Suriye’ye karşı savaş ihtimali diğer yandan, toplumsal muhalefet için
farklı bir kanalın da açılmasını sağlamış durumda. “Savaş karşıtlığı”,
Batı’daki ilerici toplumsal muhalefet ile Kürt toplumsal muhalefetinin
ortak paydası haline geldi. Bu paydada yakınlaşma ve bu payda üzerinden
geliştirilecek etkinlikler farklı olanakları da ilerletebilecektir
AKP planlama hataları yapmaya devam ediyor. Anlaşılan bütün yaz tembellik etmişler. Ne doğru düzgün yasa taslakları hazırlamışlar, ne kendi kadrolarının motivasyonunu sağlamışlar, ne de savaş hazırlıklarını planlamışlar.
Meclis’in açılmasıyla birlikte bir yandan zaten uzun süredir öteledikleri yasalarla –ki bunların başında Sendikalar Yasası geliyor- uğraşırken diğer yandan da yeni dönemde kendilerine “avantaj” sağlayacak tuzak yasaları –ki bunların başında da Belediyeler Yasası geliyor- geçirmeye çalışmaktalar. Sendikalar Yasası’nın asıl amacı, AKP’nin her icraatında olduğu gibi, sermayenin ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri yapmanın yanı sıra kendi iktidarı açısından da ciddi avantajlar sağlamak. Bu yasa ile 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde sendikal tazminat davası açılamaması, sendika üyeliklerinin doğrudan devlet ve patronların denetim ve müdahalesine açık hale getirilmesi gibi sermaye lehine kritik adımlar atılırken, AKP’nin emek alanındaki yeni truva atı olarak Hak-İş’i en büyük konfederasyon yapmaya çalışacaklar. Operasyonun arkasında Bülent Arınç, önünde medya yüzü olarak Faruk Çelik bulunuyor. “Hakkaniyet ve hukuk” temsilcisi Bülent Arınç, Anadolu Ajansı’nda örgütlü TGS’ye yönelik operasyonunu medyadaki AKP kuşatmasını güçlendirmek için tamamlamak ve özellikle Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarında yandaş sendikasını kurmak için kolları sıvamış. Medya-İş ve Öz Büro-İş sendikalarını örgütleme işini bizzat üzerine almış durumda. Sermayenin ve AKP’nin bu stratejisi karşısında direnme potansiyeli taşıyan DİSK ise süreci teknik tartışmalar ve yetki-baraj tartışmasının ötesine götüren bütünlüklü bir perspektife sahip değil.
AKP, önümüzdeki yerel seçimlerin kendisi için ne kadar kritik olduğunun “çok” farkında. Çünkü bu seçim, AKP için belediyeleri yönetmeye devam etmesinin yanında, sonraki iki seçimi de (cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri) doğrudan belirleyecek. Yerel seçimde alınacak kötü sonuçlar, hatta AKP’nin inişe geçtiği izlenimini verecek bir sonuç bile Tayyip Erdoğan’ın ve tüm AKP’lilerin gelecek hayallerini tersyüz edebilir. Tam da bu yüzden işi sıkı tutuyorlar ama ne fayda!
Yerel seçim tarihini beş ay önceye almaya çalıştılar, sözde gerekçe kış koşulları ama gerçek gerekçe kendi belediyelerini ekonomik kriz koşullarında daha fazla yıpratmamak ve olası bir “yol kazası”nda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını riske atmamak (….). Ama daha yolun başında, evdeki hesap çarşı yolunda bozuldu. Kendi kulvarındaki siyasi rakipleri (HAS Parti, DP ve hatta MHP’yi bile) kuyruğundan yakalamış olan Tayyip Erdoğan, kendi partisi içindeki hoşnutsuzları hesap edemedi ve erken yerel seçim yasası Meclis’te 367 oyu bulamadı. Oysa her şeyi buna göre planlamışlardı ve hatta o kadar emindiler ki Marmaray, Ankara-İstanbul ve Eskişehir-Konya yüksek hızlı tren hatlarının açılış tarihleri bile seçimlerden önceye alınmıştı. Marmaray'ın açılış tarihi 29 Ekim 2013 yerine 30 Eylül 2013'e çekilmişti. Şimdi ise Erdoğan, ''Bu konuyla ilgili bizim bu sürece yönelik atacağımız adım, kendi hafızamızdan bunu süratle silmek olacaktır” diyor. Allahtan (!) Abdullah Gül var, sistemin olmasa da AKP’nin sigortası. Kış koşulları ve gereksiz masraf (kendisi tasarrufu çok sever) gerekçesiyle referanduma izin vermedi de AKP yeni bir plan yapma şansı yakaladı.
