Panopticon (her şeyi gören) sadece mimari bir
biçim olmayıp, aynı zamanda bir yönetim biçimidir. Zihinler üzerinde
iktidarı uygulama şeklidir. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediğini
asla bilmezken, hep şüphe duyar. Böylece gözlenenler gözleyenin ne zaman
kendilerini gözlediklerini bilmedikleri için her an gözetleniyormuş
kanısına kapılırlar.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaştırılmış tecrit 500 günü bulurken, İmralı sistemi ve bir işkence yöntemi olarak tecrit tartışılmaya devam ediliyor. Siyasi kimliği ve benliği yok etme modeli olarak, egemenlerce hayata geçirilen “tecrit” İnsan Hakları Haftası’nın da önemi bir gündemidir.
Fransız düşünür Michel Foucault’a göre on dokuzuncu yüzyılda batı toplumlarında hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar alanlarındaki çok önemli bir geçiş dönemine işaret ettiğini belirtir… Dolayısıyla Foucault tarafından kullanıldığı biçimiyle Panoptizm, on sekizinci yüzyıldan itibaren Batı toplumlarında artan gözetim ve kontrol mekanizmaları ve bu bağlamda bireylerin sosyal uyarlığını tarif eder. Toplumu, yaşamın bütün alanlarında değişik kurum ve organizasyonlarla kontrol eden Panoptizm ayrıca ‘iktidarın mikro fiziğini’ ayarlar. Panoptizmin etkisi ise, bir bireyin sürekli gözetleniyor olma ihtimali yönündeki bilinçte saklıdır. Birey, gerçekten gözetleniyor olup olmadığından bağımsız olarak, kendini var olan normlara göre disipline eder.
Foucault, Yunanca panoptes = ‘her şeyi gören’ kelimesinden türeyen Panoptizm kavramını geliştirirken, Panopticon isimli hapishane modelinden esinlenir. Bu modelin yaratıcısı ise İngiliz hukukçu ve sosyal reformcu Jeremy Bentham’dır (1748-1832).
Klasik ütilitarizmin kurucusu sayılan ve sistematik hukuk pozitivizmin ilk savunucularından olan Bentham, İngiltere’de ceza hukuku ile ilgili tartışmalara aktif bir şekilde katılır. ‘Psikolojik baskı teorisi’ni benimseyen Bentham’e göre önemli olan suçun cezalandırılması değil, önlenmesidir. Ceza ise, potansiyel suçlunun suç işlemesini önleyecek bir faktör olarak değerlendirilmeli. Ceza infaz sisteminde reformların yapılmasını savunan Bentham, bu çerçevede tamamen gözetime dayalı bir hapishane olan Panopticon modelini geliştirir.
Panopticon modeli
Jeremy Bentham, geliştirdiği modeli mimari bir taslağa da kavuşturur. 1791 yılında hazırladığı taslakta cezaevinin kendisi halka biçimli bir binadır. Ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde bir mahkum vardır. Merkezi kulede ise gözetleyici gardiyan vardır. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından, gardiyanın bakışı tüm hücreyi kat edebilir. Hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak, bireyin yaptığı her şey gardiyanın bakışına açıktır. Bu gardiyan kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur.
Sonuç olarak, çok sayıda mahkum tek gardiyan tarafından sürekli gözetlenebiliyor. J.Bentham bu model ile, bütün mahkumların sürekli olarak kurallara uygun hareket etmesini sağlamak istedi. Çünkü kurallara uymadığında cezalandırılacak olan mahkumun gözetlenirken kural çiğnemeyeceğini düşünüyordu.
İktidarı zihinle uygulama yöntemi
Panopticon sadece mimari bir biçim olmayıp, aynı zamanda (özelde) bir yönetim biçimidir. İnsanların zihinleri üzerinde zihinle iktidar uygulama şeklidir. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediğini asla bilmezken, hep şüphe duyar. Böylece gözlenenler gözleyenin ne zaman kendilerini gözlediklerini bilmedikleri için davranışlarını sınırlamak ve sanki her an gözetleniyormuş kanısına kapıldıklarından, Panopticon disiplinini içselleştirirler. Bentham’in doğrudan angaje olmasıyla birlikte on dokuzuncu yüzyılın başında böylesi bir hapishanenin inşa edilmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu proje, 1811 yılında tamamlanmadan durduruldu. Ancak Panopticon modeli sonraki yıllarda özellikle Batı toplumlarında uygulanan bir hapishane modeli oldu. Model, sonraki yıllarda teknik, fiziksel ve psikolojik olarak geliştirilip yaygınlaştırıldı.
Sürekli gözetim ve tecrit
Bunlardan biri, ABD’nin Philadelphia kentinde bulunan Eastern State Penitentiary Cezaevi. 1822-1829 yılları arasında inşa edilen bu cezaevi yıldız şekline sahip. Bu cezaevi iki temel amaca göre inşa edilmişti. Bunlar; sürekli gözetim ve tecrit. 6 tane uzun yapı kanadının tam ortasında bulunan kuleden bütün cezaevi gözetlenebiliyordu. Tek kişilik hücrelerde kalan mahkumları ne kendi aralarında, ne de dış dünyası ile iletişim kurma olanağına sahiptiler.
‘Sürekli gözetim-sürekli tecrit’ mantığı üzerinde geliştirilen bu ve benzeri hücre tipi cezaevleri günümüz Avrupa kıtasında dalga dalga yayıldı. Fransa, Amerika, Avustralya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler bu modelleri sömürge ülke ve toplumlara götürmeye başlamasıyla hücre tipi cezaevleri Doğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinde yaygınlaşmaya başladı.
Philadelphia’daki Eastern State Penitentiary Cezaevi daha sonra birçok cezaevi için model niteliğindeydi. İngiltere’nin başkenti Londra’da 1842 yılında inşa edilen Pentonville Hapishanesi ile Kuzey İrlanda’da yapımı 1819’da tamamlanan Armagh Gaol Cezaevi bunların arasında yer alıyor. Ancak bütün bu panoptikum cezaevleri arasında, Bentham’in modeline en yakın olan, Küba’daki Presidio Modelo hapishanesidir.
‘Model Cezaevi’ anlamına gelen bu hapishane, vaktinde Latin Amerika’daki en güvenlikli cezaevi idi. 1926-1931 yılları arasında diktatör Machado tarafından Nueva Gerona yakınlarında inşa ettirildi. Presidio Modelo toplam 4 binadan oluşuyor. Daire şeklindeki her bina 5 kata sahip. Her binada 93 hücre bulunuyor. Ayrıca her binanın ortasında yüksek bir gözetim kulesi bulunuyor. Böylece bütün mahkumlar 24 saat gözetim altında tutulabiliyordu. Denebilir ki, bu ‘model’ cezaevinde aynı zamanda mahkumlar üzerinde oluşturulan ve oluşturulmak istenilen tüm psikolojik sistemler uygulandı. Buradaki sonuçlar birçok cezaevi yönetimine el kitabı olarak gönderildi. Günümüzde artık müze olarak kullanılan bu cezaevinin en ünlü mahkumları, 1953’te başarısız bir darbenin ardından tutuklanan Fidel Castro ve Che Guevara oldu.
Tarih boyunca tecrit
Tecrit ilkin kilise hukukunca benimsenmiş ve ilk hapishaneler manastırlarda kiliseyi eleştiren kişiler için ehlileştirme amacı ile 7-8 yüzyıllarda kurulmuştur. Topluma dönük ilk cezaevlerinin kurulmasına 12. yüzyılda İngiltere’de rastlanır. İngiltere’de sanıklar krallık mahkemesince yargılanana kadar hücrelerinde tecrit altında tutulurlardı. 1166’da Kral İkinci Hanry’nin her ilde bu amaç için bir kurum oluşturulmasını emretmesi ile özel olarak cezaevlerinde tek kişilik hücrelerin yapımına başlanmıştır. Tabii yine amaç esas cezanın infazına kadar ‘suçlu’yu tecrit altındaki hücresinde muhafaza etmekti! Daha bu süreçte bile hücre en elverişli yöntem olarak krallık hapishanelerinin temel biçimi idi.
Koşullar son derece gayri insani ve vahşiydi. Yeni bir sınıf olarak burjuvazinin gelişmesi ve iktidarlaşmasını sağlayan koşullar olgunlaştıkça bu konuda da yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle ceza düşüncesinde aydınlanma çağına doğru farklı yaklaşımlar iyice hissedilir hale gelmişti. Toplumsal yapıdaki değişiklere ve gelişmelere paralel olarak tecrit, esas cezanın uygulanmasına kadar sanıkların alıkonulmasına dönük bir yöntem olmaktan çıkıp, mahkumlara uygulanan bir ceza durumuna geldi.
Hafif suçlar için ıslahevleri
16-18. yüzyıllar arasında; 1596’da Amsterdam’da, 1704’te Roma’da, 1773’te Gent’te hafif suçlar için birçok ıslahevi ve atölye kurulmuştu fakat, buralarda bile kurallara uymayanlar için özel hücreler yapılmıştı. Daha kuruluşunda ıslah amaçladığı için hapishane değil, ıslahevi olarak adlandırılıyordu. Buralarda azap çektirilmekten çok ıslah etme esas alınarak sıkı disiplin ve ağır çalışma bu amaçla bir ıslah yöntemi olarak kullanılıyordu.
1596’da Amsterdam’da kurulan Rasphois, ilk hapishane olarak kabul edilir. Burada tecrit, zorunlu çalışma ve sıkı disiplinden oluşan bir sistem bulunuyordu. Hücre daha bu ilk cezaevinin bel kemiğini oluşturuyordu. Tecride alınan mahkumun ruhunda ve beyninde oluşan boşluk ruhani metinler okuyarak doldurulmaya çalışılıyordu. Mahkumun ıslahı ne pahasına olursa olsun hedeflendiğinden mahkumun boşaltılması ve yeniden proğramlanması için en uygun yöntem, biçim ve teknikler araştırılıyor, yeni sistemler birbirini kovalıyordu. Flaman modeli olarak bilinen Amsterdam Rasphois’i ‘İngiliz Modeli Hapishane’ izledi. İngiliz modeli hapsetme Flaman modelinden farklı olarak ağır çalışmanın yanında tecrit yönteminin yoğunca kullanılması ile ayrılıyordu. Ve bunu ıslah etmenin temel koşulu olarak ele alıyordu. 1775 tarihinde Hanway tarafından meşrulaştırılan bu sisteme göre tecrit mahkumu “kötülüklerden kurtularak kendine geri dönebileceği ve bilincin derinliklerinden iyinin sesini duyabileceği müthiş bir şok oluşturmaktaydı.”
Hıristiyan manastırcılığın tekniği olan ve yalnızca Katolik ülkelerde sürmekte olan hücre; çalışma zorunluluğunun ortaya çıkardığı meslek kazandırma ve iş gücünü kullanarak yaşama alışkanlığının yanında hakim ideolojinin yeniden oluşturulmasının da aracı oluyordu. Bu yönteme maruz kalan mahkumun dışarıya çıkmasıyla iflas ediyordu. Öyle ki mahkumları ehlileştirdiklerini düşünen yöneticiler bir süre sonra dışarıda mahkumların hedefi haline geliyordu. Buna rağmen bu sistemle beraber ‘ruhun ve tavırların dönüşümü’ amacı ile bir ceza olarak yasalara girmeye başlıyordu ve hücre uygulaması yeni işlevler kazanan hapishanede etkin olarak öne plana çıkıyordu.
Her iktidara lazım
Siyasi kimliği yok etme modeli olarak Amerikan sisteminin siyasal yenileşme çabalarına bağlı olarak gelişen bu model öncekiler gibi kısa ömürlü olmadı. 1850’lilerde ortaya çıkan cezaevleri Islahat Hareketine kadar yeniden ele alınarak geliştirildi. 1790 yılında Philedelphia kentinde kurulan Valnut Street Hapishanesi’nde uygulanmaya başlanan model, atölyelerde zorunlu çalışma, mahkumların sürekli meşgul edilmesi, hapishanenin mahkumların çalışması ile finansmanı, mahkumları tahliye edildikleri zaman vermek kaydıyla bir ücret verilmesi, yaşamı mutlaklıktan ve sürekli gözetim altında tutarak zamanın ayrıntılı plan dahilinde kullanımı gibi uygulamaları içeriyordu. Bu modelde mahkumun hapis süresi hal ve gidişine göre değişiyordu. Bu yüzden mahkumlar hakkında ayrıntılı dosyalar tutuluyor, bilimlerden yararlanılıyordu. Artık ceza öç almak- acı çektirmekten çok “ıslahı” hedefliyor ve mahkumun bedeninden ziyade, ruhu, düşünceleri hedef alınıyordu. 1829 yılında hücre uygulamasını daha etkin kullanmayı esas alan hapishane sistemi yine Philedelphia’da kurulan Doğu Eyalet cezaevinde başlatıldı.
