14 Nisan 2012 Cumartesi

Demirtaş: Fethullah Gülen'i Sorgulayacak Yürekli Bir Savcı Var mı?

28 Şubat soruşturmasını değerlendiren BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, hükümetin darbelerle hesaplaştığı söyleminin gerçekçi olmadığını belirterek, “O dönem darbeyi destekleyenler, darbe ortamını yaratanlar post-modern darbenin gerçekleşmesi için her türlü entrikayı çeviren kim varsa elbette ki bunlar sorumludur. Ama ben merak ediyorum; mesela Fethullah Gülen’i Türkiye’de sorgulayacak yürekli savcı var mı? Kendisi darbeyi desteklemiştir ve övmüştür. Darbe yapıldıktan sonra orduya teşekkür etmiştir. Fakat o yürekli savcı Türkiye’de var mı bilmiyorum” diye konuştu.

28 Şubat muhtırasına yönelik önceki gün gerçekleştirilen ve operasyonlara ilişkin basın mensuplarının sorularını yanıtlayan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, AKP hükümetinin “darbelerle yüzleşiyoruz” şeklindeki söylemlerini değerlendirdi.

Darbe ile hesaplaşma, darbe ile yüzleşmenin başlı başına olumlu bir konu olduğunu belirten Demirtaş, “Yani hiçbir darbe girişimin ve gerçekleşmiş bir darbenin hesapsız sorgusuz bir şekilde kalmaması lazım. Burası muhakkak. Şimdi hem 12 Eylül ile ilgili olarak, hem de 28 Şubat için yapılan soruşturmalarda yürütülen davalarda darbe ile yüzleşmek ve darbe ile bütün kurumlarını zihniyetini ortadan kaldırmak gibi geniş kapsamlı bir yaklaşım yok” dedi.

DARBENİN BÜTÜN KURUMLARI TIKIR TIKIR İŞLİYOR

Bu konuda hükümetin elinde yeterince olanağın var olduğunu ve yargının da buna gücü olduğunu kaydeden Demirtaş, “Hükümet ve yargı bunu geniş bir şekilde kullanmak yerine, bazen birkaç kişiyi sorgulayarak darbe ile hesaplaştık diyorlar. Bazen bir iki kişi üzerinden koskoca bir darbe zihniyetini yok ettik diyorlar. Bakın Milli Güvenlik Kurulu (MGK) darbenin bir ürünüdür, Özel Yetkili Mahkemeler darbenin bir ürünüdür, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) darbenin ürünüdür. Bütün bu kurum kuruluşlar tıkır, tıkır işliyor mu? İşliyor. Görevini işini yapıyor mu? Yapıyor. Dolayısıyla biz darbe ile hesaplaştık darbe ile yüzleştik demesinler” diye konuştu.

SADECE DARBECİLERLE YÜZLEŞMEK BİR TEK İKTİDARI GÜÇLENDİRİ

“Bazı darbeciler veya darbe girimcileri ile hesaplaşılıyor olabilir. Buda olumlu bir adımdır” diyen Demirtaş, şöyle devam etti: “Bunlar yapılmasın demiyoruz. Ama şu nokta çok önemlidir; darbe ile yüzleşmek demokrasiyi güçlendirir. Ama sadece darbecilerle yüzleşmek bir tek iktidarı güçlendirir. Şu anda iktidar demokrasiyi güçlendirmiyor, kendini güçlendiriyor. Bu ayrıma herkesin dikkat etmesi lazım. Ortada bir darbe ile yüzleşme darbe ile hesaplaşma yok. Keşke bu olsa. Bu olsaydı sonuna kadar destek vereceğiz. Ama bütün bu olanlara da tabi ki biz karşı duruyor ve yetersiz buluyoruz. Bu yetersizliklerle birlikte yaklaşılırsa biz daha sonuç alacağını ve demokrasiyi güçlendiren bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz.”
BU ÜLKEYİ 28 ŞUBAT’I DESTEKLEYEN GÜLEN VE EKİBİ YÖNETİYOR

28 Şubat muhtırasından o dönem darbe ortamını yaratanlar, post-modern darbenin gerçekleşmesi için her türlü entrikayı çeviren kim varsa sorumlu olduğunu vurgulayan Demirtaş, şunları söyledi: “Ama ben merak ediyorum; mesela Fethullah Gülen’i Türkiye’de sorgulayacak yürekli savcı var mı? Kendisi darbeyi desteklemiştir ve övmüştür. Darbe yapıldıktan sonra orduya teşekkür etmiştir. Fakat o yürekli savcı Türkiye’de var mı bilmiyorum? Yoksa bir gazeteciye dokunmak kolay. Gazeteciyi tutup içeriye atarlar. 100 tane gazeteci var içeride, 50 daha alır 150 olur. Mesela Milli Güvenlik Kurulu’nu kaldırabilecek yürekli bir hükümet var mı? Sanmıyorum. Suçu olan varsa alsınlar soruştursunlar. Özel yetkili mahkemeleri kaldırabilecekler mi? Önemli olan budur. Darbeyi destekleyen Fetullah Gülen şuan Türkiye’yi yönetiyor. Demek ki darbe ile yüzleşilmiyor. Fethullah Gülen’in ekibi ve kadroları vali, polis, savcı, hakim, bakan, milletvekili, öğretmen olmuş. Her yerde Gülen’in zihniyeti ile hareket ediyorlar. Gülen’in talimatı ile kurdukları hücre örgütlenmeleri ile her yeri yönetiyorlar. Sanıyor musunuz ki Diyarbakır Valisi kendi başına kararlar alıp yapıyor? Diyarbakır Emniyet Müdürü tek başına karar alabiliyor mu? Yok. Cemaatin hücre örgütlemeleri izin vermeden operasyon yapabiliyorlar mı? Yapamıyorlar. Hani darbe ile yüzleşme, darbe ile hesaplaşma? O yüzden kimse kimseyi kandırmasın. Biz gerçekleri görüyor ve onları söylüyoruz. Bu darbe ile hesaplaşılacaktır er ya da geç. Ama böyle değil. Yarım yamalak değil. Bu şekilde hesaplaşılmaz, bu hükümet hesaplaşamaz.”
ANF NEWS AGENCY

Türkiye Suriye'ye Saldırmak Zorunda, PKK de Savunmak!

Türk Devleti mecburdur saldırmaya. Bundan birkaç yıl önceki yazılarımdan birine değinmiştim. Osmanlı'nın, Halep'i olan Suriye'yi yönetemeyecek, sonrasında Mısır'ı kendine bağlayamayacak bir Türkiye yıkılmaya mahkumdur diye.
 
Malumu yazmak en zoru. Kaçtır yazmaya çalışıyorum, eli yüzü düzgün, derli toplu bir yazı çıkaramıyorum. Türkiye Suriye'ye askeri müdahelede bulunacak. Mesele bu. Bunu yazıya dökmek zor.

Marquez'in en önemli eseri sayılan romanı Türkçe'ye Kırmızı Pazartesi ismiyle çevrilmiş. İncecik bir kitaptı. Elime aldığımda şaşırmıştım, Rus ve Fransız klasik dönem romanlarıyla kıyaslayıp. Okuyup da birşey anlamamam ise tam bir rezillikti. Bir tek kendime itiraf edebiliyordum birşey anlamadığımı. Öyle birşey ki, kitabı okuyup bitirmiş ama ne anlamam gerektiğine dair en ufak bir fikrim dahi oluşmamıştı. Sonra bir cesaret, bileceğini tahmin ettiğim birine sormuş da öğrenmiştim. Meğer kitabın büyüklüğü, her daim herkesin bildiği ve yokmuş, olmayacakmış gibi 'normal' yaşamına devam ettiği 'ölüm'ü anlatmasıymış. Ölüm her an yanıbaşımızda ve tüm yaşantımız o yanıbaşımızda, bir sonraki anda değilmiş gibi yaşamakla geçmekte.

Türkiye'nin Suriye'ye girecek olması böyle bir mesele. O kadar malum ki.

Irkçı Türk devleti Suriye'ye askeri saldırıda bulunacak. Alternatifsiz bir durumdan bahsediyoruz.

Türk devleti mecburdur saldırmaya. Bundan birkaç yıl önceki yazılarımdan birine değinmiştim. 

Osmanlı'nın, Halep'i olan Suriye'yi yönetemeyecek, sonrasında Mısır'ı kendine bağlayamayacak bir Türkiye yıkılmaya mahkumdur diye.

Türkiye Devleti Osmanlı'dan sonra değişmediğine inandığı, Osmanlı'nın ise Bizans'tan devraldığı bir strateji haritası üzerinde oynuyor. Balkanlarda yapılan yatırımlar, Arap Ortadoğu'ya olan ilgi, vs hep bu strateji ile ilgili.

Birkaç yıl önceki yazımda PKK'nin Güney'de Qandil'de ve Güneybatı'daki varlığının Türk Devleti'nin içe kapanmasının ve çökmesinin sebebi olacağına değinmiştim. Buna göre Qandil'den sökülemeyen bir PKK, Türkiye'nin Güneybatı Kürdistan'ı aşamamasının, dolayısıyla eski ismi Halep olan (Suriye, Lübnan, İsrail + Filistin ve Ürdün'den oluşan) bölgeye girememesine sebep olur demiştim. Kısacası PKK Güneybatı'da direnir, Türk devletine  geçit vermez ve daha yolun başında mağlup olurlar.

Anadolu'dan çıkamayan, Halep'e uzanamayan 'Anadolu Devleti', yani bugünkü ırkçı Türk Devleti, Güneybatı Kürdistan'ı geçip daha aşağılara ilerleyemezse Kürdistan'dan bir bütün çekilmek zorunda kalır. Kürdistan'ı kaybeden TC'ninse batılı devletlere satabileceği hiçbir 'malı' kalmaz. Boğazlar mevzusunda müttefiki olduğu Batı'ya karşı Ruslarla ortak politika takip eden Türkler, Kürdistan'ı yitirdiği takdirede Ruslara karşı Batı'ya yanaşmak zorunda kalır. Rus korkusundan Batı'ya inanılmaz tavizler vermek zorunda kalır. Muz Cumhuriyeti'ne döner.