Erken yerel seçim yasası ile aynı dönemde çıkarmayı düşündükleri yeni belediyeler yasası da iki şeyi, yani sermayenin çıkarlarının genişletilmesini ve AKP iktidarının devamının sağlanmasını amaçlıyor. Bu yasa ile mülki sınırlar, mahalli idare sınırına dönüştürülecek, 1053 belediye ile 16 bin 82 köyün tüzel kişiliği kalkacak; 1582 belediye, mahalle veya köye dönüştürülecek. Daha da önemlisi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında, merkezi yönetim yeni idari ve mali yetkilerle donatılmakta. Yerel yönetimlerin başına atanmış valileri getiriliyor ve son söz Başbakan'a bırakılıyor. Ayrıca “özel bütçeli” yatırım merkezleri kurularak, bunlara merkezi bütçeden pay ayrılacak. Kendi içlerinden ilk patlak da bu konuda verildi, “hesapta olmayan 4 milyar liralık” bu harcamaya Maliye Bakanı Mehmet Şimşek itiraz ediyor. (Anlaşılan yasayı hazırlarken ona sormamışlar.)
Bu yasa ile ülkenin bütün köy varlığının yarısı ortadan kalkarken, sermayenin ve nüfusun merkezileşmesi doğrultusunda kritik bir adım daha atılacak. İl yönetimleri bölge yönetimlerine dönüştürülürken, görünüşte daha yerel ama paranın ve son sözün Ankara’da olduğu daha merkezi bir düzenleme gerçekleştirilecek. Ve elbette yeni sınırların çizimi AKP’nin belediye sayısını arttırmaya ve yerel yönetimlerdeki gücünü pekiştirmeye yönelik olacak.
Ancak görüldüğü kadarıyla bu yasa tasarısı da daha çok su kaldırır. AKP gerek iç çelişkileri gerek tekelci sermayeyle tam uzlaşmayan parti tercihleri gerekse de beceriksizlikleri yüzünden bu dönem daha çok çuvallayacak. Benzer bir durum üniversiteler yasasında da yaşanmaya aday. İktidara geldikleri günden beri YÖK’ü sözde kaldıracaklar. Ama haklarını yememek lazım son bir-iki yıldır yeni yasa için epey çalıştılar. Buna rağmen hala kendileri ve sermaye için, ana hatlarında anlaşsalar da (ki bunlar; üniversite eğitiminden para kazanmak ve üniversite yönetimlerini sermayenin ve kendi kadrolarının sözde özerk yönetimine bırakmak) ayrıntılı bir formülasyon geliştiremediler. Üstelik bu konuda onları güçlü bir üniversite muhalefetinin beklediğini de eklemek gerek.