Burada mahkumlar hücrelerinde zorunlu çalışmaya tabi tutuluyor, görevliler ve ara sıra gelen ziyaretçiler dışında kimseyle görüştürülmüyordu. “Ayırma Sistemi” adı verilen bu yöntem, 19.yüzyıl boyunca Batı’da en yaygın cezaevi sistemi olarak kullanıldı. 1840’da Avustralya’nın doğusunda bir İngiliz ceza kolonisi olan Norfolk adasında yüzbaşı Alexsander Maconochie “Not sistemi” diye bilinen yeni bir sistem geliştirdi. Bu sistem mahkumların önceden belirlenmiş cezalarını yatmaları yerine not toplamalarını dayatıyordu; “iyi davranış” sıkı çalışma not kazandırırken, “itaatsizlik ve çalışmama” notları siliyordu.
Bu sistem cezanın suça uygun olması kuralının yerine bireyleri hegemonya altına almayı esas alıyordu. İngiliz sömürgeciliğine direnenleri ve sosyalistleri hedef alan bu uygulama 1900’lerde yerini yine bir uygulama olan “İrlanda Sistemine” bıraktı. Bu yöntem üç aşamaya ayrılmıştı. İlk aşamada mutlak yalıtmaya dayalı bir hücre hapsi uygulanıyordu. Burada sonuç alırsa diğer mahkumlarla birlikte çeşitli işlerde çalışmaya izin veriliyor, üçüncü aşamada ise epey hizaya sokulmuş mahkum denemeye tabi tutuluyordu. Mahkum tam boyun eğdiğini ve istenilen tipe ulaştığını ispatlamazsa tekrar hücreye kapatılıyordu. Bu sistemde de önceden belirlenmiş ceza süresi yoktu. Salıverme kayıtsız –şartsız teslimiyete ve dönüşüme bağlıydı. 19.yüzyıl sonlarında Amerika’da hükümlülerin suç türlerine göre sınıflandırılarak birbirinden ayrılmasını, zorunlu çalışmayı, önceden belirlenmiş ceza sürelerinin iyi davranışa, ödüllendirme ve koşullu salıvermeyi savunan ‘ıslah evleri hareketi’ diye bir akım doğmuştur. Bu akımla birlikte hücre uygulaması artık tüm suçluları değil, esas olarak siyasal suçlulara nadiren adli suçlulara yönelik uygulamaya dönüştü. 20.yüzyılda Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan bu akım cezaevlerindeki uygulamaların siyasi ve adli mahkumlara farklı uygulanması esasına dayanıyor.
İlk laboratuarı Kore’de...
Bundan sonra hücre siyasi mahkumlara yönelik bir uygulama olarak öne çıkıyordu. Siyasal kimliği yok etmeye yönelik olan hücre ve tecrit uygulamasının mahkumda yarattığı fiziksel sonuçlar ise: İştahsızlık, baygınlık, kalp hastalığı, aşırı terleme, aşırı baş ağrısı, tansiyon, görme problemi, kilo kaybı, tansiyon, mide ülseri, işitme sorunu, halüsinasyon, depresyon, sinirlilik, aşırı gerilim, konsantrasyon bozukluğu, hafıza kaybı, yapısal bozukluk ve konuşma zorluğu olarak tespit edilmiştir.
ABD, muhalifleri cezaevlerinde tecrit ederek yalnızlaştırmak, bu yolla kişiliklerini yok ederek itaate zorlamak için ilk büyük laboratuarı Kore’de kurdu. Psikiyatrist doktor Edgar Schein burada asker psikolog olarak görev yaparken daha sonra hava kuvvetlerine ve CIA’ya aktaracağı deneyimler edinmişti. Bu deneyimleri cezaevlerinde de kullanılmış ve Schein, 24 maddelik özel bir program hazırlamıştı. Bu programa göre karakter zayıflatılması için teknikler uygulanmalı, sert cezaevi yöntemleriyle arada bir düzenli olarak işkence yapılmalıydı. 1965’lere kadar devam eden bu yöntem, CIA’nın psikolojik baskı teknikleriyle zenginleştirilmişti. Nikaragua’da gizli olarak kurulan hücreler, adeta CIA’nın spikolojik teknik labaratuarları olmuştu. Özellikle siyasi mahkumlar üzerinde uygulanan tekniklerde kişinin hiçselleşmesini sağlayan metodlar geliştiriliyordu.
Hitler’den iktidarlara miras
Almanya’da 1940’lı yıllarda Hitler’in psikolog ve sosyologları, toplama kamplarını ve hücreleri keşfetmişti. Bu yalnızlaştırma laboratuarında itaat ve korku Harlow’un deneyimlerindeki gibi maymunlara değil, insanlara öğretiliyordu. Hitler’in akıl hocası olarakta tarif edilen Alfred Rosenberg ve Dietrich Eckart, psikologlarda edindiği bilgiler doğrultusunda üç, dört mahkumun bir arada kalmasından ziyade önemi yüksek mahkumların tek hücrelerde tutulmasını ve yemek ihtiyacı dışında hiçbir ihtiyacın karşılanmaması ve mahkumun hiç bir şekilde kimseyle iletişim kurmamasını uygun bularak yürürlüğe koymuştu ama, bu yeterli gelmiyordu. Kişi üzerinde uygulanacak psikolojik baskıların ve fiziksel tahribatların daha fazla ve bilimsel olarak geliştirilmesi gerekiyordu. Hitler’in talimatıyla Almanya ve Avusturya’da toplanarak Berlin’de bir araya getirilen psikologlar da mahkumlar üzerinde uygulanacak psikolojik ve fiziksel etkilerin geliştirilmesi istendi.
Nazi Almanyası’nda toplama kamplarında inşa edilen özel odalarda deneyler yapıldı. Mekanının dizaynı, odanın ısı derecesi, iç mekanda kullanılan renkler, banyo ve tuvalet ihtiyacının nasıl giderileceği, gardiyan mahkum ilişkisi gibi bir dizi uygulamalar psikolog ve sosyologların denetimi ve gözetimi altında gerçekleşiyordu. Günlük olarak tutulan tutanaklar daha sonra psikologlar arasında tartışılıyor ve mahkumun eğilimlerine göre yeni psikolojik tebdirler getiriliyordu. Hücre de kişinin tek başına tecrit altında tutulması her ne kadar 1700’lerin başında başlamışsa da tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını hedefleyen yöntemler, Hitler döneminde bilimselliğe kavuşturularak ağırlaştırılmaya başlanmıştı. Geliştirilen psikolojik tebdirler iki bölüme ayrıştırılmıştı. Birinci bölümde mahkumun psikolojisi hedeflenirken ikinci bölümde mahkumun dışarıdaki çevresi üzerinde geliştirilmesi esas alınmıştı.
Tecridin tarihine yolculuk ederken, dünkü yazımızda “Hitler’den iktidarlara miras” alt başlığıyla “mahkumun psikolojisi” ve “mahkumun dışarıdaki çevresinin etki altına alınması”na vurgu yapmıştık. Bugünkü bölümde de, Hitler döneminden alınan yöntemlerin daha sonra nasıl geliştirilmek istendiği üzerinde duracağız.
Hitler’in iki yönlü programı, ABD’nin Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) tarafında daha sonraki yıllarda bilimsel teknikler üzerinde yükselmeye başlanmıştı. Almanya, tecrit uygulamaları konusunda boş durmuyordu. Denenen ve sınanan yöntemlerin üzerinde farklı ve değişik deneyler üst üste ekleniyor yeni metodlar keşfedilmeye çalışılıyordu. 80’li yılların başında Hamburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi’nde bu konuda yeni deneyler yapıldı. Önce ses ve ışık yalıtımı olan, gündüzün ve gecenin fark edilmediği odalar yapıldı. Dışarıdan hiçbir etkinin giremediği bu odalar deney amacı ile insanlar kondu. Bu insanların bir bölümü Alman askerleriydi. Bu tecrit deneylerinin sonuçları, bilim insanlarınca değerlendirildi. Örneğin, içeriye giren insanların dayanma sınırı nedir? Ne zaman ağlamaya başlıyorlar ve yalvarıyorlar. İstemleri, arzuları, özlemleri, eğilimleri bir bir keşfedilerek bu istek ve arzuların nasıl bastırılacağı veya yok edileceği hesaplanıyordu. Hedef belliydi. Kişi sadece nefes alıp-verecekti. Bunun dışındaki yaşam belirtileri yok edilecekti.
Tecrit dışarıdakilere de uygulanıyor
Hitler’in esir kamplarında tecrit altında tutulan Dr. Lois Rosheim, tek başına iki yıl boyunca kaldığı hücresini şöyle tarif ediyordu: “Gece ve gündüz sürekli ışık yanıyordu. Bu nedenle gece ve gündüzü ayırt edemiyordum. İki yıl boyunca kimseyle konuşmadım. Hücremde sadece bir kazan kapağı büyüklüğünde havalandırma deliği vardı. SS subayları zaman zaman bana görünmeden Yahudilere nasıl işkenceler yaptıklarını, çocuklarıma nasıl tecavüz ettiklerini kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Uyumak istediğim de tavandaki hoparlörden tuhaf sesler vermeye başlıyorlardı. Zaman zaman gelen ve beni sınamaya çalışan psikologların tecridi test ettiklerini biliyordum. Benimle uzun uzun konuşup eğilimlerimi, duruşumu, zaaflarımı ve dış dünya hakkındaki görüşlerimi almaya çalışıyorlardı. Görme, ve duyma bozuklukları başta olmak üzere birçok fiziksel sorun yıllarca üzerimde silemediğim davranış bozukluklarını beraberinde getirdi. Bırakıldığımda yakın çevrem üzerindede bir psikolojik deneyin yapıldığına şahit oldum. Öyle ki, yakın çevrem benim bir Nazi ajanı olduğuma inanmıştı.”
Tecrit, sadece içeride mahkum üzerinde devam etmiyordu aynı zamanda onun dışarıdaki çevresi üzerinde de uygulanıyordu. CIA, Dr. Lois Rosheim’in çevresi üzerinde uygulanan psikolojik yöntem taktiklerini 1970’lerin başında öylesine geliştirdi ki, bu yöntemi yalnız yakın çevre için değil basın-yayın aracılığıyla ulusal ve uluslararası alanlara taşıdı. İçeride mahkuma psikolojik baskı yapılırken dışarıda mahkumun manipüle edilmesine ilişkin metodlar geliştirilip basın-yayın aracılığıyla yığınsal kitleler etki altına alınmaya başlandı.
Nikaragua’daki gizli özel hücrelerde çok düşük FM frekansında (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, renk körlüğü ve görme bozuklukları hatta panik duygusunu mahkum ve çevresinde yaymanın yöntemleri bile devreye sokulmuştu. Mahkumun itibarsızlaşması için her yola başvuruluyordu. Mahkumun tuvaletteki, banyodaki ve yataktaki duruşları fotoğraflandırılıp altına yalan yanlış spotlar düşürülüyordu. Aynı fotolar, önce mahkumun yakın çevresine mahkum adına gönderiliyor daha sonra basına dağıtılıyordu.
Sessiz ölüm metodu olarak tecrit
Tecrit, duyusal algı yoksunluğu yoluyla, Lacan’ın üçlemesi içerisinde sembolik düzen olarak tarif ettiği düzlemi çökertmektedir. Bu durum birçok deneyle de tespit edilmiştir. Bu deneyler tıp alanında literatüre de girmiştir. Bu deneylerin en bilinenleri: 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen algı yoksunluğu deneyleri, Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde gerçekleştirilen deneyler ve Jan Gross ve Ludvik Svab’ın gerçekleştirdiği deneylerdir. Gross ve Svab’ın, 1950’lerin başında gerçekleştirdikleri deneylerin ardından kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi” başlıklı yazılarında ulaştıkları en önemli sonucu şu cümlelerle özetlemişlerdi: “Bu bir işkence. Hiç delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara yok işkenceye dair. Hiçbir delil yok. Evet buna uzun ve sessiz bir ölüm diyebiliriz.”
Yine 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından bir hapishanede gerçekleştirilen tecrit deneyi oldu. Gerek bu deney ve sonuçları, gerekse Mc Gill Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deneyler, Hitler’in toplama kamplarında kurduğu tecrit odalarında uygulanan deneylerde elde edilenlerin yeniden sınanmasıydı. 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından gerçekleştirilen deneylerin sonucunda ise şu tespitlere yer verildi: “En küçük bir kesintinin ve müdahalenin olmadığı böyle bir yalnızlık, insanın dayanma gücünü aşmaktadır. Hiç durmadan ve acımasızca mahkumun içini oyar, ıslah etmez, öldürür. Bu deneye maruz kalanlar, öyle gözle görülür biçimde eriyip soldular ki, muhafızlar bile etkilendi bundan. 8 yıl içinde 136 mahkumdan 123’ü intahar girişiminde bulundu ve bunların 86’sı yaşamlarını kaybetti. Geriye kalanlar ise intiharı düşünemeyecek kadar kendilerinde uzaklaşmışlardı.”
Tecrit ve irade
Hücrede tecrit altında tutulan siyasal kimliklere sahip mahkumlara ilişkin yapılan araştırma, deney ve metodlar ve burada sağlanan sonuçlar ilgili makamlara farklı başlıklar altında gönderilmişti. Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde Jan Gross ve Ludvik Svab’ın 21 yıllık çalışmaların sonucunda kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi”, 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen “Algı Yoksunluğu” deneyleri, siyasal kimliklere sahip tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını CIA’ya rapor eden Koreli Psikiyatrist doktor Edgar Schein ve yeni aynı kurum için Latin Amarika’da görev yapan psikolog Jordan Brooke’ın “Psikanaliz olarak politik kimliklerin” deney sonuçları şöyle özetleniyordu:
“Politik bir kimliğe sahip tecrit altında tutulan mahkumlar, üzerinde uygulanan psikolojik yöntemler, çoğu zaman mahkumun iradesine çarpıyor. Mekan, ortam, uygulanan yöntem ve psikolojik baskılara karşı mahkumun tüm bu uygulamaları bir hedefe yönelik gerçekleştirildiği bilinci her ne kadar psikolojik bir tahribat yaratmasa da fiziksel tahribatlara yol açtığı görülmüştür. Mahkumu çevreleyen toplumsal-politik yapı ya da toplumun mahkuma ilişkin edindiği ve benimsediği politik kimliksel yapı kırıldıkça tecridin mahkum ve toplumsal kimlik üzerindeki etkileri bir sonuç doğurabilir.”
İspanyol Psikolog yazar Alejaudro Lazaro’nun ETA militanları için Uluslararası Cezaevleri Araştırma merkezi için hazırladığı raporda çarpıcı başlıklara yer verilmiş: “Militanlar uygulanan tecridi iç dünyalarına yansıtmamak için ciddi bir mücadele vererek psikolojik yöntemleri kendi leyhlerine çevirebiliyorlar. Bilinçaltı etkenleri kırmak, zayıflatmak veya yıpratmak için uygulanan tüm yöntemler, bu mahkum grubunda irade psikolojisine çarpmakta. Toplumsal psikoloji ve kendi kendine psikoanaliz güçler devreye girerek uygulamaları zayıflatmaktadır.”
Yavaş ve acılı bir ölüm
8 yıl boyunca çeşitli ülkelerde hücre sistemini ve tecrit altında tutulan politik kimlikli mahkumlar üzerinde MOSSAD için araştırmalar yapan psikolog Prof. Levi Gad, “Tecridin dışsal (kamoyu) etkisi kırıldıkça mahkumda psikolojik kırılmalar daha hızlı başgösteriyor” belirlemesinde bulunuyor. Gad, tecridin yavaş ve acılı bir ölüm makinası olduğunu belirterek, “Tecrit politik kimlikli mahkumlara uygulanacak izolasyon politikaları mutlak anlamda çeşitli araç ve yöntemlerle dışarıyla eşgüdümlü sürdürülmeli” tespiti, tecrit politikalarına yeni bir boyut kazandırdığı bilinmektedir.
Tecridin şüphesiz fiziksel yıpratma boyutu kaçınılmaz olarak mahkumları kısa süreli olmazsa da uzun vadeli ve kalıcı etkilediği bir gerçek. Konuyla ilgili araştırmalarda bulunan aynı deneyciler ve gözlemciler, “Fiziksel tahribatlar mezarda gelen çığlıklara benzer” tespiti, tecridin insan fiziği üzerinde bıraktığı korkunç taribatları tarif etmeye yetiyor. Yine tecrit üzerine yapılan araştırmalarda, “Fiziksel rahatsızlıkların da psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı bilinmesine rağmen aynı grup içinde yer alan mahkumlar, bu yansımaları bilinçli bir şekilde kontrol altında tutsa da uzun vadeli sonuçlara hükmetmekte zorluklar çektiği bilinmektedir” deniyor.
İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi için araştırma yapan Mihriban Karakaya ise “Zindandan hapishaneye; cezaevi sisteminin gelişimi” başlıklı yazısında “Uzmanlar tarafından; bir işkence, insanlık suçu, insanın fiziksel doğasının inkarı olarak tanımlanan tecridin çağdışı bir infaz modeli olduğu bilinmesine rağmen, neden hala F tipi - D tipi ve İmralı Ada Tipi cezaevinde uygulandığını yüksek sesle sormalıyız. Tecridin mimarları eserlerine yenilerini eklemek ve insanlığın özgür - eşit sömürüsüz yarınlara dair özlem ve umutlarını yani geleceğini ‘rehin’ almak için çabalamaktadır” vurgusu yapıyor.
Almanya’dan ABD’ye: 40 yıl tecrit
Almanya’da 1970’li yılların başında hücre tipi uygulamalar, ilk olarak RAF üyelerine uygulandı. Tabutluktaki yok ediş gecikmedi. Önce Ulrike Meinhof, arkasından da dava arkadaşları Baader, Ensslin ve Raspe hücrelerinde ölü bulundu. Otopsi raporlarına göre RAF üyeleri öldürülmüştü.
RAF üyelerinin öldürülmesiyle birlikte birçok devlet, Almanya’nın uyguladığı örnek tecrit politikalarının, yasalarında ne şekilde yer alacağına dair çalışmalara girişti. Laboratuarlarda teknolojinin de desteğiyle yöntemler daha fazla geliştirilmiş ve tecrit sistemi 70’li yıllarla birlikte birçok ülkenin yasalarında yer alarak, bütün dünyada yaygınlaşmıştı. İngiltere’de IRA’ya, Latin Amerika’da, ABD’de BLA’na, İtalya’da Kızıl Tugaylar’a, Kore’de, İspanya’da ve Vietnam’da kullanılacaktı. Almanya’da Stammheim Cezaevinde, İngiltere’de Özel Güvenlik Ünitelerinde, ABD’de H Bloklarında, Güney Amerika’da kaplan kafeslerinde bir çok insan hücrelerin sessizliğine bırakıldılar..
Sonuç: Tutuklu ve hükümlülerin beden ve ruh sağlıklarında ciddi ve onarılmaz taribatlar baş göstetermeye başladı. İktidarlar bu yöntemi çok sevmeye başlamışlardı. Öyle ki, bir çok tecrit uygulaması isteniler sonuçlar vermedikçe mahkum üzerindeki tecridin de zamanı bir o kadar uzayabiliyordu. Robert King, 29 yıl boyunca günün en az 23 saatini altı metrekareden daha küçük bir hücrede geçirdi. King, cezasının büyük bölümünü ABD’nin en büyük cezaevi olan Louisiana Cezaevi’nde tamamladı. Cezaevinin kurulu bulunduğu topraklar, yıllar önce Afrika’dan getirilen insanların köle olarak çalıştırıldığı bir plantasyon olduğundan buraya ‘Angola’ adı verilmiş.
2001’de serbest bırakılan King, kendisini hala ‘Angola Üçlüsü’ olarak tanımlıyor. Bu üç kişi, uzun yıllar süren bir uluslararası adalet kampanyasının odağı olmuş. Üçünün aldığı tecrit cezasının toplamı 100 yılı buluyordu. Üçlünün diğer elemanları, Herman Wallace 70, Albert Woodfox ise 65 yaşında. Geçtiğimiz nisan ayında tecritte tam 40 yılını doldurdu. Üçü de işlemedikleri bir suçtan ötürü ve düpedüz hatalı yargılama sonucu hüküm giymişler. 70 yaşına dayanmış olan King, tecritte geçirdiği yıllara dair “Zamanından önce yaşlandırıp takatten düşürdüğünü” söylüyor. Bunun bir de psikolojik boyutu var. Kendisinin güçlü kaldığını ama insan iletişiminden yoksun kalmak nedeniyle tam bir yıkım içinde olduğunu belirterek “Bir ceza yöntemi değildi tam anlamıyla bir intikam yöntemiydi” diye ekliyor.
‘Sanki bitkisel hayattalar’
1960 ve 70’lerde ‘Angola’, hükümlüleri zorla çalıştırması, seks köleliği ve şiddetiyle meşhurdu. Fakat Robert King, tecridin bütün bunlardan daha kötü olduğunu söylüyor. ‘Angola Üçlüsü’nün diğer iki elemanı olan Herman Wallace ve Albert Woodfox’un avukatı Nick Trenticosta ise “23 yıl boyunca izolasyon altında kalmak bir ölünün tabutta kalkmasına benziyor. Sanki bitkisel hayattalar” diyordu. ABD’deki cezaevlerinde tecritte olanların sayısına ilişkin güvenilir bir rakam bulmak zor. Ancak son yıllarda bu sayının giderek arttığı biliniyor. Tecride karşı kampanya yürütenler, bu sayıyı 80 bin olarak ifade ediyor. Tecrit Gözlemcisi adlı kampanya grubundan Jean Casella ise daha çarpıcı bir ifadeyle, “Birkaç günü ya da haftayı aştığında tecrit artık işkence haline gelir” diyor.
İspanya'da Basklı siyasetçi Tomax Carrera Juarros, 1979-1995 yılları arası 16 yıl boyunca tek kişik hücrede tecrit altında kaldı. Normal olarak her gün 23 saati hücrede geçiyor, 1 saat havalandırma ve banyo için ise sadece 6 dakikalık zaman tanınıyordu.
Hücreden havalandırmaya ya da banyoya gittiğinde ve geldiğinde üstünün her seferinde tamamen soyularak arandığını söyleyen Tomax Carrera Juarros, "Haftada bir altı dakikalık banyo zamanı çoğu zaman gardiyanların keyfi uygulamasıyla yaptırılmıyordu" diyor. Juarros, cezaevinde yaşadıklarını şöyle özetliyor: "İspanya'da iki türlü tecrit var. Eski tip cezaevleri ve yeni tip cezaevleri. Eski tip cezaevlerinde diğer tutuklularla konuşmak daha mümkün, fakat konuşurken yakalanırsan hemen hücreye konuluyorsun. Modern olan cezaevlerinde ise diğerlerini görmek ve konuşmak imkansız. Tek insani ilişkin gardiyanlarladır, o da asla seninle konuşmuyorlar. Hücreler 3'e 5 metre çapında. Küçük bir penceresi var ama pencere küçük delikleri olan bir metal ızgara ile kaplı. İçeri ışık girse de buradan dışarısını görmek imkansız. Biz buna diskotek etkisi diyoruz. Pencereden süzülen ışık ve dışarıyı görememek bir süre sonra yavaş yavaş görme yeteneğinizi kaybetmenize yol açıyor. Nesneler arasındaki uzaklık ve yakınlık farkını algılayamıyorsunuz. Tecrit hücresindeyseniz, sahip olduğunuz eşyalar sınırlı verilir. Yazları 2 tişört, 2 iç çamaşırı, 2 çift çorap, 2 pantolon, kış ise 2 kazak yaz ise tek kazak. Diğer eşyalarınız başka bir bölümde alıkonulur. Kitaplarınız için izin alabilirseniz sadece iki tanesini hücrenize alabilirsiniz. Eğer başka kitap almak istiyorsanız mesela eğitim için birisini geri vermeniz gerekir" diye açıklıyor.
Tecridin insan kişiliği üzerinde bıraktığı etkileri ise Juarros şöyle özetliyor: "Kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amaç ve hedefi yoktur tecridin. İçeride kendi tanık olduğum olaylar bunun kanıtı. İnsanların 15 gün tecritte kalarak nasıl konuşmayı unuttuklarını daha doğrusu konuşamadıklarını gördüm... Bunun bence iki nedeni var birincisi orada yalnızsın ve konuşabileceğin kimse yok, iletişim kurmanın olasılıkları ortadan kaldırılıyor, sessizlik sabit olan tek şey. İkincisi, tek duyduğun yüzünü bile görmediğin gardiyanların ayak sesleri ve kapıların kilit sesleri. Hiç görmüyorsun fakat hep aynı saatte o aynı sesleri duyuyorsun. Dünyadan ve hayattan koparılmışsın ama hala varolduğunu biliyorsun, biliyorsun ki hala sesin var ama senden alınmış, istesen de sesin çıkmıyor."
Guzman: Derin bir kuyudayım
Manuel Ruben Abimael Guzman Reynoso, eski felsefe profesörü… Peru'daki Aydınlık Yol hareketinin devrimci lideri. Yöneticisi olduğu siyasi hareket Peru'da, 1970'li yıllardan itibaren aktif oldu ve 17 Mayıs 1980 tarihinde itibaren hükümete karşı silahlı mücadele başlattı. Peru hükümeti tarafından terörizm ve vatana ihanet suçlarından aranan Guzman, 1992 yılında tutuklandı ve ömürboyu hapis cezasına mahkum oldu. Halen Lima yakınlarındaki Callao deniz üssünde tutulmaktadır. Aynı hapishanede Movimiento Revolucionario Tupac Amaru, MRTA lideri Victor Polay ve kaderin garip bir cilvesi olarak Fujimori döneminde hapishaneyi inşa ettiren eski istihbarat şefi Vladimiro Montesinos kalmaktadır.
400 sayfanın üzerindeki düşüncelerini "De puno y Letra" adındaki kitapta toplayan ve ve bunu dışarıya çıkarmıyı başaran Guzman, kitapta gerilla dönemindeki anıları, yakalandıktan sonra mahkemede yaptığı savunma ve geleceğe dönük düşünceleri yer almaktadır. Aynı kitapta tecrit koşullarına da dikkat çeken Guzman, sadece yazdıklarını okuduğu zaman sesini duyduğunu belirterek "Burası bir mezarlık ve derin karanlık bir kuyu gibi. Kimse konuşmuyor, nasıl acı çekerseniz çekin kimsenin umrunda değil. Beni ayakta tutan en önemli yanım yoldaşlarımı özlemek ve halkımın özgürlüğe kavuşmasını bilerek ve hissederek yaşamamdır' diyor.
Guzman'nın avukatı ve ABD eski Hukukçular Birliği Başkanı Dr. Enrique Gonzalez, özellikle müvekili için basında çıkan provokatif ve manipüle içerikli asparagas haberlere dikkat çekerek "Bu bir gözde düşürme girişimidir" diyor. Reuter Haber Ajansı'na konuşan Gonzalez, Guzman'ın önemli biri olduğu için bu tür haberlerin yapıldığını tek kelime konuşma hakkı olmayan bir mahkuma ilişkin yapılanların aslında onun fikirlerinde ve gücünde korkmanın bir işareti olduğunu belirterek "Her manipüle ve asparagas haber yapıldığında ben Guzman'dan ne kadar korktuklarını düşünerek okuyorum" diyor. Gonzalez devamla "Tüm girişimlerin gözde düşürmek için yapıldığını ama bunun bir öfkeye yol açtığını artık bilmeyen yoktur" görüşüne yer verilmiş.
Möller: Üçlü tecrit yıkımı
RAF üyesi Irmgard Möller, 1972-1994 arasında 22 yıl tecritte kaldı. Ona ve RAF üyesi diğer arkadaşlarına farkılı bir tecrit yöntemi uygulandı. Hedef bu kez bir kişiden fazla bir gurubu psikolojik etkiler altında kırmaktı. Möller, bu yöntemi şöyle anlatıyor: "Ya tek başımaydım ya da Almanya'da küçük grup tecridi denilen tecridin bir türünü yaşadım. Bu tecritte 3 kişi bir araya konuyor ve birbirlerine uzun yıllar içerisinde zarar vermeleri bekleniyor. Tutsaklığımın son 14 yılında küçük grup tecridinde kaldım. Orada 3 kadın tutsaktık. Birbirimizden başka hiç kimseyi görmedik ve başka hiç kimse ile konuşma şansımız olmadı. Başka hiçbir tutsağı da görmedik. Havalandırmaya çıktığımızda da bizden başka sadece otomatik tüfekli gardiyanlar ardı. Sadece üçümüz vardık. Üçlünün kendi arasındaki ilişkilerin bir gün kıralacağı hesaplanıyordu. Bu kırılma kişi veya kişilerde tam anlamıyla bir yıkım olacaktı. 14 yıl böyle geçti."
Almanya bu deneyde kendisine özgü sonuçlar çıkarmıştı. Bu sonuçları yanlız RAF üyeleri üzerinde denemedi aynı zamanda hatta eş güdümle farklı mekanlarda deneyler yapıldı. Möller, bunun bilincindeydi, "Üç insan bir araya konulunca neler olacağı araştırıldı. Örneğin Atlantik Okyanusu'nda bir bot üzerinde kalan üç kazazedenin birbirleri ile ilişkileri araştırıldı. Bu araştırma sonuçları daha sonra bize uygulanan küçük grup tecridinde kullanıldı. 50'li yıllarda Amerika'da da bu konuyla ve sonuçları ile ilgili deneyler ve araştırmalar yapılmıştı. Sonuçta tecritte insanların varolan kişiliklerini kaybettikleri ve dışarıdan yeni kişiliklerin empoze edilmesinin mümkün olduğu ortaya çıkarıldı. Bu araştırmalar başarılı olunca bu sefer bizim üstümüzde denediler."
Möller, yapılan deneylerin kendisi üzerinde bıraktığı etkileri ise şöyle tarif etmeye çalışıyordu, "...hatırladığım, tecritte kendi vücuduma bile yabancılaştığımdı. Bugün tekrar vücudumla ilgili normal duygulara sahibim. Örneğin dizimle kafam arasında inanılmaz bir mesafe varmış gibi geliyordu ya da bacağımın bana ait olmadığı hissine kapılıyordum. Bunun böyle olmasının sebebi sürekli olarak kapalı ve hiç bir değişikliğin olmadığı bir hücrede kalmamdı. Yapabileceğiniz en fazla şey hücre içinde üç adım ileri üç adım geri gitmekti."
Jim McVeigh: Dışarısı hissetmiyor
Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun (RAF) ilk grubunda tutuklanan Irmgard Möller, Bask halkı için direnişin sembolü olan Mitxel Zarazketa, neredeyse bütün yaşamı cezaevinde geçen Jim McVeigh, kendi ülkelerinin en önemli siyasi mahkumları olarak anılıyor. Çok uzun süre -ortalama 15-20 yıl tecride maruz kalmışlar. Hücrede geçirdikleri yıllar hakkında konuşurken ciddi anlamda zorlanıyorlar. Şu sıralar İrlanda Belfast Ulusal İşçiler Sendikası'nda görev yapan ve IRA'daki aktivitelerinden dolayı yaklaşık yirmi yıl cezaevi yatan Jim McVeigh, sekiz yıllık tek kişilik hüçresinin özetini "Bu gezegende yalnız siz yaşıyorsunuz hissi, çok güçlü bir şekilde bedeninizi sarıyor" diye tarif ediyor. Jim McVeigh tecridin yığınsal deneyler sonucu elde edilen verilerle bilinçli, planlı ve organizeli bir şekilde gerçekleştirildiğini belirterek tecridi, "Bu sıradan bir hücre cezası değil. Kurgular üzerine oturmuş bir metottur. Kesinlikle sizi hiçselleştirmeye hedeflenmiş bir uygulamadır" şeklinde tarif ediyor. Bugün dışarıda olmasını ise yaşadığı tecritle şöyle kıyaslıyor: "İnsanlar mahkumun yaşadığı tecridin ağırlığını ve hedeflerini bilseydi hiçbir tecrit amacına ulaşmayacaktı."
Miyn Kyung: Tecrit tasarlanmış bir cinayettir
Kuzey Kore'nin Güney Pyongan Hapishanesi'nde 18 yıl boyunca tecrit altında tutulan siyasetçi Psikolog Miyn Kyung, Uluslararası Af Örgütü gözlemcilerine ilginç açıklamalarda bulunuyor. Kendisi üzerinde uygulanan psikolojik baskı yöntemlerinin ABD, İngiltere, Rusya ve Almanya'dan alındığını belirterek, "Burada uygulanan yöntemler, aslında yine bu ülkeler için bir deney merkezi niteliğindeydi" diyor. Bu sonuçların yine söz konusu ülkeler tarafında müttefik ülkelere verildiğini belirten Kyung, devamla "Tecridin kırılması, kesinlikle kamuoyunun duyarlılığına bağlı. Hiçbir manipüleye yer verilmeden tecridin hissedilmesi ve üzerine gidilmesi ve kamuoyunun denetim bilgisi altında olması şüphesiz tecridin açacağı olumsuz etkileri aşağıya çekelecektir" diye ekliyor. Tecride alıştırılmış bir topluluğun aslında en az mahkum kadar tecrit altında olacağını belirten Kyung, tecridin günümüz dünyasındaki yerini "Tasarlanmış, bilinçli ve koordineli bir cinayet" olarak tarif ediyor ve ekliyor: "Kamuoyu buna alıştıkça, alıştırıldıkça tecridin ağırlığı artıyor ve kişi hücresel bir bölünme, parçalanma yaşıyor."
Kürtler Öcalan'ın tecridini kırabilir
Görüşlerine başvurduğumuz Merkezi İngiltere'de bulunan Cezaevleri Araştırma Merkezi (ICPS) danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, tecridin hiçbir koşulda kabul edilemeyeceğini belirterek, "Bu bir ceza yöntemi olarak uygulanmıyor. Uygulanan tamamen bir intikam yöntemidir" dedi.
Shelupanov, özellikle muhalif mahkumlar üzerinde uygulanan tecrit yönteminin birçok amacı içerdiğini belirterek, "Kişiyi gözden düşürme, kişiliğini parçalama, kamuoyu nezhinde itibarsızlaştırma, kişi üzerinde uygulanan psikolojik yöntemlerle mahkumu hiçleştirme, kişinin düşünce dünyasını parçalama ve düşünsel yeteneklerini yok etmeye yönelik" dedi.
Shelupanov, bunun bir ceza yöntemi ile ilgisinin olmayacağını belirterek "Tecrit altında tutulan mahkumlara yönelik gerçekleştirilmek istenen esas hedef, iktidarı eleştiren düşünceleri parçalamaktır" dedi. Hiçbir iktidarın kendisini eleştiren muhaliflere tahammül edemeyeceğinin altını çizen Shelupanov, "Özellikle kitlelere veya kamoyuna mal olan muhalifler için tecrit tamamen intikam almaya yönelik gerçekleştirilir" dedi. Tecridin sadece mahkuma yönelik olmadığını da sözerine ekleyen Shelupanov bu uygulamanın aynı zamanda, tecrit edilen kişi üzerinde kamoyuna yönelikte gerçekleştirildiğini belirterek, "Hedeflenen kamoyunun tecridi içselleştirmesi, sıradanlaştırması ve alıştırılmasıdır. İkinci önemli hedefi ise tecrit altında tutulan kişiyi, kamuoyu nezhinde çeşitli araçlarla ve yöntemlerle manipüle etmesidir. En son noktada önemsizleştirilen bir muhalif mahkumun, artık düşünceleri ve fikirleride önemsizleşmiştir. Daha doğrusu o fikirler artık kamoyunu etkilemeyecektir hedefleri üzerinde çalışmalar yapılır" dedi.
Öcalan'a tecridin çok özel hedefleri var
Cezaevleri Araştırma Merkezi danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin tamamen siyasi hedefler içerdiğini vurguladı ve devamla şunları söyledi: "Öcalan normal bir cezaevinde ve normal koşullarda kalmıyor. Tamamen özel ve ağır tecrit koşulları altında yaşıyor. Öcalan sonuçta siyasi bir muhalif ve geniş bir tabana hitap ediyor. Öcalan 30 yıllık silahlı bir örgüte hükmedebiliyor. Tecridi bunun dışında görmek mümkün olamaz."
Shelupanov, Öcalan üzerinde uygulanan özel koşulların, çok özel hedefleri olduğunu belirtti. Çok özel hedefler konusununun tamamen Kürt sorunu, PKK ve silahlı mücade olduğunu belirten Shelupanov, "Öcalan üzerinde Kürt sorununu kırma, PKK'yi dizayn etme ve sorunun çözümünü mevcut devlet mantığı içinde elemek olabileceğini belirtebilirim" dedi.
Shelupanov son olarak "Siyasi boyutları ve hedefi ne olursa olsun sonuç itibarıyla Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kabul edilemez. Yakın çevresi başta olmak üzere genel kamuoyu buna alışmamalı ve bilinmeli ki, tecridin panzehiri özgürlüktür" dedi.
Anket sonuçları ürkütücü boyutta
İki yıl içindeki artış oranları%
Göz rahatsızlıkları: 18.5
Başağrısı: 33.5
Kas/iskelet ağrısı: 12.3
Mide rahatsızlıkları: 9
Cilt hastalıkları: 11
Diş sorunları: 9
Kalprahatsızlıkları: 24.9
Böbrek/idrar yolları: 4
Hemoroid: 5.5
Bedende uyuşma: 18.5
Faranjit/boğaz hast.: 17.7
Ciğerde rahatsızlık: 2.5
Tansiyon: 9.5
Ellerde egzama: 10
Alerji: 8.1
Astım: 3
Hepatit 2.4
Tüberküloz: 23.6
İşitme kaybı: 8.7
Fistür: 3
Şeker: 1.8
Sedef: 0
Kanser: 09.1
Guatr: 0/1/1
PSİKOLOJİK SORUNLAR ANKETİ (yüzelli mahkum üzerinde)
Teçrit öncesi kaç kişide Teçrit içinde kaç kişide oluştu
Baş ağrısı: 21 105
Unutkanlık: 7 94
Yoğunlaşamama: 11 87
Işık ve sese karşı duyarlılık: 17 84
Gerginlik: 33 84
Kulak çınlaması: 27 72
Kolay/ani sinirlenme: 7 71
Sürekli yorgunluk hissi: 14 67
Kalp çarpıntısı/ritm bozukluğu: 5 51
Nefes darlığı: 23 49
Alınganlık: 9 47
Takıntılar ve tahammülsüzlük: 14 44
Her şeye karşı isteksizlik: 4 31
Boşluk duygusu: 14 31
Ortalığı dağıtma isteği: 23 26
Kurgular: 19 26
Sakinleştirici ilaç kullananlar: 15 21
ALİ ONGAN
Yeni Özgür Politika Gazetesi
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaştırılmış tecrit 500 günü bulurken, İmralı sistemi ve bir işkence yöntemi olarak tecrit tartışılmaya devam ediliyor. Siyasi kimliği ve benliği yok etme modeli olarak, egemenlerce hayata geçirilen “tecrit” İnsan Hakları Haftası’nın da önemi bir gündemidir.
Fransız düşünür Michel Foucault’a göre on dokuzuncu yüzyılda batı toplumlarında hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar alanlarındaki çok önemli bir geçiş dönemine işaret ettiğini belirtir… Dolayısıyla Foucault tarafından kullanıldığı biçimiyle Panoptizm, on sekizinci yüzyıldan itibaren Batı toplumlarında artan gözetim ve kontrol mekanizmaları ve bu bağlamda bireylerin sosyal uyarlığını tarif eder. Toplumu, yaşamın bütün alanlarında değişik kurum ve organizasyonlarla kontrol eden Panoptizm ayrıca ‘iktidarın mikro fiziğini’ ayarlar. Panoptizmin etkisi ise, bir bireyin sürekli gözetleniyor olma ihtimali yönündeki bilinçte saklıdır. Birey, gerçekten gözetleniyor olup olmadığından bağımsız olarak, kendini var olan normlara göre disipline eder.
Foucault, Yunanca panoptes = ‘her şeyi gören’ kelimesinden türeyen Panoptizm kavramını geliştirirken, Panopticon isimli hapishane modelinden esinlenir. Bu modelin yaratıcısı ise İngiliz hukukçu ve sosyal reformcu Jeremy Bentham’dır (1748-1832).
Klasik ütilitarizmin kurucusu sayılan ve sistematik hukuk pozitivizmin ilk savunucularından olan Bentham, İngiltere’de ceza hukuku ile ilgili tartışmalara aktif bir şekilde katılır. ‘Psikolojik baskı teorisi’ni benimseyen Bentham’e göre önemli olan suçun cezalandırılması değil, önlenmesidir. Ceza ise, potansiyel suçlunun suç işlemesini önleyecek bir faktör olarak değerlendirilmeli. Ceza infaz sisteminde reformların yapılmasını savunan Bentham, bu çerçevede tamamen gözetime dayalı bir hapishane olan Panopticon modelini geliştirir.
Panopticon modeli
Jeremy Bentham, geliştirdiği modeli mimari bir taslağa da kavuşturur. 1791 yılında hazırladığı taslakta cezaevinin kendisi halka biçimli bir binadır. Ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde bir mahkum vardır. Merkezi kulede ise gözetleyici gardiyan vardır. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından, gardiyanın bakışı tüm hücreyi kat edebilir. Hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak, bireyin yaptığı her şey gardiyanın bakışına açıktır. Bu gardiyan kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur.
Sonuç olarak, çok sayıda mahkum tek gardiyan tarafından sürekli gözetlenebiliyor. J.Bentham bu model ile, bütün mahkumların sürekli olarak kurallara uygun hareket etmesini sağlamak istedi. Çünkü kurallara uymadığında cezalandırılacak olan mahkumun gözetlenirken kural çiğnemeyeceğini düşünüyordu.
İktidarı zihinle uygulama yöntemi
Panopticon sadece mimari bir biçim olmayıp, aynı zamanda (özelde) bir yönetim biçimidir. İnsanların zihinleri üzerinde zihinle iktidar uygulama şeklidir. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediğini asla bilmezken, hep şüphe duyar. Böylece gözlenenler gözleyenin ne zaman kendilerini gözlediklerini bilmedikleri için davranışlarını sınırlamak ve sanki her an gözetleniyormuş kanısına kapıldıklarından, Panopticon disiplinini içselleştirirler. Bentham’in doğrudan angaje olmasıyla birlikte on dokuzuncu yüzyılın başında böylesi bir hapishanenin inşa edilmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu proje, 1811 yılında tamamlanmadan durduruldu. Ancak Panopticon modeli sonraki yıllarda özellikle Batı toplumlarında uygulanan bir hapishane modeli oldu. Model, sonraki yıllarda teknik, fiziksel ve psikolojik olarak geliştirilip yaygınlaştırıldı.
Sürekli gözetim ve tecrit
Bunlardan biri, ABD’nin Philadelphia kentinde bulunan Eastern State Penitentiary Cezaevi. 1822-1829 yılları arasında inşa edilen bu cezaevi yıldız şekline sahip. Bu cezaevi iki temel amaca göre inşa edilmişti. Bunlar; sürekli gözetim ve tecrit. 6 tane uzun yapı kanadının tam ortasında bulunan kuleden bütün cezaevi gözetlenebiliyordu. Tek kişilik hücrelerde kalan mahkumları ne kendi aralarında, ne de dış dünyası ile iletişim kurma olanağına sahiptiler.
‘Sürekli gözetim-sürekli tecrit’ mantığı üzerinde geliştirilen bu ve benzeri hücre tipi cezaevleri günümüz Avrupa kıtasında dalga dalga yayıldı. Fransa, Amerika, Avustralya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler bu modelleri sömürge ülke ve toplumlara götürmeye başlamasıyla hücre tipi cezaevleri Doğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinde yaygınlaşmaya başladı.
Philadelphia’daki Eastern State Penitentiary Cezaevi daha sonra birçok cezaevi için model niteliğindeydi. İngiltere’nin başkenti Londra’da 1842 yılında inşa edilen Pentonville Hapishanesi ile Kuzey İrlanda’da yapımı 1819’da tamamlanan Armagh Gaol Cezaevi bunların arasında yer alıyor. Ancak bütün bu panoptikum cezaevleri arasında, Bentham’in modeline en yakın olan, Küba’daki Presidio Modelo hapishanesidir.
‘Model Cezaevi’ anlamına gelen bu hapishane, vaktinde Latin Amerika’daki en güvenlikli cezaevi idi. 1926-1931 yılları arasında diktatör Machado tarafından Nueva Gerona yakınlarında inşa ettirildi. Presidio Modelo toplam 4 binadan oluşuyor. Daire şeklindeki her bina 5 kata sahip. Her binada 93 hücre bulunuyor. Ayrıca her binanın ortasında yüksek bir gözetim kulesi bulunuyor. Böylece bütün mahkumlar 24 saat gözetim altında tutulabiliyordu. Denebilir ki, bu ‘model’ cezaevinde aynı zamanda mahkumlar üzerinde oluşturulan ve oluşturulmak istenilen tüm psikolojik sistemler uygulandı. Buradaki sonuçlar birçok cezaevi yönetimine el kitabı olarak gönderildi. Günümüzde artık müze olarak kullanılan bu cezaevinin en ünlü mahkumları, 1953’te başarısız bir darbenin ardından tutuklanan Fidel Castro ve Che Guevara oldu.
Tarih boyunca tecrit
Tecrit ilkin kilise hukukunca benimsenmiş ve ilk hapishaneler manastırlarda kiliseyi eleştiren kişiler için ehlileştirme amacı ile 7-8 yüzyıllarda kurulmuştur. Topluma dönük ilk cezaevlerinin kurulmasına 12. yüzyılda İngiltere’de rastlanır. İngiltere’de sanıklar krallık mahkemesince yargılanana kadar hücrelerinde tecrit altında tutulurlardı. 1166’da Kral İkinci Hanry’nin her ilde bu amaç için bir kurum oluşturulmasını emretmesi ile özel olarak cezaevlerinde tek kişilik hücrelerin yapımına başlanmıştır. Tabii yine amaç esas cezanın infazına kadar ‘suçlu’yu tecrit altındaki hücresinde muhafaza etmekti! Daha bu süreçte bile hücre en elverişli yöntem olarak krallık hapishanelerinin temel biçimi idi.
Koşullar son derece gayri insani ve vahşiydi. Yeni bir sınıf olarak burjuvazinin gelişmesi ve iktidarlaşmasını sağlayan koşullar olgunlaştıkça bu konuda da yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle ceza düşüncesinde aydınlanma çağına doğru farklı yaklaşımlar iyice hissedilir hale gelmişti. Toplumsal yapıdaki değişiklere ve gelişmelere paralel olarak tecrit, esas cezanın uygulanmasına kadar sanıkların alıkonulmasına dönük bir yöntem olmaktan çıkıp, mahkumlara uygulanan bir ceza durumuna geldi.
Hafif suçlar için ıslahevleri
16-18. yüzyıllar arasında; 1596’da Amsterdam’da, 1704’te Roma’da, 1773’te Gent’te hafif suçlar için birçok ıslahevi ve atölye kurulmuştu fakat, buralarda bile kurallara uymayanlar için özel hücreler yapılmıştı. Daha kuruluşunda ıslah amaçladığı için hapishane değil, ıslahevi olarak adlandırılıyordu. Buralarda azap çektirilmekten çok ıslah etme esas alınarak sıkı disiplin ve ağır çalışma bu amaçla bir ıslah yöntemi olarak kullanılıyordu.
1596’da Amsterdam’da kurulan Rasphois, ilk hapishane olarak kabul edilir. Burada tecrit, zorunlu çalışma ve sıkı disiplinden oluşan bir sistem bulunuyordu. Hücre daha bu ilk cezaevinin bel kemiğini oluşturuyordu. Tecride alınan mahkumun ruhunda ve beyninde oluşan boşluk ruhani metinler okuyarak doldurulmaya çalışılıyordu. Mahkumun ıslahı ne pahasına olursa olsun hedeflendiğinden mahkumun boşaltılması ve yeniden proğramlanması için en uygun yöntem, biçim ve teknikler araştırılıyor, yeni sistemler birbirini kovalıyordu. Flaman modeli olarak bilinen Amsterdam Rasphois’i ‘İngiliz Modeli Hapishane’ izledi. İngiliz modeli hapsetme Flaman modelinden farklı olarak ağır çalışmanın yanında tecrit yönteminin yoğunca kullanılması ile ayrılıyordu. Ve bunu ıslah etmenin temel koşulu olarak ele alıyordu. 1775 tarihinde Hanway tarafından meşrulaştırılan bu sisteme göre tecrit mahkumu “kötülüklerden kurtularak kendine geri dönebileceği ve bilincin derinliklerinden iyinin sesini duyabileceği müthiş bir şok oluşturmaktaydı.”
Hıristiyan manastırcılığın tekniği olan ve yalnızca Katolik ülkelerde sürmekte olan hücre; çalışma zorunluluğunun ortaya çıkardığı meslek kazandırma ve iş gücünü kullanarak yaşama alışkanlığının yanında hakim ideolojinin yeniden oluşturulmasının da aracı oluyordu. Bu yönteme maruz kalan mahkumun dışarıya çıkmasıyla iflas ediyordu. Öyle ki mahkumları ehlileştirdiklerini düşünen yöneticiler bir süre sonra dışarıda mahkumların hedefi haline geliyordu. Buna rağmen bu sistemle beraber ‘ruhun ve tavırların dönüşümü’ amacı ile bir ceza olarak yasalara girmeye başlıyordu ve hücre uygulaması yeni işlevler kazanan hapishanede etkin olarak öne plana çıkıyordu.
Her iktidara lazım
Siyasi kimliği yok etme modeli olarak Amerikan sisteminin siyasal yenileşme çabalarına bağlı olarak gelişen bu model öncekiler gibi kısa ömürlü olmadı. 1850’lilerde ortaya çıkan cezaevleri Islahat Hareketine kadar yeniden ele alınarak geliştirildi. 1790 yılında Philedelphia kentinde kurulan Valnut Street Hapishanesi’nde uygulanmaya başlanan model, atölyelerde zorunlu çalışma, mahkumların sürekli meşgul edilmesi, hapishanenin mahkumların çalışması ile finansmanı, mahkumları tahliye edildikleri zaman vermek kaydıyla bir ücret verilmesi, yaşamı mutlaklıktan ve sürekli gözetim altında tutarak zamanın ayrıntılı plan dahilinde kullanımı gibi uygulamaları içeriyordu. Bu modelde mahkumun hapis süresi hal ve gidişine göre değişiyordu. Bu yüzden mahkumlar hakkında ayrıntılı dosyalar tutuluyor, bilimlerden yararlanılıyordu. Artık ceza öç almak- acı çektirmekten çok “ıslahı” hedefliyor ve mahkumun bedeninden ziyade, ruhu, düşünceleri hedef alınıyordu. 1829 yılında hücre uygulamasını daha etkin kullanmayı esas alan hapishane sistemi yine Philedelphia’da kurulan Doğu Eyalet cezaevinde başlatıldı.
Burada mahkumlar hücrelerinde zorunlu çalışmaya tabi tutuluyor, görevliler ve ara sıra gelen ziyaretçiler dışında kimseyle görüştürülmüyordu. “Ayırma Sistemi” adı verilen bu yöntem, 19.yüzyıl boyunca Batı’da en yaygın cezaevi sistemi olarak kullanıldı. 1840’da Avustralya’nın doğusunda bir İngiliz ceza kolonisi olan Norfolk adasında yüzbaşı Alexsander Maconochie “Not sistemi” diye bilinen yeni bir sistem geliştirdi. Bu sistem mahkumların önceden belirlenmiş cezalarını yatmaları yerine not toplamalarını dayatıyordu; “iyi davranış” sıkı çalışma not kazandırırken, “itaatsizlik ve çalışmama” notları siliyordu.
