydu.

Son günlerde yapılan değerlendirme ve tartışmalar Türk devletinin askeri ve siyasi saldırılarını neden arttırdığını izah ediyor. Hatay’da, Maraş’ta, Dersim’de ve Şırnak’ta HPG’lilere yönelik imha operasyonlarının neden yapıldığını açıklıyor.


Başbakan’ın danışmanları ve AKP yandaşı basın BDP’nin taleplerinin kabul edilmeyeceğini söylüyor. Bireysel haklarla yetinmiyorlar, Kürt toplumuna statü istiyorlar, Demokratik Özerklik’te ısrar ediyorlar diyerek BDP suçlanıyor. Bunun anlamı AKP’nin öngördüğü tasfiye politikasını kabul etmeyenlerin şimdiden haksız ve suçlu ilan edilmesidir.


Çözüm konusunda BDP’nin düşündüğüyle AKP’nin düşündüğü farklıymış! Bu yönlü değerlendirmelerle AKP’nin tasfiye politikası bir çözümmüş gibi sunulmaya çalışılıyor. BDP ise kabul edilmeyecek taleplerde bulunarak çözüme engel olan güç olarak gösteriliyor. Böylece tasfiye politikasını kabul etmeyecek Kürt halkı üzerinde uygulanacak terör şimdiden meşrulaştırılmaya çalışılıyor.


Şu andaki operasyon ve çatışmalar 12 Haziran’dan sonra kopacak fırtınanın habercisidir. AKP hükümeti seçim öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’ni yıpratıp seçimden sonra topyekün bir saldırı planlıyor. Hazırlayacağı restorasyon anayasasını da bu saldırının meşruiyet aracı olarak düşünüyor.


AKP’nin düşündüğü restorasyon anayasası dışında önerilen her şey kabul edilmeyecek dayatmalar olarak ele alınırsa bu saldırılar da normal görülür. Açıkça Kürtler siyasi irade olmayı ve özyönetim talep etmeyi unutsunlar; bu talepler demokrasi içinde kabul edilemez diyorlar. Bunun bir cümle ötesi ise, “bu talepte bulunanlar ezilir” denilmesidir. Demokrasi içinde kabul edilmeyen şeyler dayatılıyor tanımlaması bunun için yapılıyor.


Başbakan bu seçim kampanyasında her fırsatta BDP’ye yükleniyor. Kürt sorunu kalmamıştır dendikten sonra bu saldırılar daha da artmıştır. Bununla birlikte danışmanları ve yandaş yazarları da aynı minvalde BDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bir karalama kampanyası başlattılar. Asker ve polis saldırıları bunlardan bağımsız ele alınırsa yaşanan sorunlar anlaşılamaz.


Gerçekleşen; demokrasi ve özgürlük talebinde bulunan Kürt halkının direnişinin bastırılma harekatıdır. Çünkü yeni anayasada Kürtler için bir statü düşünülmüyor; toplumsal haklar reddedilecek. Kürtler bu süreçte askeri ve siyasi operasyonlarla ezilerek böyle bir anayasa kabul ettirilmek isteniyor. Siyasi ortam böyle bir anayasa için uygun hale getirilmeye çalışılıyor. AKP yandaşı basın BDP kabul edilemez taleplerde bulunuyor diyerek bu saldırılara zemin hazırlıyor. Bu açıdan AKP yandaşı yazarların yazdıkları, söyledikleri iyi takip edilmelidir.


Mesut Yeğen AKP’nin yeni dönem politikalarını değerlendirdi. Yeni inkarcılığın teorisi yapılıyor dedi. Saldırılar bu yeni inkarcılık teorisinden ayrı düşünülebilir mi? Murat Yetkin, AKP ile BDP’nin çözüm için düşündükleri ayrıdır, yapılan görüşmelerden hiçbir sonuç çıkmayacağını, söylüyor. Murat Yetkin, AKP’nin Kürt sorununda düşündüklerini doğru buluyor ve bunların CHP’nin söyledikleriyle örtüştüğünü vurguluyor. Anlaşılıyor ki AKP hükümeti böyle bir destek bulduğu için BDP’ye karşı saldırısını arttırmaktadır. AKP bu yönlü propaganda saldırısı altında BDP çözüm istemiyor; oyun bozuyor diyerek saldırılarını meşrulaştırıyor.


Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı, AKP ile ordunun Kürtlere karşı ittifak yaptığını söylüyor. Hatta bir süredir bizim söylediğimiz seçim sonrasında Ergenekon davasından yatanların çoğunluğu bırakılacak ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yeni bir milli mutabakat sağlanacak değerlendirmemize yakın şeyler söylüyor. Bu değerlendirmeler doğrudur. Ancak bu değerlendirmeleri ilginç kılan, Cumhuriyet yazarı Bursalı tarafından yapılmış olmasıdır. Bu durumda demokratlar ve cumhuriyetçiler hangi safta yer alacak diye bir soru soruyor. Ne var ki kafası karışık olduğu için bu soruya cevap veremiyor. Demokratik Ulus Bloku yanında yer almalıyız diyemiyor.


AKP yandaşları demokrasi maskeleri düşecek ve Kürt sorununa çözüm demagojileri tutmayacak kaygısıyla tüm askeri saldırıların arkasında başka güçleri arıyorlar. Zaten her konuyu Ergenekon’a ya da bir yerlere bağlamak AKP yandaşlarının her sıkıştıklarında kullandıkları sihirli bir argüman haline gelmiştir. AKP psikolojik savaşını ve toplumun kafasını bulandırıp yönlendirmeyi bu eksende yürütüyor. Ancak bu ucuz söylemin de sonuna gelinmiş bulunuyor. Çünkü Orhan Bursalı’nın dediği gibi ordu ile AKP bir ittifak içindedir.


AKP Kürtleri benden iyi hiçbir güç bastıramaz diyor. Ordu da Kürt Özgürlük Hareketi’ni bastırmak için AKP ile savaş ittifakı kuruyor. Başbakan “terör varsa operasyon da vardır” diyerek orduyla aynı çizgide olduğunu ortaya koymuştur. Bu sorun şiddetle çözülür, yani ezilir çizgisini bugün AKP savunmaktadır.


AKP politikasını temsil eden birinci kişi Başbakan’dır. Bu politikayı açıkça dışa vuran ise Cemil Çiçek’tir. Diğer AKP’lilerin ve yandaşlarının dillendirdiklerinin çoğunluğu duruma göre söylenmiş sözlerdir. Herhalde Galip Ensarioğlu’nun Kürtleri aldatmak için söylediği sözler AKP’nin esas politikaları olarak ele alınamaz. Galip Ensarioğlu gibi bireysel çıkar için politika yapanların görevi AKP’nin Kürtleri ve demokrasi güçlerini rahatsız eden söylem ve tutumlarının üstünü örtmek ya da amiyane deyimle şerbetlemektir.


Devlet ve AKP’nin yanıldığı bir nokta var; artık Kürtler için ölüm yılma etkeni değildir. Çünkü Kürtler için her ölüm ve zulüm direniş gerekçesi haline gelmiştir. Bu hareketin kırk yıllık tarihi ölümler ve zulmün direnişi daha da derinleştirdiğinin kanıtıdır. Öfke artıyor, bu da direnişi güçlendiriyor. Kürtler ölümlerle susturulsaydı faili meçhul cinayetlerle, yüz binlik ordularla yürütülen bastırma hareketleriyle sonuç alınırdı. Faili meçhul cinayetler ve HPG ölümleri halk içinde öfkeyi ve direniş iradesini büyütmekten başka bir sonuç vermemiştir.


Birçok çevre, hatta devlet içinde yer alanlar 1990’lı yıllardaki politikaların bugünkü direnişe yol açtığını söylemektedir. Eğer bu değerlendirmeler doğruysa AKP politikaları için bu ne perhiz bu ne lahana turşusu denilebilir.


Ancak Kürt halkı ve demokrasi güçleri Türkiye halkları için bir komplo olan bu oyunu bozacaktır. Demokratik Ulus zihniyeti ve bunun ortaya çıkardığı blok bu çözümsüzlük politikalarına ve yarattığı acılara son verecektir. 12 Haziran seçimleri bu açıdan daha da önemli hale gelmiştir.