Türklerin elinde iki stratejik değer vardır. Bir Boğazlar, diğeri Kürdistan. Birinde olan hakimiyetiyle diğerini teminat altında tutmak Türklerin stratejisi. Bu sayede hem doğuda olan Rusları, hem de önceden İngiltere bugünse ABD olan Batı'yı idare ediyorlar. Veya ediyorlar-dı diyelim. Güney Kürdistan'a devlet statüsü ve yakında da bağımsızlık statüsü tanımakla ABD, öncesinde şerh koyduğu Lozan sınırlarına müdahele isteğini alenen belli ediyor. Türklerse ABD'ye karşı müdafaa olarak 'expansionist', genişlemeci bir savunma stratejisi izlemeye çalışıyorlar.

Bu stratejide Türkler Ruslara yanaşamaz, ABD'yi ise karşısına alamaz. Dolayısıyla ABD yanlısı görünüp ABD'yi bir politikaya mecbur etmeye çalışıyor. Bu politika ise kısaca "buraları senin adına ben yönetirim, bana bekçilik rolü ver" şeklinde özetlenebilir.

Oysa 21. yy'da ABD'nin Kürdlere karşı nefret taşıyan böylesi ırkçı bir devlete bekçilik vereceğini sanmak tuhaflık olur. Hele ki, ABD'nin asıl stratejisi Orta Asya'ya ulaşmak iken, Türkler kendilerine biçtikleri rolü üstlenecekleri oyun bulamazlar.

Yine de denemeli Türk devleti. Başka çaresi yok. Suriye'ye bu nedenle saldırmak, ön almak, orada bir 'zafer' ve 'egemenlik' ilan etmek zorundalar.

Kısası, Güneybatı Kürdistan Türk devletinin saldırısına hazırlanmalıdır.

PKK'nin Karayılan ağzından açıkladığı savunma stratejisi, "Araplara karşı yerel direniş, Türk saldırısına karşı Kuzey'de savaş" olarak özetlenebilir. Kulağa oldukça akıllı bir savunma stratejisi olarak geliyor. PKK geçen sene şehir saldırılarında gösterdiği eksiklikleri göstermez ve lojistik hazırlıklarını önceden tamamlayıp yetiştirebilirse muhtemelen uygulanması da mümkün olacaktır.

Suriye'de olan bitene dair, Kürdleri aşan uluslararası planda kimler çatışıyor onu anlamak için yazıyı biraz uzatayım. Böylesi bilgiler kendi stratejimizi geliştirmek için elzemdir.

Suriye'de çatışan global güçler Rusya ve ABD'dir. ABD, Kürdistan + Azerbaycan senaryosuyla önce Hazar'a, oradan da Orta Asya'ya ulaşmak istiyor. Bunu becerebilirse mevcut konumunu en aşağı bir yüzyıl daha sürdürür hesabında. Bir asrı aşkındır bunun peşinde ABD. Yok ulaşamazsa, sahip olduğu gücü pek çok başka devletle paylaşmak zorunda kalacak.

Rusya, ABD'nin kendi arka bahçesi olan Orta Asya'ya ulaşmasını engellemeye çalışıyor fakat Suriye'de mevcutta süren gelişmeleri yönetmeye becerikli bir geçmişe sahip değil. Rusya, güçsüzlerle savaşan ve yenen, güçlülerle çatışmadan diplomasi yoluyla rekabet eden bir devlet geleneğinden geliyor. Suriye'de Rusya'nın direnişi yenilmeye mahkum bir direniş.

Rusya'nın bölgede bel bağladığı oyuncular Suriye ve İran. Cengiz Çandar, PKK'nin bu ikisiyle 'iş tutmak' zorunda olduğunu yazmış. Kendi isteğini açık etmiş diyelim. PKK öyle bir oyuna gelmeyecektir. İlla ki Kürdlerle ittifak aramak zorunda olan ABD ile uzlaşmaz çelişkiye düşürmeyecektir kendini. Baas rejimiyle batan bir gemiden mal kurtarmak şeklinde özetlenebilecek  ilişkilere girmiş ise de, buna en fazla mantıklı iş denir.

M. Husedin (@MHusedin)

Lazlar, Asimilasyon ve Yasaktan Kurtulmak İstiyor

Cumhuriyetin ilanından günümüze değin tekçi, asimilasyoncu ve yasakçı-baskıcı devlet politikalarının eritmeye çalıştığı halklardan biri olan Lazlar, yeni anayasada farklılıkların ötekileştirilmeden dil ve kültürel haklarının güvence altına alınmasını istiyor. Bu amaçla Meclis’e anayasa teklifi sunan SIMA Laz Kültür ve Dayanıma Vakfı, “Değiştirilen Lazca yer isimleri iade edilmelidir. Lazca ve Anadolu’da konuşulan diğer diller ilköğretim ve üniversitelerde seçimlik ders olarak okutulmalıdır. Üniversitelerde Laz Dili ve Edebiyatı Enstitüleri açılmalıdır. Lazca yayın yapılmalıdır” diyerek, Lazcanın öğretilmesine yönelik her türlü yasaklamanın kaldırılmasını talep ediyor.

12 Eylül 1980’deki askeri darbenin ardından 1982’de hazırlanan ve “cunta anayasası” olarak da anılan anayasanın tekçi, ırkçı, ulus devleti kutsayan ve çoğulculuğu reddeden içeriği nedeniyle on yıllardır kültürler ve diller üzerinde yürütülen yasakçı, baskıcı politikalara yönelik yükseltilen sesler dikkat çekiyor. Bu politikaların son bulmasını isteyen kesimlerin 2 yıldır süren anayasa tartışmalarına katılımı da artıyor.

Cumhuriyetin ilanından beri Kürtler gibi Lazlar da asimilasyon ve tekçi politikaların dişlileri arasında öğütülmeye çalışılan bir halk.
Lazlar da yeni oluşacak anayasanın demokratik, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı esaslara uygun bir formatla hazırlanmasını isteyen kesimlerden. SIMA Laz Kültür ve Dayanışma Vakfı, Laz dili ve kültürünün korunup geliştirilmesi ve özgürce yaşanması talebiyle geçtiğimiz günlerde TBMM Anayasa Komisyonu’na anayasa teklifi sundu. Vakıf, sunduğu metinde Lazların tarihi, kültürü ve dilleri hakkında bilgilendirmede bulunurken, Kürt illeri olan Dersim, Elazığ gibi kentlerin isimlerinin Türkçeleştirilmesini örnek vererek, benzer uygulamaların Laz dili ve yerleşim yerlerine yönelik de gerçekleştirildiğine vurgu yapılıyor.

ASİMİLASYONUN RÖTÜŞU: KÜRT MEMET, LAZ ALİ DEMEYELİM

Lazların 1924 Anayasası’nın hazırlandığı dönemden itibaren gösterdiği tavrın, ulus devlet politikalarını hayata geçiren devlete eklemlenmek olduğu aktarılan metinde, “Bu nedenle Lazların asimilasyonu, fiili baskıya dayalı bir yıldırma politikasından çok, psikolojik ve sosyolojik yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. 1934’de Soyadı Kanunu ve Iskan Kanunu’nun yürürlüğe girdiği dönem azınlıkların Türkleştirilmesi ve asimilasyonuna ilişkin politikalarının dönemin hükümeti ve TBMM için nasıl bir önem taşıdığını, bu kanunların yürürlüğü öncesi mecliste yapılan tartışmaları aktarmakla daha iyi anlaşılacağı kanısındayız. Dönemin Içişleri Bakanı Şükrü Kaya, Soyadı Kanunu ile ilgili meclis tartışmalarında kanuna ilişkin düşüncelerini şu sözlerle ifade etmiştir: ‘…Niçin şimdi de Kürt Memet, Çerkes Hasan, Laz Ali diyelim? Bir kere bu egemen olanın zayıflığını gösteren bir şeydir. Hâlbuki Türk unsuru en çok özümleyen unsurdur. Bu ayrılıkları bırakmak doğru değildir…Yine ‘Işte Cumhuriyet'in, Kemalist inkılâbın en önemli işi ana dili Türkçe olmayan bu milletlere Türklüğü ve Türkçeyi benimsetmektir. O milletleri Türklük içinde eritmek, yok etmektir. Dilini, kültürünü ve öz benliğini dillerden ve tarihlerden silmektir. Kanun bu sonuca ulaşmak için yapılmıştır.’ şeklindeki ifadeler kanun metnin amacını oldukça açık bir şekilde özetlemektedir” ifadeleri yer alıyor.

CHP’NİN 1944’TEKİ ASİMİLASYON RAPORU

Metinde CHP’nin 9. Bürosu tarafından 1944 yılında bir Azınlık Raporu hazırlandığı ve bu raporda gayrimüslimlerin yanında Müslüman ancak Türk olmayan halklara yönelik bakışın ortaya konarak uygulanacak asimilasyon politikalarının ayrıntısıyla anlatıldığı belirtilerek, şöyle alıntılarda bulunuluyor: “Raporun Lazlarla ilgili bölümleri hayli düşündürücü bir içeriğe sahiptir. Lazların toplu yerleşime sahip oldukları ve bu yüzden asimile edilmelerinin zor olduğu belirtilerek, iç bölgelere dağıtılmaları ya da bunun mümkün olmadığı hallerde verimli Laz köylerine Türk nüfusun yerleştirilmesi istenmektedir. Raporda ayrıca Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde de en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde 50 oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar kurulması önerilmiştir.”

YER İSİMLERİ TÜRKÇELEŞTİRİLDİ AMA HALK YİNE ASİMİLE OLMADI

Yer adlarını değiştirme çabalarının 1950’lerden itibaren devam ettiğine işaret edilen metinde, “Bu bölgedeki kasaba, köy, akarsu ve belli başlı belde ve mahallelerin halk tarafından kullanılan tarihsel isimleri değiştirilmiş ve yeni Türkçe isimler verilerek değiştirilmiştir. Bugün kamusal alandaki uygulamalarda köy, mahalle, akarsu, belde, kasaba isimleri Türkçe halleri ile kullanılmaktadır. Ancak, bölgede yaşayan insanlar için bu değişikliğe uyum sağlanamadığından eski biçimleri ile sözlü dilde kullanılmaya devam edilmektedir. Bu ise birçok alanda karışıklığa meydan vermekte, kamusal alana ilişkin duyurularda nerenin kastedildiği çoğu zaman anlaşılamamaktadır. Yer isimlerinin değiştirilmesinde, o yerin fiziksel özelliği, orijinal adın fonetiği, o yerle özdeşleşmiş bir isim, ya da genellikle bölgede çok bulunan ırmak, dere, köprü, su ile başlayan ya da biten isimler verilmiştir” diye belirtiliyor.

‘DİLİMİZİ KAYBETMEKLE YÜZ YÜZEYİZ’

Vakfın Yönetim Kurulu Üyesi Av. Hasan Oral, dilin, bir topluluğu meydana getiren bireylerin; ihtiyaçlarını ve duygularını iletmede kullandıkları simgeler bütünü olarak tanımlanabileceğini ifade ederek, “Dil, sözlü veya yazılı olarak kültürlerin kuşaktan kuşağa geçmesini sağlar. Yazılı olmayan, günlük hayatın her anında kullanılmayan diller zamanla yazılan ve işlenen diller içinde erir, yok olur. Bunun için hakim uluslar asimile etmek istedikleri bir toplumun üyelerinin bir araya gelip dillerini kullanmalarını engellemiştir. Örneğin Türkiye'de tek parti döneminde, ''Vatandaş Türkçe konuş'' diye baskılar görülmüştür. Lazların kendi dilini yakın bir tarihe kadar yazamaz, işleyemez bir durumda bulunuşu ve Lazcanın güvence altına alınmasına ilişkin haklara sahip olunmayışı, giderek Lazcayı kaybetmemize yol açmaktadır” dedi.

‘LAZCA İLE MÜCADELE KOLLARI OLUŞTURULDU’

Türkiye’nin kuruluş döneminde devletin politikalarını uygulayabileceği, dönüştürücü bir güçten yoksun olması ve Lazların yaşadığı bölgelerin merkezden uzak oluşunun geniş anlamda asimilasyon politikalarının uzun bir dönem etkisiz kalmasına neden olduğuna dikkat çeken Oral, “Okullarda Lazcanın kullanılmamasına yönelik gösterilen çabalar da sınırlı, dolayısıyla kitlesel bir dönüşüm için yetersizdi. Ancak, iktisadi bir değişimin gerçekleşmesi ve bölge ekonomisinin ulusal pazara eklemlenmesi merkezin kültür politikalarının etki alanını genişletmiştir. Bu dönemde devletin Laz diline ilişkin getirdiği en önemli yaptırım, 1929 yılında Sosyalist düşünür Lazlar tarafından çıkarılan Mç’ita Muruntskhi (Kızıl Yıldız) adlı gazetenin 29 Eylül 1927 tarih ve 5664 sayılı kararla Türkiye’ye sokulmasının yasaklanmasıdır. Bu tarihten sonra Lazcanın asimilasyonuna ilişkin iki büyük politikanın gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Bu politikalardan ilki Lazların yaşadığı bölgelerde eğitim veren okullarda ‘Lazca Ile Mücadele Kolları’nın kurulması iken, diğeri ise ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyasıdır” ifadelerinde bulundu.

UZUN SÜRELİ VE YOĞUN ASİMİLASYON


“Tehlikedeki Diller Için Yaşayan Lisanlar Enstitüsü ve National Geographic tarafından düzenlenen brifingde, dünyada konuşulan dil sayısı 7 bin olduğu, ancak her yedi bin dilden birinin iki hafta içinde yok olduğu, bir dili kaybettiğimizde de, o dile ait müzikler, mitler ve yüzyıllardır biriken bilgiyi de kaybettiğimiz tespiti yapılmıştır” diyen Oral, şunları söyledi: “Ülkemizde azınlık olarak sayılmayan Lazlar, uzun süreli ve yoğun asimilasyon uygulamaları nedeni ile kültürü ve dilini hızla kaybetmektedir. Özne, nesne diyalektiğinde insan, kendisini merkezi bir konuma yerleştirince doğayı da yaşadığı çevreye hükmetme bağlamında öteki konumuna yerleştirdi, bu duruma tamamıyla hâkim olunca da, kendisine başka ötekiler bulma istenciyle çevresinde olan insanları ötekileştirmeye başladı. Insan, doğası gereği güçlü olma ve sürekli olarak kendisine bir anlam yükleme mücadelesi verdi. Ama kendimizin olduğu kadar, öteki insanların da özgür, eşit, her türlü tahakkümden uzak bir hayata sahip olmasını istemeyi kişiliğimizin olmazsa olmaz bir vasfı saymak, kimliğimizi böyle tanımlamak bizim elimizdedir. Insanî bakımdan değer taşıyan da, farklılıkları ötekileştirmeden kendi kültürümüzü yaşayabilmektir.”

Oral, dünyada neredeyse hiçbir devletin nüfusunun homojen olmadığını, devletlerin kendi sınırları ve sınırlarına yakın bölgelerde yaşayan azınlıkları ve etnik grupları bazen ulusal bütünlüklerine yönelik birer tehdit, bazense sürekli ihtiyatlı politikalarla yaklaşılması gereken gruplar olarak değerlendirdiğini dile getirdi. Oral, “Bir etnik grubun ya da azınlığın doğal ve kendinde saklı gördüğü bir hak, devlet için kendi varlığına yönelik bir tehlike olabilmektedir. Devletin kendine yöneldiğini düşündüğü tehlikeye karşı gösterdiği tutum, bazı hallerde etnik grubu ya da azınlığı var eden etik, dil, din gibi değerleri ortadan kaldırmaya yönelmektedir” diye belirtti.

‘SORUN DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARINDAN UZAK ANLAYIŞTIR’


Lazlara yönelik asimilasyon politikalarının günümüzde de sürdüğünün altını çizen Oral, “Ulus devletlerin, azınlıkları, uzun dönemli çabalarına rağmen, hala asimile edemediklerinin görülmesi ve bundan sonra da edemeyeceklerinin anlaşılması; azınlık ile ulus devlet arasındaki uzlaşmanın dış müdahale ile sağlanabileceği gerçeğinin kavranması, sorunun uluslar arası düzeye taşınmasının nedenleri olmuştur. Insan haklarının bu yönü, ülkemizde Laz halkının yaşadığı asimilasyon politikaları açısından baktığımızda bile büyük bir anlam ifade etmektedir. Lozan Anlaşması’na göre Islam dinine mensup olması nedeni ile ülkemizde azınlık sayılmayan, iç hukukta da dili ve kültürü hukuki koruma altına alınmayan ve hatta unutturulmaya çalışılan Laz halkına ilişkin asimilasyon politikaları insan hakları ihlali; bu halkın kendi dil ve kültürüne sahip çıkması yönünde vermiş olduğu mücadele ise insan hakları mücadelesi olarak görülebilir. Dolayısıyla devletin, uluslar arası ve ulusal mevzuatı öne sürerek Laz halkının dilini, kültürünü, hatta kendisini yok sayması, bu kültürü korumaya çalışanları suçlu statüsüne sokmamalıdır. Tam tersine insan hakları ihlali, acil imzalaması gereken uluslar arası metinleri imzalamayan ve bu metinleri iç hukukta uygulamayan ülkemizin, demokrasiyi ve insan haklarını içselleştirmemesinden kaynaklanmaktadır” dedi.

TALEPLER

Lazcanın yok olmak üzere bir dil olduğunu, devletin bu konuda pozitif yükümlülükler almasını talep ettiklerini ifade eden Oral, somut olarak önerilerinin ve anayasada yer almasını istediklerinin “Devlet, Anadolu’da yaşayan halkların dilinin ve kültürünün yaşatılmasında pozitif yükümlülükler alır” hükmünün yer alması olduğunu söyledi.

Oral, taleplerini şöyle sıraladı: “Değiştirilen Lazca yer isimleri iade edilmelidir. Lazca ve Anadolu’da konuşulan diğer diller ilköğretim ve üniversitelerde seçimlik ders olarak okutulmalıdır. Evde konuşulan Lazca ile yok oluşun önüne geçilememektedir. Üniversitelerde Laz Dili ve Edebiyatı Enstitüleri açılmalıdır.

TRT’de Lazca yayın yapılmalıdır. Lazcanın öğretilmesine yönelik her türlü yasaklamalar kaldırılmalı, Laz kurumlarının Lazca öğretmesine yönelik çabaları teşvik edilmelidir. Vakıf olarak yaptığımız her türlü çalışma tüzüğümüzde belirtilen amaçları hayata geçirmeye yöneliktir.”


ANF NEWS AGENCY

Sincan'dan Roboski'ye 28 Şubat Darbesi

Cahit Mervan

 
AKP ve Tayyip Erdoğan’ın ‘siyasi doğum günü’ olan 28 Şubat post-modern darbesini planlayan ve gerçekleştiren generallere yönelik başlatılan operasyon hiç şaşırtıcı olmadı. Beklenen bir gelişmeydi.

Çevik Bir başta olma üzere bir dönemin dokunulmazlarına, dokunulması Türkiye ve Kürdistan kamuoyunda aynı tepkiye, heyecan ve coşkuya yol açmadı. Her alandaki makas farklılığı burada da kendisini gösterdi.

28 Şubat sürecinde generallerin emir ve talimatı içinde manşet atan gazeteler dahil olmak üzere Türk basını, Bir ve ekibine karşı yapılan operasyonları, son derece kemiksiz ve omurgasızcasına, kendi katkı ve paylarını unutarak veya unutulduğunu düşünerek ‘bir demokrasi şöleni’ gibi öne çıkardılar. Köşe yazarları operasyonun başlamasıyla birlikte analizlere giriştiler. Köşelerini 28 Şubat’ın kötülüklerine ayırdılar. Bu kirli işte katkılarının olmadığını ispatlamaya çalıştılar.

SİNCAN’DAN ROBOSKİ’YE

Açılan makasının bu tarafında ise farklı bir ruh hali egemen. Kürdistan kamuoyu temkinli. Doğrudur. Darbecilerin gözaltına alınmasından ‘rovanşist duygularla’ da olsa Kürtler memnunluk ve sevinç duyuyorlar.

Ancak Kürdistan halkına, Türkiye’de barış ve demokrasi isteyen güçlere karşı ‘bin operasyon’ yapan bu ekibin ‘derin ilişkisinin’ açığa çıkarılacağı konusunda hayli kuşkulular. Soruşturmanın tıpkı Ergenekon, Balyoz davalarında olduğu gibi ‘Fırat’ın Doğusu’na geçmeyeceğini düşünüyorlar. Bu operasyonların arkasında duran siyasi iradeye, yani Gülen-Erdoğan bloğuna karşı derin bir güven sorunu yaşıyorlar.

Kürdistan kamuoyu, Kürt halkı, parti ve sivil toplum örgütleri bu iktidarın darbeci gelenekle, onun ruhuyla, derinlikleriyle, hesaplaşacağına, temiz ve demokratik bir toplum için bunu yapacağına asla, ama asla inanmıyor.
Peki neden?

Çünkü 28 Şubat darbecilerinin 15 yıl sonra soruşturmaya tabi tutan iradenin, 28 Şubat’ı fersah fersah aşan uygulamalarını her gün, her saat yaşıyorlar ve hissediyorlar da ondan.

Sincan’da 4 Şubat 1997 günü yürüyen 20 tank ve 15 zırhlı aracın, 2011 yılında Kortek’te altı aylık Solin bebek ve akrabalarını, Kazan vadisinde 36 gerillayı ve Roboski’de 34 Kürt gencini katleden F16 uçaklarına dönüştüğünü biliyor da ondan.

KCK adı altında yürütülen operasyonların bir Kürt kırımı olduğunu, Gülen-AKP iktidar odağınım ‘bin operasyona’ rahmet okutan komplo yaptığını, tehdit, şantaj ile çözüm ve diyalogdan yana olan gazeteci ve yazarları tıpkı Andıç döneminde olduğu gibi derdest ettiklerini, psikolojik savaşta Batı Çalışma Grubuna fark attıklarını ve hiçbir ahlakı sınır tanımadıklarını biliyorlar da ondan.
28 ŞUBAT’IN ESAS HEDEFİ KÜRTLERDİ

Kaldı ki daha önceki bütün darbelerin olduğu gibi 28 Şubat’ın en büyük hedefi Kürtler idi. Ve bu nedenle darbenin en büyük mağduru da Kürtler oldu.

Çevik Bir ve ekibi görünürde irticayı önlemek, Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’ni kapatmak, hükümeti indirmek için tankları Sincan’da yürüttü. Post-modern bir darbe gerçekleştirdi. Ancak Milli görüşün lideri Necmettin Erbakan’ı ve onun çizgisine sadık yol arkadaşlarını tasfiye ederken, o geleneğe sırtını dönen, tankları görünce ‘biz değiştik, milli görüş gömleğini çıkarıyoruz’ diyen Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının yolunu açtı. Şimdi AKP listesinde TBMM koltuklarına yapışan bazı milletvekilleri, bürokratlar o dönem darbecilerle kol kolaydı.

Öte yandan 28 Şubat darbesi 90’lı yılların başında Kürdistan’da ‘sineği yok etmek için bataklığı kurutmak’ olarak adlandırılan o kirli, özel savaş politikalarının devamı için yapıldı. Kürdistan’daki savaşta bir türlü başarı kazanamayan ekip kendisine yeni bir meşruiyet alanı açmak zorundaydı. Yani ‘irtica’dan önce hedefte Kürtler vardı.

İRTİCA BAHANE, SAVAŞ ŞAHANE

Çevik Bir’in başında bulunduğu Batı Çalışma Grubu esas olarak Kürdistan Ulusal Hareketine karşı pratik-politik komplolar kurmak, özel savaş politikalarını oluşturmak işi ile meşguldü. 28 Şubat 1997’de o meşhur MGK toplantısı sonrası olup bitenler, esas amaç ustaca ‘irtica tehlikesi’ ile gizlendi.

Refah hükümeti esas olarak Kürdistan sorunun geldiği aşama nedeniyle yıkıldı. Necmettin Erbakan’ın hem ‘İslamcı’ kimliği, hem de Kürt sorununda diyalog ve müzakere eğilimi içinde olması Türk devletinin ‘çekirdeği’ ve uluslararası güçler tarafından yeni sürece uygun bir partner değildi. Bu nedenle ‘laiklik elden gidiyor, Türkiye İran’a dönüşecek’ propagandaları üretildi.
Refah Partisi saflarında, milletvekilleri arasında ve bizzat Necmettin Erbakan’da Kürt sorununu barışçıl yollardan çözme eğilimi giderekten güç kazanıyordu. Refah Partili milletvekillerinin yaptığı açıklamalar, esir askerlerin alınması için Güney Kürdistan’daki gerilla alanlarına yapılan ziyaret ve nihayetinde Erbakan’ın PKK lideri Abdullah Öcalan’a ‘bu işi diyalogla çözelim’ yönündeki mektupları bunun en somut kanıtıydı.

Kaldı ki 28 Şubat’ta tankları Sincan’da yürütenler Kürdistan’daki savaşta başarısız kalmıştı. Kürt hareketini tasfiye edememiş, 40-50 bin kişilik ‘sınır ötesi’ askeri operasyonlara rağmen başarı sağlayamamış bir ekipti. Ancak bu ekip iktidarda kalmak için olmayan bir tehlike ve korku yarattı. Basını bu işte tepe tepe kullandı. Manşetler korku filimi gibiydi.

28 Şubat darbesini yapanlar daha bir kaç ay öncesin kadar, bizzat ülkenin başbakanının da isteğine uygun olarak PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkese rağmen Güney Kürdistan’a yaklaşık 50 bin kişilik ‘Çekiç Harekatı” yaptılar. Erbakan ve ekibini devre dışı bırakarak, olası bir barışçıl sürecin kapılarını kapattılar. Yeni bir kanlı sürecin kapısını araladılar.

Askeri operasyonları artırdılar, çözüm isteyenleri Andıçladılar, dahası daha fazla kan ve göz yaşına yola açan, çözümü erteleyen daha büyük operasyonlara, örneğin PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir komplo sunucu esir düşmesine yol açan operasyonda ‘taşeron’ işini üstlendiler. Kürtlere karşı sayısız suç ve günah işlediler.

28 Şubat’ı yapanlar, Sincan’da tankları yürütenler 15 yıl sonra ‘hesap’ verecek. Peki ya 14 Nisan 2009’da, yani KCK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkesten bir gün sonra siyasi soykırım operasyonlarını yapanlar, 2011 yılının son gününde 34 Kürt gencini katlederek Kürdistan’ı derin bir acı ve yasa boğanlar ne zaman hesap verecek?

Esas soru budur. Gerisi Kürdistan kamuoyunun ilgi ve alakasına laik değildir.

ANF NEWS AGENCY

Sırrı Süreyya Önder: AKP Kürtlerin Özgüvenine Erişemez

Şerzan Kurt, Canan ve Zehra Kulaksız anmasına katılan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Kürtlerin 'haklı' olmanın özgüveniyle alanları doldurduğuna dikkat çekerek, "Bu iktidarın yüzde 50 oy almış bir iktidar olduğunu düşünüyor musunuz? Bu mudur yüzde 50'nin özgüveni? Kürtler yüzde 6 oy aldı ama alanlardan çekilmiyor. Kürtlerdeki özgüvene bakın" diye konuştu.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) İzmir bileşenleri tarafından MKM'de düzenlenen Şerzan Kurt, Canan ve Zehra Kulaksız anmasına yüzlerce kişi katıldı. İlk olarak özgürlük mücadelesinde yaşamını kaybedenler için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla başlayan etkinlik daha sonra Şerzan Kurt'un anlatıldığı sinevizyon sunumuyla devam etti.

Programa sonradan dahil olan BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder burada yaptığı konuşmada, Şerzan Kurt, Canan ve Zehra Kulaksız'ın anılarını yaşatma sözü verdi.

'KÜRTLER HAKLI OLDUKLARINI BİLİYOR'

Türkiye'nin hassas bir süreçten geçtiğine işaret eden Önder, "Bu ülkede gerçi hassas olmayan bir süreç yok. Ama gerçekten bu süreç daha hassas. Bugüne kadar ortaklaşmadan, birlikte yaşamdan yana iradesini koyan bir halk var. Fakat buna karşı inkâr, imha, top, tankla cevap veren bir iktidar var. Ancak bilinmelidir ki, dünyada haklı olmaktan daha büyük bir güç yoktur. Kürtler bu anlamda haklılar ve bütün Türkiye halklarına örnek olacak şekilde acılarını ortaklaştırmak ve bir arada yaşama iradesini ortaya koyuyorlar. Bu hassas sürecin sonuna geldik diye düşünüyorum" dedi.

'KÜRT EVLATLARINI VEREREK ÖĞRENDİ MÜCADELEYİ, BEYNİNDEN SÖKEMEZSİNİZ'

Kürt halkının artık taleplerini daha güçlü şekilde dile getirdiğine vurgu yapan Önder, "Kürtler ummayı bıraktı, ümit etmeyi bıraktı. Kürt ölerek, evlatlarını vererek öğrendi bu mücadeleyi. Evlatlarını vererek öğrendiği bilgiyi kimse onun beyninden söküp alamaz. Daha fazla ölümle daha fazla zindanla Kürt'ü korkutamazsınız artık" şeklinde konuştu.

AKP YÜZDE 50, KÜRTLER YÜZDE 6 OY ALDI AMA ÖZGÜVEN KÜRTLERDE

AKP hükümetinin aldığı oy oranına rağmen ülkeyi yönetemediğini söyleyen Önder şöyle devam etti:

"Bu iktidarın yüzde 50 almış bir iktidar olduğunu düşünüyor musunuz? Bu iktidarın tankı, topu bir gün bile alanlardan çekilmiyor. Bu mudur yüzde 50'nin özgüveni? Kürtler yüzde 6 oy aldılar ama Kürtlerdeki rahatlığa özgüvene bakın. Bunun sırrı al-ver işini iyi bilmek değil, haklı olmaktır. Özgüven haklılıkta gizlidir. Şimdi yeni bir strateji açıklandı. Herkes de 'eyvah yine mi kan, gözyaşı' diye düşünmeye başladı. Ama ben bir saniye bile bunu düşünmedim. Çünkü bunun kimin söylediğini bile çıkıp söylecek kişi bulunamadı. Başbakan baktı ki, meydandaki ölüyü kaldıran yok, yine bildik sözlerle inkar etti. Kürt kimseye ait birşey istemiyor. Neyi veriyorsunuz? Kürt doğuştan kendisine ait olan şeyi istiyor. Bu zulüm, bu bütün gücü kendinde toplamış sistemi alt edeceğiz ve bu ülkeyi güllük gülistanlık bir yere çevireceğiz"

ANF NEWS AGENCY

İdris Naim Şahin'den Kara Propaganda Güzellemesi...

Bir Kürdistan Gerillasının bir anlık nefes alış verişi senin tüm hayatına bedeldir İdris...Ancak anlamanı beklemiyoruz tabii, anlayabilmen için insana dair bir saç teli kadar bir parçanın yüreğinde atması gerekir ki o da sende yoktur. O yüzden kendimizi yormayacağız.
Akıl sınırlarını zorlayan açıklamaları ile gündemden düşmeyen Türk İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, bu kez insanların "pembe hayatlar vaat edilerek" dağa çıkarıldığını ileri sürerken, "domuz düşmanlığı" yapmaktan da geri durmadı. Türkiye’deki domuz çiftlikleri, kesimhaneleri ve satış noktalarını görmeyen Bakan, gerilla hayatını "Dağlarda avlanan o domuzları keserek protein ihtiyacını karşılayan bir hayat" şeklinde özetleyerek 30 yıldır insanların neden dağlarda olduğu konusundaki cehaletini bir kez daha en “utanç verici” haliyle ortaya koydu.

Gerillanın hangi koşullarda dağlarda mücadele yürüttüğünü Kürtlerden daha iyi bilen yok. Gerillalar da ne için dağlarda olduklarını 30 yıldır bilerek ve kanıtlayarak ortaya koyuyor. Aynı şekilde köylerde, şehirlerde, mahallelerde, evlerde, cezaevleri ve gözaltında, kısaca Türk Devleti’nde maruz kaldıkları "hayatı" da Kürtlerden daha iyi tanıyan yok.

İdris Naim Şahin gibilerinin yarattığı “kapkara hayatlar” karşısında verilen mücadelenin zorluklarına, cezaevlerindeki onbinler, katledilenler, işkence görenler, dilleri, kültürleri ve kimlikleri yasaklananlar, sokakta infaz edilenler tanıktır.

Erzurum'a gelen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Erzurum Valiliğini ziyareti sırasında yaptığı açıklamaları ile yine şaşırtmadı. Bakan, insanların dağa zorla çıkarıldığını ve “pembe hayatlar vaat edilerek” kandırıldığını öne sürerken, hükümetin Kürtlere reva gördükleri ve sunduğu “insanlık dışı hayatlar”dan ise bahsetmedi.

İşte "Türkiye’de İçişleri Bakanlığı görevi hiç bu kadar saçma olmamıştı" dedirtecek "ibretlik" açıklamalar:

“Şu an dağa zorla gençler çıkarılmaya çalışılıyor. Ama bir bilseler o dağlarda neler var. Nasıl bir hayat var. Ne kanarlar ne de kaçırılırken teslim olurlar. Pembe hayatlar vaat ediliyor kendilerine. Ama o vaat edilen hayatı gerçeği şu mağarada yaşamak, dinsiz, inançsız, ahlaki ölçüleri olmayan bir hayat. Sadece senede bir defa banyo yapabiliyorlar onu da bulabilirlerse.

Dağlarda avlanan o domuzları keserek protein ihtiyacını karşılayan bir hayat. Babalarının dedelerinin hayatlarını feda ettikleri din ve inancın yok edildiği bir hayat. Bir terörist başının yerine göre tanrı, yerine göre ilah, peygamber olarak kabul edilmeye çalışıldığı bir hayat. Bir mevsim zerdüşlük bir mevsim Tevratlık hayranlığının bulunduğu bir hayat. Ve kendi süfli arzularına boyun eğmeyen genç kızların namuslarının kirletildiği hayatlarının sona erdiği bir hayat. Ve kurşuna dizilip öldürüldükten sonra üzerine çığ düştü ya da içerde gaz sıkışması oldu öldüler denilen bir hayat. Kızlarımızın kaçırılan genç kızlarımızın hayatlarının sona erdiği bir hayat.

Türkiye'de ortalama ömür 75-76 yaş ortalamasına çıkarken, O mağaralarda ortalama ömür 20 yılı geçmediği bir hayat. 40 yaş üzeri sadece baronların yaşadığı kandırılan gençlerin şu anda Kağızman'da sıcak temasta bulunanlar dahil hiç birinin yaşının ömrünün 40'ı geçmediği insanlar.

Bu hayatı bilebilseler hiç birinin gitmeyeceği bir yol. Biz bu yollarda bu yaşantıyı hep açıklıyoruz, hep açıklamaya da devam edeceğiz. Bu kanlı örgütün maskesini her gün her yerde düşüreceğiz. Yerine göre timsahın gözyaşlarının döküldüğü daha sonrada kurulan sofralarda kahkahaların atıldığı bir baron düzeni. Bir ağalar düzeni. Fakir çocuklarının kandırılıp dağlarda dolandırıldığı ve tekrar kendi insanını öldürmeye gönderildiği bir hayat. Ama ağaların, baronların Türkiye'de yetmedi Avrupa'da çocuklarını okuttuğu bir hayat. Çelişkilerle dolu bir hayat."


ANF NEWS AGENCY

Önder: Cumhurbaşkanlık Yarışını Cemaat Kazanacak

BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, cumhurbaşkanlığı seçimleri için Gülen cemaati ile Erdoğan iktidarı arasında bir yarıştan söz ederek, “Bu işten cemaat kazançlı çıkacaktır. Cemaat ne yapacağını biliyor, nasıl yapacağını biliyor. Sayın Başbakan'ın çevresinde değer üreten bir tane kadro yoktur. O nedenle cemaat kazanacak” dedi.

BDP’li vekil Sırrı Süreyya Önder, SKY Türk 360 ekranlarında konuk olduğu Siyaset Meydanı'nda 28 Şubat 1997’deki “post-modern” darbeye ilişkin yürütülen soruşturmayı değerlendirdi.

Milliyet’in haberine göre Önder, şöyle dedi: “28 Şubat'ın Kürt meselesine fazladan kattığı bir zulüm yoktur. Kürtler bu ülkede zaten hiç gün yüzü görmemiş ki. Adamları inkar ediyorsun, yoksun diyorsun. 28 Şubat yargılanır yargılanmaz ama bu sistemin topyekün Kürtlerle helalleşmesi gerekir. 28 Şubat özelinde inanç üzerinden bu toplumu yeniden formatlama girişimidir. Bir de emekçiler üzerindeki sömürünün arttırılmasıdır. Kürt meselesi ise sürgit bir meseledir. CHP de olsa başkası da olsa fark etmez. En çok faili meçhul cinayet sol hükümette işlenmiştir mesela. 28 Şubat daha çok dindarlar üzerinde bir gelişen bir süreçtir.”

28 ŞUBAT MÜSLÜMAN’I MÜSLÜMAN OLMAKTAN ÇIKARDI

28 Şubat’ın Müslümanlar üzerinde başarıya ulaştığını ifade eden Önder, bu sürecin “Müslümanları Müslümanlıktan çıkardığını” söyledi. Önder şöyle konuştu: “Bence başarıya ulaştı 28 Şubat. Amacına ulaştı. Müslüman’ı Müslüman olmaktan çıkardılar bu ülkede. 12 Eylül solun değerlerini unutturdu, 28 Şubat da benzer bir sonuca yol açtı. İslam’la hiç bir alakası olmasa da Müslüman geçinen insanlara yol açtı.”

NEYİ MÜSLÜMAN BUNLARIN

BDP’li vekil sözlerini şöyle sürdürdü: “Gelin bakalım. Gelir dağılımı konusunda hiç bir şey söylemiyorlar. Bu değil oysa İslam. Mazlumun yanında değiller. En çok Müslüman’a düşer Alevi'nin Kürt'ün yanında durmak. Neyi Müslüman bunun? Ben ne edeceğim bu Müslümanlığı? İğdiş etti Müslümanları 28 Şubat... Mesela ‘milli Görüş gömleğini çıkarttım’ dedi. Ne oldu da çıkarttın? Yanlış mıydı da çıkarttın? Baskı var çok korkuyordun da mı çıkarttın? Ben mesela sosyalist olmaktan vazgeçsem çıkar söylerim neden vazgeçtiğimi. 28 Şubat bu ülkenin vicdanlı bir dinamiğini budadı gitti. Bu ülkede artık tırnak içinde söylüyorum ‘irtica tehlikesi’ falan yoktur. Eline düğme versen yapmazlar. İktidarla zaafa uğradılar. ‘Kirlendiler’ dememek için zaafa uğradılar diyorum. Baktılar dünya malı daha güzelmiş. Zekatı sadakaya değiştiler.”

“Mesela Cumhurbaşkanlığı için rekabet var hiç biri yazmıyor” diyen Önder, şunları ekledi: “Bu işten cemaat kazançlı çıkacaktır. Çünkü değer üretiyorlar, diğerleri bir değer de üretmiyor. Cemaat ne yapacağını biliyor, nasıl yapacağını biliyor (…) Sayın Başbakan'ın çevresinde değer üreten bir tane kadro yoktur. O nedenle cemaat kazanacak."

ANF NEWS AGENCY

Avrupa Konseyi'nden Açlık Grevi Açıklaması

1 Mart'tan bu yana 5'i kadın 15 Kürdün süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin 44. gününde Avrupa Konseyi Genel Sekreteri ilk kez açıklama yaptı.

Genel Sekreter Thorbjørn Jagland yaptığı yazılı açıklamada grevcilerin kendisini "endişelendirdiğini" kaydetti.

Jogland'ın açıklaması şöyle:

"Türkiye ve Strasbourg'daki açlık grevi haftalardan beridir sürüyor. Sağlıklarını ve yaşamlarını tehlikeye atan bu kadın ve erkekler için çok endişeliyim.

Onların eylemi başta İşkenceyi Önleme Komitesi olmak üzere ancak herhangi bir etki ve yersiz baskı altında kalmadan misyonlarını yerine getirmede etkili olabilen Avrupa Konseyi’nin yetkili organlarının çalışması önünde de bir engel teşkil ediyor.

Bu nedenle son haftalarda bana başvuran herkesten, grevcilerin eylemlerine son vermesi için grevciler nezdinde yapabilecekleri tüm etkilerini kullanmalarını istiyorum. Çünkü hayatlarını tehlikeye atıyorlar ve Avrupa Konseyi’nin yapabilecekleri konusunda ters etki yaratıyor."

Aralarında Nobel Barış Ödüllü Destmond Tutu'nun da olduğu çok sayıda kişi, eylemcilerin taleplerinin duyulması için Avrupa Konseyi'ne mektup yazmıştı.

Yaklaşan İsyan

 "Görünmez Komite" imzasıyla yayımlanan ve Türkçesi Sel Yayıncılık'tan çıkan "Yaklaşan İsyan" adlı kitap, içinde bulunduğumuz şartlar açısından bakıldığında politika kültürünü yenilemek, sisteminin amansız teşhirini yeni arayışlarla derinleştirebilmek ve şimdi dokunamadığımız çelişkilerin devrimci damarlara dönüşebileceğini öngörebilmek açısından okunmaya değer bir kılavuz.
  
''Görünmez bir komite'' tarafından kaleme alınan "Yaklaşan İsyan", büyük çoğunluğu Fransa'nın Tarnac köyünde 11 Kasım 2008'de tutuklanan dokuz kişiye açılan "terör" davasının temel kanıtlarından biri haline gelmiştir. Söz konusu kişiler Fransız ulusal demiryolu ağı üzerindeki elektrik hatlarına düzenlenen bir sabotaja karıştıkları ileri sürülerek "Terör amaçlı yasadışı örgüt kurmak"la suçlandılar. Bu dokuz kişiyle ilgili yalnızca ikinci dereceden zayıf kanıtlar bulunmasına rağmen, Fransa İçişleri Bakanı, yazmakla suçlandıkları ve "terörizmin el kitabı" olarak tanımladığı bu kitabı özellikle seçerek onları gelişmekte olan aşırı-sol bir hareketle ilişkilendirdi."

'BİRBİRİMİZİ NASIL BULACAĞIZ?'

Kendilerini "Görünmez Komite" diye adlandıran bir yazı kolektifince 2009 yılında yayınlanmış olan "Yaklaşan İsyan" adlı kitap, Kıta Avrupa'sında güncel politik atmosferi etkileyecek kadar güçlenen bir "dip dalgası"na dair ipuçları veriyor. Son 10 yıl özellikle Avrupa'da büyük toplumsal alt üst oluşların mayalandığı bir süreç olarak tarihe geçecek. Fransa'da mülteciler ve yoksullar, İngiltere'de liseliler, Yunanistan ve İspanya'da işçiler... Liberal muhafazakar ya da sosyalist demokrat tüm Avrupa düzen partileri işçilerin, emekçilerin, gençlerin gözünde bir öfke nesnesine dönüştü. Yaklaşan İsyan 2000'lerin başında Fransa'da ortaya çıkan devrimci bir arayışın birikim ve deneyimlerinin kılavuzlarından biri.

'SIRTIMIZDA BİR TABUPLA GEZİYORUZ'

Fransız (Karşı) Devrimi'nden bu yana burjuvazi, dilinden düşürmediği eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarının karşı saldırısı altında. 1789'da Fransız işçi, köylü ve yoksullarının devrimci enerjisini manipüle ederek iktidarı ele geçiren burjuvazinin tüm dünyaya 'askeri' bir biçimde ihraç ettiği kültürel mantığı modernizm (medeniyet) çöküyor. Çöken medeniyet 'kendi sureti'nde yarattığı dünyayı da çürütüyor. Çürüyen dünya, kendi yarattığı bireyi ve onun tüm insani ilişkilerini de çürütüyor. Bugün yaşadığımız ve tanık olduğumuz şey, ne bir ekonomik kriz ne de bir sosyal kriz. Biz evrensel bir medeniyet ve insanlık kriziyle karşı karşıyayız.

Bu krizi çözmek değil derinleştirmek isteyen, krizin failleriyle barışmayı değil savaşmak isteyenlerin seslerinden birine kulak veriyoruz. "Yaklaşan İsyan", bir entellektüel tartışmadan çok bir ayaklanma hazırlığı broşürü. Broşür, gündelikleşmiş ve kökleşmiş tahakküm olgusunu açığa çıkartıyor ve tahakkümün yarattığı yabancılaşmanın karşısına ayaklanma fikrini koyuyor. Ve en eski ve en cüretkar soruyu tekrar soruyor: Ne Yapmalı?

'SÖZÜN BİTTİĞİ YERDEYİZ, HER ŞEY YERLE BİR EDİLMELİ'

Metnin dili oldukça(!) Avrupalı. Muhattabıysa ayaklanmanın doğrudan öznelerinden çok ayaklanmanın aynı zamanda hedefi olacak yaşam biçimlerinin sahibi kentli, küçük ve orta burjuva, kültürlü, beyaz sınıflar... Yaklaşan İsyan, proleteryaya, göçmenlere, lümpen proleterlere doğrudan seslenmiyor. Onun hedefinde sistem tarafından "Kitlesel Kişiselleşme" yoluyla sakat bırakılmış, kendiliğinin peşinden koştukça yorgun düşmüş, sürekli bir çökmek-üzere benlik ile ayakta kalmaya çalışan sistemin bireyi var. Kariyer planlamalarıyla yıllarını geçiren, kurduğu her duygusal ilişkiyi bir şirket ortaklığına dönüştüren, antidepresanlarla, vitaminlerle ve kitlesel pornografiyle ayakta kalmaya çalışan kapitalist modernitenin bireyi bir varsayım olarak çatırdıyor. Yaklaşan İsyan ise hiçbir şeyi onarmak istemiyor...

Metin bir sondaj yapıyor. Avrupa topraklarında uzun süredir esamesi okunmayan devrimci radikalizmi yeniden çağırıyor. Metnin aciliyetle vurguladığı insanlığın büyük yıkımı; "Tarihimiz bir sömürüler, göçler, savaşlar, sürgünler ve her türlü kökün yok edilişi tarihi. Bizi bu dünyada bir yabancı, kendi ailemiz içinde konuk durumuna düşüren her şeyin hikayesi bu. Eğitimle dillerimize, TV yarışmalarıyla şarkılarımıza, kitlesel pornografiyle bedenlerimize, polis aracılığıyla şehirlerimize ve ücretli emek yoluyla arkadaşlarımıza el konuldu." Bu yıkım karşısında yeni bir dünya, yeni bir insan, yeni bir kültür tasarlamak zorundayız; peki Nasıl Yapmalı?

İSYANIN MEKANI VE ZAMANI

Kır ölmüştü şimdi sıra kentlerde. Kentlerin yerini metropoller alırken, savaş artık uzun süreli bir dizi mikro polis operasyonu olarak devam ediyor. Metropoller, kitlesel yabancılaşmayı ve denetimi mükemmelleştirirken, aynı zamanda "kendi mezar kazıcısını" yaratıyor. Yaklaşan İsyan, kendi çöküşünden kaçan bir dünyanın kara delikleri olan metropollere bir devrimci olanak olarak bakıyor. Küresel kapitalizmi ayakta tutan şey artık "akış"tır. Bu akışı işaret ediyor Görünmez Komite. Ulaşım, enerji ve iletişim ağlarıyla ayakta duran sömürü çarkını durdurmayı ve onu krize dönüştürmeyi öneriyor. 

Nesiller boyunca disipline edilmiş, pasifleştirilmiş, sadece tüketerek tatmin olan ve sadece sistem için ürettikçe hayatta kalabilen sistemin bireyi sürdürülemez bir krize dönüşmüş durumda. Çevre felaketi, yerini çevrenin kendisinin felaket olduğu ve çevrecilerin doğayı yağmalayan kapitalist tekellerin koltuk değneği haline geldiği bir zamana evrildi. Özgürlük ve demokrasi kavramı bir yüzyılda eridi ve yerini totaliter tiranlık aldı. Edebiyat ve sanat, özgürlüğün olmadığı bir dünyada kitlelere biçimsel bir özgürlük paketi sunar hale geldi. Elbette bu özgürlük, sınırsız melankoli, boğucu duygusallık, biçim fetişizmi ve hastalıklı bir 'tarafsızlık'la gerçekleşti.

Batı medeniyetinin kültürel mantığı modernite, kendini sürdürebilmek için akışkanlaştı ve ezilenlerin öfkelerini kuşatan yapışkan bir maddeye dönüştü. Burjuvazi bütün sınıfları kendisi gibi düşünmeye ve yaşamaya zorlarken sınıf olarak kendini inkar etti. Dinler kapitalist sömürüyü kolaylaştırmak için bir din olarak araçsallaştı.

Yaşanan insanlık krizinin, her toplumsal ve insani ilişkide bir görünümü var. Totaliter denetim toplumları insanın bütün manevi bağlarını kopartıp yerine düzenin tüketim ve iktidar kodlarını işlerken, en fazla da isyan etme hakkı gasp edildi. Sistem kendimize kendi gözleriyle bakmamızı dayatıyor. Bizleri birer başarısız, doyumsuz, geleceksiz, her şeyle ve herkesle rekabet eden yapma bir bireyselleşmeye zorluyor. "Depresyonda falan değiliz, grevdeyiz!" 

Mülksüzlük ve mutsuzluk kitleselleşti. Mülksüz ve mutsuz kitlelerin her özgürlük arayışının karşısına askeri ve polisiye şiddet kampanyaları dikildi.

İŞE KOYUL!

Kitabın hemen her sayfasında vurgulanan temel bakış açısı; 'Biz felaket tellallığı yapmıyoruz. Zaten felaketin tam ortasındayız.' Topraklarımızdan çok da uzak olmayan bir yerde farklı toplumsal ve sınıfsal koşullarda devrimci bir arayışın satır aralarında "ortak bir dil ve ortak bir düşmana sahip" herkesin ortak mücadele hattına çağrısını görüyoruz. Göreceliliğe karşı hakikat kurmak ve savunmak gerekliliğini ve olanaklarını soruyor kitap. Yaklaşan İsyan, okuruna aksiyonel bir sesle, "Devrimi erteleme. Komünler kur" çağrısı yapıyor. Özgürlüğü bugünden deneyimleyebileceğimiz, kurmak istediğimiz hakikat rejimi için şimdiden fikirler ortaya koyabileceğimiz bir güncellik fikri kitabın belkemiğini oluşturuyor. 

Kitap Avrupa'da son 50 yıla damgasını vuran büyük huzursuzluk ve hoşnutsuzluğun dayandığı sınırı ortaya koyan metinlerden biri oldu. Huzursuz ve mutsuz Avrupalı ezilenler 1871'in Paris'inden gelen sese bir kez daha kulak vermek zorundalar. Yaklaşan İsyan devrimcilik fikrinin bugünkü koşullarda yeni motivasyonlarla tekrar inşa edilmesi üzerine yazılmış önemli ipuçları veren, içinde yer yer anarko-sendikalist, yer yer nihilist, yer yer anarşist nüveler barındıran oldukça genç bir metin. 

Kitabın ayaklanmacı ruhu isyanı öven arayışı, örgütlenme ve silahlanma çağrısı dikkate değer başlıklar olarak öne çıkıyor. Sömürünün, yoksulluğun ve adaletsizliğin başlı başına bir rejim haline geldiği 21. yüzyılda yabancılaşma ve tahakküm karşıtı hareketlerin de devrimci dinamikler ortaya çıkartabileceğine dair işaretler veriyor. 

Kitap, kadın hareketinden çevreciliğe, kimlik mücadelelerinden emek eksenli mücadelelere kadar bir çok alanda yeni bir dil ve yeni bir politik alan tasavvur ediyor. 

Yaklaşan İsyan, içinde bulunduğumuz şartlar açısından bakıldığında politika kültürünü yenilemek, sisteminin amansız teşhirini yeni arayışlarla derinleştirebilmek ve şimdi dokunamadığımız çelişkilerin devrimci damarlara dönüşebileceğini öngörebilmek açısından okunmaya değer bir kılavuz. 

Devrimciliğin güncelliğini koruduğu coğrafyamızdan Avrupa'nın yoksul gettolarında özgürlük arayan çocuklara selam ederek ve 'yeni'nin ancak devrimci bir süreçte ortaya çıkabileceğinin altını çizerek...

"O halde bir ön koşul ve deney olarak komünizm!"

Fetullah Gülen: ''Asker Anayasal Yetkisini Kullandı''

28 Şubat post modern darbesini gerçekleştiren ekibe yönelik olarak başlatılan operasyon, Gülen cemaatinin 28 Şubat karşısında nasıl bir tutum aldığı sorusunu gündeme getirdi.

Gülen 29 Mart 1997'de Samanyolu TV'da katıldığı bir programda TSK'yı muhtıra vermekle eleştirenlere seslenerek, "Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi" demişti.

Gülen'in 14 yıl önce yaptığı açıklama şöyle: "Darbe hiçbir zaman tam bir çözüm değildir. Dağlama en son çaredir. Darbeciler iyi niyetlidir ama her darbe birikim ve tecrübe sahiplerini heba etmiştir. Ülkemiz kriz içinde. Gücü temsil edenler krizi önlemelidir. Bu hükümeti değiştirin demek daha demokratik olur. Burada 'Askeriye muhtıra verdi' diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler."

Fethullah Gülen, 16 Nisan 1997'de Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajda ise askerlerin anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını belirterek, şunları söyledi: "Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat.

Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar.

Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan."

ETHA Haber Ajansı

Kürdistan’da Kesintisiz Darbe Rejimi

Darbeciliğin oynak zemininde kurulan TC rejimi, güç, iktidar olma entrikalarının denendiği bir tımarhane, öbür yanıyla korku filmi sahnesi, kalabalıklar ise sessiz seyircisidir.

TC’de şimdi devir, Ortadoğu demokrasileri, Hitler, Musolini örneği, seçimle gelen AKP-Fethullah Gülen "Müslümanları" dönemidir.

Kumpanya dışarıda, Suudi Arabistan-Katar ikilisinin, "petro-dolar"ıyla, İran’la rövanşta baş roldedir. İlk ayak olarak Suriye’deki biraderleri iktidar yapma savaşında cephe…

İçeride ise "kurucu ve kurtarıcı" oyununda, rakip temizliğinde dün, darbeleri sigaya çekme gösterisinde, 28 Şubat 1997 darbesinin bazı generallerini, çavuşlarını içeriye doldurma hamlesindeydi. 

Özel Harpçı, 28 Şubat'ta sokak gösterisine çıkan tankların komutanı General Erdal Ceylanoğlu, "iyi çocuk" siciliyle rejimin Kara Kuvvetleri Komutanı, "generaller demokrasi getiriyor" naralarıyla 28 Şubat'a, destek veren Gülen’in medyası, dün rüzgarı tersinden alarak, "generaller tutuklanıyor, demokrasi geliyor" diye yayın yapıyordu. Biraderlerin "ben dümenime bakarım" dansında haller dün öyle, bugün böyledir.

Buna rağmen görenler entrikacılar dansını unutuyor, demokrasinin geliş yolunda, darbecilere hesap soruluyor sanıyordu.

Oysa, kimseciğin demokrasi derdi, hesabı yoktu. Geleneksel TC döngüsünde, son darbeci sivil giyimliydi. "Son kurtarıcı" olarak eskileri tasfiye ederek, "kurucu" rolünü oynuyordu.

Rakibi tasfiye ile seyircileri "her şey düzeliyor" diye sevindirme oyun geleneği Osmanlı’dan kalmaydı. Her yeni Sultan, "kurucu ve kurtarıcı" olarak bebek, ergin demeden kardeşlerini boğuyor, kalanları kafes ardına kapatıyor, onlar da, bana ne zaman sıra gelecek korkusundan deliriyorlardı. Onun için, Osmanlı Saray delilerle dolu tımarhaneyi andırıyordu.

Kemalistler, "kurucu" olunca, Sultan ve adamlarının boynuna "hain" yaftasını asıp, sınırdışı etmiş, tehlike gördükleri "ağabeyleri" İttihatçıları sürgüne mahkum etmiş, kalanları asarak "kurtarıcı" olmuşlardı.

İsmet İnönü, 1938’de, sessiz darbeyle diktatörlük koltuğuna oturunca, kan akıtmamış, ama sessizlik içinde ekibini kurmuştu. DP, 1950’de aynı yolu izlemişti.

Fakat 27 Mayıs 1960 darbecileri, "devletin yeni kurucu ve kurtarıcıları" olarak, hışımla işe başlamış, Başbakan ve iki bakanı asmış, adamlarını yıllar yılı hapiste tutmuştu. 12 Mart ve on yıl sonra tekrarlanan 12 Eylül darbesi de, 27 Mayıs darbesini bayram olmaktan çıkarmış, karşıt bildikleri sivil ve emekli generalleri tutuklamış, herkese göz dağı için de gençleri asmışlardı.

Şimdi sıra, sivil biraderlerdeydi. Arkalarında Washington’un gücü, kıbleleri petro-dolar dümdüz gidiyor, gören de darbecileri sindirip demokrasi getiriyor sanıyordu. Halbuki onlar, basılmamış kitabı da yasaklayan, gazeteci tutuklama rekortmeni, sokakta insan zehirleyen, Kürdistan'ı hapishaneye çeviren darbeciydi.

İsmet İnönü, bu akımın Süleyman Demirel şemsiyesi altında olduğu 1960’larda, "bunların bir ayağı Konya müftüsünde, öteki ayağı Suudi Arabistan’da" demişti.

 Tahir Büyükkörükçü Konya’da müftüyken, öğretmenlerin boynuna yular takılıp, sokakta dolaştırılıyor, kitaplar yakılıyordu. Erbakan tarafından milletvekili yapılan Büyükkörükçü göremedi, "Biraderler" bugün Tunus’ta, Libya ve Mısır’da düşman kellesi uçuran güç. Yerli Biraderler Suriye’dekileri iktidar yapma savaşı veriyor.

Her neyse, TC’de "Müslüman Biraderler" ya da Kemalistler fark etmez Kürtler için. Onlar kendi aralarında boğazlaşır, birbirini hapsederler, ama Kürdistan sözkonusu ise hepsi için ve her daim "dövülmesi gereken orta malı" kesintisiz darbe mekanı olarak kalır.

Darbe, TC’de hiç bir zaman olmamış hukukun tümüyle tatile çıkması, darbeci kelamının kanun olmasıdır. Kürdistan’da hiç bir zaman hukuk olmadı. Emir, her daim kanun olarak yürüdü…

1969-1970’de Türk kesiminde darbe yok, ama Kürdistan’da insanlara köy meydanlarında yat-kalk talimi yaptırılıyor, hayvan dışkısı (gübre) yediriliyordu.

1990’larda Kürdistan, emirle yangına verildi. Mafya, cani çeteler kanun adamı oldu. Seçilmişler sürüklenerek zindana götürüldü. Darbe içinde darbeydi, hesabı görülmeyen bu vahşet…

Biraderlerin iktidarında Kürdistan baştan başa hapishane oldu. Gökten ve yerden zehirli gazlar yağdırıldı. İşkenceciler sokağa indi. Kendi seçilmişleri dokunulmaz, ama 48 tanesi Türk parlamentosu üyesi Belediye Başkanı, 8 bin Kürt toplama kamplarında.

Kısacası Kürdistan’da, darbecilik kesintisiz berdevam. Soygun ve talan serbest…

TC’nin "Müslüman" Başbakanı Recep Tayyip, dün Suriyeli biraderlerinin tanklı, toplu saldırıya uğradığını, evlerinin baskına uğradığını hüzünle anlatırken, aynı dakikalarda, emrindeki tanklar, top ve helikopterler Karakoçan’ın Kanisıpi köyünü ablukaya alıyor, köylüleri dışarıya çıkarıp, evleri didikleyerek arıyor, bu arada yükte hafif, pahada ağır ne varsa kayıplara karışıyordu.

Tıpkı darbe zamanları ve 1990’larda Kürdistan'ı kuşatan zalimlik günlerindeki gibi…

Onun için, TC’nin iktidarsal tepişmeleri Kürdistan'ı ilgilendirmez, ilgilendirmemelidir.

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

Darbeciler Darbeleri Yargılıyor

Heey, duydunuz mu? Sırada 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat, E-Muhtıra darbeleri falan var. Dizi filmler ülkesi Türkiye’de "tekmili 32 Kısım” yeni dizi geliyor. Belki de Madanoğlu ya da Aydemir girişimlerini de içine alarak Cumhuriyet denilen ucubenin kuruluşuna varacaklar. Belki de Mustafa Kemal’in darbeci ve katliamcı yöntemlerinin izini sürerek, örneğin Dersim ya da 28 Kürt Katliamı’nın içinden geçerek, Bab-ı Ali Baskını’na kadar gidecek bu dizi. Belki 1914 Ermeni Soykırımı’nı da masaya yatırarak, 1908 Meşruiyeti’ni de sorgulayarak, "tarihle yüzleşmeyi” bütünlüklü olarak gerçekleştirecektir.

Tamam, işin zor olduğunu benim yukarıdaki "belki’si çok” anlaşılmaz cümlem de sergiliyor zaten. 

Ama "12 Eylül’cüleri yargılamak” ile "12 Eylül’ü yargılamak” arasındaki derin farklılık doğru algılanmadığında, birincinin ikinciyi boğacağını ve birincilerin her zaman kendi küllerinden yeniden doğacağını bilmek gerekir.

AKP’si CHP’si, MHP’si ile birlikte bugünkü devletin yapmak istediği şey, 12 Eylül’ü değil, 12 Eylülcüleri yargılayarak, sistemin bağırsaklarını temizlemektir. Başka bir deyişle: Darbeleri doğuran nedenlerle değil, darbelerin sonuçlarıyla oynayarak, sistemin bekasını korumaktır.
***
Günümüzde belki de en çok iğdiş edilen kavramdır "tarihle yüzleşmek” kavramı. Sistemin bütün kurumları, 12 Eylül davasında müdahil olmak üzere mahkeme kapısına koştular. Kurulu sistemin sonuçlarından biriyle "yüzleşir gibi” yaparak, tarihle yüz-göz olacaklar. Oysa tarihle yüzleşmek, bu "tarihi üreten sistemle” yüzleşmek demektir. Sistemle yüzleşmeden sistemin yarattığı sonuçlarla uğraşmak, halklarla dalga geçmek falan değilse eğer, en hafif deyimle halkları oyalamaktır.

Katliamlar ve darbeler Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz varlık koşullarıdır. Bu sistem içerisinde kalmayı kabul ederek katliamlara ve darbelere karşı çıkmak, var olan devletin temellerini dinamitlemek demektir.

Bu Cumhuriyet, Türk olmayan halkların inkarı ve imhasını öngören bir Türk milliyetçiliği (ve zaman zaman Turanist ırkıçılık) üzerine inşa edilmiştir. "Türk” olmayan diğer halklara yönelik katliamlar, bu Cumhuriyet’in kaçınılmaz zorunluluğudur. İttihat ve Terakki’den devralınan Kemalist Cumhuriyet’in Anadolu-Mezopotamya topraklarının Türkleştirilmesi politikalarının sonuçlarını, bu katliamlara göğüs gerebilecek diktatoryal sistemler olmadan sürdürmek mümkün değildir. Bu nedenle darbeler ve darbeciler Cumhuriyet’in öz evlatlarıdır.  Milliyetçilik ve ırkçılığa hayır demeden 12 Eylüller yargılanamaz.

Bu Cumhuriyet Sünni-Hanefi egemenliği üzerine inşa edilmiş dini bir devlet idi. Laiklik iddiası, sadece sistem efendilerinin halkları inandırmaya çalıştığı bir siyasal sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Alevi katliamlarından, 6-7 Eylül’lere, Süryani tehcirlerinden Hıristiyan rahiplerin öldürülmesine, zorunlu din derslerinden seçmeli Kuran derslerine… Dinin devlet içindeki varlığına hayır demeden, 12 Eylüller yargılanamaz. 

Bu Cumhuriyet sömürgecidir. Kürdistan toprakları özgürleşmeden, bu topraklardan doğan özgürlük ve bağımsızlık ideallerini yok edemezsiniz. Sömürgeci bir ülke özgür olamaz. Sömürgeci bir ülkede egemen ulus da, sömürge halklar da özgür olamaz. Ve bu nedenle halkların özgürlük ideallerine karşı sistem egemenlerinin direnişi bir zorunluluktur. Devletin en büyük gücü, köleleştirilmiş bir halktır. Cumhuriyet sömürgecilikte inat ettiği sürece Kürt halkı üzerinden inkar ve imha uygulamaları elbette eksik olmayacaktır. İmha ve inkarın olduğu yerde karşı tepkileri alt etmek için elbette devletin 27 Mayıs’lara, 12 Mart’lara, 12 Eylül’lere ve çok daha fazlasına gereksinimi olacaktır. Sömürgeciliğe hayır demeden, 12 Eylüller yargılanamaz.

Bu oligarşik Cumhuriyet halkların iradesine güvenmediği için sistemi seçkinlere emanet etmiştir. Bu ülkede adalet de, sanatçı da, aydın da, eğitimci de, bilimci de, bürokrat da, asker de büyük çoğunluğuyla bu seçkin sınıf içinden egemendir. Devlet neredeyse orada saf tutan bu seçkinler ayakları her zaman aşağılamış, ezmiştir. Dün, İstiklal Mahkemeleri ile oluşturulan adaletin yerine bugünün Özel Yetkili Mahkeme’lerin gelmesi bir rastlantı değil, tarihsel bir zorunluluktur. Demokrasiye aykırı olsa da, oligarşik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasalarına uygundur. Oligarşik diktatörlüğe hayır demeden, 12 Eylüller yargılanamaz.

Bu Cumhuriyet, kuruluşuyla kapitalizmi seçmiş ve bünyesini ona göre oluşturmuştur. Emeğe düşmandır, işçiye emekçiye düşmandır. Mustafa Suphi’lerden 1 Mayıs 77’lere kadar yaşanan emekçi katliamları ve emeğin özgürlüğü istemlerine düşmanlığının temelini devletin oluşumundaki bu tercih oluşturur. Kapitalizme hayır demeden, 12 Eylüller yargılanamaz.

Bu sistemin, sadece darbe dönemleri değil, demokrasinin nispi uygulanabildiği dönemleri de aynı acımasızlığa, aynı zulme sahip idi. Çünkü bu sistem kapitalist idi, sömürgeci idi, ırkçı-milliyetçi idi, devletçi idi, oligarşik idi, dinci idi.

Darbe dönemlerinin yargılanması ve işkenceci generallerin cezalandırılması elbette yüreğimize bir bardak su serpmiş olacaktır. Küçümsemiyorum. Ama AKP’nin, CHP’nin, MHP’nin ve sistemin bütün kurumlarının, Cumhuriyetin vebasını günümüze taşıyan tek’çi politikalarıyla hesaplaşmadan, 12 Eylüllerle hesaplaşmak mümkün değildir. 


XWE METİN AYÇİÇEK
aycicek@gmx.net