AKP’nin savaş hazırlıkları ise tam bir fiyasko! Bu Meclis’i bir “savaş meclisi” olarak çalıştırma amacı daha ilk günlerde çıkardıkları iki savaş tezkeresi ile zaten belli olmuştu. Görüldüğü ve görüleceği gibi Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ikilisi, Suriye ile olan gerilimin yumuşamasına dahi izin vermeyecekler. Suriye uçağını, içinden bir şey çıkmayacağını bilmelerine rağmen zorla indirtmeleri, benzer bir biçimde Ermenistan uçağını da içinde gıda olduğunu bilmelerine rağmen indirtmeleri Suriye’yi sürekli gündemde tutma amaçlı provokasyonlardır. Üstelik yaratacağı sonuçların vahametini bilerek yapmaktadırlar. Suriye uçağının indirilmesi ve geri gönderilmesi sonrasında Suriye televizyonlarında, “kendi vatandaşlarının Türk polisleri tarafından uçak içinde dövüldüğü” söylenirken, aldıkları yaralar gösteriliyordu.
Ermenistan uçağının indirtilmesi ise AKP tarafından tam bir tiyatroya dönüştürüldü. Ermenistan sözcüsü “uçağın indirilişinin önceden belirlendiğini” söylese de konu medyaya "Şimdi de Ermeni uçağını indirdik" biçiminde yansıtıldı. Hatta Bülent Arınç, “uçağı indirerek bu konuda ne kadar ciddi olduklarının görmüyoruz” diyerek, ‘yalandan kim ölmüş’ atasözünü doğrulattı.
AKP’nin “kraldan çok kralcı” bu tutumu “kral”ı bile rahatsız etmiş durumda. ABD büyükelçisi Ricciardone, Türkiye için “Esad rejiminin tuzağına düşmedi” deyip “Türkiye-Suriye arasında savaş ihtimali görmediklerini” söyleyerek AKP’ye ayar verme ihtiyacı hissediyor. Türkiye uzmanı, CIA’ci Barkey ise ABD’nin tercihini daha doğrudan ifade etmekte. Ankara’nın Suriye konusunda tek başına hareket etmemesi gerektiği konusundaki “uyarılarından” sonra TSK’nın Suriye’de “tampon bölge” veya“uçuşa yasak bölge” oluşturulması konusunda gücünün yetip yetmeyeceğini tartışıyor. Ve ekliyor; “TSK’nın savaş tecrübesi yok”. Ancak bu açıklamaları, AKP’nin “ABD’ye rağmen Suriye gerilimini sıcak tutuyor” anlamında değerlendirmek doğru olmaz. ABD’nin şu anki tercihi herkesin bildiği gibi başkanlık seçimleri öncesinde kontrolü elinde tutmak, oldubittilerle karşılaşmamak ama Esad ile uzlaşmaz görüntüyü devam ettirmek. Davutoğlu da bunu yapıyor zaten, Suriye’nin “Türkiye ile diyaloga hazırız” açıklamasına karşılık Davutoğlu “bizim için kıymeti yok” kükremesinde.
Davutoğlu’nun bölge için, bölge halkları için ne kadar “tehlikeli” bir şahsiyet olduğu, her icraatında yeniden kanıtlanır nitelikte. Esad’ı, Suriyelilerin devlet başkanı olarak muhatap almazken, Suriyelilere yine Esad rejimi içinden birini, sırf Sünni olduğu için Şarık Tara’yı devlet başkanı olarak önerebiliyor (atayabiliyor). Bu ne demokrasi aşkı! Bu ne zulüm düşmanlığı!
Suriye’ye karşı savaş ihtimali diğer yandan, toplumsal muhalefet için farklı bir kanalın da açılmasını sağlamış durumda. “Savaş karşıtlığı”, Batı’daki ilerici toplumsal muhalefet ile Kürt toplumsal muhalefetinin ortak paydası haline geldi. Türk ve Kürt halkının yararına olmayacak bu olası savaş birlikte hareket ederek durdurulabilir. Bu paydada yakınlaşma ve bu payda üzerinden geliştirilecek etkinlikler farklı olanakları da ilerletebilecektir. Kuşkusuz bu farklı olanaklardan ilki, yerel seçimlere ilişkin ortak taleplerin dile getirilmesi, hatta kısmi ortak davranış biçimlerinin geliştirilmesidir.
Ancak bu süreç kendiliğinden gelişmeyeceği gibi ciddi handikapları da barındırıyor. AKP’nin provokatif icraatları bir yana, bu süreç milliyetçi/ulusalcı eğilimlerin gelişmesine de zemin oluşturmakta. Sadece “AKP’yi sevmeme” üzerinden oluşan birliktelikler, kendi içinde doğrudan sosyalizan tercihler oluşturmamakta, tam tersine ulusalcı eğilimleri büyütmektedir. İstanbul ve Ankara Barolarının seçimlerinde ulusalcıların açık ara kazanması önemli bir veridir. Benzer bir veri, Sözcü ve Aydınlık gibi gazetelerin tiraj artışlarında da görülebilir. Ulusalcı eğilimlerin “kendiliğinden” gelişmesinden daha tehlikeli olan ise, siyasal öznelerin bu eğilimlerin üzerine gitmektense bu eğilimleri içselleştirmeye çalışması ve “ileride oy kaybedeceği” kaygısıyla ön açmasıdır.
AKP’nin bu yeni dönemi, devrimciler için ideolojik bir saflaşma olanağı yarattığı gibi siyasal sürece çok daha etkin ve birleşik bir kanaldan müdahil olma fırsatı oluşturuyor.
AKP 10 yıllık süreçte kendi karşı bloğunu tarif etmiş olsa da bu karşı blok içinde tutarlı ve istikrarlı bir sol çizgi güçlü bir biçimde oluşturulamadı. Şimdi ise nesnel şartlar çok daha uygun. Savaşa karşı insani, ideolojik ve örgütlü bir karşı koyuş ancak solcuların yapacağı bir iş. Bu aynı zamanda sadece antiemperyalist olmayı değil, kapitalizme karşı olmayı, gericiliğe karşı olmayı, faşizme karşı olmayı ve halkların kardeşliği için mücadele etmeyi gerektirir.
Bu ideolojik saflaşmanın pratikte de güçlü bir karşılığı vardır. Savaş tezkeresinin kabul edildiği gün, solun en geniş bileşenini harekete geçirmeyi başaran yaygın refleks eylemler, etkin ve birleşik bir siyasal müdahale kanalının adresinin yine sokak olduğunu hatırlatan anlamlı bir örnek olmuştur.
sendika.org
AKP planlama hataları yapmaya devam ediyor. Anlaşılan bütün yaz tembellik etmişler. Ne doğru düzgün yasa taslakları hazırlamışlar, ne kendi kadrolarının motivasyonunu sağlamışlar, ne de savaş hazırlıklarını planlamışlar.
Meclis’in açılmasıyla birlikte bir yandan zaten uzun süredir öteledikleri yasalarla –ki bunların başında Sendikalar Yasası geliyor- uğraşırken diğer yandan da yeni dönemde kendilerine “avantaj” sağlayacak tuzak yasaları –ki bunların başında da Belediyeler Yasası geliyor- geçirmeye çalışmaktalar. Sendikalar Yasası’nın asıl amacı, AKP’nin her icraatında olduğu gibi, sermayenin ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri yapmanın yanı sıra kendi iktidarı açısından da ciddi avantajlar sağlamak. Bu yasa ile 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde sendikal tazminat davası açılamaması, sendika üyeliklerinin doğrudan devlet ve patronların denetim ve müdahalesine açık hale getirilmesi gibi sermaye lehine kritik adımlar atılırken, AKP’nin emek alanındaki yeni truva atı olarak Hak-İş’i en büyük konfederasyon yapmaya çalışacaklar. Operasyonun arkasında Bülent Arınç, önünde medya yüzü olarak Faruk Çelik bulunuyor. “Hakkaniyet ve hukuk” temsilcisi Bülent Arınç, Anadolu Ajansı’nda örgütlü TGS’ye yönelik operasyonunu medyadaki AKP kuşatmasını güçlendirmek için tamamlamak ve özellikle Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarında yandaş sendikasını kurmak için kolları sıvamış. Medya-İş ve Öz Büro-İş sendikalarını örgütleme işini bizzat üzerine almış durumda. Sermayenin ve AKP’nin bu stratejisi karşısında direnme potansiyeli taşıyan DİSK ise süreci teknik tartışmalar ve yetki-baraj tartışmasının ötesine götüren bütünlüklü bir perspektife sahip değil.
AKP, önümüzdeki yerel seçimlerin kendisi için ne kadar kritik olduğunun “çok” farkında. Çünkü bu seçim, AKP için belediyeleri yönetmeye devam etmesinin yanında, sonraki iki seçimi de (cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri) doğrudan belirleyecek. Yerel seçimde alınacak kötü sonuçlar, hatta AKP’nin inişe geçtiği izlenimini verecek bir sonuç bile Tayyip Erdoğan’ın ve tüm AKP’lilerin gelecek hayallerini tersyüz edebilir. Tam da bu yüzden işi sıkı tutuyorlar ama ne fayda!
Yerel seçim tarihini beş ay önceye almaya çalıştılar, sözde gerekçe kış koşulları ama gerçek gerekçe kendi belediyelerini ekonomik kriz koşullarında daha fazla yıpratmamak ve olası bir “yol kazası”nda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını riske atmamak (….). Ama daha yolun başında, evdeki hesap çarşı yolunda bozuldu. Kendi kulvarındaki siyasi rakipleri (HAS Parti, DP ve hatta MHP’yi bile) kuyruğundan yakalamış olan Tayyip Erdoğan, kendi partisi içindeki hoşnutsuzları hesap edemedi ve erken yerel seçim yasası Meclis’te 367 oyu bulamadı. Oysa her şeyi buna göre planlamışlardı ve hatta o kadar emindiler ki Marmaray, Ankara-İstanbul ve Eskişehir-Konya yüksek hızlı tren hatlarının açılış tarihleri bile seçimlerden önceye alınmıştı. Marmaray'ın açılış tarihi 29 Ekim 2013 yerine 30 Eylül 2013'e çekilmişti. Şimdi ise Erdoğan, ''Bu konuyla ilgili bizim bu sürece yönelik atacağımız adım, kendi hafızamızdan bunu süratle silmek olacaktır” diyor. Allahtan (!) Abdullah Gül var, sistemin olmasa da AKP’nin sigortası. Kış koşulları ve gereksiz masraf (kendisi tasarrufu çok sever) gerekçesiyle referanduma izin vermedi de AKP yeni bir plan yapma şansı yakaladı.
Erken yerel seçim yasası ile aynı dönemde çıkarmayı düşündükleri yeni belediyeler yasası da iki şeyi, yani sermayenin çıkarlarının genişletilmesini ve AKP iktidarının devamının sağlanmasını amaçlıyor. Bu yasa ile mülki sınırlar, mahalli idare sınırına dönüştürülecek, 1053 belediye ile 16 bin 82 köyün tüzel kişiliği kalkacak; 1582 belediye, mahalle veya köye dönüştürülecek. Daha da önemlisi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında, merkezi yönetim yeni idari ve mali yetkilerle donatılmakta. Yerel yönetimlerin başına atanmış valileri getiriliyor ve son söz Başbakan'a bırakılıyor. Ayrıca “özel bütçeli” yatırım merkezleri kurularak, bunlara merkezi bütçeden pay ayrılacak. Kendi içlerinden ilk patlak da bu konuda verildi, “hesapta olmayan 4 milyar liralık” bu harcamaya Maliye Bakanı Mehmet Şimşek itiraz ediyor. (Anlaşılan yasayı hazırlarken ona sormamışlar.)
Bu yasa ile ülkenin bütün köy varlığının yarısı ortadan kalkarken, sermayenin ve nüfusun merkezileşmesi doğrultusunda kritik bir adım daha atılacak. İl yönetimleri bölge yönetimlerine dönüştürülürken, görünüşte daha yerel ama paranın ve son sözün Ankara’da olduğu daha merkezi bir düzenleme gerçekleştirilecek. Ve elbette yeni sınırların çizimi AKP’nin belediye sayısını arttırmaya ve yerel yönetimlerdeki gücünü pekiştirmeye yönelik olacak.
Ancak görüldüğü kadarıyla bu yasa tasarısı da daha çok su kaldırır. AKP gerek iç çelişkileri gerek tekelci sermayeyle tam uzlaşmayan parti tercihleri gerekse de beceriksizlikleri yüzünden bu dönem daha çok çuvallayacak. Benzer bir durum üniversiteler yasasında da yaşanmaya aday. İktidara geldikleri günden beri YÖK’ü sözde kaldıracaklar. Ama haklarını yememek lazım son bir-iki yıldır yeni yasa için epey çalıştılar. Buna rağmen hala kendileri ve sermaye için, ana hatlarında anlaşsalar da (ki bunlar; üniversite eğitiminden para kazanmak ve üniversite yönetimlerini sermayenin ve kendi kadrolarının sözde özerk yönetimine bırakmak) ayrıntılı bir formülasyon geliştiremediler. Üstelik bu konuda onları güçlü bir üniversite muhalefetinin beklediğini de eklemek gerek.
AKP’nin savaş hazırlıkları ise tam bir fiyasko! Bu Meclis’i bir “savaş meclisi” olarak çalıştırma amacı daha ilk günlerde çıkardıkları iki savaş tezkeresi ile zaten belli olmuştu. Görüldüğü ve görüleceği gibi Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ikilisi, Suriye ile olan gerilimin yumuşamasına dahi izin vermeyecekler. Suriye uçağını, içinden bir şey çıkmayacağını bilmelerine rağmen zorla indirtmeleri, benzer bir biçimde Ermenistan uçağını da içinde gıda olduğunu bilmelerine rağmen indirtmeleri Suriye’yi sürekli gündemde tutma amaçlı provokasyonlardır. Üstelik yaratacağı sonuçların vahametini bilerek yapmaktadırlar. Suriye uçağının indirilmesi ve geri gönderilmesi sonrasında Suriye televizyonlarında, “kendi vatandaşlarının Türk polisleri tarafından uçak içinde dövüldüğü” söylenirken, aldıkları yaralar gösteriliyordu.
Ermenistan uçağının indirtilmesi ise AKP tarafından tam bir tiyatroya dönüştürüldü. Ermenistan sözcüsü “uçağın indirilişinin önceden belirlendiğini” söylese de konu medyaya "Şimdi de Ermeni uçağını indirdik" biçiminde yansıtıldı. Hatta Bülent Arınç, “uçağı indirerek bu konuda ne kadar ciddi olduklarının görmüyoruz” diyerek, ‘yalandan kim ölmüş’ atasözünü doğrulattı.
AKP’nin “kraldan çok kralcı” bu tutumu “kral”ı bile rahatsız etmiş durumda. ABD büyükelçisi Ricciardone, Türkiye için “Esad rejiminin tuzağına düşmedi” deyip “Türkiye-Suriye arasında savaş ihtimali görmediklerini” söyleyerek AKP’ye ayar verme ihtiyacı hissediyor. Türkiye uzmanı, CIA’ci Barkey ise ABD’nin tercihini daha doğrudan ifade etmekte. Ankara’nın Suriye konusunda tek başına hareket etmemesi gerektiği konusundaki “uyarılarından” sonra TSK’nın Suriye’de “tampon bölge” veya“uçuşa yasak bölge” oluşturulması konusunda gücünün yetip yetmeyeceğini tartışıyor. Ve ekliyor; “TSK’nın savaş tecrübesi yok”. Ancak bu açıklamaları, AKP’nin “ABD’ye rağmen Suriye gerilimini sıcak tutuyor” anlamında değerlendirmek doğru olmaz. ABD’nin şu anki tercihi herkesin bildiği gibi başkanlık seçimleri öncesinde kontrolü elinde tutmak, oldubittilerle karşılaşmamak ama Esad ile uzlaşmaz görüntüyü devam ettirmek. Davutoğlu da bunu yapıyor zaten, Suriye’nin “Türkiye ile diyaloga hazırız” açıklamasına karşılık Davutoğlu “bizim için kıymeti yok” kükremesinde.
Davutoğlu’nun bölge için, bölge halkları için ne kadar “tehlikeli” bir şahsiyet olduğu, her icraatında yeniden kanıtlanır nitelikte. Esad’ı, Suriyelilerin devlet başkanı olarak muhatap almazken, Suriyelilere yine Esad rejimi içinden birini, sırf Sünni olduğu için Şarık Tara’yı devlet başkanı olarak önerebiliyor (atayabiliyor). Bu ne demokrasi aşkı! Bu ne zulüm düşmanlığı!
Suriye’ye karşı savaş ihtimali diğer yandan, toplumsal muhalefet için farklı bir kanalın da açılmasını sağlamış durumda. “Savaş karşıtlığı”, Batı’daki ilerici toplumsal muhalefet ile Kürt toplumsal muhalefetinin ortak paydası haline geldi. Türk ve Kürt halkının yararına olmayacak bu olası savaş birlikte hareket ederek durdurulabilir. Bu paydada yakınlaşma ve bu payda üzerinden geliştirilecek etkinlikler farklı olanakları da ilerletebilecektir. Kuşkusuz bu farklı olanaklardan ilki, yerel seçimlere ilişkin ortak taleplerin dile getirilmesi, hatta kısmi ortak davranış biçimlerinin geliştirilmesidir.
Ancak bu süreç kendiliğinden gelişmeyeceği gibi ciddi handikapları da barındırıyor. AKP’nin provokatif icraatları bir yana, bu süreç milliyetçi/ulusalcı eğilimlerin gelişmesine de zemin oluşturmakta. Sadece “AKP’yi sevmeme” üzerinden oluşan birliktelikler, kendi içinde doğrudan sosyalizan tercihler oluşturmamakta, tam tersine ulusalcı eğilimleri büyütmektedir. İstanbul ve Ankara Barolarının seçimlerinde ulusalcıların açık ara kazanması önemli bir veridir. Benzer bir veri, Sözcü ve Aydınlık gibi gazetelerin tiraj artışlarında da görülebilir. Ulusalcı eğilimlerin “kendiliğinden” gelişmesinden daha tehlikeli olan ise, siyasal öznelerin bu eğilimlerin üzerine gitmektense bu eğilimleri içselleştirmeye çalışması ve “ileride oy kaybedeceği” kaygısıyla ön açmasıdır.
AKP’nin bu yeni dönemi, devrimciler için ideolojik bir saflaşma olanağı yarattığı gibi siyasal sürece çok daha etkin ve birleşik bir kanaldan müdahil olma fırsatı oluşturuyor.
AKP 10 yıllık süreçte kendi karşı bloğunu tarif etmiş olsa da bu karşı blok içinde tutarlı ve istikrarlı bir sol çizgi güçlü bir biçimde oluşturulamadı. Şimdi ise nesnel şartlar çok daha uygun. Savaşa karşı insani, ideolojik ve örgütlü bir karşı koyuş ancak solcuların yapacağı bir iş. Bu aynı zamanda sadece antiemperyalist olmayı değil, kapitalizme karşı olmayı, gericiliğe karşı olmayı, faşizme karşı olmayı ve halkların kardeşliği için mücadele etmeyi gerektirir.
Bu ideolojik saflaşmanın pratikte de güçlü bir karşılığı vardır. Savaş tezkeresinin kabul edildiği gün, solun en geniş bileşenini harekete geçirmeyi başaran yaygın refleks eylemler, etkin ve birleşik bir siyasal müdahale kanalının adresinin yine sokak olduğunu hatırlatan anlamlı bir örnek olmuştur.
sendika.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder