21 Ekim 2012 Pazar

Sallantıdaki Türkiye

On yıldır Türkiye siyaset sahnesinde siyasal bir karışıklığa şahit olmadık. Ama 2014 itibariyle, içerde ve yanı başında devam eden karmaşa yeni partilerin ortaya çıkışına ve hatta belki de AKP’nin çözülmesine yol açabilir

Yarı-özerk Suriye Kürtlerinin sahneye çıkmasıyla yeni bir dış basınç daha eklendi. Ayrıca Erbil ve Bağdat arasındaki süreğen politik sorunlar, Kürtlerin Irak’tan muhtemel kopuşuna işaret ediyor. Türkiye’nin Kürtleri Suriye’deki olaylardan etkilenecek, Irak parçalanırsa daha da fazla etkilenecekler. Irak’ta ayrışma kolay olmayacak ve muhtemelen de kanlı olacak. Bu durumda, ne Türklerin ne de Amerikalıların Kürtleri kurtarmak için askeri olarak harekete geçeceğine inanmak kolay olur. Kürt meselesi nedeniyle Erdoğan sanki sallantıdaymış gibi görünüyor ve PKK ile başa çıkma yönündeki çabaları çılgınca ve kifayetsiz bir manzara oluşturuyor. Erdoğan ayrıca pek çok Kürt vekili PKK destekçileri diye meclisten atmaya odaklanmış görünüyor ki, bu bir uzlaşma önlemi olmaktan çok uzak. Erdoğan can yakıyor ve seleflerinden pek çoğu gibi Türk milliyetçiliğine başvuruyor ve ülkenin milliyetçi partisinden destek görüyor.


İç politika

Bu çalkantı süresince, Erdoğan Türkiye’nin anayasasını başkanlık sistemine geçecek biçimde değiştirmeye karar vermiş görünüyordu. Yeni anayasa, 1980 askeri darbesinin Türkiye’ye bıraktığının yerine geçirilmek üzere tasarlanıyor. Bu politik sorun Türkiye’yi sürekli meşgul ediyor ve hem iç hem de dış politikayı etkiliyor; çünkü Erdoğan, başkanlık özlemleri üzerinde kötü etkide bulunabilecek bütün unsurları bertaraf etmek istiyor. Çoğu Türk, Erdoğan’ın bu çabasından en sonunda vazgeçeceğini düşünüyor.

Politik gerilimler yükseliyor ve çoğunlukla Erdoğan’a yöneliyor. Hoşnutsuzluklar giderek çoğalıyor, ki bunlar sadece Erdoğan’ın Suriye politikası ile sınırlı kalmayıp onun devam eden otoriteryanizmini, eleştiriye karşı tahammülsüzlüğünü ve yurtsever bir örtü altında medyaya karşı yürüttüğü savaşı da kapsıyor.


Ek olarak, Türkiye’de giderek tırmandığı görülen İslami pratikler, okul sisteminde daha fazla çocuğun dini okullara yönlendirilebilmesini sağlayan değişiklik ve Erdoğan’ın ahlaki konulardaki artan kişisel müdahalelerine ilişkin kaygılar devam ediyor. Kimi zaman tâli iç meseleleri kullanıyor; mesela dikkatleri diğer ciddi sorunlardan uzaklaştırmak için, sezaryeni ve kürtajı yasaklama açıklamaları bunun örnekleriydi.


Politik muhalefet hala güçsüz ve Erdoğan’ın karizmasına ya da politik cesaretine meydan okuyacak bir rakip yok. Ancak destekçileri arasında dahi kaygılar çoğalıyor. Önde gelen AKP’li politikacılar AKP tüzüğündeki üç dönem kuralıyla sınırlandırılmış durumdalar ve Erdoğan kuralları değiştirmediği takdirde, bu durum pek çok mutsuz üst düzey insan yaratacaktır. Bununla beraber, Suriye ve Kürt sorunları yakın zamanda bir felakete yol açmazsa, Erdoğan istediği gibi bir anayasa değişikliği için gerekli desteği koruyabilir. Ama eğer ki (yavaşlayan ama görece iyi dayanan) ekonomi düşüşe geçerse, heveslerini kursağında bırakabilecek büyük bir belayla karşı karşıya olacaktır.


Gidişat nereye?

Türkiye hala Erdoğan’ın ülkesi. Dev bir heykel gibi ona hükmediyor ve hataları ne olursa olsun kişisel popülaritesini koruyor. Muhalefet partileri için onu yaralamak güç. Geçen yıl mide kanserini aldırdığında (kolon kanseri ameliyatını kastediyor; çevirenin notu), Türk hükümeti iki hafta boyunca neredeyse felç olmuştu. AKP’nin, mevcut büyük otağında onsuz hayatta kalabileceğini görmek zor.

Gelecek her zamankinden daha bulutlu. Suriye savaşı daha uzun sürerse ve belki savaş bittikten sonra daha karmaşık bir hal alırsa, politika sahnesi daha da kötüleşecek. Erdoğan’ın Ortadoğu’yu değiştirmeye dönük emelleri gerilediyse de ortadan kalkmış değil. Din, dünya perspektifiyle bütünleşik kalmaya devam ediyor; Olimpiyatların Müslüman bir ülkede düzenlenmesini istiyor. Ancak Ortadoğu’nun, yükselen mezhepçiliği ile daha büyük bir sorunu olabilir. Erdoğan son derece hiddetli bir biçimde, Suriye savaşının etkileri ile ve Irak’ın (Erdoğan’ın ülkesindekiler de dahil) bütün Kürtler üzerinde yaratacağı muhtemel kırılmayla başa çıkmaya çalışıyor.


Erdoğan, aynı zamanda Batı’yla temaslarında muazzam bir deneyim biriktirdi ve şu anda iktidara geldiğindekine göre çok daha donanımlı bir perspektife sahip. Hala bir NATO destekçisi olmayı sürdürüyor ve Batı’yla daha yakın ilişkiler kurma yönünde hareket etti. Onunla Obama arasındaki kişisel ilişki kusursuz. Ancak, Erdoğan’ın da politik olarak işine gelen anti-Amerikancılık Türkiye’de hala güçlü bir politik kuvvet. Erdoğan adanmış biri ancak gerçeklerden kopmuş değil. Ve Kürt sorunu bütün tezahürleriyle, Erdoğan’ın Aşil topuğuna dönüşebilir.


On yıldır Türkiye siyaset sahnesinde siyasal bir karışıklığa şahit olmadık. Bugün ise kimi filizlenmeler var. Bir politik değişim öngörmek zor, özellikle de Erdoğan’ın hakimiyeti dikkate alındığında; ve ona karşı bahse girmek ahmaklık olur. Ama 2014 itibariyle, içerde ve yanı başında devam eden karmaşa yeni partilerin ortaya çıkışına ve hatta belki de AKP’nin çözülmesine yol açabilir. Bu arada, Türkiye önemli, dinamik ve sonu gelmez sürprizlerle dolu bir yer olmayı sürdürüyor.


Morton Abramowitz

[National İnterest’teki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

Savaşa Karşı Birleşik Mücadeleye

Suriye’ye karşı savaş ihtimali diğer yandan, toplumsal muhalefet için farklı bir kanalın da açılmasını sağlamış durumda. “Savaş karşıtlığı”, Batı’daki ilerici toplumsal muhalefet ile Kürt toplumsal muhalefetinin ortak paydası haline geldi. Bu paydada yakınlaşma ve bu payda üzerinden geliştirilecek etkinlikler farklı olanakları da ilerletebilecektir

AKP planlama hataları yapmaya devam ediyor. Anlaşılan bütün yaz tembellik etmişler. Ne doğru düzgün yasa taslakları hazırlamışlar, ne kendi kadrolarının motivasyonunu sağlamışlar, ne de savaş hazırlıklarını planlamışlar.


Meclis’in açılmasıyla birlikte bir yandan zaten uzun süredir öteledikleri yasalarla –ki bunların başında Sendikalar Yasası geliyor- uğraşırken diğer yandan da yeni dönemde kendilerine “avantaj” sağlayacak tuzak yasaları –ki bunların başında da Belediyeler Yasası geliyor- geçirmeye çalışmaktalar. Sendikalar Yasası’nın asıl amacı, AKP’nin her icraatında olduğu gibi, sermayenin ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri yapmanın yanı sıra kendi iktidarı açısından da ciddi avantajlar sağlamak. Bu yasa ile 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde sendikal tazminat davası açılamaması, sendika üyeliklerinin doğrudan devlet ve patronların denetim ve müdahalesine açık hale getirilmesi gibi sermaye lehine kritik adımlar atılırken, AKP’nin emek alanındaki yeni truva atı olarak Hak-İş’i en büyük konfederasyon yapmaya çalışacaklar. Operasyonun arkasında Bülent Arınç, önünde medya yüzü olarak Faruk Çelik bulunuyor. “Hakkaniyet ve hukuk” temsilcisi Bülent Arınç, Anadolu Ajansı’nda örgütlü TGS’ye yönelik operasyonunu medyadaki AKP kuşatmasını güçlendirmek için tamamlamak ve özellikle Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarında yandaş sendikasını kurmak için kolları sıvamış. Medya-İş ve Öz Büro-İş sendikalarını örgütleme işini bizzat üzerine almış durumda. Sermayenin ve AKP’nin bu stratejisi karşısında direnme potansiyeli taşıyan DİSK ise süreci teknik tartışmalar ve yetki-baraj tartışmasının ötesine götüren bütünlüklü bir perspektife sahip değil.


AKP, önümüzdeki yerel seçimlerin kendisi için ne kadar kritik olduğunun “çok” farkında. Çünkü bu seçim, AKP için belediyeleri yönetmeye devam etmesinin yanında, sonraki iki seçimi de (cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri) doğrudan belirleyecek. Yerel seçimde alınacak kötü sonuçlar, hatta AKP’nin inişe geçtiği izlenimini verecek bir sonuç bile Tayyip Erdoğan’ın ve tüm AKP’lilerin gelecek hayallerini tersyüz edebilir. Tam da bu yüzden işi sıkı tutuyorlar ama ne fayda!


Yerel seçim tarihini beş ay önceye almaya çalıştılar, sözde gerekçe kış koşulları ama gerçek gerekçe kendi belediyelerini ekonomik kriz koşullarında daha fazla yıpratmamak ve olası bir “yol kazası”nda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını riske atmamak (….). Ama daha yolun başında, evdeki hesap çarşı yolunda bozuldu. Kendi kulvarındaki siyasi rakipleri (HAS Parti, DP ve hatta MHP’yi bile) kuyruğundan yakalamış olan Tayyip Erdoğan, kendi partisi içindeki hoşnutsuzları hesap edemedi ve erken yerel seçim yasası Meclis’te 367 oyu bulamadı. Oysa her şeyi buna göre planlamışlardı ve hatta o kadar emindiler ki Marmaray, Ankara-İstanbul ve Eskişehir-Konya yüksek hızlı tren hatlarının açılış tarihleri bile seçimlerden önceye alınmıştı. Marmaray'ın açılış tarihi 29 Ekim 2013 yerine 30 Eylül 2013'e çekilmişti. Şimdi ise Erdoğan, ''Bu konuyla ilgili bizim bu sürece yönelik atacağımız adım, kendi hafızamızdan bunu süratle silmek olacaktır” diyor. Allahtan (!) Abdullah Gül var, sistemin olmasa da AKP’nin sigortası. Kış koşulları ve gereksiz masraf (kendisi tasarrufu çok sever) gerekçesiyle referanduma izin vermedi de AKP yeni bir plan yapma şansı yakaladı.


Erken yerel seçim yasası ile aynı dönemde çıkarmayı düşündükleri yeni belediyeler yasası da iki şeyi, yani sermayenin çıkarlarının genişletilmesini ve AKP iktidarının devamının sağlanmasını amaçlıyor. Bu yasa ile mülki sınırlar, mahalli idare sınırına dönüştürülecek, 1053 belediye ile 16 bin 82 köyün tüzel kişiliği kalkacak; 1582 belediye, mahalle veya köye dönüştürülecek. Daha da önemlisi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında, merkezi yönetim yeni idari ve mali yetkilerle donatılmakta. Yerel yönetimlerin başına atanmış valileri getiriliyor ve son söz Başbakan'a bırakılıyor. Ayrıca “özel bütçeli” yatırım merkezleri kurularak, bunlara merkezi bütçeden pay ayrılacak. Kendi içlerinden ilk patlak da bu konuda verildi, “hesapta olmayan 4 milyar liralık” bu harcamaya Maliye Bakanı Mehmet Şimşek itiraz ediyor. (Anlaşılan yasayı hazırlarken ona sormamışlar.)


Bu yasa ile ülkenin bütün köy varlığının yarısı ortadan kalkarken, sermayenin ve nüfusun merkezileşmesi doğrultusunda kritik bir adım daha atılacak. İl yönetimleri bölge yönetimlerine dönüştürülürken, görünüşte daha yerel ama paranın ve son sözün Ankara’da olduğu daha merkezi bir düzenleme gerçekleştirilecek. Ve elbette yeni sınırların çizimi AKP’nin belediye sayısını arttırmaya ve yerel yönetimlerdeki gücünü pekiştirmeye yönelik olacak.


Ancak görüldüğü kadarıyla bu yasa tasarısı da daha çok su kaldırır. AKP gerek iç çelişkileri gerek tekelci sermayeyle tam uzlaşmayan parti tercihleri gerekse de beceriksizlikleri yüzünden bu dönem daha çok çuvallayacak. Benzer bir durum üniversiteler yasasında da yaşanmaya aday. İktidara geldikleri günden beri YÖK’ü sözde kaldıracaklar. Ama haklarını yememek lazım son bir-iki yıldır yeni yasa için epey çalıştılar. Buna rağmen hala kendileri ve sermaye için, ana hatlarında anlaşsalar da (ki bunlar; üniversite eğitiminden para kazanmak ve üniversite yönetimlerini sermayenin ve kendi kadrolarının sözde özerk yönetimine bırakmak) ayrıntılı bir formülasyon geliştiremediler. Üstelik bu konuda onları güçlü bir üniversite muhalefetinin beklediğini de eklemek gerek.


AKP’nin savaş hazırlıkları ise tam bir fiyasko! Bu Meclis’i bir “savaş meclisi” olarak çalıştırma amacı daha ilk günlerde çıkardıkları iki savaş tezkeresi ile zaten belli olmuştu. Görüldüğü ve görüleceği gibi Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ikilisi, Suriye ile olan gerilimin yumuşamasına dahi izin vermeyecekler. Suriye uçağını, içinden bir şey çıkmayacağını bilmelerine rağmen zorla indirtmeleri, benzer bir biçimde Ermenistan uçağını da içinde gıda olduğunu bilmelerine rağmen indirtmeleri Suriye’yi sürekli gündemde tutma amaçlı provokasyonlardır. Üstelik yaratacağı sonuçların vahametini bilerek yapmaktadırlar. Suriye uçağının indirilmesi ve geri gönderilmesi sonrasında Suriye televizyonlarında, “kendi vatandaşlarının Türk polisleri tarafından uçak içinde dövüldüğü” söylenirken, aldıkları yaralar gösteriliyordu.


Ermenistan uçağının indirtilmesi ise AKP tarafından tam bir tiyatroya dönüştürüldü. Ermenistan sözcüsü “uçağın indirilişinin önceden belirlendiğini” söylese de konu medyaya "Şimdi de Ermeni uçağını indirdik" biçiminde yansıtıldı. Hatta Bülent Arınç, “uçağı indirerek bu konuda ne kadar ciddi olduklarının görmüyoruz” diyerek, ‘yalandan kim ölmüş’ atasözünü doğrulattı.


AKP’nin “kraldan çok kralcı” bu tutumu “kral”ı bile rahatsız etmiş durumda. ABD büyükelçisi Ricciardone, Türkiye için “Esad rejiminin tuzağına düşmedi” deyip “Türkiye-Suriye arasında savaş ihtimali görmediklerini” söyleyerek AKP’ye ayar verme ihtiyacı hissediyor. Türkiye uzmanı, CIA’ci Barkey ise ABD’nin tercihini daha doğrudan ifade etmekte. Ankara’nın Suriye konusunda tek başına hareket etmemesi gerektiği konusundaki “uyarılarından” sonra TSK’nın Suriye’de “tampon bölge” veya“uçuşa yasak bölge” oluşturulması konusunda gücünün yetip yetmeyeceğini tartışıyor. Ve ekliyor; “TSK’nın savaş tecrübesi yok”. Ancak bu açıklamaları, AKP’nin “ABD’ye rağmen Suriye gerilimini sıcak tutuyor” anlamında değerlendirmek doğru olmaz. ABD’nin şu anki tercihi herkesin bildiği gibi başkanlık seçimleri öncesinde kontrolü elinde tutmak, oldubittilerle karşılaşmamak ama Esad ile uzlaşmaz görüntüyü devam ettirmek. Davutoğlu da bunu yapıyor zaten, Suriye’nin “Türkiye ile diyaloga hazırız” açıklamasına karşılık Davutoğlu “bizim için kıymeti yok” kükremesinde.


Davutoğlu’nun bölge için, bölge halkları için ne kadar “tehlikeli” bir şahsiyet olduğu, her icraatında yeniden kanıtlanır nitelikte. Esad’ı, Suriyelilerin devlet başkanı olarak muhatap almazken, Suriyelilere yine Esad rejimi içinden birini, sırf Sünni olduğu için Şarık Tara’yı devlet başkanı olarak önerebiliyor (atayabiliyor). Bu ne demokrasi aşkı! Bu ne zulüm düşmanlığı!


Suriye’ye karşı savaş ihtimali diğer yandan, toplumsal muhalefet için farklı bir kanalın da açılmasını sağlamış durumda. “Savaş karşıtlığı”, Batı’daki ilerici toplumsal muhalefet ile Kürt toplumsal muhalefetinin ortak paydası haline geldi. Türk ve Kürt halkının yararına olmayacak bu olası savaş birlikte hareket ederek durdurulabilir. Bu paydada yakınlaşma ve bu payda üzerinden geliştirilecek etkinlikler farklı olanakları da ilerletebilecektir. Kuşkusuz bu farklı olanaklardan ilki, yerel seçimlere ilişkin ortak taleplerin dile getirilmesi, hatta kısmi ortak davranış biçimlerinin geliştirilmesidir.


Ancak bu süreç kendiliğinden gelişmeyeceği gibi ciddi handikapları da barındırıyor. AKP’nin provokatif icraatları bir yana, bu süreç milliyetçi/ulusalcı eğilimlerin gelişmesine de zemin oluşturmakta. Sadece “AKP’yi sevmeme” üzerinden oluşan birliktelikler, kendi içinde doğrudan sosyalizan tercihler oluşturmamakta, tam tersine ulusalcı eğilimleri büyütmektedir. İstanbul ve Ankara Barolarının seçimlerinde ulusalcıların açık ara kazanması önemli bir veridir. Benzer bir veri, Sözcü ve Aydınlık gibi gazetelerin tiraj artışlarında da görülebilir. Ulusalcı eğilimlerin “kendiliğinden” gelişmesinden daha tehlikeli olan ise, siyasal öznelerin bu eğilimlerin üzerine gitmektense bu eğilimleri içselleştirmeye çalışması ve “ileride oy kaybedeceği” kaygısıyla ön açmasıdır.


AKP’nin bu yeni dönemi, devrimciler için ideolojik bir saflaşma olanağı yarattığı gibi siyasal sürece çok daha etkin ve birleşik bir kanaldan müdahil olma fırsatı oluşturuyor.


AKP 10 yıllık süreçte kendi karşı bloğunu tarif etmiş olsa da bu karşı blok içinde tutarlı ve istikrarlı bir sol çizgi güçlü bir biçimde oluşturulamadı. Şimdi ise nesnel şartlar çok daha uygun. Savaşa karşı insani, ideolojik ve örgütlü bir karşı koyuş ancak solcuların yapacağı bir iş. Bu aynı zamanda sadece antiemperyalist olmayı değil, kapitalizme karşı olmayı, gericiliğe karşı olmayı, faşizme karşı olmayı ve halkların kardeşliği için mücadele etmeyi gerektirir.


Bu ideolojik saflaşmanın pratikte de güçlü bir karşılığı vardır. Savaş tezkeresinin kabul edildiği gün, solun en geniş bileşenini harekete geçirmeyi başaran yaygın refleks eylemler, etkin ve birleşik bir siyasal müdahale kanalının adresinin yine sokak olduğunu hatırlatan anlamlı bir örnek olmuştur. 


sendika.org

Korkut Boratav: Seçimi Geçiştirelim, Sonrası Allah Kerim

Prof.Dr Korkut Boratav ile hem Türkiye ekonomisinin güncel meselelerini hem de neoliberal dönüşümün tarihini konuştuk. 12 Eylül’den sonra Türkiye kapitalizminin gelişimini üç döneme ayırarak ele alan Boratav dönüşümün tarihsel gelişimi açısından belleğimizi tazeliyor. Boratav önümüzdeki üç yıllık seçim sürecinde AKP’nin günü kurtarmaya odaklandığına işaret ediyor

2012 ikinci çeyrek sonuçları itibariyle görüyoruz ki iç talep büyümezken Türkiye ekonomisi ihracata dayalı bir büyüme performansı sergiliyor. 24 Ocak 1980 kararları ile ekonomi dışa açılmaya çalışılmıştı. Geldiğimiz nokta itibariyle hedeflenen ekonomik yapıya ulaşıldı mı sizce?


Neoliberal dönüşüm Türkiye’ye özgü değildir. Üçüncü Dünya’da Latin Amerika’da bizden önce, hatta ABD ve Avrupa’nın neoliberalizme geçmelerinden önce denenmiş bir modeldir. Şili, Brezilya ve Arjantin’de askeri rejimler altında uygulanmış bir dönüşümden bahsediyoruz. Türkiye, Latin Amerika’dan sonra bu modele geçen ilk ülkelerden birisi oldu.


Dönüşümün ana özelliği, sermayenin tüm dünya üzerindeki sınırsız tahakkümünü yeniden oluşturma girişimi olmasıdır. Çünkü daha önceki 30-35 yıl, sermayenin tahakkümünü frenleyen öğelerin sisteme yerleştiği dönemdir. Bu frenler, sınıf mücadelelerinin dünya çapında elde ettiği sonuçlardır. Bahsettiğimiz dönem yaklaşık olarak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 30-35 yıllık süreci kapsar. “Kapitalizmin Atın Çağı” olarak da nitelendiren bu dönem, her topluma, inişli-çıkışlı doğrultuda, farklı biçim ve boyutlarda yansımıştır. Türkiye de bu “Altın Çağ”dan etkilenmiş; 1960’ı izleyen 20 yıl boyunca, araya giren 12 Mart kesintisine rağmen, emek ile sermaye arasındaki ilişkilerin adeta karşılıklı bir uzlaşma modelinde biçimlendiği bir dönemden geçmiştir. Ben bu döneme “popülizm” diyorum. Yani, sermaye partileri iktidardadır. Ancak, seçmen olarak halk kitlelerine dayandıkları için bir yandan onların taleplerine duyarlı olma zaruretini hissederler; bir yandan da bu kitlelerin sınıfsal olarak siyasi örgütlenmelerini frenlemeye çalışırlar. Bu ödünü büyük ölçüde elde ederler; ama bunun karşılığında da hem kentli-ücretli işçi sınıfına hem de kalabalık köylülüğe dönük paylaşım düzenlemelerini müzakere konusu yaparlar. 12 Mart 1971 dönüşümünden sonraki aşamada emekçi katmanların siyasette ağırlığı daha fazla hissedilir oldu. Çünkü CHP’nin içinde halk sınıflarına yönelik bir politika kayması oldu ve CHP uzun yıllardan sonra ilk defa 1973-1977 seçimlerinde ve ara seçimlerde birinci parti olarak sağ partilerin önüne geçti. Bu sayede kendi solunun da gelişmesine isteyerek veya istemeyerek yol açtı.


Darbeden sonra üç aşamalı dönüşüm


12 Eylül 1980 bunun rövanşıdır. 24 Ocak kararları eksikti; çünkü emeğin kontrolü öğelerinden yoksundu. 12 Eylül bu eksikliği giderdi. Darbeyle gerçekleşen bu ilk eksen kaymasını üç aşama izliyor. Bütün aşamalarda sermayenin ana talepleri belirleyici oluyor.

Birinci aşama
askeri rejim ve ANAP’ın tek parti iktidarı dönemidir. 1970’li yıllarda emeğin kazanımları, bu dönemde fazlasıyla geri alınmıştır. 1970’li yılların sonu ile 1988 arasını karşılaştıralım. İşçi sınıfının göreli durumunu reel ücretler ve ücret payı göstergeleri bakımından izleyelim. Köylülüğün göreli durumunu da tarımın ticaret hadleri ile (yani çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılıp açılmadığına bakarak) belirleyelim. Her iki gösterge de ortaya koymaktadır ki, emekçi sınıfların göreli durumları, bu 8-9 yıl içinde Cumhuriyet tarihinde hiçbir döneminde olmadığı boyutlarda çökmüştür. Bu birinci aşamada bölüşüm ilişkileri iç piyasa üzerinde kontrol sağlanarak biçimlendirilmiştir. Sıkıyönetimli yılların baskıları, yeni anayasa düzeni, onun türevi olan iş yasaları ile sosyal güvenlik sistemindeki değişiklikler ve tarıma dönük destekleme politikalarının kısıtlanması, bu kontrolü sağlamıştır.

Bu model 1989 yılında işçi sınıfı tabanından başlayan büyük bahar eylemleri dalgası sonunda tökezledi ve tıkandı. Yaklaşık 4 yıllık bir dönemde emekçi kesimlerin 8-9 yıllık kayıpları geri alındı. Bu yeni problemi siyasi iktidarların ve sermayenin çözmesi gerekiyordu. Böylece neoliberal dönüşümün
ikinci aşamasına geçildi. Problemin çözümünü ilginç bir şekilde neoliberal modele bir adım daha açılma kolaylaştırdı. 1989’da Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, emeğin taleplerinin büyük ölçüde kamu kesiminin dış piyasalardan sağladığı borçlanma yoluyla karşılanmasını mümkün kıldı. 1989-1993’te emeğin kazanımlarının yol açtığı talep patlaması, öncelikle kamu kesimini büyük açıklara sürükledi ve bu açıkların finansmanı ana problem oldu. Çözüm, kamu kesimi açıklarının dış tasarruflarla, dış borçlarla kapanması ile arandı. Bankalar dışarıdan borçlanıyor ve devlet borçlarını bu fonlarla satın alıyorlar. Böylece bütçe açığı, bankalar sisteminin dış borçlanması sayesinde kapatılmış oluyor. Bankalar ve rantiyeler de yüksek iç borç faizleriyle, dış borç faizleri arasındaki fark, ucuz tutulan döviz fiyatlarıyla desteklendiği için yüksek kazançlar elde ediyorlar.

Öte yandan emeğin kazanımlarının aşındırılması da gerekiyordu. 1994 krizi bu problemi geçici olarak çözdü. 1994 krizinde, o yıl için yapılan toplu sözleşmelerin uygulanması, Danıştay kararıyla bir yıl ertelendi. Yüksek enflasyon ortamında toplu sözleşmenin bir sonraki döneme taşınması, 1994’te ücretlerde esaslı bir aşınmaya yol açtı. O yıl, IMF ile imzalanan anlaşma sadece bir yıl kadar, 1995’e kadar sürdü. 1995’ten 1998’e kadar uzanan süre içinde, kriz öncesindeki modele, yani kamu açıklarının dış açıklarla finansmanına dönüldü.


Bu dönemdeki yüksek enflasyona uyum sağlanıyor. Genellikle ücret ve maaşlar enflasyona endeksleniyor. Tarıma dönük taban fiyatlar, destekleme politikaları, şu veya bu şekilde siyasi partiler arasında pazarlık konusu yapılarak bir nevi “al gülüm ver gülüm” yaklaşımı devam ediyor. Popülizm, 1980 öncesi dönemdeki gibi emekçi sınıfların ciddi aktörler olarak yer aldıkları bir düzenlemeye göre bir miktar bozularak, yozlaşarak devam ediyor. Ancak sermaye sınıfında da ileriyi görememenin ve yüksek enflasyonun patlayıp, kontrolden çıkma endişesi de var. Yüksek enflasyon özellikle rantiyelere ve finans kapitale büyük kazanç sağlıyor. Ancak kredi faizlerinin yüksekliği de üretken, yatırımcı sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. Dolayısıyla, bu modelin terk edilmesi; popülizmin son bulması yönünde baskılar oluşuyor.


1998 sonunda IMF ile imzalanan bir yakın izleme anlaşması ve 1999 yılındaki stand-by anlaşması ile
yeni aşama (üçüncü aşama) başlıyor. Peş peşe imzalanan, stand-by anlaşmaları 2008’in Mayısına kadar sürüyor. Ve bu yeni aşama önce koalisyonlar altında; sonra da AKP hükümetleri tarafından kesintisiz sürdürülüyor. Bu dönemin temel hedefi, bölüşüm alanının ilke olarak piyasalara teslim edilmesidir. Bu hedef, “devlet ekonomiden elini çeksin” sloganıyla pazarlanıyor. Bu sloganla asıl kastedilen, bölüşüme dönük popülist politikaların terkedilmesidir. Yani sendikalara teslimiyet son bulacak; köylü taleplerinin piyasa dışı olanaklarla karşılanmasından vazgeçilecek; 1980 öncesinden devralınan ve 12 Eylül rejimine rağmen izleri tamamen silinememiş olan sosyal devlet uygulamalarının neoliberal modele uyarlanması sağlanacaktır.

Bölüşüm öncelikleri Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla yürütülür ve makroekonomik politikalar da IMF tarafından denetlenir. Enflasyon hedeflemesi esas alınır ve Merkez Bankası’nın uzunca bir süre tek hedefi enflasyon olur. 1990’ların sonuna kadar uygulanan reel döviz kuru hedeflenmesi terk edilir. Serbest sermaye hareketleri de devam eder. Kamu kesimi açıkları, mali disiplin ve faiz dışı fazla hedefleri ile adım adım indirilir; kontrol edilir; AB kriterlerine uygun hale getirilir. Buna mukabil özel sektör açığı tırmanır gider. Çünkü bu dönem, enflasyon hedeflemesinin gerektirdiği parasal daralma yüzünden kredi faizlerinin reel olarak yüksek olduğu ve sermaye hareketlerinin girişi sayesinde döviz fiyatlarının düşük kaldığı bir ortamdır. Bu koşullar, iç piyasada çalışan sermaye grupları için dış borçlanmanın çok çekici olmasına yol açar. Böylece bu dönemde özel kesimin açığı dış açıklara yol açar. Bir önceki dönemde dış kaynaklar (yani cari işlem açığı) kamu açıklarının; bu dönemde ise özel sektörün açıklarının finansmanını sağlamıştır.


Önceki dönemde, cari açık fazla değildir. Cari açığı fazlasıyla aşan düzeyde yabancı sermaye girişi vardır. Aradaki fark, yerli sermayenin dış dünyaya taşmasına ve rezerv birikimine tahsis edilir. 1994 devalüasyonundan sonra, 1995 ile 1998 arasında döviz kuru kontrol edildiği için, özellikle üçüncü ülkelere karşı AB Gümrük Birliği rejimini uygulama yükümlülüğü dış ticaret açığını henüz fazla pompalamaz. 2001 krizinin yol açtığı devalüasyon ise bir yandan sermaye girişleri nedeniyle; bir yandan da Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine geçerek döviz kurunu denetleme önceliğini terk ettiği için hızla aşınır. Böylece dış açık, sonraki yıllarda kronikleşerek hızla artar. Bu dönemde dünyada ABD, İngiltere, İspanya gibi yüksek dış açık veren Batı ülkelerinden sonra en fazla cari açık veren ülke Türkiye olmuştur.


Özel sektör açıklarının finansmanını üstlenen IMF programının ilk meyvesi 2001 krizi ile alınır. IMF yönetimi altında kriz, çok ciddi bir halk tepkisi yaratır. Bu halk tepkisinin nemasını da AKP toplamıştır.

Bu noktada sermaye 2001 krizini fırsata çevirdi diyebilir miyiz?


Kesinlikle söyleyebiliriz. İlk olarak, neoliberal düzenin kalıcı olarak yerleşmesine vesile olmuştur. Aynı tarihlerde krize giren Arjantin, Türkiye’den farklı bir model uygulayarak dış borçları reddetmiş; IMF ile anlaşma yapmadan ve sola yaslanan bir siyasetle bunalımla cebelleşmiştir. Bizde ise Kemal Derviş ithal edildi ve IMF’nin acımasız krizle mücadele programı uygulamaya konuldu. Bu uygulama da 2002 seçimlerine yansıdı. Krizin sosyal etkilerinin en ağır olduğu dönemde yapılan seçim AKP’yi iktidara getirdi.

AKP’li yıllarda sermaye, tek parti iktidarı nedeniyle rahatladı. IMF programı ve yapısal uyum reformları kesintisiz sürdürüldü. Tarım kesiminin büyük ölçüde piyasaya teslimiyeti, eğitim ve sağlığın adım adım ticarileşmesi, sosyal güvenliğin yine adım adım Dünya Bankası reçetelerine göre oluşturulması, işgücü piyasasının esnekliğinin adım adım artırılması gerçekleşti.


AKP döneminde sermaye ile ilişkilerinde gel-gitler olduğu görüşüne ne dersiniz?


TUSİAD Başkanlarının sızlanmalarına rağmen sermaye AKP’ye kesin ve tam desteğini vermiştir. Bunun ana göstergelerinden birisi borsadır. Borsa sermayenin kolektif iradesini gösterir. Seçim, referandum, ABD’nin talepleriyle ilgili belirsizliklerin olduğu tüm süreçlerde AKP’nin başarıları borsadaki yükselişleriyle çakışmıştır.

Borsa endeksini bir başarı göstergesi olarak Başbakan zaten sürekli kullanıyor


Anayasa referandumuna “evet” diyen iş dünyasının listesini yaptığımızda, büyük sermayenin liderlerinin ezici çoğunluğunun evet oyu verdiğini görüyoruz. AKP politikalarının sermayenin genel çıkarları lehine olduğuna hiç şüphe yok. Temel mesele olan emek ve sermaye arasındaki problemlerde sermaye lehine kesin tavır almıştır. Öte yandan, AKP’nin iş çevreleriyle ilişkilerinin kendine has özellikleri de vardır. Sermaye çevrelerinin iç paylaşım gerilimlerini olduğu her konjonktürde manivelaları kontrol etmeye büyük önem vermiştir. Yani “ihsan dağıtıcı ve cezalandırıcı” yöntemlerin ustası olmuştur. Bu tabii tek tek sermaye gruplarını, örneğin Koç’u ya da Aydın Doğan’ı tedirgin etmiştir. Temel kazanımlar sermaye açısından daha önemli, belirleyici olduğu için, sözü geçen ayrımcı uygulamaların yarattığı sıkıntılar sineye çekilir. Sermaye ile kurulan bu ilişki çeşitlenmesi, sadece içeriye karşı değil, dış sermaye için de geçerlidir. Yani, Arap ve İslam dünyasından gelen kaynak akımlarına karşı gösterdiği ayrıcalıkları, Batı sermayesinden herkese karşı açmamıştır.

Bu uygulamalardan şu sonuç çıkıyor ki neoliberal dönem, siyasi iktidarların rant dağıtma, ihya etme ya da cezalandırma araçlarını ortadan kaldırmaz; bilakis bunları geliştirir ve çeşitlendirir.


AKP’nin sermaye ile ilişkilerinden süregelen krize dönersek; geçen hafta Amerikan Merkez Bankası (FED)’in açıkladığı aylık 40 milyar dolarlık tahvil alım kararı halkın ekonomisini nasıl etkiler? Gördük ki borsalar, ekonomik haber sunucuları memnuniyetle karşıladılar.


Krize çözüm olarak uygulanan bu kararlar, finans-kapitalin hegemonyasının belgelenmesidir. Hem İngiltere ve Almanya’nın liderliğinde Avrupa siyasileri, hem de ABD Kongresi, bütçe açıklarının daraltılması ve iç borçların eritilmesi politikalarında hemfikirdir. Kriz ortamında bütçe açıklarının artmasına yol açan mali politikalar yerine parasal genişlemenin uygulanması, finans kapitalin gözetilip, Amerika ve Avrupa emekçilerinin göz ardı edilmesi anlamına gelir. Her parasal genişleme belli ölçülerde finansal sisteme kurtarma operasyonları getiriyor. Mesela son yapılan aylık 40 milyar dolarlık ipoteğe dayalı menkul kıymet alımı kararı, değeri düşmüş, belki de batık tahvillerin elden çıkarılmasına, değerlenmesine imkân veriyor. Bu adımın ipotek ve kredi kartı faizlerini aşağı çekerek tüketicilerin borçlarını hafifletmeyi hedeflediği de ileri sürülüyor. Ne var ki, şimdiye kadar yapılan tüm parasal genişleme furyalarına rağmen, ABD’de şu anda kredi kartı faizlerinin yüzde 12’lerin altına düşmediği söyleniyor. Hâlbuki Merkez Bankasının uyguladığı faiz sıfıra yakın. Yani parasal genişlemeler kredi kartı faizlerini aşağıya çekmiyor. Bankalar sistemi kâr marjlarını korumada ısrar ediyorlar.

Peki, bu parasal genişleme kararlarının alınmas¬ıyla ne oluyor? Sorunlar çözülüyor mu?


Bir kere çürük menkul varlıkları tutanlara ve bu arada riskli bankalara yeniden likidite sağlanıyor ve bunlar ihya ediliyor. Bu parasal genişlemeye rağmen bankalar ellerindeki likiditeyi krediye dönüştürmüyorlar. Avrupa iki, ABD ise üç furyada parasal genişleme yapmasına rağmen toplam talep kısıtlı kalıyor. Avrupa hâlâ daralıyor. ABD’de ise büyüme yüzde 2’nin altında seyrediyor. Ucuz likidite, getirisi daha yüksek alanlara akmaya başlıyor. Finans çevrelerinin gözde terminolojisi ile “risk iştahı” artıyor ve bu iştah bizim gibi çevre ülkelere taşıyor. Önceki dönemlerde de böyle oldu. Örneğin, uluslararası krizin ilk dalgası çevre ülkelerinde 2008’in sonlarında hissedilir; sermaye kaçışları 2009’da hızlanır; Türkiye gibi kırılgan ekonomiler küçülür. Aynı dönemde FED parasal pompalamaya başlar ve bu fonlar, birkaç ay arayla çevre ülkelerine (bu arada Türkiye’ye) kayar. Çevre ekonomilerine akan sıcak para, eğer bu ekonomiler dengede ise, yani dış açık vermiyor ise baş ağrısı yaratır. Sermaye girişleri dövizi ucuzlatır; iç talebi pompalar; rekabet gücü aşındığı için ithalatı artırır; cari fazlaların aşınmasına, bazı ülkelerde dış açıkların oluşmasına neden olur. Brezilya böyle bir ülke olduğu için, ABD’de parasal genişleme başlayınca hep ağlaşmıştır; hatta “kur savaşları” terimini Brezilya Maliye Bakanı gündeme sokmuştur. Döviz kurunu kontrol edebilen Çin gibi ülkeler, bu ortamdan yararlanırlar.

Bu politikaların Türkiye’ye etkileri nelerdir?


Türkiye’de ise zaten dış açık olduğu; krize rağmen kapatılamadığı için parasal genişleme dış finansman darboğazının aşılmasına katkı yapıyor. Dış açık sorunu Türkiye’de zaman içinde ağırlaşmıştır. 1990’larda Türkiye yüzde 8-9 büyürken yüzde 2’ler seviyesinde cari açık veriyor. 2000’ler sonrasında dış açıktaki yükselme eğilimi, son krizden sonra iyice artıyor. Yüzde 8,5 büyüdüğümüz 2011’de milli gelirin yüzde 10’una ulaşan cari açık veriliyor. AKP günü kurtarıyor, seçim kazanıyor ama yapısal problemler sürekli erteleniyor. “Para gelsin iyi, ama bu açık ne olacak? Cari açığı vermek iyi mi kötü mü?” soruları bir türlü doğru dürüst yanıtlanamıyor. Cevap olarak önce, “finansmanı karşılandığı sürece problem yoktur”; sonra da “finansmanın kaliteli olup olmadığına bakalım” deniyordu. Daha sonraları, “cari açığa karşı tedbir alıyoruz” açıklamaları yapılıyordu. Son dönemde cari açık azalıyor, baktığımız zaman tek nedenin büyüme hızının düşmesi olduğu ortaya çıkıyor. Bunun adına “yumuşak iniş” deniliyor.

Büyüme hızının düşüşü neden “yumuşak” olarak nitelendiriliyor?


Önceki iki yılda hızlı büyüdüğümüz için, bu yavaşlamaya “yumuşak” deniliyor. AKP ekonominin temel sorunlarını hiçbir şekilde göğüslemeden, daima yeni bir finansal genişleme beklentisiyle “komşuda pişen bize de düşsün” anlayışına teslim oluyor. Ancak komşuda bayat balık pişiyorsa, zehirlenmek de söz konusu olabilir. Avro Bölgesi’nde belirsizliklerin arttığı zaman, Ali Babacan çıkıp “dışarıda fırtına var, bizim hafif geçiştirmemiz lazım” açıklaması yapıyor. Merkez Bankası Başkanı, önce, “döviz fiyatlarında bir tırmanma olduğunda, rezervleri kullanırım” demeye getiriyor. AB iki furya parasal genişleme kararı alınca önceki söylemini değiştiriyor; “bu sene Türk lirası doları yenecek” açıklamasını yapıyor. Demek ki, AB’de genişleyen likiditenin krediye dönüşmemesi, çevre ekonomilerine taşması umuyor. Türkiye’de döviz fiyatlarının artmasını önleyeceğimizi belirttiğimiz için, Avrupa’daki likidite fazlasının bir bölümü, yüzde 8’lik 9’luk hazine bonolarımıza gelecek. Giren döviz iç piyasaları, talebi destekleyecek; ekonomideki durgunluk son bulacak; yerel seçimlere kadar durumu idare edeceğiz. Hükümetin ve Merkez Bankası’nın yaklaşımları böylece özetlenebilir.

Merkez Bankası politikalarındaki tek değişme, Batı Merkez Bankaları’ndaki değişmelere de ayak uydurarak, enflasyon hedeflemesine ek olarak finansal istikrarı para politikasının amaçlarına eklemesi oldu. Bu, finansal bunalımlara, öncelikle bankaların çökme riskine karşı yeni bir duyarlılığın oluşması anlamına gelir. Bizde, döviz fiyatlarındaki hızlı, kontrolsüz artışlar, yüksek döviz borçlusu banka ve şirketleri tehdit edeceği için, Merkez Bankası’nın zaman zaman (örneğin 2011 sonlarında yaptığı gibi) rezervleri harcayarak döviz fiyatlarını frenlemesi, bu çerçevede bir davranıştır. Ancak bu yaklaşım, 1995-1998’de olduğu gibi rekabet gücünü gözeten (yani dövizin aşırı ucuzlamasını önleyen) reel döviz kuru hedeflemesi değildir. Tam aksine, dövizlerin pahalılaşmasını frenleyerek sıcak parayı çekme yaklaşımıdır. Ve finans kapitale çağrı çıkararak, üretken kesimlerin, sanayinin, ihracatçıların rekabet gücünün aşınması anlamına gelir. Bu yeni yaklaşım, enflasyon hedeflemesiyle birlikte; ona ek olarak uygulanmaya çalışılıyor.


Peki, enflasyonun yüzde 2 ya da 5 olmasının emek açısından anlamı ne?


Yüzde 2, yüzde 6 ya da yüzde 10 enflasyon arasındaki tartışmanın, eğer çeşitli grupların reel gelirlerini savunma mekanizmaları oluşmuşsa, toplum refahıyla ilgili hiçbir ilgisi yoktur. 1989 sonrasında yüzde 50’yi aşan enflasyon dönemlerinde emeğin göreli durumunun korunduğu aşamalardan geçtik. Dolayısıyla hem enflasyonun hem de kamu dengesinin toplum refahıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bilakis kamu açıkları artıyor, azalıyor söylemleri asıl problemin göz ardı edilmesine neden oluyor.

AKP ekonomi politikasının odağına kamu bütçesinin denkliğini koyarken, eleştirilerini sürekli kamu bütçesinin durumundan ya da enflasyonun artıp azalmasından hareketle yapan iktisatçılar AKP’nin tuzağına mı düşüyor?


Bu egemen iktisat dilinin Türkiye’ye taşınmış biçimidir. Ama egemen iktisat dilinin içinde bile bu söyleme kafa tutmaya başlayan insanlar vardır. IMF’nin baş iktisatçısı Blanchard, Fransız meslektaşının IMF direktörü olduğu dönemde açıkça söyledi; “enflasyon hedeflemesini bu kadar dar bir makasa sığdırmanın anlamı yok, yükseltilebilir” dedi. Geçenlerde Paul Krugman (Nobel İktisat Ödülü Sahibi) da söyledi; “enflasyon hedefini biraz yükselterek, borç yükünü hafifletmek meşru bir politikadır” dedi. Aykırı sesler var ama egemen söylem hâlâ aynı; “düşük enflasyon ve mali disiplin.” Bu finans-kapitalin temel söylemidir. Yani emperyalist sistemde finansın egemenliğinin iktisat diline taşınmış hali.

Son büyüme sonuçlarını ve artan bütçe açığını nasıl değerlendirmeliyiz?


“Keşke bütçe daha fazla bozulsa” diyeceğiz. Bütçe açığının artması, ekonominin genişlemesine yol açıyorsa savunulmalı. 2011’in ilk altı ayında büyümenin sıfıra inmemesini sağlayan ana ögelerden biri kamunun cari harcamalarında belli bir artışın olmasıdır. Bunu, Mustafa Sönmez arkadaşımız memurların maaşlarındaki artıştan ziyade kadro doldurmaya bağlıyor. AKP kadrolaşıyor, eski çalışanları atamadığı için bütçeyi gevşetiyor. Öte yandan, bütçe açığını kapatmak için, adaletsiz vergi sisteminin kullanarak, tüketim mallarında, petrolde, doğal gazda, elektrikte vergileri, fiyatları artırma yolunu izliyor. Türkiye’de kamu harcamalarının artması, sosyal devlet kurumlarındaki kayıpların telafisi için gereklidir. Buna karşılık bütçe açıklarının emniyet, polis ve Suriye’deki isyancılara destek harcamaları nedeniyle artmasına karşı çıkmamız gerekir. Vergi sisteminin dolaysız vergileri yukarı çekerek, yeniden müterakki, artan oranlı yapısına yaklaştırarak değişmesi gereklidir. Maliye sisteminin bu temel öğelerini dışlayarak sadece bütçe açıkları ve iç borç yükü üzerinde bir tartışmaya girmek istemiyorum.

2012’nin ilk altı ayındaki milli gelir hareketlerine baktığımızda, iç talep daralıyor; ihracat artışı ve ithalattaki daralma ile telafi ediliyor. Milli gelirdeki yüzde 3,1’lik artışın 0,5’lik ögesi hayali altın ihracatından kaynaklanıyor. Onu düşersek, yüzde 2,6’lık bir büyüme sağlanıyor. Dış kaynak girişlerinin daralması büyümeyi aşağıya çekiyor; ancak şimdilik küçülmeye, krize yol açmıyor.


Ekonomide önümüzdeki dönem için neler bekleyebiliriz?


Türkiye ekonomisi 1980’dan beri ortalama yüzde 4–4,5 civarında bir potansiyel büyüme hızının sınırları içinde kalıyor. Dış kaynak girişleri, bu eşiği aşan sıçramalara yol açıyor; ancak, ithalattaki ve dış açıklardaki tırmanma, bu ivmeyi frenliyor. Bu yalpalama içinde ekonominin hiçbir uzun vadeli problemi çözülmüyor, bütün mesele günü gün edelim ve önümüzdeki seçimleri geçiştirelim. Daha önce açıkladım; bugünlerde de aynı perspektif geçerli: “Erken yerel seçimler, hızlı para girişleriyle geçiştirilsin, sonrası Allah kerim...”

İLERİCİ İKTİSATÇILAR ÜZERİNE


1985 yılında Zimbabwe Üniversite’sinde yaptığınız bir konuşmada “ilerici iktisatçı” tanımınız vardı. Üç ana konudaki bakış açılarına göre yani bölüşüm ilişkileri, dış ekonomik bağlantılar ve üretim güçlerinin gelişimi değerlendirmiştiniz. Bu çerçevede düşünürsek, iktisada giriş aşamasında ilerici diyebileceğimiz düşüncelere sahip genç iktisatçıların zamanla egemen iktisat diline kaydığı yönünde gözleminiz var mı?


Var tabii, bu söylediğiniz kriterlerden üçüncüsünün, “büyüme; yani üretim güçlerinin geliştirilmesi” önceliğinin, Zimbabwe’de yani Afrika’daki bir Üçüncü Dünya ülkesinde söylendiğini dikkate alalım. Bu çerçeve içinde her üç kriterin de ilerici iktisatçılar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama biraz daraltarak, “sosyalist iktisatçı” olarak bakarsak, bu öncelikleri biraz daha açmak lazım. Bölüşüm önceliği, emekten yana (olumsuz ifadeyle sermayenin tahakkümüne karşı) tavır almak olarak taşır. Bağımsızlık önceliği de, emperyalizme dayanan bir kapitalist dünya içinde yaşadığımıza göre, sistemin sömürdüğü, ezdiği, bağımlı kıldığı mazlum halklardan, “ülkeler”den yana; emperyalizmin hegemonik güçlerine, metropollere ve onları temsil eden sermaye öğelerinin (örneğin finans kapitalin) sınırsız tahakkümüne karşı tavır almak anlamına gelir. Enternasyonalist bir çerçevede, bu yaklaşımı, mazlum halkların emperyalizmin hegemonyasına karşı dayanışması olarak yorumlayabiliriz. Ancak daha tartışmalı bir yorum da söz konusu olabilir: Ülke ekonomisinin bağımsızlığı, yani emperyalizme karşı ayakta durmasını, direnmesini de savunmamız söz konusu olabilir. Enternasyonalist bir dünyada yaşıyor olsaydık birinci söylem egemen olurdu, ama Üçüncü Dünya’nın dağınık ortamında konuşuyorsak, enternasyonalizm özlemini koruyalım; kendi ülkemizin sınırları içinde kalarak da emperyalizmin hegemonik programına karşı duyarlı olalım.

Egemen iktisat söylemi bu yaklaşımla çatışma içindedir. Solcu genç iktisatçılarımız, akreditasyon gerekleri nedeniyle ve lisansüstü öğrenim için yurt dışına gitmeleri söz konusu olduğunda, büyük ölçüde egemen iktisat dilini sineye çekmek zorunda kalıyorlar. Aykırı düşünen öğretim üyeleri bile, ister istemez, bu gereksinimleri dikkate alıyorlar. Bunun değiştirilmesinin mücadelesi var. Sayıları on bine ulaşan muhalif iktisatçılar, bir Dünya İktisatçılar Birliği kurdular. Hepsi ana akım neo-klasik iktisatla kavgalı insanlardan oluşuyor. Neo-klasik iktisat, sermayenin ana iktisat öğretisidir. Bununla kavgalı olmak henüz Batı’daki iktisat programların değişmesine yol açmıyor. Batı’daki kriz ortamında izlenen politikalara en eleştirel yaklaşan iki Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz ve Krugman bile, neo-klasik iktisadın özüne yönelik saldırılar geldiği zaman birden bire kirpileşiyor; dikenlerini çıkarıyorlar.


Boratav: “Marksist akım ayakta kalmıştır”


1968 yılındaki öğrenci ayaklanmaları, iktisat programlarına da taşındı. Muhalif söylem lisans programlarına girer; lisansüstü öğretime taşınır. Programlardaki değişim tarihindeki öğrencilerin, akademik mesleğe girerek, hoca olmaları; yeni ve eleştirel yaklaşımları kendi öğrencilerine taşımaya başlamaları 12–13 yıl alır. 1968’e 12 yıl eklersek, 1980’de, yani neoliberal karşı devrimin başladığı yılda solcu iktisatçılar öğretilerini yeni kuşaklara taşımak için hazırdırlar. Ne var ki, tam da o tarihte, neoliberal karşı devrim bu kadroların önünü tıkar; yetişen kuşağın hızla tasfiyesi başlar. Şu anda muhalefet bayrağını neo-klasik iktisada da meydan okuyarak kaldıran az sayıda iktisatçı, o dönem yetişen radikal kuşağın ayakta kalanlarından oluşuyor.

Marksist akım kendisine karşı uygulanan olağanüstü tecride rağmen ayakta kalmıştır. Marksizm’in çekirdeği ve analiz araçları o kadar güçlüdür ki, bu handikaplara rağmen örneğin son krizle ilgili en ciddi katkı, eleştiri ve değerlendirmeler bir avuç insandan oluşan bu ekipten gelmiştir.


Son dönemde bir çok iktisatçı bir araya gelip bildiriler yayınlıyorlar; Bu bildirilerde de dönüp dolaşıp Keynesyen politikaları ve düzen içi arayışları öne çıkarıyorlar. Bu noktada, arayışların düzen içi kalması, 1980 dönüşümü sırasında Thatcher’ın söylediği “Başka Alternatif Yok” sloganının egemenliğini sürdürmesi anlamına mı geliyor?


Devrimci bir pozisyon olmayınca düzen içi çözüm arıyorsun. Zaten Keynes’in parlak fakat tutucu bir burjuva iktisatçısı olduğunu biliyoruz. Parlaklığını şurada görüyorsun: finans-kapitalden nefret ediyor, bunu bir parazit öge olarak görüyor. Yatırımcı ve üretken sermayenin sözcüsü adeta. Keynes’in bir sözü vardır; sınıflar arası bir savaşın barikatları kurulursa elbette burjuvazinin saflarında yer alacağını açıkça ifade eder. Ama Keynes’in sola açılan takipçileri de vardır. Keynes kuramını aynı tarihlerde, ancak ondan bağımsız olarak keşfeden Kalecky kendisini Marksist olarak da görür, sınıf analizine önem verir. Sistem karşıtı analizlerin temeli Marksizm’dedir. Ama Marksizm, çağındaki bütün eleştirel düşünce akımlarıyla iletişim içinde olarak gelişmiştir. Bir yandan Batı’da Marksizm’e karşı uygulanan ağır izolasyon nedeniyle, bir yandan da Sovyet Marksizm’inin dogmatik ve ölü karakteri nedeniyle bu parlak geleneği günümüze taşıyan insanların sayısı çok azdır. O yüzden, bu akımın takipçileri bütün eleştirel akımlarla fikir alışverişinde olacak; ama kendi öğretilerinin özünü, çekirdeğini koruyarak...

Egemen iktisat söylemi, yakın bir gelecekte de iktisat eğitimini biçimlendirmeye devam edecektir. Bu ortamda, eleştirel, devrimci sosyal bilim ve politik iktisat disiplinlerinin gelişmesine da olabildiğince önem vermek; katkı yapmak öncelik taşıyor. Sermayenin sınırsız tahakkümü, akademi dünyasına da damgasını vurmaktadır. Buna temelden karşı çıkmak da devrimci bir mücadeledir.


Söyleşi: Engin Duran/Sendika.Org

Yeni Suriye Nasıl Şekillenecek?

Bugün Suriye’de ciddi bir siyasal kriz ve iç çatışma vardır. Suriye’deki kriz ve yaşanan çatışmalar Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle bağlantılıdır. Kuşkusuz iç etkenler esastır, ama Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle bağlantılı ele alınmazsa doğru anlaşılamaz. Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn’deki gelişmeler Ortadoğu’da büyük bir depremin yaşandığını göstermektedir. Tunus’ta, Mısır’da iktidarlar ağırlıklı olarak halk hareketleriyle yıkıldılar.

   Libya’daki rejim ise NATO’yla yıkıldı. Libya’da mevcut yönetimin Mısır ve Tunus’taki gibi yıkılamayacağı görüldüğünden doğrudan askeri müdahale yapıldı. Libya halk hareketiyle yıkıldı gibi bir değerlendirme yapılamaz.

Kuşkusuz Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn ve en son Suriye’de yaşananlar, Ortadoğu’da soğuk savaş ortamında iktidar olan 21. yüzyılda da hala ömrünü sürdürmek isteyen iktidarlara karşı halkın tepkisi sonucudur. Bu ülkelerde siyasal kriz ortaya çıkmış ve eski iktidarlar kısa sürede yıkılmıştır. Soğuk savaş döneminden kalan bu iktidarlar artık uluslararası sistemin ihtiyacını karşılayamadıklarından dış dengelere dayalı ayakta kalma imkanları ortadan kalkmış, bu nedenle zayıf düşmüşlerdi. Halk hareketleriyle kısa sürede yıkılmaları bu zayıflıklarının sonucudur. Bu yıkılışların kısa sürede gerçekleşmesinde dış güçlerin payı da büyüktür. Kuşkusuz halk hareketleri dış güçlerin etkisiyle ortaya çıkmamıştı. Ancak Mısır’da, Tunus’ta iktidarlar sarsılınca, özellikle Mısır’daki durum ABD’nin bölgeye müdahalesi açısından önemli bir fırsat doğurdu. ABD zaten uzun yıllardır işbirlikçi siyasal islama dayalı bir Ortadoğu düzeni kurmak istiyordu. Bunun dışında kurulacak hiçbir Ortadoğu düzeninde kendisinin ve işbirlikçilerinin hakim olamayacağını görmüşlerdi. Bu açıdan bu halk hareketleri ortaya çıkınca işbirlikçi siyasal islami güçlerin iktidara gelmesi için gereken desteği verdiler. Bu nedenle Mısır ve Tunus’taki rejimler kısa sürede devrildiler.

Suriye Arap milliyetçiliğinin
merkezi haline gelmişti

Mısır’da Mübarek rejiminin yıkılmasından kısa bir süre sonra Libya’ya müdahale edildi. Bu düzeyde çok boyutlu bir saldırı karşısında Kaddafi yönetiminin ayakta kalması mümkün değildi. Mısır ve Libya’daki iktidar değişikliğinden sonra bölgedeki sistemle çelişkisi olan ülkelerin toplumları da bu gelişmelerden cesaret alarak iktidarları değiştirme isteği içine girdiler. Libya’dan sonra ilk etkilenen ülke Suriye oldu. Suriye zaten sistemle belirli düzeyde çelişkileri olan bir ülkeydi. Muhalif güçler bundan da cesaret alarak Suriye’de harekete geçtiler. Kısa sürede dış destek de buldular. Özellikle Türkiye ortaya çıkan iç karışıklıktan kısa bir süre sonra Suriye’deki iktidara karşıt bir pozisyon aldı. Irak’a uluslararası güçlerin müdahale etmesi sırasında dışında kalmasının Güney Kürdistan federasyonunu ortaya çıkardığını düşünerek, Suriye’de yeni bir Kürt statüsünün oluşmasını engellemek istedi. Suriye’de ortaya çıkacak bir Kürt statüsünün kendisinin Kürt politikasını sarsacağını gördü. Öte yandan Libya’ya ABD ve Avrupa’nın tutum almasına ilk önce NATO’nun ne işi var diyerek karşı çıkıp, Libya’ya müdahale konusunda da arkadan geldiğinden Libya’nın yıkılmasından sonra özellikle Fransa Türkiye’nin Libya üzerindeki siyasi ve ekonomik etkinliğini sınırlayan bir tutum içinde oldu. Türkiye geçmişte Irak’ta, son süreçte Libya’da dış güçlerin yanında yer alma konusunda geç kalmasını kendisini dezavantajlı kıldığını düşünerek, erkenden Suriye iktidarına karşı en sert tutumu alan ülke oldu. 

Ancak Türkiye’nin erken tutum alması bir yanılgıyı ifade ediyordu. Suriye Libya’dan farklı bir ülkeydi. Uluslararası sistem Suriye’deki Esad iktidarının yıkılmasını istiyorlardı, ancak Suriye’nin toplumsal yapısı ve çevresindeki ülkelerin konumu nedeniyle işbirlikçi siyasal islamın başat olduğu bir Suriye’yi istemiyorlardı. Daha doğrusu ABD ve Fransa böyle bir Suriye’yi bölgedeki çıkarları açısından uygun görmüyordu. Özellikle İsrail ve Lübnan’ın varlığı, yine Suriye içindeki farklı etnik ve dinsel toplulukların bulunması Suriye açısından daha geniş bir yelpazede bir iktidar bloğunu kendi çıkarlarına görüyorlardı. Öte yandan Araplar da Türkiye ile sıkı ilişki içinde olan bir iktidardan yana değillerdi. Bu açıdan ABD ve Fransa Arap Birliği’yle işbirliği içinde geniş yelpazede toplumsal ve siyasal güçlerin etkin olduğu bir siyasal sistemi kendi çıkarlarına gördüler. Türkiye’nin sıkı ilişki içinde olduğu güçlerin hakim olduğu bir Suriye’nin ilerde tüm Araplar için sıkıntılar yaratacağını görmüşlerdir. Arapların da bir tarih bilinci vardır. Bir Osmanlı travması bulunmaktadır. 
Osmanlılar yüzyıllarca Araplar üzerinde egemenlik kurmuşlar, Arap aşiretleri ve toplumu üzerinde baskıcı bir imparatorluk olarak varlığını sürdürmüşlerdir. Arap egemenleri ve halkları biliyor ki Osmanlı’nın Arap coğrafyasına giriş kapısı Ridaniye Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra Suriye olmuştur. Suriye’nin Osmanlı denetimine girmesiyle birlikte bütün Ortadoğu yüzyıllar boyu Osmanlı’nın egemenliği altında kalmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye’ye ilgisinin insan hakları, hak-hukuk olmadığını, Suriye kapısını ele geçirerek bütün Arap dünyası üzerinde siyasi egemenlik kuracak bir duruma geleceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle Türkiye’nin politikalarına kuşkuyla yaklaşmışlardır. Eğer Türkiye’nin desteklediği İhvan-ı Müslim bu süreçte istenen etkinliğe kavuşamamışsa, bunun nedeni, Arapların Türkiye politikalarına kuşkulu yaklaşmasıdır. Hatta çelme atmasıdır diyebiliriz. 

Suriye üzerinde mücadele tabii ki sadece Suriye’yi şekillendirme esasına dayanmıyor. Suriye üzerindeki mücadele tüm Ortadoğu’nun yeni siyasal düzeninin nasıl olacağını ortaya koyacaktır. Suriye’nin geçmişten beri böyle bir pozisyonu olduğu açıktır. Emevilerin kendilerini güçlendirdiği ve bütün Ortadoğu’ya yaydıkları alan Suriye’dir. Hatta Selahattin Eyubi’nin Haçlı Seferleri’ne karşı direnme sürecinde Ortadoğu’nun savunma mevzisi de bir nevi Suriye olmuştur. Yine 20. yüzyılda Ortadoğu siyasetinin şekillenmesinde Suriye’deki Baas rejiminin etkisi olmuştur. Suriye’deki Baas Arap milliyetçiliği bütün Ortadoğu’yu etkilemiştir. Başlangıçta Mısır’da köklü dönüşümlere damgasını vuran Cemal Abdulnasır önde gözükse de yakın zamana kadar Suriye bir nevi Arap milliyetçiliğinin en önemli merkezi olma konumunu sürdürmüştür. 

Tarihsel gerçekler de Suriye’de şekillenecek siyasi sistemin iç ve dış boyutlarının tüm Ortadoğu’yu etkileyecek karakterde olduğunu göstermektedir. Bu nedenle ABD ve Avrupa Suriye’deki rejimin kendi kontrollerinde bir rejim olmasını istemekte, bunu önemli görmektedir. Genel olarak Ortadoğu’da işbirlikçi siyasal islama dayalı yeni bir Ortadoğu öngörmektedirler. Yeni Ortadoğu’yu böyle bir planlama dahilinde şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Ancak işbirlikçi siyasal islama dayalı bu yeni Ortadoğu düzeninde Suriye’ye özgün bir yer vermektedirler. İsrail’le sınır olması, Lübnan’la sınır olması, yine sosyal bileşimi ABD ve Avrupa’yı bunları dikkate alan bir Suriye yaratmaya sevk etmiştir. Türkiye’de işbirlikçi siyasal islamı iktidarda tutmaktadırlar. Mevcut AKP iktidarını ve AKP iktidarının bir parçası olan Fethullah Gülen’i desteklemektedirler. Türkiye’ye Ortadoğu’ya sıçrama tahtası, taşeronluk rolü verilmiştir. Ancak Avrupa da, ABD de, Araplar da Türkiye etkisine girecek bir siyasal islamcı gücün Suriye’de başat siyasi güç olmasını istemiyorlar. Türkiye etkisindeki siyasal islamcı iktidarın gelecekte kendileri için sorun yaratacağını düşünmektedirler. ABD ve Avrupa yeni kuracakları Ortadoğu’daki işbirlikçi siyasal islama dayalı düzenleri de kontrol altında tutmak istemektedirler. İlerde kontrollerinden çıkacak bir siyasal islamcılığın kendileri için tehlikeli olacağını hesaplamaktadırlar. Suriye’deki bir siyasal islamcı iktidar Türkiye’yle sıkı bir ittifak içinde olursa, bunun Türkiye’deki Osmanlı eğilimlerini güçlendireceğini düşünmektedirler. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye üzerinde etkili olduğu bir durumu ABD, Avrupa ve Arap Birliği kendileri için uygun görmemektedirler. Bu açıdan daha geniş yelpazede bir Suriye oluşturmayı, sadece Lübnan, İsrail ve çevresi açısından değil, Türkiye’yi de belirli düzeyde dengelemek açısından gerekli görmektedirler. Son 5-6 aydır ABD’nin, Avrupa’nın politikalarına bakıldığında Suriye açısından böyle bir projeksiyon olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Türkiye’nin Suriye politikası
çeşitli güçler tarafından
frenlendi

Dolayısıyla Suriye’deki siyasal sürecin nasıl gelişeceğine ABD’nin, Avrupa’nın bu yaklaşımı ve Arap dünyasının Türkiye’ye yönelik kuşkuları önemli etkide bulunacaktır. Şu anda Suriye’de ihvan-ı Müslim önemli bir muhalif güçtür. Suriye’de İhvan-ı Müslim yanında Selefiler denen, yine El-Kaide’ye bağlı olduğu söylenen gruplar da bulunmaktadır. Bunlar daha çok silahlı mücadele yapan güçlerdir. Belki Selefilerin, El-Kaide’ye bağlı grupların bir kısmı ve İhvan-ı Müslim üzerinde çeşitli Arap ülkelerinin etkisi bulunmaktadır. Ancak mevcut Arap ülkeleri yeni Suriye’nin kuruluşunda ABD ve Fransa’yla birlikte hareket ettiklerinden Selefilerin, El-Kaide’nin ya da İhvan-ı Müslim’in başat olacağı bir iktidar gücünü kontrollü desteklemektedirler. 

Görüldüğü gibi ABD ve Avrupa’nın yeni Suriye yaklaşımı Arapların politikasını etkilediği gibi iç siyasal çekişmeleri, çatışmaları da etkilemektedir. Eğer Esad rejimi ayakta kaldıysa, bunun nedeni hala ABD’nin, Avrupa’nın ve Arap Birliği’nin düşündüğü düzeyde bir iktidar bloğunun oluşturulamamasıdır. Bu konuda sorunlar bulunmasıdır. Yoksa Esad rejiminin kendi direnme gücüyle ayakta kaldığından söz edilemez. Kuşkusuz Esad iktidarının belirli bir direnme, kendini ayakta tutma potansiyeli vardır. Ama ABD ve Avrupa Libya’daki tutumunun yarısını Suriye’de sergileseydi Suriye’deki gelişmeler bugün farklı düzeyde olurdu. Esad rejiminin dayanması bu düzeyde söz konusu olmazdı. Esad rejimi Suriye üzerindeki bu çekişmeyi gördüğü için kendini ayakta tutma ve direnme kabiliyetini belirli düzeyde ortaya koymuştur. Kuşkusuz Suriye’nin direnmesinde Rusya’nın ve Çin’in desteğinin de etkisi vardır. Yine Irak’ın durumu Suriye’ye nefes aldırmaktadır. Bir yönüyle Suriye’nin tümden kuşatılmasını, boğulmasını engelleyen bir ülke pozisyonundadır. İran’ın Irak üzerinden Suriye’ye destek verdiği yönündeki değerlendirmeler abartılıdır. Suriye’nin Irak ve İran’a dayanarak Hizbullah’ın da içinde yer aldığı Akdeniz’e kadar bir hat oluşturacağı ve bu temelde de direnişini uzun süre sürdüreceğinin söylenmesi abartılı değerlendirmelerdir. 

İran da Suriye’deki rejimin değişeceğini görmektedir. Ancak gelecekte de belirli düzeyde hem Suriye’deki belirli çevreler ve Lübnan’daki Hizbullah’la ilişkisini sürdürmek açısından Suriye’ye belirli bir destek vermektedir. Ancak İran’ın politikasını, hesaplarını, planlamasını tümüyle Suriye’nin direneceği, ayakta kalacağı üzerine yaptığını düşünmemek gerekiyor. İran çok pragmatik bir ülkedir. Politik olarak belirli düzeyde Suriye’ye desteğini sürdürse de, asıl politikasını Suriye rejiminin değişimi üzerine kuracaktır. Bu nedenle daha çok Irak üzerine yükleneceği, kendi pozisyonunu Irak’ta güçlü tutmaya çalışacağı açıktır. Çünkü Irak hem İran’a sınırdır hem de kendisinin Irak’ta etkili olacağı çok güçlü bir Şii potansiyeli vardır. Buna dayanarak Irak’ta kalıcı siyasal etkisini olacağını düşünmektedir. Suriye’nin direnişinin biraz daha sürmesini istemektedir, ancak Suriye rejiminin eninde sonunda düşeceğini bildiğinden, esas olarak yeni oluşacak Suriye rejiminin kendisine çok fazla düşman olmayan bir rejim olmasını tercih edecektir. Özellikle Türkiye’nin etkisinde olmayacak bir Suriye’yi tercih edeceğini belirtmek gerekiyor. Bu açıdan paradoks da olsa ABD’nin, Fransa’nın ve Arap Birliği’nin düşündüğüne paralel olarak Suriye’de yeni oluşacak rejimin üzerinde Türkiye’nin etkisi olmasını istemiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’de izlediği politikasının çeşitli güçler tarafından frenlendiği söylenebilir. 

Suriye’deki ateşkes sürecini de bu değerlendirmeler çerçevesinde ele almak gerekiyor. Annan Planı ABD, Fransa ve Arap Birliği’nin yeni Suriye’yi oluşturma açısından bir zaman kazanma süreci olarak görülmelidir. Buna etken olan nedenlerden birisi de ABD ve Fransa seçimleriydi. Bu nedenle Sarkozy seçimden önce bir hamle yapmaktan çekinmişti. Obama da seçim öncesi çok keskin bir hamle yapmayı uygun görmemiştir. Ancak Suriye’deki rejim değişikliğinin zamana yayılması ve Annan Planı’nın devreye sokulması esas olarak yeni iktidar bloklarını şekillendirmek içindir. Herhalde ABD, Fransa ve Arap Birliği yeni Suriye rejimini oluştururken, Rusya’yı da, Çin’i de belirli düzeyde ikna etme ve bu temelde Suriye’de iktidar değişikliği yapmayı düşünmektedirler. Çin ve Rusya ile ABD, Avrupa ve Arap Birliği arasında da bir pazarlık yapıldığından söz etmek mümkündür. Çünkü Çin de, Rusya da sonuna kadar ABD veya Avrupa’nın politikalarına karşı direnemeyeceğini, Suriye rejimini ayakta tutmalarının zor olduğunu görerek belirli bir uzlaşma içinde olacaklardır. Ateşkes sürecinin sonunda gelişecek yeni siyasal durum bu çerçevede olacaktır.

Annan planı
Suriye’ye çözüm olmayacak

Ateşkesin savaşan taraflar açısından bir sonuç vermeyeceği de açıktır. Esad rejimi ateşkesi çok zorlandığı için yapmıştır. Eğer uluslararası alanda zorlanmasaydı böyle bir ateşkesi kabul etmezdi. Böyle bir ateşkesin muhaliflere nefes aldıracağını herhalde hesaplamıştır. Nitekim muhalif güçler ateşkese Annan Planı başarılı olsun diye yaklaşmamışlardır, kendi konumlarını güçlendirmek için değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla ateşkes baştan altyapısı olan, çözüm eğilimi olan bir projenin parçası olmadığı için sonuçsuz kalmıştır. Sonuçsuz kalacağı zaten baştan belliydi. İki taraf da öyle çok istekli olmamışlardı. Türkiye zaten bir an önce müdahale olmasını istediği için Annan Planı’nın başarısız olması için elinden gelen her şeyi yaptı. Tüm bunlar Annan Planı’nın iki tarafın uzlaşacağı bir çözüm için zemin olamayacağını gösteriyor. Ateşkesler, iki tarafın bir uzlaşma yapması için gerçekleşir; ama ne muhaliflerin ne devletin birbirleriyle uzlaşacak bir pozisyonu bulunmaktadır. Uzlaşacak pozisyonları bulunmayan tarafların olduğu bir yerde bir ateşkesin sonuç alması mümkün değildir. Ancak ilgili tarafların, güçlerin taktik savaşının bir parçası olur. Nitekim böyle olmaktadır. 

Türkiye’nin politikaları açıktır. Türkiye, Suriye’de kendine yakın bir rejim oluşturup hem Kürtlerin hak kazanmasını engellemek hem de Suriye kapısından siyasi ve ekonomik olarak Ortadoğu’ya ulaşmak istemektedir. Türkiye, Suriye’de önemli bir ekonomik sömürü alanı bulmuştu. Şimdi kriz bu ekonomik imkanları ortadan kaldırmıştır. Türkiye’nin askeri müdahalede ısrar etmesinin nedenlerinden biri de budur. Hem Batı Kürdistan’daki Kürtlerin bu süreçte örgütlenip güç olarak bir statü kazanmalarını engellemek istiyor hem de bu ekonomik kaybın önüne geçmek istiyor. Bu nedenle Türkiye, krizin şiddetlenmesi politikası izliyor. Eğer böyle olursa kendisine daha fazla ihtiyaç duyulacağını düşünmektedir. Türkiye, kendisine ihtiyaç duyulursa Suriye’de ekonomik ve siyasi olarak etkin olacağını hesaplamaktadır. Ancak Türkiye’nin düşündüğü gibi erkenden bir askeri müdahaleyle bir tampon bölge oluşturulması zor görünüyor. Hele Kürdistan’da bir tampon bölge oluşturması Türkiye’yi bir bataklık içine çeker. Bu nedenle Türkiye daha çok Hatay, Kilis, Antep sınırları üzerinden bazı koridorlar açmak istiyor. Zaten bunu şimdi fiili olarak kısmen yapmış bulunmaktadır. 

Suriye’deki siyasal rejimin nasıl sonuçlanacağı konusunda en büyük rolü Suriye içindeki dengeler oynayacaktır. Suriye’nin diğer ülkelerden farklı, çok kimlikli olduğu açıktır. Etnik ve dinsel topluluklar tam bir mozaik oluşturmaktadır. Kürtler vardır, Aleviler vardır, Ermeniler vardır, Süryaniler vardır, Dürziler vardır, İsmaililer vardır. Bunların nüfusu neredeyse Suriye’nin yarısı kadardır. Öte yandan kadınlar vardır, gençler vardır, farklı sol gruplar vardır. Tüm bunlar dikkate alındığında, Suriye’de işbirlikçi islamın başat olacağı bir iktidarın uzun süreli istikrar sağlaması mümkün değildir. İşbirlikçi siyasal eğilim başat olduğunda kendini hakim kılmak ister. Bu açıdan yeni şekillenecek Suriye’de iktidar bloklarının istikrar getirecek bir karakterde olması gerekir. Suriye’deki bütün bu etnik ve dinsel toplulukların demokratik siyasal haklarını ve kendi kendilerini yönetme hakkını tanıyacak ve bugüne kadar baskı altında tutulan islamcı kesimlerin de demokratik sistem içinde yer edinmesini sağlayacak bir politika Suriye’yi istikrara kavuşturabilir. Ne Kürtlerin, alevilerin dışlanması ne de siyasal islamcıların dışlanması Suriye’ye istikrar getirir. Öyle bir siyasal sistem kurulmalı ki, herhangi bir gücün başat olmadığı, hepsinin demokratik sistem içinde kendisini ifade edebildiği ve kendi haklarını kullanabildiği bir demokratik ortam olsun. Böylece tüm etnik, dinsel ve siyasal kimliklerin kendilerini örgütlediği ve özyönetimlerini kurdukları bir sistem gerçekleşir. Ancak böyle bir sistem gerçekten Suriye’de istikrarı sağlayabilir. Ortadoğu’daki farklı etnik, dinsel toplulukların mozaiği, özellikle de Suriye etrafında böyle bir mozaiğin bulunduğu dikkate alınırsa böyle bir Suriye siyasal sistemi hem içeride istikrar sağlar, hem de çevresinde istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynar. 

Bu açıdan Kürtlerin konumu gerçekten özel bir konumdur. Eğer Kürtlerin ulusal varlığı, kendi kendini yönetmesi yani demokratik özerkliği kabul edilirse bu, Suriye’de bütün toplulukların varlığının ve özerkliklerinin kabul edilmesi anlamına gelir. Zaten Türkiye’de, İran’da, Suriye’de, Irak’ta geçmişten beri demokratikleşmeye ve toplumların demokratik istemlerine karşılık verilmemesinin nedeni Kürt kaygısıdır. Demokratikleşirsek Kürtler faydalanır, Kürtler özerk yönetimine kavuşur düşüncesiyle Türkiye, Suriye, İran ve Irak geçmişten beri demokratikleşme adımlarından uzak durmuşlardır. Kürtleri egemenlik altında tutmak için antidemokratik, otoriter yapılarını korumuşlardır. Bu açıdan bu kaygı ortadan kalkar, Suriye’de Kürtlerin varlığı ve demokratik özerkliği kabul edilirse, o zaman Suriye’deki tüm farklı etnik ve dinsel toplulukların demokratik haklarının tanınmasının önü açılmış olur. Kürtlerin demokrasi mücadelesi sadece kendi ulusal demokratik haklarını kabul ettirmesi açısından değil, Suriye’nin demokratikleşmesi açısından da çok önemlidir. 

Bugün Suriye’de dinamik demokrasi gücü Kürtlerdir. Güçlü bir demokratik toplum gerçeğine ulaşmışlardır. Kürtler bu demokratik güçlerini, etkilerini demokratik özerklik temelinde bir sisteme kavuştururlarsa, Suriye toplumunun demokratikleşmesine büyük hizmet sunarlar. Kürtlerin demokratik özerkliğinin tanınması, bütün etnik ve dinsel toplulukların farklığının özgünlüğünün ve özerkliğinin tanınması anlamına gelecektir. Bu da Suriye’de demokratikleşmeyi, bölgede hiçbir ülkede olmadığı kadar geliştirecektir. Dolayısıyla Suriye’nin Ortadoğu’da demokratikleşme konusunda örnek olacak bir karaktere sahip olduğunu düşünüyoruz. Demokrasinin en önemli boyutlarından biri, farklılıkların bir arada yaşadığı bir rejim olmasıdır. Çok zengin etnik ve dinsel topluluk bileşimine sahip olan Suriye, bu farklılıkları kabul eden, farklılıklar temelinde demokratikleşen bir ülke haline gelirse, bu sadece Suriye’nin demokratikleşmesi anlamına gelmeyecek, örnek bir demokratik ülke olarak Ortadoğu’da demokratikleşmenin gelişmesine de güç verecektir. Biz Suriye’nin bu potansiyele sahip olacağını düşünüyoruz. 

Bunun için de Kürtlerin ulusal demokratik haklarının kabul edilmesi gerekmektedir. Bugün İhvan-ı Müslim’in de içinde olduğu Ulusal Konsey denen muhalif hareket, Kürt sorununun demokratik çözümünü ve Kürtlerin doğal demokratik ulusal haklarını kabul etmemekte direniyor. Bu Suriye’nin demokratikleşmesi değil eski iktidar bloklarının saf dışı edilip yerine yeni iktidar bloklarının geçirilmesi gibi sadece iktidar değişikliğine dayanan bir muhalif yaklaşımı ifade etmektedir. Türk devletininki gibi ‘TRT 6’yı açtım, dil kurslarına izin verdim, dil ve kültür konularında yumuşamalar gerçekleştirdim ve Kürt sorununu büyük oranda çözdüm!’ yaklaşımıyla Kürt sorunu çözülemez. Güneybatı’daki Kürt halkının büyük çoğunluğu açıkça demokratik özerklik istemektedir. Bunu reddetmek mümkün değildir. Eğer reddediliyorsa bu, muhalefetin demokratik zihniyete sahip olmadığını kanıtlar. Zaten Suriye’de siyasal krizin aşılamamasının nedeni, muhalefetin demokratik karakterde olmamasıdır. Eğer demokratik karakterde olsaydı Suriye rejimi ayakta kalmazdı, dağılırdı, çökerdi. Mevcut Suriye rejimi kendini ayakta tutuyorsa, bu, muhaliflerin demokratik olmayan karakterinden ileri gelmektedir.

Kürtler Suriye’de
en dinamik demokratik güçtür

Mevcut muhalefet Kürtlerin taleplerine demokratik yaklaşmadığı gibi, Kürtlerin birliğini parçalamaya çalışmaktadır. Nasıl ki Türkiye Kürtler arasında ayrılık yaparak, Kürtleri zayıf düşürüp Kürtlerin hak kazanmadığı bir Suriye yaratmak istiyorsa muhalifler de böyle yaklaşıyor. Bu Suriye’yi demokratikleştirecek bir yaklaşım değildir. Buna karşılık Suriye’deki Kürtlerin demokratik örgütlenme düzeyi, demokratik toplum gerçeği, Suriye’deki bu antidemokratik, şovenist yaklaşımları aşacak ve kendi statüsünü kabul ettirecektir. Bu sadece Kürtlerin kendi ulusal varlığını kabul ettirme ve demokratik özerk yönetimlerini sağlama olmayacaktır; aynı zamanda Suriye’nin demokratikleşmesi olacaktır. Suriye’deki Kürtler Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın felsefi, ideolojik ve politik yaklaşımlar içinde olduğundan, Suriye’deki halkların birliği pekişecektir. Kürtlerle başta Arapların olmak üzere Suriye’deki halkların birliğinin pekişmesi, bu birliğin demokratik temelde olması Suriye’yi güçlendirecektir. Kürt sorununun çözümü Suriye’yi değil, bütün Ortadoğu’yu güçlendiren bir karakterdedir.

 Suriye rejiminin karakteri Kürtlerin haklarının tanınması yahut tanınmamasıyla birlikte açığa çıkacaktır. Kürt sorununu çözmek istemeyen, Kürt sorununda bir çözüm politikası olmayan muhaliflerin Suriye’de yönetim adayı olmaları mümkün değildir. Suriye muhalefetinin zayıf kalmasının bir nedeni de Kürtlere gösterilen yaklaşımdır. Kürtlere karşı tutum, onların antidemokratik karakterini ortaya koyduğu için, demokrasi isteyen, Suriye’nin değişmesini isteyen güçlere güven vermemektedirler. Bu da onların Suriye’de yönetimi ele geçirecek, sahiplenecek bir güce ulaşamamalarına neden oluyor. Tüm bu gerçekler Kürtlerin pozisyonunun kilit noktada olduğunu gösteriyor. Çünkü Kürtler en dinamik, en örgütlü güçtürler. Belki yüzde 15-20 arası bir nüfusa sahipler, ama nüfuslarından birkaç katı bir mücadele dinamiğine, demokratikleşme dinamiğine sahiptirler. Özellikle Kürt toplumundaki kadının örgütlülük ve bilinç düzeyi, Kürt toplumunu demokratikleştirme karakteri Kürtleri çok etkili bir demokratik güç haline getirmiştir. Bu açıdan yeni Suriye rejiminin nasıl şekilleneceği konusunda Kürtlerin konumu Suriye’deki siyasal rejimin karakterini de belirleyecektir. Demokratikleşmeyen bir Suriye’de Kürtlerin tatmin edilmesi mümkün değildir. İster mevcut iktidar gücü olsun, ister onun yerine iktidarı almak isteyen güçler olsun herhangi bir iktidar gücünün artık Kürtleri ezerek, bastırarak varlığını ve özerk yönetimini inkar etmesi mümkün değildir. Bunu Suriye’deki iktidar da muhalif güçler de anlamışlardır. 

Kürtler, ancak kendi haklarının tanınmasının Suriye’yi demokratikleştireceğinin bilincinde olduğundan hiçbir tarafa angaje olmamışlardır. Kendi taleplerini kabul etmeyen hiçbir gücün Suriye’yi demokratikleştireceğine inanmadıklarından kendi bağımsız tutumlarını ve programlarını ortaya koymuşlardır. Kürtlerin programı aynı zamanda demokratik Suriye programıdır. Bu gerçekler dikkate alındığında Kürtlerin içinde yer aldığı geniş yelpazedeki demokratik bir ittifakın Suriye’nin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı açıktır. Bu açıdan Ulusal Konsey değil, geniş yelpazede etnik ve dinsel toplulukların haklarını tanıyan demokratik bir hareket, demokratik bir blok Suriye’nin yeni yönetimine aday olabilir. Ulusal Konsey şimdi zorlanmaktadır. ABD ve Avrupa bu zorlanmayı gördüğü için Ulusal Konseyin daha geniş yelpazede bir siyasal iktidarı düşünmesi gerektiğini telkin etmektedir. Ulusal Konsey demokratik bir anlayışa kavuşursa o zaman Kürtler, aleviler, Ermeniler, hıristiyanlar, Dürziler, İsmaililer, emekçiler, kadınlar hepsinin de içinde yer aldığı bloka İhvan-ı Müslim de liberaller de katılırlar. Böylelikle çok geniş yelpazede demokratik Suriye sisteminin şekillenmesinde anlaşabilirler. Yeni Suriye’nin şekillenmesindeki yönetim gücünün omurgasını toplumun en az yüzde 50’sine tekabül eden farklı etnik ve dinsel toplulukların, kadınların, emekçilerin, geniş yelpazedeki farklılıkların olduğu toplumsal kesimler oluşturur. Kürtlerin yer aldığı, tensikin de içinde olacağı bir blok önümüzdeki dönemde Suriye’yi demokratikleştiren temel aktör olacaktır. Kuşkusuz tensik mevcut haliyle tek başına iktidar alternatifi olamaz. Geniş yelpazedeki demokratik ittifakı içine almayan hiçbir güç iktidara alternatif olamaz. Bu nedenle Türkiye gibi İhvan-ı Müslim’in ağırlıklı olduğu muhalif güce dayananlar değil, daha geniş yelpazede bir muhalif gücü oluşturanlar ve Suriye’de geniş yelpazede bir siyasi yönetim oluşturmak isteyenlerin politikaları başarılı olacaktır. 

Önceleri sesi çok fazla çıkan İhvan-ı Müslim ya da bugün silahlı eylem gücü olan Selefiler, El-Kaide gibi güçler ya da Hür Suriye ordusu gibi güçlerin merkezinde olduğu bir Suriye oluşmayacaktır. Kuşkusuz İhvan-ı Müslim gibi siyasal islamcılar da yeni Suriye’de yer alacaklardır, ama kendilerinin hakim olduğu bir Suriye gerçeği ortaya çıkmayacaktır. Sadece iç dengeler geniş yelpazedeki demokratik güçlerin kazanma şansını artırmıyor, aynı zamanda dış güçlerin düşündükleri Suriye politikaları, yine Suriye’nin etrafındaki ülkeler ve siyasal atmosfer böyle geniş yelpazedeki demokratik bir hareketin, geniş yelpazede bir demokratik Suriye sisteminin başarısına imkan veriyor. Böyle bir Suriye’yi öngören, bunu hedefleyen, programı bu olan güçlerin Suriye’nin geleceğini daha iyi okudukları ve bu nedenle izledikleri politikanın Suriye’nin şekillenmesinde etkili olacağını şimdiden söylemek yanlış olmayacaktır. 

Suriye’deki mevcut iktidarın yerine yeni bir Suriye yaratmak isteyenlerin Suriye’nin bu toplumsal yapısını, iç ve dış siyasal koşullarını dikkate alarak politika üretmeleri gerekmektedir. Bunları dikkate alarak politika üreten siyasal güçler, topluluklar Suriye’nin demokratikleşmesinde aktif rol oynayabilirler. Suriye’deki mevcut krizin, çözümsüzlüğün aşılarak demokratik Suriye’nin ortaya çıkmasında rol oynayabilirler. Bir daha belirtelim ki; bu Suriye Kürtlerin demokratik özerkliğini kazandığı, alevilerin, Dürzilerin, ismaililerin, Süryanilerin, Ermenilerin kendi demokratik ve siyasal haklarını kullandıkları, baskı altına alınmadıkları, bunların hepsinin haklarının anayasal güvenceye alındığı yeni bir Suriye olacaktır. 

Mevcut iktidar bloğu içinde etkin yer alan aleviler bundan sonra da Suriye siyasetindeki etkinliklerini koruyacaklardır. Ancak Suriye’yi yöneten başat güç olmayacaklardır. Demokratik Suriye’de herhangi bir siyasi güç olmayı kabul edeceklerdir. Nasıl ki İhvan-ı Müslim’in demokratik Suriye içinde kendisini herhangi bir güç olarak kabul etmesi gerekiyorsa, aleviler de böyle bir güç olarak Suriye sistemi içinde yer alabilirler. Hatta yönetim tecrübeleri ve inançlarının demokratik eğilime yatkın olması, geçmiş dönemlerde iktidar olmanın avantajlarıyla kazandıkları yetenek ve imkanlarını demokratik Suriye’de pozitif yönde kullanabilirler. Demokratik bir Suriye’de alevilerin etkin olması herhangi bir egemenliği, hakim olmayı değil Suriye’nin demokratikleşmesine ve gelişmesine hizmet eden bir durumu ifade ediyor. Aleviler demokratik sistem içinde kendi varlığını güvencede görürlerse, yeni Suriye sistemi içinde etkin pozitif rol oynayabilirler. İhvan-ı Müslim de siyasal islamcılar da hiçbir baskı görmeden kendi sosyal, kültürel yaşamlarını, ekonomik ve siyasal sistem içinde yer alma haklarını demokratik sistem içinde kullanacaklardır. Yine Ermeniler, Süryaniler, Dürziler Suriye’nin demokratik karakterinin derinleşmesi konusunda rollerini oynayacaklardır. Varlıkları Suriye’nin zenginliği, güzelliği ve demokrasinin ve özgürlüklerin gelişmesine hizmet edecektir. Bu çerçevede yeni Suriye’nin Ortadoğu’nun yeni, demokratik ve özgür yaşamında hiçbir ülkenin olmadığı kadar rolünü oynayacağını söylemek mümkündür. 

Kaynak: Serxwebun 

http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=105 

Economist: TC'nin Hedefi Esad Değil, Kürtler!

Batı Kürdistan Halk Savunma Birlikleri
Economist dergisi, Türkiye'nin Suriye konusunda takındığı şiddetli Esad karşıtı tutumu, kendi 14 milyonluk Kürt nüfusuyla uzun zamandır yaşadığı sorunları derinleştirdiğini yazıyor.

"Türkiye, Suriye ve Kürtler" başlığıyla yayımlanan makale, Türkiye, Suriye arasında gerilim devam ederken Suriye'de özerk bir Kürt bölgesinin, Kürt meselesinde dengeleri değiştirebileceğini tartışıyor.

Economist Türkiye ve Suriye arasındaki gerginliğin neredeyse açık bir savaşa dönüştüğünü öne sürüyor.

Dergiye göre yakın zamanda çözülecek gibi görünmeyen Suriye krizinin ve hükümet güçlerinin genelde Kürtlerin yaşadığı sınır bölgelerinden çekilmesinin, Türk devletinin PKK ile 28 yıllık savaşında riskleri artırıyor.

'Tezkerenin hedefi Kürtler'

Economist makalesinde, bölgedeki Kürtlerin, Türkiye'nin sınır boyuna sevk edilen askeri birliklerin ve tankların hedefinin Esad olmadığından endişelendiklerini aktarıyor.

Makalede, "Türkiye meclisinin, orduyu yurt dışındaki müdahaleler için yetkilendirdiği tezkerenin kendilerini hedef aldığını düşünüyorlar. Bu aşırı heyecanlı bir düşünce. Ancak Türkiye'nin kuzey Irak'taki Iraklı Kürt devletçiğinin dibinde ortaya çıkan, güya bağımsız Suriyeli Kürt bir varlığın fikriyle şaşkın olduğu da açık" ifadeleri dikkati çekiyor.

Makalenin girişinde Türkiye'nin Kürt [ve Suriye] çıkmazına işaret ettiği söylenen bir tablo şöyle tarif ediliyor: "Suriye tarafında yüksek bir tepede dalgalanan dev bir Kürt bayrağı, Türkiye tarafında çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu'daki Şenyurt kasabasına bakıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kasabadaki merkezinde, merdiven boşluğunda tozlanmakta olan gri bir levhanın üzerinde Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" sözleri kazılı. Sokağın karşısındaki Jandarma'nın dikenli tellerinin berisinde bir başka slogan "Orduya sadakat onurumuzdur" diye parıldıyor."

PYD hazırlanıyor

Makaleye göre ''PKK'nın Suriye şubesi'' Demokratik Birlik Partisi, PYD tarafından yönetilen bölgelerde sadece Kürtçe eğitim verecek okullar ve Kürtçe tabelalarla sınırlı değil hazırlıklar: "PYD yoğun biçimde silahlanıyor, şu ana kadar üç silahlı tabur kurdular."

Economist, PYD hazırlıkların Esad'ın devrilmesini takiben yaşanacak kaosa karşı savunma amaçlı olduğunu söylese de, "Giderek daha da savaş yanlısı olan Erdoğan gözünde PYD, PKK demek ve onun da esas düşmanı Türkiye," diyor.

BBC

Açlık Grevinde 38. Gün ve Görünmezlik

Cüneyt Özdemir

PKK'lılara kızabilir, hatta küfür bile edebilirsiniz. Ama yapmıyorsunuz. Tam tersi görmezden geliyorsunuz.

Şu anda Türkiye'de 76 cezaevinde 38. gününe giren bir açlık grevi var. Aralarında tutuklu BDP'li milletvekillerinin de olduğu tutuklu PKK'lılar Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması için açlık grevindeler. Açlık grevindekilerin PKK'lı oldukları biliniyor ancak kaç kişi oldukları tam olarak bilinemiyor. Kimine göre binlerce, kimine göre yüzlerce... Gelin görün ki bu kişiler açlık grevinde kritik bir eşiğe gelmesine rağmen medyada tek bir satır haber yapılmıyor. Birkaçı dışında yüzlerce köşe yazarı bu açlık grevinden tek bir kelime söz etmiyor. Sanki bir yerden ortak bir emir çıkmış gibi, sessizce görmezden geliniyor. Dünyaca ünlü sihirbaz Huduni ya da David Coperfield gelse açlık grevindekileri böyle görünmez kılamazdı.

Şu ana kadar hem açlık grevinde 38. güne kadar sağ salim gelmeyi hem de görünmez olmayı başardılar!

Bu açlık grevlerini haberleştirmememiz aslında büyük bir ölçüde kendi içimizdeki otosansürün nasıl hareket ettiğinin de iyi bir göstergesi. Türkiye'de gazetecilik yapıyorsanız yıllar içinde dayak yiye yiye bazı dokunulmaz konular olduğunu biliyor ve ona göre pozisyon alıyorsunuz. Önemli olan bir konuyu övmek ya da yermek de değil. Mesela bu eylemi yerden yere vurup, eleştirebilir, PKK'lılara kızabilir, hatta küfür bile edebilirsiniz. Ama yapmıyorsunuz. Tam tersi görmezden geliyorsunuz. Zira biliyorsunuz ki bazı konularda eleştiri bile tehlikeli, o yüzden ademe mahkûm etmek en iyisi!

İşin en can sıkıcı kısmı pek çok haber ve çetrefilli konuda hükümet artık birebir "Şunu gör bunu görme" deme ihtiyacını bile duymuyor. 'Zamanın ruhu' devreye giriyor. İşgüzar medya dernekleri "Sakın ha bunu görmeyelim" diye birbirlerini uyarıyorlar. Yöneticiler arasında hızlı bir telefon trafiği başlıyor. Yazarlar ya da programcılar da birkaç uyarıdan sonra başlarına ne geleceğini bildikleri için 'görmezden gelmek' zorunda kalıyorlar. Taa ki BBC, New York Times, Wall Street Journal ya da Twitter görüp ana akım medyanın içinde dolaşıma sokana kadar.

Bu yüzden son zamanlarda onca gazete, televizyon kanalı, internet sitesi olmasına rağmen Türkiye ile ilgili önemli haberleri yabancı ülkelerin gazetelerinden, televizyon kanallarından duyabiliyoruz.

Cezaevlerinde sayıları tam olarak bilinmeyen PKK'lıların açlık grevinde 38. güne gelinmesine rağmen tek bir haber çıkmamasının nedeni işte yaratılan bu atmosferdir.

Okuyuculardan gelen kızgın "Bu açlık grevini görmek için ne bekliyorsunuz" mektuplarını pek çok köşe yazarının mahcup bir şekilde cevapsız bırakmasının nedeni de budur işte.

Bu sorunun kızgın bir şekilde sorulmasını anlıyorum ama yaratılan bu atmosfere bakıp kızılması gereken kişi doğru kişi mi, işte ondan emin olamıyorum.

Peki Öcalan'a tecrit kalkar mı?

En son Oslo görüşmelerini sekteye uğratan Silvan saldırısının faturasını devlet Abdullah Öcalan'a kesti. Adını açık açık koymasa da İmralı'ya bir tecrit uygulanmaya başladı. Önce koster bozuldu. Ardından hava şartları izin vermedi. Öcalan'ın avukatlarına operasyon düzenlendi. Bahaneler bitince mecburen Öcalan kardeşi ile görüştürüldü ama o da yetmedi. Abdullah Öcalan binbir dereden bahane ile tecrit edildi.

Bu tecridi uygulayanların kafasında bu yolla PKK terörünü bitirmek varsa gördüğümüz kadarıyla tecrit PKK terörünü bitirmek konusunda hemen hiç işe yaramadı. PKK terörü durmadı, tam tersi daha da büyüdü.

Dışarıdaki PKK'lılar yetmezmiş gibi şimdi de tutuklu PKK'lılar Öcalan'a tecridin kaldırılması için açlık grevindeler.

Yine dön dolaş geldik mi "Kürt sorununda inisiyatif kimde" tartışmasına!

Şimdi devletin önünde iki yol var.

Ya bu açlık grevini bir meydan okuma olarak ele alıp 'inadım inat tecride devam' diyecek ya da bu durumu bir gurur meselesine dönüştürmeden Öcalan'a uygulanan bu tecrit politikasında yumuşamaya gidecek.

Başbakan Erdoğan son olarak Bakû'dan dönerken havada yaptığı açıklamada "MİT Müsteşarı'na gerekirse 'İmralı'ya git' derim" demiş. Cezaevlerinde açlık grevinde olan yüzlerce insanın 38. güne girmesi yeterli sebeplerden biri olabilir mi?

Hadi diyelim olmadı, peki yarın bir gün cezaevinden ölüm haberleri gelmeye başlayınca ne olacak? O zaman adım atılırsa devlet daha mı kazançlı sayılacak?

Ortada kalmış ve çözülmeyi bekleyen Kürt sorununu bir an önce çözmek yerine uygun ortamı arıyorsanız size kötü bir haberim var: O uygun ortam hiçbir zaman dört dörtlük karşınıza çıkmayacak. Belki de asıl mesele 'gerekirse' değil 30 yıl süren bu kanı durdurmak için kanlı nedenler 'gerekmeden' MİT Müsteşarı'nı İmralı'ya gönderebilmekte!

Radikal