Bu sistem cezanın suça uygun olması kuralının yerine bireyleri hegemonya altına almayı esas alıyordu. İngiliz sömürgeciliğine direnenleri ve sosyalistleri hedef alan bu uygulama 1900’lerde yerini yine bir uygulama olan “İrlanda Sistemine” bıraktı. Bu yöntem üç aşamaya ayrılmıştı. İlk aşamada mutlak yalıtmaya dayalı bir hücre hapsi uygulanıyordu. Burada sonuç alırsa diğer mahkumlarla birlikte çeşitli işlerde çalışmaya izin veriliyor, üçüncü aşamada ise epey hizaya sokulmuş mahkum denemeye tabi tutuluyordu. Mahkum tam boyun eğdiğini ve istenilen tipe ulaştığını ispatlamazsa tekrar hücreye kapatılıyordu. Bu sistemde de önceden belirlenmiş ceza süresi yoktu. Salıverme kayıtsız –şartsız teslimiyete ve dönüşüme bağlıydı. 19.yüzyıl sonlarında Amerika’da hükümlülerin suç türlerine göre sınıflandırılarak birbirinden ayrılmasını, zorunlu çalışmayı, önceden belirlenmiş ceza sürelerinin iyi davranışa, ödüllendirme ve koşullu salıvermeyi savunan ‘ıslah evleri hareketi’ diye bir akım doğmuştur. Bu akımla birlikte hücre uygulaması artık tüm suçluları değil, esas olarak siyasal suçlulara nadiren adli suçlulara yönelik uygulamaya dönüştü. 20.yüzyılda Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan bu akım cezaevlerindeki uygulamaların siyasi ve adli mahkumlara farklı uygulanması esasına dayanıyor.
İlk laboratuarı Kore’de...
Bundan sonra hücre siyasi mahkumlara yönelik bir uygulama olarak öne çıkıyordu. Siyasal kimliği yok etmeye yönelik olan hücre ve tecrit uygulamasının mahkumda yarattığı fiziksel sonuçlar ise: İştahsızlık, baygınlık, kalp hastalığı, aşırı terleme, aşırı baş ağrısı, tansiyon, görme problemi, kilo kaybı, tansiyon, mide ülseri, işitme sorunu, halüsinasyon, depresyon, sinirlilik, aşırı gerilim, konsantrasyon bozukluğu, hafıza kaybı, yapısal bozukluk ve konuşma zorluğu olarak tespit edilmiştir.
ABD, muhalifleri cezaevlerinde tecrit ederek yalnızlaştırmak, bu yolla kişiliklerini yok ederek itaate zorlamak için ilk büyük laboratuarı Kore’de kurdu. Psikiyatrist doktor Edgar Schein burada asker psikolog olarak görev yaparken daha sonra hava kuvvetlerine ve CIA’ya aktaracağı deneyimler edinmişti. Bu deneyimleri cezaevlerinde de kullanılmış ve Schein, 24 maddelik özel bir program hazırlamıştı. Bu programa göre karakter zayıflatılması için teknikler uygulanmalı, sert cezaevi yöntemleriyle arada bir düzenli olarak işkence yapılmalıydı. 1965’lere kadar devam eden bu yöntem, CIA’nın psikolojik baskı teknikleriyle zenginleştirilmişti. Nikaragua’da gizli olarak kurulan hücreler, adeta CIA’nın spikolojik teknik labaratuarları olmuştu. Özellikle siyasi mahkumlar üzerinde uygulanan tekniklerde kişinin hiçselleşmesini sağlayan metodlar geliştiriliyordu.
Hitler’den iktidarlara miras
Almanya’da 1940’lı yıllarda Hitler’in psikolog ve sosyologları, toplama kamplarını ve hücreleri keşfetmişti. Bu yalnızlaştırma laboratuarında itaat ve korku Harlow’un deneyimlerindeki gibi maymunlara değil, insanlara öğretiliyordu. Hitler’in akıl hocası olarakta tarif edilen Alfred Rosenberg ve Dietrich Eckart, psikologlarda edindiği bilgiler doğrultusunda üç, dört mahkumun bir arada kalmasından ziyade önemi yüksek mahkumların tek hücrelerde tutulmasını ve yemek ihtiyacı dışında hiçbir ihtiyacın karşılanmaması ve mahkumun hiç bir şekilde kimseyle iletişim kurmamasını uygun bularak yürürlüğe koymuştu ama, bu yeterli gelmiyordu. Kişi üzerinde uygulanacak psikolojik baskıların ve fiziksel tahribatların daha fazla ve bilimsel olarak geliştirilmesi gerekiyordu. Hitler’in talimatıyla Almanya ve Avusturya’da toplanarak Berlin’de bir araya getirilen psikologlar da mahkumlar üzerinde uygulanacak psikolojik ve fiziksel etkilerin geliştirilmesi istendi.
Nazi Almanyası’nda toplama kamplarında inşa edilen özel odalarda deneyler yapıldı. Mekanının dizaynı, odanın ısı derecesi, iç mekanda kullanılan renkler, banyo ve tuvalet ihtiyacının nasıl giderileceği, gardiyan mahkum ilişkisi gibi bir dizi uygulamalar psikolog ve sosyologların denetimi ve gözetimi altında gerçekleşiyordu. Günlük olarak tutulan tutanaklar daha sonra psikologlar arasında tartışılıyor ve mahkumun eğilimlerine göre yeni psikolojik tebdirler getiriliyordu. Hücre de kişinin tek başına tecrit altında tutulması her ne kadar 1700’lerin başında başlamışsa da tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını hedefleyen yöntemler, Hitler döneminde bilimselliğe kavuşturularak ağırlaştırılmaya başlanmıştı. Geliştirilen psikolojik tebdirler iki bölüme ayrıştırılmıştı. Birinci bölümde mahkumun psikolojisi hedeflenirken ikinci bölümde mahkumun dışarıdaki çevresi üzerinde geliştirilmesi esas alınmıştı.
İki teori bir yöntem olarak tecrit modeli
Tecrit, sadece içeride mahkum üzerinde devam etmiyordu, dışarıdaki çevresi üzerinde de uygulanıyordu. İçeride mahkuma psikolojik baskı yapılırken dışarıda mahkumun manipüle edilmesine ilişkin metodlar geliştirilip basın-yayın aracılığıyla yığınsal kitleler etki altına alınıyor.Tecridin tarihine yolculuk ederken, dünkü yazımızda “Hitler’den iktidarlara miras” alt başlığıyla “mahkumun psikolojisi” ve “mahkumun dışarıdaki çevresinin etki altına alınması”na vurgu yapmıştık. Bugünkü bölümde de, Hitler döneminden alınan yöntemlerin daha sonra nasıl geliştirilmek istendiği üzerinde duracağız.
Hitler’in iki yönlü programı, ABD’nin Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) tarafında daha sonraki yıllarda bilimsel teknikler üzerinde yükselmeye başlanmıştı. Almanya, tecrit uygulamaları konusunda boş durmuyordu. Denenen ve sınanan yöntemlerin üzerinde farklı ve değişik deneyler üst üste ekleniyor yeni metodlar keşfedilmeye çalışılıyordu. 80’li yılların başında Hamburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi’nde bu konuda yeni deneyler yapıldı. Önce ses ve ışık yalıtımı olan, gündüzün ve gecenin fark edilmediği odalar yapıldı. Dışarıdan hiçbir etkinin giremediği bu odalar deney amacı ile insanlar kondu. Bu insanların bir bölümü Alman askerleriydi. Bu tecrit deneylerinin sonuçları, bilim insanlarınca değerlendirildi. Örneğin, içeriye giren insanların dayanma sınırı nedir? Ne zaman ağlamaya başlıyorlar ve yalvarıyorlar. İstemleri, arzuları, özlemleri, eğilimleri bir bir keşfedilerek bu istek ve arzuların nasıl bastırılacağı veya yok edileceği hesaplanıyordu. Hedef belliydi. Kişi sadece nefes alıp-verecekti. Bunun dışındaki yaşam belirtileri yok edilecekti.
Tecrit dışarıdakilere de uygulanıyor
Hitler’in esir kamplarında tecrit altında tutulan Dr. Lois Rosheim, tek başına iki yıl boyunca kaldığı hücresini şöyle tarif ediyordu: “Gece ve gündüz sürekli ışık yanıyordu. Bu nedenle gece ve gündüzü ayırt edemiyordum. İki yıl boyunca kimseyle konuşmadım. Hücremde sadece bir kazan kapağı büyüklüğünde havalandırma deliği vardı. SS subayları zaman zaman bana görünmeden Yahudilere nasıl işkenceler yaptıklarını, çocuklarıma nasıl tecavüz ettiklerini kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Uyumak istediğim de tavandaki hoparlörden tuhaf sesler vermeye başlıyorlardı. Zaman zaman gelen ve beni sınamaya çalışan psikologların tecridi test ettiklerini biliyordum. Benimle uzun uzun konuşup eğilimlerimi, duruşumu, zaaflarımı ve dış dünya hakkındaki görüşlerimi almaya çalışıyorlardı. Görme, ve duyma bozuklukları başta olmak üzere birçok fiziksel sorun yıllarca üzerimde silemediğim davranış bozukluklarını beraberinde getirdi. Bırakıldığımda yakın çevrem üzerindede bir psikolojik deneyin yapıldığına şahit oldum. Öyle ki, yakın çevrem benim bir Nazi ajanı olduğuma inanmıştı.”
Tecrit, sadece içeride mahkum üzerinde devam etmiyordu aynı zamanda onun dışarıdaki çevresi üzerinde de uygulanıyordu. CIA, Dr. Lois Rosheim’in çevresi üzerinde uygulanan psikolojik yöntem taktiklerini 1970’lerin başında öylesine geliştirdi ki, bu yöntemi yalnız yakın çevre için değil basın-yayın aracılığıyla ulusal ve uluslararası alanlara taşıdı. İçeride mahkuma psikolojik baskı yapılırken dışarıda mahkumun manipüle edilmesine ilişkin metodlar geliştirilip basın-yayın aracılığıyla yığınsal kitleler etki altına alınmaya başlandı.
Nikaragua’daki gizli özel hücrelerde çok düşük FM frekansında (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, renk körlüğü ve görme bozuklukları hatta panik duygusunu mahkum ve çevresinde yaymanın yöntemleri bile devreye sokulmuştu. Mahkumun itibarsızlaşması için her yola başvuruluyordu. Mahkumun tuvaletteki, banyodaki ve yataktaki duruşları fotoğraflandırılıp altına yalan yanlış spotlar düşürülüyordu. Aynı fotolar, önce mahkumun yakın çevresine mahkum adına gönderiliyor daha sonra basına dağıtılıyordu.
Sessiz ölüm metodu olarak tecrit
Tecrit, duyusal algı yoksunluğu yoluyla, Lacan’ın üçlemesi içerisinde sembolik düzen olarak tarif ettiği düzlemi çökertmektedir. Bu durum birçok deneyle de tespit edilmiştir. Bu deneyler tıp alanında literatüre de girmiştir. Bu deneylerin en bilinenleri: 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen algı yoksunluğu deneyleri, Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde gerçekleştirilen deneyler ve Jan Gross ve Ludvik Svab’ın gerçekleştirdiği deneylerdir. Gross ve Svab’ın, 1950’lerin başında gerçekleştirdikleri deneylerin ardından kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi” başlıklı yazılarında ulaştıkları en önemli sonucu şu cümlelerle özetlemişlerdi: “Bu bir işkence. Hiç delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara yok işkenceye dair. Hiçbir delil yok. Evet buna uzun ve sessiz bir ölüm diyebiliriz.”
Yine 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından bir hapishanede gerçekleştirilen tecrit deneyi oldu. Gerek bu deney ve sonuçları, gerekse Mc Gill Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deneyler, Hitler’in toplama kamplarında kurduğu tecrit odalarında uygulanan deneylerde elde edilenlerin yeniden sınanmasıydı. 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından gerçekleştirilen deneylerin sonucunda ise şu tespitlere yer verildi: “En küçük bir kesintinin ve müdahalenin olmadığı böyle bir yalnızlık, insanın dayanma gücünü aşmaktadır. Hiç durmadan ve acımasızca mahkumun içini oyar, ıslah etmez, öldürür. Bu deneye maruz kalanlar, öyle gözle görülür biçimde eriyip soldular ki, muhafızlar bile etkilendi bundan. 8 yıl içinde 136 mahkumdan 123’ü intahar girişiminde bulundu ve bunların 86’sı yaşamlarını kaybetti. Geriye kalanlar ise intiharı düşünemeyecek kadar kendilerinde uzaklaşmışlardı.”
Tecrit ve irade
Hücrede tecrit altında tutulan siyasal kimliklere sahip mahkumlara ilişkin yapılan araştırma, deney ve metodlar ve burada sağlanan sonuçlar ilgili makamlara farklı başlıklar altında gönderilmişti. Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde Jan Gross ve Ludvik Svab’ın 21 yıllık çalışmaların sonucunda kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi”, 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen “Algı Yoksunluğu” deneyleri, siyasal kimliklere sahip tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını CIA’ya rapor eden Koreli Psikiyatrist doktor Edgar Schein ve yeni aynı kurum için Latin Amarika’da görev yapan psikolog Jordan Brooke’ın “Psikanaliz olarak politik kimliklerin” deney sonuçları şöyle özetleniyordu:
“Politik bir kimliğe sahip tecrit altında tutulan mahkumlar, üzerinde uygulanan psikolojik yöntemler, çoğu zaman mahkumun iradesine çarpıyor. Mekan, ortam, uygulanan yöntem ve psikolojik baskılara karşı mahkumun tüm bu uygulamaları bir hedefe yönelik gerçekleştirildiği bilinci her ne kadar psikolojik bir tahribat yaratmasa da fiziksel tahribatlara yol açtığı görülmüştür. Mahkumu çevreleyen toplumsal-politik yapı ya da toplumun mahkuma ilişkin edindiği ve benimsediği politik kimliksel yapı kırıldıkça tecridin mahkum ve toplumsal kimlik üzerindeki etkileri bir sonuç doğurabilir.”
İspanyol Psikolog yazar Alejaudro Lazaro’nun ETA militanları için Uluslararası Cezaevleri Araştırma merkezi için hazırladığı raporda çarpıcı başlıklara yer verilmiş: “Militanlar uygulanan tecridi iç dünyalarına yansıtmamak için ciddi bir mücadele vererek psikolojik yöntemleri kendi leyhlerine çevirebiliyorlar. Bilinçaltı etkenleri kırmak, zayıflatmak veya yıpratmak için uygulanan tüm yöntemler, bu mahkum grubunda irade psikolojisine çarpmakta. Toplumsal psikoloji ve kendi kendine psikoanaliz güçler devreye girerek uygulamaları zayıflatmaktadır.”
Yavaş ve acılı bir ölüm
8 yıl boyunca çeşitli ülkelerde hücre sistemini ve tecrit altında tutulan politik kimlikli mahkumlar üzerinde MOSSAD için araştırmalar yapan psikolog Prof. Levi Gad, “Tecridin dışsal (kamoyu) etkisi kırıldıkça mahkumda psikolojik kırılmalar daha hızlı başgösteriyor” belirlemesinde bulunuyor. Gad, tecridin yavaş ve acılı bir ölüm makinası olduğunu belirterek, “Tecrit politik kimlikli mahkumlara uygulanacak izolasyon politikaları mutlak anlamda çeşitli araç ve yöntemlerle dışarıyla eşgüdümlü sürdürülmeli” tespiti, tecrit politikalarına yeni bir boyut kazandırdığı bilinmektedir.
Tecridin şüphesiz fiziksel yıpratma boyutu kaçınılmaz olarak mahkumları kısa süreli olmazsa da uzun vadeli ve kalıcı etkilediği bir gerçek. Konuyla ilgili araştırmalarda bulunan aynı deneyciler ve gözlemciler, “Fiziksel tahribatlar mezarda gelen çığlıklara benzer” tespiti, tecridin insan fiziği üzerinde bıraktığı korkunç taribatları tarif etmeye yetiyor. Yine tecrit üzerine yapılan araştırmalarda, “Fiziksel rahatsızlıkların da psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı bilinmesine rağmen aynı grup içinde yer alan mahkumlar, bu yansımaları bilinçli bir şekilde kontrol altında tutsa da uzun vadeli sonuçlara hükmetmekte zorluklar çektiği bilinmektedir” deniyor.
İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi için araştırma yapan Mihriban Karakaya ise “Zindandan hapishaneye; cezaevi sisteminin gelişimi” başlıklı yazısında “Uzmanlar tarafından; bir işkence, insanlık suçu, insanın fiziksel doğasının inkarı olarak tanımlanan tecridin çağdışı bir infaz modeli olduğu bilinmesine rağmen, neden hala F tipi - D tipi ve İmralı Ada Tipi cezaevinde uygulandığını yüksek sesle sormalıyız. Tecridin mimarları eserlerine yenilerini eklemek ve insanlığın özgür - eşit sömürüsüz yarınlara dair özlem ve umutlarını yani geleceğini ‘rehin’ almak için çabalamaktadır” vurgusu yapıyor.
Almanya’dan ABD’ye: 40 yıl tecrit
Almanya’da 1970’li yılların başında hücre tipi uygulamalar, ilk olarak RAF üyelerine uygulandı. Tabutluktaki yok ediş gecikmedi. Önce Ulrike Meinhof, arkasından da dava arkadaşları Baader, Ensslin ve Raspe hücrelerinde ölü bulundu. Otopsi raporlarına göre RAF üyeleri öldürülmüştü.
RAF üyelerinin öldürülmesiyle birlikte birçok devlet, Almanya’nın uyguladığı örnek tecrit politikalarının, yasalarında ne şekilde yer alacağına dair çalışmalara girişti. Laboratuarlarda teknolojinin de desteğiyle yöntemler daha fazla geliştirilmiş ve tecrit sistemi 70’li yıllarla birlikte birçok ülkenin yasalarında yer alarak, bütün dünyada yaygınlaşmıştı. İngiltere’de IRA’ya, Latin Amerika’da, ABD’de BLA’na, İtalya’da Kızıl Tugaylar’a, Kore’de, İspanya’da ve Vietnam’da kullanılacaktı. Almanya’da Stammheim Cezaevinde, İngiltere’de Özel Güvenlik Ünitelerinde, ABD’de H Bloklarında, Güney Amerika’da kaplan kafeslerinde bir çok insan hücrelerin sessizliğine bırakıldılar..
Sonuç: Tutuklu ve hükümlülerin beden ve ruh sağlıklarında ciddi ve onarılmaz taribatlar baş göstetermeye başladı. İktidarlar bu yöntemi çok sevmeye başlamışlardı. Öyle ki, bir çok tecrit uygulaması isteniler sonuçlar vermedikçe mahkum üzerindeki tecridin de zamanı bir o kadar uzayabiliyordu. Robert King, 29 yıl boyunca günün en az 23 saatini altı metrekareden daha küçük bir hücrede geçirdi. King, cezasının büyük bölümünü ABD’nin en büyük cezaevi olan Louisiana Cezaevi’nde tamamladı. Cezaevinin kurulu bulunduğu topraklar, yıllar önce Afrika’dan getirilen insanların köle olarak çalıştırıldığı bir plantasyon olduğundan buraya ‘Angola’ adı verilmiş.
2001’de serbest bırakılan King, kendisini hala ‘Angola Üçlüsü’ olarak tanımlıyor. Bu üç kişi, uzun yıllar süren bir uluslararası adalet kampanyasının odağı olmuş. Üçünün aldığı tecrit cezasının toplamı 100 yılı buluyordu. Üçlünün diğer elemanları, Herman Wallace 70, Albert Woodfox ise 65 yaşında. Geçtiğimiz nisan ayında tecritte tam 40 yılını doldurdu. Üçü de işlemedikleri bir suçtan ötürü ve düpedüz hatalı yargılama sonucu hüküm giymişler. 70 yaşına dayanmış olan King, tecritte geçirdiği yıllara dair “Zamanından önce yaşlandırıp takatten düşürdüğünü” söylüyor. Bunun bir de psikolojik boyutu var. Kendisinin güçlü kaldığını ama insan iletişiminden yoksun kalmak nedeniyle tam bir yıkım içinde olduğunu belirterek “Bir ceza yöntemi değildi tam anlamıyla bir intikam yöntemiydi” diye ekliyor.
‘Sanki bitkisel hayattalar’
1960 ve 70’lerde ‘Angola’, hükümlüleri zorla çalıştırması, seks köleliği ve şiddetiyle meşhurdu. Fakat Robert King, tecridin bütün bunlardan daha kötü olduğunu söylüyor. ‘Angola Üçlüsü’nün diğer iki elemanı olan Herman Wallace ve Albert Woodfox’un avukatı Nick Trenticosta ise “23 yıl boyunca izolasyon altında kalmak bir ölünün tabutta kalkmasına benziyor. Sanki bitkisel hayattalar” diyordu. ABD’deki cezaevlerinde tecritte olanların sayısına ilişkin güvenilir bir rakam bulmak zor. Ancak son yıllarda bu sayının giderek arttığı biliniyor. Tecride karşı kampanya yürütenler, bu sayıyı 80 bin olarak ifade ediyor. Tecrit Gözlemcisi adlı kampanya grubundan Jean Casella ise daha çarpıcı bir ifadeyle, “Birkaç günü ya da haftayı aştığında tecrit artık işkence haline gelir” diyor.
Amaç kişiliği parçalamak
İspanya'da 16 yıl boyunca tek kişik hücrede kalan Basklı siyasetçi Tomax Carrera Juarros, "Tecritte tek duyduğun yüzünü bile görmediğin gardiyanların ayak sesleri ve kapıların kilit sesleri. Tecridin kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amaç ve hedefi yoktur " diyor.İspanya'da Basklı siyasetçi Tomax Carrera Juarros, 1979-1995 yılları arası 16 yıl boyunca tek kişik hücrede tecrit altında kaldı. Normal olarak her gün 23 saati hücrede geçiyor, 1 saat havalandırma ve banyo için ise sadece 6 dakikalık zaman tanınıyordu.
Hücreden havalandırmaya ya da banyoya gittiğinde ve geldiğinde üstünün her seferinde tamamen soyularak arandığını söyleyen Tomax Carrera Juarros, "Haftada bir altı dakikalık banyo zamanı çoğu zaman gardiyanların keyfi uygulamasıyla yaptırılmıyordu" diyor. Juarros, cezaevinde yaşadıklarını şöyle özetliyor: "İspanya'da iki türlü tecrit var. Eski tip cezaevleri ve yeni tip cezaevleri. Eski tip cezaevlerinde diğer tutuklularla konuşmak daha mümkün, fakat konuşurken yakalanırsan hemen hücreye konuluyorsun. Modern olan cezaevlerinde ise diğerlerini görmek ve konuşmak imkansız. Tek insani ilişkin gardiyanlarladır, o da asla seninle konuşmuyorlar. Hücreler 3'e 5 metre çapında. Küçük bir penceresi var ama pencere küçük delikleri olan bir metal ızgara ile kaplı. İçeri ışık girse de buradan dışarısını görmek imkansız. Biz buna diskotek etkisi diyoruz. Pencereden süzülen ışık ve dışarıyı görememek bir süre sonra yavaş yavaş görme yeteneğinizi kaybetmenize yol açıyor. Nesneler arasındaki uzaklık ve yakınlık farkını algılayamıyorsunuz. Tecrit hücresindeyseniz, sahip olduğunuz eşyalar sınırlı verilir. Yazları 2 tişört, 2 iç çamaşırı, 2 çift çorap, 2 pantolon, kış ise 2 kazak yaz ise tek kazak. Diğer eşyalarınız başka bir bölümde alıkonulur. Kitaplarınız için izin alabilirseniz sadece iki tanesini hücrenize alabilirsiniz. Eğer başka kitap almak istiyorsanız mesela eğitim için birisini geri vermeniz gerekir" diye açıklıyor.
Tecridin insan kişiliği üzerinde bıraktığı etkileri ise Juarros şöyle özetliyor: "Kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amaç ve hedefi yoktur tecridin. İçeride kendi tanık olduğum olaylar bunun kanıtı. İnsanların 15 gün tecritte kalarak nasıl konuşmayı unuttuklarını daha doğrusu konuşamadıklarını gördüm... Bunun bence iki nedeni var birincisi orada yalnızsın ve konuşabileceğin kimse yok, iletişim kurmanın olasılıkları ortadan kaldırılıyor, sessizlik sabit olan tek şey. İkincisi, tek duyduğun yüzünü bile görmediğin gardiyanların ayak sesleri ve kapıların kilit sesleri. Hiç görmüyorsun fakat hep aynı saatte o aynı sesleri duyuyorsun. Dünyadan ve hayattan koparılmışsın ama hala varolduğunu biliyorsun, biliyorsun ki hala sesin var ama senden alınmış, istesen de sesin çıkmıyor."
Guzman: Derin bir kuyudayım
Manuel Ruben Abimael Guzman Reynoso, eski felsefe profesörü… Peru'daki Aydınlık Yol hareketinin devrimci lideri. Yöneticisi olduğu siyasi hareket Peru'da, 1970'li yıllardan itibaren aktif oldu ve 17 Mayıs 1980 tarihinde itibaren hükümete karşı silahlı mücadele başlattı. Peru hükümeti tarafından terörizm ve vatana ihanet suçlarından aranan Guzman, 1992 yılında tutuklandı ve ömürboyu hapis cezasına mahkum oldu. Halen Lima yakınlarındaki Callao deniz üssünde tutulmaktadır. Aynı hapishanede Movimiento Revolucionario Tupac Amaru, MRTA lideri Victor Polay ve kaderin garip bir cilvesi olarak Fujimori döneminde hapishaneyi inşa ettiren eski istihbarat şefi Vladimiro Montesinos kalmaktadır.
400 sayfanın üzerindeki düşüncelerini "De puno y Letra" adındaki kitapta toplayan ve ve bunu dışarıya çıkarmıyı başaran Guzman, kitapta gerilla dönemindeki anıları, yakalandıktan sonra mahkemede yaptığı savunma ve geleceğe dönük düşünceleri yer almaktadır. Aynı kitapta tecrit koşullarına da dikkat çeken Guzman, sadece yazdıklarını okuduğu zaman sesini duyduğunu belirterek "Burası bir mezarlık ve derin karanlık bir kuyu gibi. Kimse konuşmuyor, nasıl acı çekerseniz çekin kimsenin umrunda değil. Beni ayakta tutan en önemli yanım yoldaşlarımı özlemek ve halkımın özgürlüğe kavuşmasını bilerek ve hissederek yaşamamdır' diyor.
Guzman'nın avukatı ve ABD eski Hukukçular Birliği Başkanı Dr. Enrique Gonzalez, özellikle müvekili için basında çıkan provokatif ve manipüle içerikli asparagas haberlere dikkat çekerek "Bu bir gözde düşürme girişimidir" diyor. Reuter Haber Ajansı'na konuşan Gonzalez, Guzman'ın önemli biri olduğu için bu tür haberlerin yapıldığını tek kelime konuşma hakkı olmayan bir mahkuma ilişkin yapılanların aslında onun fikirlerinde ve gücünde korkmanın bir işareti olduğunu belirterek "Her manipüle ve asparagas haber yapıldığında ben Guzman'dan ne kadar korktuklarını düşünerek okuyorum" diyor. Gonzalez devamla "Tüm girişimlerin gözde düşürmek için yapıldığını ama bunun bir öfkeye yol açtığını artık bilmeyen yoktur" görüşüne yer verilmiş.
Möller: Üçlü tecrit yıkımı
RAF üyesi Irmgard Möller, 1972-1994 arasında 22 yıl tecritte kaldı. Ona ve RAF üyesi diğer arkadaşlarına farkılı bir tecrit yöntemi uygulandı. Hedef bu kez bir kişiden fazla bir gurubu psikolojik etkiler altında kırmaktı. Möller, bu yöntemi şöyle anlatıyor: "Ya tek başımaydım ya da Almanya'da küçük grup tecridi denilen tecridin bir türünü yaşadım. Bu tecritte 3 kişi bir araya konuyor ve birbirlerine uzun yıllar içerisinde zarar vermeleri bekleniyor. Tutsaklığımın son 14 yılında küçük grup tecridinde kaldım. Orada 3 kadın tutsaktık. Birbirimizden başka hiç kimseyi görmedik ve başka hiç kimse ile konuşma şansımız olmadı. Başka hiçbir tutsağı da görmedik. Havalandırmaya çıktığımızda da bizden başka sadece otomatik tüfekli gardiyanlar ardı. Sadece üçümüz vardık. Üçlünün kendi arasındaki ilişkilerin bir gün kıralacağı hesaplanıyordu. Bu kırılma kişi veya kişilerde tam anlamıyla bir yıkım olacaktı. 14 yıl böyle geçti."
Almanya bu deneyde kendisine özgü sonuçlar çıkarmıştı. Bu sonuçları yanlız RAF üyeleri üzerinde denemedi aynı zamanda hatta eş güdümle farklı mekanlarda deneyler yapıldı. Möller, bunun bilincindeydi, "Üç insan bir araya konulunca neler olacağı araştırıldı. Örneğin Atlantik Okyanusu'nda bir bot üzerinde kalan üç kazazedenin birbirleri ile ilişkileri araştırıldı. Bu araştırma sonuçları daha sonra bize uygulanan küçük grup tecridinde kullanıldı. 50'li yıllarda Amerika'da da bu konuyla ve sonuçları ile ilgili deneyler ve araştırmalar yapılmıştı. Sonuçta tecritte insanların varolan kişiliklerini kaybettikleri ve dışarıdan yeni kişiliklerin empoze edilmesinin mümkün olduğu ortaya çıkarıldı. Bu araştırmalar başarılı olunca bu sefer bizim üstümüzde denediler."
Möller, yapılan deneylerin kendisi üzerinde bıraktığı etkileri ise şöyle tarif etmeye çalışıyordu, "...hatırladığım, tecritte kendi vücuduma bile yabancılaştığımdı. Bugün tekrar vücudumla ilgili normal duygulara sahibim. Örneğin dizimle kafam arasında inanılmaz bir mesafe varmış gibi geliyordu ya da bacağımın bana ait olmadığı hissine kapılıyordum. Bunun böyle olmasının sebebi sürekli olarak kapalı ve hiç bir değişikliğin olmadığı bir hücrede kalmamdı. Yapabileceğiniz en fazla şey hücre içinde üç adım ileri üç adım geri gitmekti."
Jim McVeigh: Dışarısı hissetmiyor
Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun (RAF) ilk grubunda tutuklanan Irmgard Möller, Bask halkı için direnişin sembolü olan Mitxel Zarazketa, neredeyse bütün yaşamı cezaevinde geçen Jim McVeigh, kendi ülkelerinin en önemli siyasi mahkumları olarak anılıyor. Çok uzun süre -ortalama 15-20 yıl tecride maruz kalmışlar. Hücrede geçirdikleri yıllar hakkında konuşurken ciddi anlamda zorlanıyorlar. Şu sıralar İrlanda Belfast Ulusal İşçiler Sendikası'nda görev yapan ve IRA'daki aktivitelerinden dolayı yaklaşık yirmi yıl cezaevi yatan Jim McVeigh, sekiz yıllık tek kişilik hüçresinin özetini "Bu gezegende yalnız siz yaşıyorsunuz hissi, çok güçlü bir şekilde bedeninizi sarıyor" diye tarif ediyor. Jim McVeigh tecridin yığınsal deneyler sonucu elde edilen verilerle bilinçli, planlı ve organizeli bir şekilde gerçekleştirildiğini belirterek tecridi, "Bu sıradan bir hücre cezası değil. Kurgular üzerine oturmuş bir metottur. Kesinlikle sizi hiçselleştirmeye hedeflenmiş bir uygulamadır" şeklinde tarif ediyor. Bugün dışarıda olmasını ise yaşadığı tecritle şöyle kıyaslıyor: "İnsanlar mahkumun yaşadığı tecridin ağırlığını ve hedeflerini bilseydi hiçbir tecrit amacına ulaşmayacaktı."
Miyn Kyung: Tecrit tasarlanmış bir cinayettir
Kuzey Kore'nin Güney Pyongan Hapishanesi'nde 18 yıl boyunca tecrit altında tutulan siyasetçi Psikolog Miyn Kyung, Uluslararası Af Örgütü gözlemcilerine ilginç açıklamalarda bulunuyor. Kendisi üzerinde uygulanan psikolojik baskı yöntemlerinin ABD, İngiltere, Rusya ve Almanya'dan alındığını belirterek, "Burada uygulanan yöntemler, aslında yine bu ülkeler için bir deney merkezi niteliğindeydi" diyor. Bu sonuçların yine söz konusu ülkeler tarafında müttefik ülkelere verildiğini belirten Kyung, devamla "Tecridin kırılması, kesinlikle kamuoyunun duyarlılığına bağlı. Hiçbir manipüleye yer verilmeden tecridin hissedilmesi ve üzerine gidilmesi ve kamuoyunun denetim bilgisi altında olması şüphesiz tecridin açacağı olumsuz etkileri aşağıya çekelecektir" diye ekliyor. Tecride alıştırılmış bir topluluğun aslında en az mahkum kadar tecrit altında olacağını belirten Kyung, tecridin günümüz dünyasındaki yerini "Tasarlanmış, bilinçli ve koordineli bir cinayet" olarak tarif ediyor ve ekliyor: "Kamuoyu buna alıştıkça, alıştırıldıkça tecridin ağırlığı artıyor ve kişi hücresel bir bölünme, parçalanma yaşıyor."
Kürtler Öcalan'ın tecridini kırabilir
Görüşlerine başvurduğumuz Merkezi İngiltere'de bulunan Cezaevleri Araştırma Merkezi (ICPS) danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, tecridin hiçbir koşulda kabul edilemeyeceğini belirterek, "Bu bir ceza yöntemi olarak uygulanmıyor. Uygulanan tamamen bir intikam yöntemidir" dedi.
Shelupanov, özellikle muhalif mahkumlar üzerinde uygulanan tecrit yönteminin birçok amacı içerdiğini belirterek, "Kişiyi gözden düşürme, kişiliğini parçalama, kamuoyu nezhinde itibarsızlaştırma, kişi üzerinde uygulanan psikolojik yöntemlerle mahkumu hiçleştirme, kişinin düşünce dünyasını parçalama ve düşünsel yeteneklerini yok etmeye yönelik" dedi.
Shelupanov, bunun bir ceza yöntemi ile ilgisinin olmayacağını belirterek "Tecrit altında tutulan mahkumlara yönelik gerçekleştirilmek istenen esas hedef, iktidarı eleştiren düşünceleri parçalamaktır" dedi. Hiçbir iktidarın kendisini eleştiren muhaliflere tahammül edemeyeceğinin altını çizen Shelupanov, "Özellikle kitlelere veya kamoyuna mal olan muhalifler için tecrit tamamen intikam almaya yönelik gerçekleştirilir" dedi. Tecridin sadece mahkuma yönelik olmadığını da sözerine ekleyen Shelupanov bu uygulamanın aynı zamanda, tecrit edilen kişi üzerinde kamoyuna yönelikte gerçekleştirildiğini belirterek, "Hedeflenen kamoyunun tecridi içselleştirmesi, sıradanlaştırması ve alıştırılmasıdır. İkinci önemli hedefi ise tecrit altında tutulan kişiyi, kamuoyu nezhinde çeşitli araçlarla ve yöntemlerle manipüle etmesidir. En son noktada önemsizleştirilen bir muhalif mahkumun, artık düşünceleri ve fikirleride önemsizleşmiştir. Daha doğrusu o fikirler artık kamoyunu etkilemeyecektir hedefleri üzerinde çalışmalar yapılır" dedi.
Öcalan'a tecridin çok özel hedefleri var
Cezaevleri Araştırma Merkezi danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin tamamen siyasi hedefler içerdiğini vurguladı ve devamla şunları söyledi: "Öcalan normal bir cezaevinde ve normal koşullarda kalmıyor. Tamamen özel ve ağır tecrit koşulları altında yaşıyor. Öcalan sonuçta siyasi bir muhalif ve geniş bir tabana hitap ediyor. Öcalan 30 yıllık silahlı bir örgüte hükmedebiliyor. Tecridi bunun dışında görmek mümkün olamaz."
Shelupanov, Öcalan üzerinde uygulanan özel koşulların, çok özel hedefleri olduğunu belirtti. Çok özel hedefler konusununun tamamen Kürt sorunu, PKK ve silahlı mücade olduğunu belirten Shelupanov, "Öcalan üzerinde Kürt sorununu kırma, PKK'yi dizayn etme ve sorunun çözümünü mevcut devlet mantığı içinde elemek olabileceğini belirtebilirim" dedi.
Shelupanov son olarak "Siyasi boyutları ve hedefi ne olursa olsun sonuç itibarıyla Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kabul edilemez. Yakın çevresi başta olmak üzere genel kamuoyu buna alışmamalı ve bilinmeli ki, tecridin panzehiri özgürlüktür" dedi.
Anket sonuçları ürkütücü boyutta
İki yıl içindeki artış oranları%
Göz rahatsızlıkları: 18.5
Başağrısı: 33.5
Kas/iskelet ağrısı: 12.3
Mide rahatsızlıkları: 9
Cilt hastalıkları: 11
Diş sorunları: 9
Kalprahatsızlıkları: 24.9
Böbrek/idrar yolları: 4
Hemoroid: 5.5
Bedende uyuşma: 18.5
Faranjit/boğaz hast.: 17.7
Ciğerde rahatsızlık: 2.5
Tansiyon: 9.5
Ellerde egzama: 10
Alerji: 8.1
Astım: 3
Hepatit 2.4
Tüberküloz: 23.6
İşitme kaybı: 8.7
Fistür: 3
Şeker: 1.8
Sedef: 0
Kanser: 09.1
Guatr: 0/1/1
PSİKOLOJİK SORUNLAR ANKETİ (yüzelli mahkum üzerinde)
Teçrit öncesi kaç kişide Teçrit içinde kaç kişide oluştu
Baş ağrısı: 21 105
Unutkanlık: 7 94
Yoğunlaşamama: 11 87
Işık ve sese karşı duyarlılık: 17 84
Gerginlik: 33 84
Kulak çınlaması: 27 72
Kolay/ani sinirlenme: 7 71
Sürekli yorgunluk hissi: 14 67
Kalp çarpıntısı/ritm bozukluğu: 5 51
Nefes darlığı: 23 49
Alınganlık: 9 47
Takıntılar ve tahammülsüzlük: 14 44
Her şeye karşı isteksizlik: 4 31
Boşluk duygusu: 14 31
Ortalığı dağıtma isteği: 23 26
Kurgular: 19 26
Sakinleştirici ilaç kullananlar: 15 21
ALİ ONGAN
Yeni Özgür Politika Gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder