3 Kasım 2011 Perşembe

Başkomutan Fetullah'ın Savaşı


Bahoz Deniz -ANF


Son dönemde Fethullah Gülen’in ve cemaatinin yetkili isimlerinden Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketine yönelik yaptığı açıklamalar gündemin en önemli konusu. Yıllardır TC devletinin Kürtlerle savaşını karşıdan bilenerek dikkatlice izleyen Fethullah Gülen, cemaatine artık ‘saha’ya inmenin zamanı geldiğini muştuladı önceki hafta. Yayınladığı görüntülü mesajıyla Kürt halkına karşı topyekun savaş ilan eden Gülen, Kürt halkından ne istiyor? Nasıl oluyor da, hayatının her döneminde şiddetten fersah fersah kaçan Gülen ve ekibi, bugün Kürtleri ‘yakıp, yıkıp, yok etmek’yi ısrarla savunmakta?

Fethullah Gülen cemaatinin nerede, nasıl, kimler tarafında oluşturulduğu, ideolojik alt yapısı, nihai hedefi için Türkiye ve dünyadaki faaliyetleri hemen herkesin malumu. Burada cemaatin pratik geçmişini uzun uzun anlatmamın gereği yok. Zira bugün dile getirilen argümanlar, cemaatin kurulduğu ilk günden bugüne kadar yaptıklarıyla tamamen zıttır. Cemaat hiçbir zaman Kürt ve Kürdistan’a sıcak bakmadığı gibi sinsi bir düşman gibi hep nefretle yaklaştı. Said-i Kurdi’nin Risale-i Nur’larında yaptıkları tahrifatlar buna en açık örnektir. Şimdiye kadar ‘dialog ve hoşgörü’ maskesiyle faaliyetlerini yürütenler, bugün artık bu maskeyi çıkarıp kimyasal silahlar kuşanarak saldırıya geçtiler.

An itibariyle Kürt Özgürlük Hareketini ‘bir avuç şaki’ (haydut) olarak gören Gülen, devleti 30 yılda bu ‘şaki’lerin hakkında gelemediği için ayıplıyor ve çözüm önerisi olarak sık sık medyasında dillendirilen Yeni Türkiye’ye, ‘orayı kuşatıp, yok etmek’ yolunu gösteriyor.

Kuşkusuz Hocaefendi ve ekibi, Kürtlere karşı ilan ettiği bu savaşı kaybedecektir, tıpkı daha öncekiler gibi. Ama burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir ayrıntı var.

O da şudur; cemaatin Kürdistan’da yıllardır sinsice ördüğü alt yapıdır. Cemaat, yıllardan beri Kürdistan’ın en ücra köşesine kadar gidip yüzlerce okul, dershane, Işık Evi, etüd salonları, yardım dernekleri açarak halkın içine sinsi bir ur gibi dağılmış durumda. Yıllarca Türk-Ulus faşizminin inkar ve imha hareketlerine karşı yılmadan mücadele eden Kürt halkı, bünyesine yerleşmeye çalışan Türk-İslam faşizmini defetmek başarısını da elbette gösterecektir.

Fethullah Gülen’in en yakın dört kurmayından biri Urfa’lı bir Kürt’tür. Yıllarca cemaatin ‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu İmamı’ olarak özel faaliyet yürüten söz konusu şahıs, Kürt toplumunu çok iyi tanıyan, halkın inanç değerlerini ve toplumsal reflekslerini bilen ve buna göre Türk–İslam asimilasyonunu geliştiren, derinleştiren sistemin öncüsü konumundadır.

Bölgeye yerleştiği ilk günden beri ‘din kardeşliğini’ temel enstrüman olarak kullanıp ‘hizmet’ ettiğini belirten cemaat, son dönemdeki siyasi çıkış ve pratikleriyle bir taraf olduğunu da açıkça göstermekten çekinmiyor artık. 2002’den itibaren AKP hükümetiyle, devletin hemen her damarına yerleşen cemaat de çok iyi biliyor ki, Kürtleri alt etmeden Türkiye’ye tamamen hükmedemeyecektir.

Cemaat bugün AKP hükümetinin örtülü koalisyon ortağıdır. Vitrinde her ne kadar AKP kadroları olsa da perdenin arkasında on yıllardır cemaatin yetiştirdiği kadrolar var. AKP iktidara geldiğinde hazır kadroları yoktu, cemaat bunu hayatının fırsatı sayıp bütün kademelere kendi elemanlarını yerleştirdi. Bütün müsteşarlıklara, devletin yetkili ve etkili kadrolarına baktığımızda mutlaka cemaatten bir geçmişe sahip olduklarını görüyoruz.

Tabii ki, cemaatin, AKP kadrolarından hiç hazmetmediklerini ve aralarında büyük bir çekişmenin yaşandığını da, iki yapıyı tanıyan hemen herkes görebiliyor. Zaten hükümetin bugün vitrinde olan isimlerin hemen hemen hepsi Milli Görüş geleneğinden gelen isimler. Fethullah Gülen’in hiçbir zaman Milli Görüş’ün lideri Erbakan’a sıcak bakmadığı ve yine geçmiş yıllarda Papa dahil dünyanın farklı inançta bulunan bir çok kesimiyle ‘dialog ve hoşgörü’ teziyle ilişki kurmasına rağmen hiçbir dönem Erbakan’la irtibat kurmaması da sır değil.

Ama bugün hükümetin bir çok politikasını -Kürt Sorunu dahil - cemaatin kadroları oluşturuyor.

AKP ve Gülen cemaati iktidarda ilk iş olarak PKK karşısında başarısız olan, çürümüş, darbe yanlısı olan devletin kadrolarını Ergenekon havuzunda topladı. Daha sonra toplumun muhalif ve demokrat kesimlerini farklı tekniklerle susturduktan sonra nihayet sıra Kürtlere geldi. Hedef, Kürt Özgürlük Hareketini ve önderliğini tasfiye etmekti. Önce ''Açılım'' yemiyle kamuoyunu heyecanlandırıp dalgalandırdılar ve Kürt toplumunda işbirlikçi -yandaş toplama yoluna gittiler. Buldukları birkaç iradesiz Kürde mütemadiyen kendi medya organlarında anti-PKK propagandası yaptırmaya çalıştılar. Ve nihayet sıra aktif mücadeleye geldi. Önce şehirlerde legal Kürt siyasetçilerine ‘KCK Operasyonları’ adı altında siyasi soykırıma gitti, daha sonra dağlarda da kendi oluşturduğu kadrolarla aktif savaş yürütücüsü konumuna geldi.

Faaliyette geçtiği ilk günden bugüne kadar hiçbir kesimle kavga etmeyi tercih etmeyen, kendi cemaatine yapılan saldırılara karşı bile ‘Size bir tokat atıldığında karşılık vermek yerine diğer yanağınızı uzatın’ şiarıyla hareket eden Gülen, bugünlerde Kürtlere savaş açtıysa bunu çok ciddi bir stratejiyle düşünmüş olmalı. Yoksa bu savaş ilanından sonra Kürdistan’da daha önceki kadar rahat şekilde faaliyet yürütemeyeceğini hesaba katmış olmalı!

Hedefine ulaşmak için düşünmeden tek adım atmamakla bildiğimiz Gülen’in Kürtlere savaş açmasının sebebi, nihai hedefine vardığını düşündüğü son düzlükte olması olabilir mi? Nihai hedefine yaklaşmışken Kürtleri temizlerse ülkeyi daha rahat yöneteceğini mi sanıyor? Kürt halkına karşı bu savaşı kazanamayacağını yakın geçmişe baksaydı görürdü.

Aslında, bugün Emniyet, MİT ve büyük oranda askeri güçleri kontrolüne alan cemaatin Kürtlere karşı savaş açması cemaati iyi tanıyanları şaşırtmıyor! Artık imamın gerçekten bir ordusu var! Yoksa Kürt çocuklarını asimile etmek için batı illerinde özel görevlerle dershanelerinde, Işık Evleri’nde, yurtlarında görevlendirdikleri belletmenlerin gidip cephede savaşacağını kimse beklemiyor!

Artık savaşacak bir güce sahip olduğunu düşünen cemaat önderinin ülkenin tek hakimi olmak için Kürtleri temizlemek için mevcut AKP hükümetiyle son bir hamle yapmak istiyor. Nasıl olsa, başarısız olursa tarih bunu R.Tayyip Erdoğan’ın hanesine yazacaktır. Başarılı olursa ne ala!

Cemaatin, yeni yetme ‘terör uzmanları’, polis kaçkını stratejik akılverenleri, tetikçi kalemşörleri sürekli ‘Yeni Türkiye’den bahsediyorlar ve yeni düzenin eski alışkanlık ve değer yargılarıyla devam edemeyeceğini yazıyorlar.

Kürt halkına karşı dağda ve şehirlerde başlatılan amansız savaşın mimari F.Gülen ve ekibidir. Uygulayıcısı da R.Tayyip Erdoğan’dır.

Bizim naçizane teklifimiz, Fethullah Hocaefendi’nin yıllardır yaşadığı ABD’den bir an önce gelip bizzat başkomutan olarak ordusunun başına geçmesidir.

Bakanlık'tan Kürdistan Formülü

Türkiye'ye bugün gelecek olan Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani'nin ziyaretine ilişkin Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde Barzani'nin unvanı "IKB Başkanı" şeklinde yazıldı.
ANKARA - Türkiye'nin sıfatını tanımlamakta zorluk çektiği Federal Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani'nin ziyaretine ilişkin bilgiler Dışişleri Bakanlığı'nın resmi internet sitesinde yer aldı.

Barzani'nin 3-5 Kasım tarihleri arasında Türkiye'ye yapacağı ziyarette, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yapacağı görüşmenin yanı sıra, Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüşeceği bilgisi yer aldı. Bu arada yapılacak görüşmenin gündemi de, "terör meselesi, Irak IKB ile ilişkiler" şeklinde açıklandı.

Bu arada Barzani'nin resmi sıfatı da, "IKB Başkanı" şeklinde yer aldı. "Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı" anlamına gelen tanımın kısaltılarak siteye konulması, bakanlığın "Kürdistan formülü" olarak nitelendirildi. DİHA

AKP Erciş'te Haklı Aşağılıyor

Depremin ardından Erciş'e gönderilen yardımlar dağıtılmaya devam edilirken, çöpe atılacak olan malzemeler, "yardım" diye belediyenin çöp arabasıyla mahallelerde çöp gibi yol üzerine boşaltılarak, yurttaşlara dağıtılıyor.
VAN - İnsanlık adına utandıran bu görüntüler ise yurttaşların tepkisine neden oldu.

Van merkez, Erciş İlçesi ve köylerinde meydana depremin ardından bölgeye yardımlar gönderilmeye devam ederken, Erciş'e gelen bazı yardımların belediye tarafından çöp arasıyla mahallelerde çöpmüş gibi boşaltılması, insanlık adına utandıran bir görüntü ortaya çıkardı.
erc.jpg
3.gifYeşilova Mahallesi'ne giden, Erciş Belediyesi çöp aracı, yardım malzemelerini çöp gibi yol üzerine dökmesi kameralara takıldı. İhtiyacı olan yurttaşlar buradan yardımları almak zorunda kalırken, bazı yurttaşlar ise bu duruma tepki gösterdi.

Eski giysi ve bazıları kullanılamayacak malzemelerin, çöpe gitmesi gerekirken Yeşilova Mahallesi'ne gönderildiğini belirten yurttaşlardan Salihe Terim, "Benim oğlum enkaz altında kaldı şu anda yaralı hastanede yatıyor. Bu güne kadar defalarca çadır istemek için başvurmama rağmen hiçbir sonuç alamıyorum. Kendi imkanlarımla naylondan yaptığım çadırın içinde kalıyorum, Yarın oğlum taburcu olursa kalacak bir yeri bile yok, Devlet bize eskimiş, kullanılamayacak durumdaki malzemeyi laik görüyor. Bu da yetmiyormuş gibi çöp araçlarıyla getirilip yol üzerine dökülüyor" dedi.

'Bilerek bizi rencide etmeye çalışıyorlar'

Burhan Özmen ise AKP'li belediyenin Yeşilova Mahallesi'nde oy alamadığı için yurttaşları cezalandırdığını belirterek, "AKP belediyesi mahallemizden oy almadığı için bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Buradaki halk yoksul ve yardıma muhtaç AKP belediyesi de bu yoksulluğu zaaf bilip yardımları ya cemaat eliyle gönderiyor ya da çöp arabasıyla gönderiyor. Biz bunu kabul etmeyeceğiz. Çöp araçlarına çöpe gidecek giysileri mahallemize gönderiyor" şeklinde konuştu.

Yardımı getiren aracın sürücüsü ise, verilen talimata uymak zorunda kaldığını ifade ederek, "Bunlar aslında çöpe gidecekti, fakat bana verilen talimata uydum" şeklinde konuştu. DİHA

ABD'de 'İşgalciler' Bu Kez Oakland Kentini Kapattı!




Washington - Eylül ayında Wall Street'te başlayan ve hızla yayılan işgal eylemlerini başlangıçta ciddiye almayan kesimler bu hareketin şakasının olmadığını yavaş yavaş anlıyor. ABD'nin Oakland kentinde işgal ettikleri alandan polis zoruyla çıkarılmalarına öfkelenen eylemciler genel grev ilan ederek şehrin tamamını işgal etti.

Kaliforniya eyaletinde bulunan 400 bin nüfuslu Oakland, ABD'de işgal eylemlerinin sürdüğü yüze yakın şehirden biri. Geçtiğimiz haftaya kadar buradaki işgal eylemi diğerlerinden farklı değildi. Belediye binası önünde kurdukları çadırlarla işgal eylemini sürdüren birkaç yüz protestocu, nüfusun zengin %1'ine karşı "Biz %99'uz" sloganıyla ve bankalara, savaşlara, kapitalizme karşı çıkan pankartlarıyla barışçıl bir eylem sürdürüyordu. Ancak polisin işgal meydanını dağıtmak için harekete geçmesiyle şehrin havası bir anda değişmeye başladı.

25 Ekim günü sabahın erken saatlerinde meydanı basan polis, barışçıl şekilde eylemlerini sürdüren protestoculara plastik mermiler ve gaz bombalarıyla saldırdı. 100'den fazla protestocu gözaltına alınırken Irak savaşında yer almış eski bir asker olan protestocu Scott Olsen başına aldığı darbeyle ağır şekilde yaralandı.

Polis muhtemelen aşırı güç kullanımıyla göstericileri sindireceğini düşünüyordu ancak sonuçlar tam tersi oldu. Geceleyin Olsen'in yattığı hastanenin bahçesinde toplanan yüzlerce kişi mumlar yakarak polisi ve müdehale emrini veren belediye başkanını protesto ederken, ertesi gün meydan bu sefer yaklaşık iki bin gösterici tarafından yeniden işgal edildi. Bununla yetinmeyen eylemciler, aynı gün oybirliğiyle 2 Kasım gününde “şehrin gerçek sahibinin kim olduğunu göstermek için” halkı genel greve çağırdı.

ŞEHİRDE HAYAT DURDU

Oakland'dan gün boyu gelen haberler genel grev çağrısının yanıtsız kalmadığını gösteriyor. Duvarlarına eyleme destek afişleri asan dükkanların birçoğu kepenk kapattı. Yüzlerce öğretmen ve öğrencinin de okula gitmeyerek eyleme katıldığı bildirildi. Gün boyu şehrin farklı bölgelerinde en az altı büyük eylem gerçekleşirken, sabahki eylemlerde sayıları 10 bin kadar olan göstericilerin öğlen saatlerinde 20 bini aştığı bildirildi.

Şehirdeki banka ve finans kurumlarının şubelerinin de hiçbirisi açılmadı. Eylemciler Citibank'ın girişine bankanın işlediği suçları ifşa eden büyük bir pankart asarken bir banka şubesinin de camlarının kırıldığı belirtildi.

Gün boyu yaşanan eylemlerde polis hemen hiç ortalıkta gözükmezken iki kişinin araba çarpması sonucu yaralandığı bildirildi.

LİMAN İŞGAL EDİLDİ

Genel grev çağrısının en önemli muhatabı liman işçileriydi çünkü şehir ABD'nin en büyük beşinci limanını barındırıyor. Limanda çalışan işçilerin kontratları genel greve katılmalarını engellediği için işçiler bireysel mazeretlerle işe gitmeme ve vardiya değişimini aksatma gibi yöntemlerle çağrıya uymaya çalıştılar. Sabah saatlerinde gelen haberler limanın yüzde 40 kapasiteyle çalıştığını gösteriyordu.

Akşama doğru protestocular limanı tamamen işlemez hale getirmek için farklı noktalardan yürüyüşe geçtiler. Liman önünde buluşan yaklaşık 30 bin eylemci, giriş-çıkışları bloke ederek kamyonların geçişini engelledi. Eylem nedeniyle felç olan limanda faaliyetin tamamen durduğu ve işçilerin evlerine gönderildiği bildirildi.

Bu arada başta New York ve Los Angeles olmak üzere ABD'nin birçok şehrinde genel greve destek eylemleri yapılırken, Mısır'ın başkenti Kahire'de de ABD elçiliğine yürüyen göstericiler Oakland ile dayanışma eylemi gerçekleştirdi.

1946'dan beri ilk defa genel grev çağrısına sahne olan Oakland tarihi bir günü geride bırakırken, haber yayına hazırlanırken şehrin farklı bölgelerinde cereyan eden eylemler ve liman önündeki işgal devam ediyordu.

İmamdan Ordusuna Katliam Fetvası


Fetullah Gülen kendi sitesi olan Herkül Org’a bir röportaj verdi. O röportajda Kürtleri soykırımdan geçirme fetvası var, helak ederek kök kazıma fetvası var...
Fetullah Gülen kendi sitesi olan Herkül Org’a bir röportaj verdi.

http://www.herkul.org/bamteli/index.php?article_id=9020

O röportajda Kürtleri soykırımdan geçirme fetvası var, helak ederek kök kazıma fetvası var, Türkleştirme fetvası var. 27 Mayıs benzeri askeri darbe yol ve yöntemleri ile katletme dini fetvalı talimatı var.  Said-i Kurdi’nin düşünceleri tam tersine çevirme gibi tahrifatlar var, yalanlar dolanlar var.  Ne kadar azgın Türk ırkçılığının Hitlervari yöntemleri varsa, hepsinin teker teker yerine getirilmesi gerektiğini fetvası var.

Bunları belirten bir adam bir imam mı yoksa başka bir şey midir? 

Bu ne tür bir curettir, bu ne tür bir ırkçılıktır, bu ne tür bir kafatasçılıktır?

Karargâhını ABD’de kurduğuna göre,  ABD’nin Şeyhülislamı olarak katliam fetvası verdiği anlamına gelmiyor mu?

Dünyanın neresinde bir İmam bir halkın tümden soykırımdan geçirilmesi fetvasını vermiş?

“Hoşgörü”, “gönül köprüsü” , “diyalog” ve “sevgi” gibi ulvi kavramların efsunlu maskesiyle aldatabildiği Kürtleri, Türklüğe devşirdiği misyonerler vasıtasıyla Türkleştirme hedefiyle timsah gözyaşlarını akıtıyor katliam fetvasını veren imam.  

Said-i Kurdi’nin utangaçça söylediği şekliyle “Fahr(övünmek) olmasın, biz ki Kürdüz aldanırız, fakat aldatmayız”  sözlerinden de açığa çıkıyor ki, katliam fetvalı imama aldanan Kürtler varmış demek.
Ama ekseriyetteki Kürtlerin ise özgürlükleri uğruna mücadele içinde olduğu bir hakikatte var.

Bu hakikatten dolayıdır ki, katliam fetvalı imam Fetullah ordusuna ilk hedefiniz Kürdistan diyor. Hem de Amerika’daki küresel karargâhından bu talimatı veriyor.

Kendi ifadesiyle Erzurum’da, 1957 yılında CIA eğitimli Özel Harp Dairesi elemanı Üsteğmen Esad Keşafoğlu vasıtasıyla CIA adına Nur Tarikatı’na özel bir misyonla-kont-gerilla elemanı- daha 16 yaşında iken sızdırıldığı biliniyor. 

ABD’nin CIA’yi adına Erzurum ve İzmir’de Komünizmle Mücadele Dernekleri kuran, burada örgütlenen faşistlerce Kürt demokrat yurtseverleri ile Türk sosyalist ve demokratlarının katledildiği aşikâr. Bu konuda başarılı görülmüş olmalı ki, ABD’de kendisine bir karargâh kurulmuş.  Buradan aldığı güçle, Kürtleri nasıl kırımdan geçiririm planını açıktan kendi sesinden deklere ediyor. Ve orduya fetva verecek kadar kendini muktedir görüyor ve okyanus ötesinde verdiği görüntülü fetvada şunları söylüyor.

 “Mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. .... O güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz.... 

Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun”.

Hani bu imam darbecilere direnendi!

Hani bu imam vesayetçi değildi!

Nerede görülmüş bir İmam katliam fetvasını vermiş?

Söz konusu Kürtler olunca Fetullahçı olduğu söylenen ve Kürtlerin Kimyasal Necdet dediği zatı generale kimyasal silah atma zihniyetini bu imamın aşıladığı kesindir.

Direnen Kürtlere, kimyasal silah başta olmak üzere envai türlü katliamı reva görürken, Said-i Kurd-i’nin düşüncelerindeki tahrifatta da sınır tanımıyor. Said-i Kurd-i’yi Türk ırkçılığının hizmetine koşturmaya çalışırken söyledikleri külliyen yalan. 

Kürtlerle Türklerin birliğinden dem vurarak, İslam dininin bu konuda çimento değil de tutkal vazifesi rolünü oynadığını, bu söylemle temel amacı olan Kürtlerin Türkleştirilmesini de Said’i Kurd-i’ye dayandırma gibi bir külli yalana başvurabilecek kadar ırkçılık girdabına girebiliyor. Kürtleri, Tükleştirme hedefini ta Said-i Kurdi’nin Medresetüz Zehra adlı eğitim projesine kadar götürüyor.
Katliam fetvasını verecek kadar imanlı ve inançlı olan bu Pennsylvania İmam’ının söylediğine göre Medresetüz Zehra eğitim projesi için Said-i Kurdi demiş ki, “Arapça farz, Türkçe vacip ve Kürtçe caizdir”.

Pennsylvania İmam’ı böyle diyor demesine ama Said-i Kurdi hiçte böyle dememiş. 

Bakın Said-i Kurd-i, 1907 senesinde Türk-İslam sentezcisi Fetullahçıların Ulu Hakan diye yere göğe sığdıramadığı Padişah Abdülhamid’e ne demiş.

İşte Said-i Kurd-i Medresetü’z Zehra adlı eğitim projesine ilişkin Abdulhamid’e hem yazılı hem sözlü olarak Kürt halkı için yaptığı istekler;

“Birincisi: Medrese nam me'luf ve me'nus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc.. Ve Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekradülemasından veya istînas etmek için lisan-ı mahallîye aşina olanları müderris olarak intihab etmektir.
Dördüncüsü: Ekrad'ınistidadları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi; ya cebrile, ya hevesatlarını okşamak ile olur”.

(Said-i Kurdi’nin bu dedikleri Risale-i Nur serisinin Münazarat adlı eserin 125-126 numaralı sayfalarında mevcuttur).

Said-i  Kurdi bu sözleriyle beş yüz yıldır Osmanlı denilen Romilerin vahşet sahrasında esaret altında gaflette bulunan Kürtlerin eğer uyanıp özgürlük direnişine geçmezlerse, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha büyük vahşetlerine maruz kalacağını görmektedir.  Aynı zamanda Kürtlerin, 20.yüzyılda Türk, Arap, Fars şovenist ırkçılarının esiri olmaktansa, 20. yılda refaha kavuşmuş özgür bir halk olmasını istiyor.

Kürtlerin içinde bulunduğu ulusal bilinçsizliği, sefaleti ve ittifaksızlığı iyi görür. Bunun çözümü için Amed, Wan ile Bedlis’te kurulmasını düşündüğü Medresetüz-Zehra diye adlandırdığı üniversite zinciri projesini oluşturur. Colermerg’de de şubesinin olmasını planlıyor. Bu amaçla İstanbul’a gider ve isteğini Abdülhamid’e sunar. Bunun karşılığında 2.Abdullahmid’den aldığı mükâfat delidir diye “tımarhaneye atılmak” olur.

Daha sonra Abdülhamid, kendi vezirlerini Said-i Kurdi’nin yanına gönderip, bu talebinden vazgeçmesini, vazgeçmesi halinde kendisine yüksek bir makam ve yüksek maaş tekliflerini sunar. Said-i Kurdi: "Ben kendim için gelmedim, milletim için geldim" diyerek teklifleri reddeder. Daha sonra hatıralarında Kürtlere seslenerek: "O maaş ve makam yerine milletim için tımarhaneyi tercih ettim. Zira demesinler ki: 'Biz bir Kürdü para ve makam karşılığı satın aldık.'

Tımarhaneden deli olmadığına dair rapor verilerek bırakılan Said-i Kurd-i, taleplerinden vazgeçmemesi nedeni ile bu defa da hapishaneye atılır. Bir süre sonra hapishaneden de çıkarılır
Bunu yapan Said-i Kurd-i iken tam tersini söyleyen ise Fetullah Gülen…

Amiyane tabirle söylenirse, Gülen, Herkül Org’a verdiği röportajda yalan atıyor, yalan atıyor. Said-i Kurd-i’yi hem kastederek hem de aşağılayarak diyor ki, “O zat belki ilk defa Arapça farzdır diyen bir insandır. Kendi dilimize vacip diyor. Kürtçeye de caiz diyor”.

Said-i Kurdi hiçbir yerde dememiştir Arapça farzdır. Önce belirtildiği gibi Said-i Kurd-i demiştir ki, Arapça Vaciptir. Kendisi bir İslam alimi olduğu için dini açıdan bunu söylemiştir. O kadar büyük bir din âlimi nasıl olur da İslam dininin inancına göre Allah’ın eşit olarak yarattığı dillerden Kürtçe’ye  üçüncü,  Arapça’ya birinci ve Türkçe’ye de ikinci planda yer verir. Said-i Kurd-i bu tür düşünceyi belirtmekle Allah’a karşı çıkmış olabileceğini bilecek kadar keskin bir zekâya sahiptir. Ve zaten bunu söylememiştir.

Tam tersine Said-i Kurd-i demiştir ki, “Yeni fen ile dini ilimler için Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak”.

Said-i Kurdi, burada diyor mu ki, Arapça Farzdır?

Tabi ki hayır…

Bakın Fetullah Gülen, kendi sitesi Herkül Org’a verdiği görüntülü röportajda ne diyor. Said-i Kurd-i’yi ağzına alarak; “O zat belki ilk defa Arapça farzdır diyen bir insandır” Diyor. Haşa haşa “Arab-i vacibi” bir çırpıda “Arapça farzdır” yapıyor.  Buna ne denir? Halk diliyle yalan atmak denir. İslam dininin ilmine göre de münafıklık yapmak denir.

Eğer Said-i Kurd-i Arapçaya farz demişse, niye Fetullah Gülen kendi şagırtları için farz olan Arapça dilinde olimpiyatlar düzenlemiyor da, Türkçe dilinde olimpiyat düzenliyor?

Gülen, niye Arapça’yı Kürtlere farz görürken, Türklere muaf görüyor?

Yine diyor ki, Said-i Kurdi “Kürtçeye caiz diyor”. Ve Kürtçe eğitim olsa da olur olmazsa da olur tarzında açıklama getirerek bunu hem caiz kavramını kendine göre yorumluyarak hem de Said-i Kurd-i’ye dayandırmak istiyor. Oysa Said-i Kurd-i,  Medresetüz Zehra Üniversitesi projesine ilişkin istekte bulunurken, Kürdistan’da Kürtlerin kendi kendini yönetmesini, Kürdistan’da görev yapacak olan görevlilerin Kürt olmasını, Kürtçe’yi bilmesi gerektiğini ve Kürt çocuklarının Kürt dili, Kürt kültürü, örf ve adetleri üzerine eğitim görmesi gerektiğini, üçüncü ve dördüncü maddelerde açıkça belirtiyor. Kürtçe caiz derken,  Arapça manasıyla gerekli ve resmi anlamında kullanıyor. Said-i Kurdi, bununla Kürtlerin kendi anadili olana Kürtçe dili ile eğitim görmesini tüm Kürtler, Kürt çocukları ve gençleri için annelerinin sütleri gibi helal olduğunu açıkça ifade ediyor. Bunun en meşru hak olduğunu, üstüne basa basa söylüyor. Zaten böyle söylediği için 2.Abdulhamid, O’nu ilkin tımarhaneye, sonra hapishaneye atıyor. Said-i Kurdi ne tımarhane ne de hapishane zulmüne boyun eğiyor. 2.Abdulhamid, Said-i Kurd-i’yi her iki yöntemle teslim alamayınca, bu defa makam ve para teklifinde bulunuyor. Fakat bunları da Said-i Kurd-i red ediyor.

Kaldı ki Said-i Kurdi’nin, anadil ile Kürt diline ilişkin yaptığı başka değerlendirmelerde var. O değerlendirmelerde anadilde eğitim görülmesini zorunlu görürken görüşleri şöyledir.

“İnsanda kaderin ölçüsü dildir. İnsanlığın suretinde dilin sayfalarında kendini belli ediyor. Anadil ise doğal olduğundan lafızları davet etmeksizin zihne geliyor. Alışveriş yalnız mana ile kaldığından zihin çatallaşmaz ve lisana giren eğitim, taş üzerindeki nakış gibi sonsuz kalır. Ve o milli dilin kıyafeti ile görünen her ne olursa sevimli olur”.

 “Kürt, Kürtçe'yi okuyup yazınca dinini terk edemez... Türkler, dillerini devam etmekle (tedvin) İslamiyet’ten ayrıldılar mı? Acemlerin dili kendilerini İslamiyet’e düşman mı etti?...

Kürdün dil açısından dil yüzünden toplumsal bakımdan ve uygarlık açısından yükselmesiyle bütün İslamiyet ve dolayısıyla Türk, Arap ve diğerlerine de iyi olur. Sorunun bu şekli çözümü ayrılığa değil en meyveli ve feyizli bir yardımlaşmaya yol açar”. 

Gülen, dilleri sıralarken Said-i Kurdi’nin alfabetik sıralamaya göre ikinci sıraya koyduğu Kürtçe’yi en son sıraya koyuyor...

Gülen, “Arab-i vacibi” Arapça farzdır şeklinde tahrif ederken, Kürtçe’yi en son sıraya sokarken “Türki lazımı” ise Said-i Kurd-i “Türçeye de vacip demiştir” diye tahrif ediyor. 

Said-i Kurdi en son sırada söylediği Türki lazım, zorunludur anlamında kullanmamış, lazım olur diye öğrenilirse faydası olur anlamında kullanmıştır. Buna rağmen Gülen, Türkçe’yi vacip derecesine çıkarmış ve Said-i Kurdi’nin düşüncesini tahrif ederek Türk ırkçılığının hizmetine sokmuştur.

Gülen, direnen tüm Kürtlerin,  kimyasal silah dâhil her türlü toplu katliam silahlarıyla katledilmesi,  aldatılabilinen Kürtlerin de kültürel soykırımdan geçirilmesi gerektiğini belirtirken bunu da Said-i Kurdi’ye dayandırarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Tek çareniz teslim olarak Türkleşmektir diyerek şöyle devam etmiş.  

“Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar incitmemiş, “intikamımı alın” dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz.” İşte bu sâlim düşünce herkese mal edilmeliydi ama maalesef bu hususta muvaffak olunamadı”
Gülen böyle diyor ama Said-i Kurdi’nin hiçbir orjinal eserinde böyle ifadeler yoktur. Bu ifadeler Gülen’in uydurmalarından öte hiçbir şey ifade etmiyor.

Gülen bunları söylüyor ama Said-i Kurdi ise tam tersini söylemiş. Bakın Said-i Kurdi Osmanlı ile Türk zulmünden kurtulunması için neler diyor.

“Ey Asuriler ve Keldanilerin cihangirlik zamanında öncü, kahraman askerleri olan Arslan Kürtler! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız. Yoksa vahşet sahrasında vahşet ve gaflet sizi boğacaktır...

Ey Kürtler, görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen pis-kokuşmuş suyu içiyoruz. Eskisi gibi zulümleri görüyoruz. Öyle ise gayret ediniz, çalışınız; mutluluk-kurtuluş sebebiniz olan milletin hâkimiyetini sağlamak için, milliyet fikrini kazıcı yapıp, marifet ve fazilete elinizi veriniz. Şu yerlerde bir kanal açınız; ta ki bir büyüklük pınarı bizden de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya da susuzluktan öleceksiniz...

Hem de Milliyet denilen mazi derelerinden, hal sahralarından ve geleceğin dağlarından birer sembol olan Rüstem-i Zal ve Selahaddin-i Eyyubi gibi Kürt deha sahibi kahramanlarından aynı çadırda oturan bir ailesiniz...

İslami geniş ailenin en önemli esaslarından birini Kürt milletinin oluşturmakta olduğu, gerek geçmişin gerek günümüzün gerçeğiyle sabittir. İslamiyet’e pek namlı hükümdarlar, emirler, bilgin ve şairler yetiştiren asil bir milletin bin üç yüz senelik bir medeniyet devrindeki konumu, kendisi ile sürekli ilişki ve münasabette bulunan diğer İslami milletlerden aşağı değildir...

Saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse... Bu başımı zalimlere eğmem”...
Said-i Kurdi, buradaki tüm hitaplarında Kürtlere boyun eğme değil zulme karşı direnin derken, Gülen ise Türk zulmüne boyun eğerek teslim olun diyor.
Gülen, röportajının en sonunda ise görüntüleri çekilmeyen fakat büyük olasılıkla Kürdistan’da görevlendirdiği kendi elemanlarına dua kılıflı da olsa açık bir şekilde katliam fetvası veriyor. Gülen, Kürdistan’da görevlendirdiği baş sorumlu bu elemanları özel olarak ABD’ye çağırıp, katliam fetvası verdiği ihtimal dâhilindedir. Son siyasi soykırım operasyonları ile askeri operasyonlar bu ihtimali güçlendiriyor. 

Gülen, Türklerin ittifak kurarak Kürtlere karşı savaşmasını şu şekilde dile getiriyor: “Herkes bu meselenin halli için duanın gücüne de sığınmalı; her fırsatta gönüllerini Yüce Dergâh’a açıp “Allah’ım, birliğimizi sağla, aramızı te’lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl”.

Sıra Kürtlere gelince ise Gülen, Kürtlerin helak olmasını belirterek herkesin buna ortak olmasını isteyerek şöyle diyor

“ Onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir.”
Gülen’i dinleyen elamanları huşu içinde hep birlikte amiiiiiiin diyerek büyük bir ihtimale görev yerleri olan Kürdistan’a dönmüşlerdir.

Kürtleri helak etmeyi planlayan ve yürürlüğü koyan bunlara karşı, Kürtlerin de haklı olarak diyecekleri bir şeyleri vardır herhalde…

Özgür Bilgin

Ortadoğu’nun Yeniden Dizayn Sürecinde Kürdistan’ın Durumu

Fetullahçı Cemaat ve AKP şahsında TC devleti temel politikasını, kendi iç ve bölgesel dinamiklere göre değil...

Ortadoğu ve Mezopotamya coğrafyasında dengelerin alt üst olması ve çeşitli cephelerden farklı güçlerin kendine göre yeniden dizayn müdahaleleri, Kürt ve Kürdistan’ın durumunu da kritik bir aşamaya getirdi. Kürdistan’ı işgalleri altında tutan İran ve Suriye, uluslararası sistem güçlerinin baskıları karşısında savunmaya geçip tümüyle olası bir müdahaleye karşı pozisyon almış durumdadırlar. Türkiye, tüm cumhuriyet tarihi boyunca yaptığı gibi uluslararası sistem güçlerinden yana tavır belirlediği gibi onların bölgedeki Truva atı rolünü de büyük bir hevesle yerine getirme çabasındadır. Bu durum anti-Kürt ekseninde oluşan Türkiye-İran-Suriye birlikteliğini bozmuş ve TC şimdi de ileri karakol olarak öne atıldığı sistem güçleri adına, bu iki eski partnerine sopa göstermektedir. Elbette bu durum ve ortaya çıkan çelişkiler, Kürtler için değerlendirilmesi yaşamsal önemde olan büyük fırsatlar açığa çıkarmıştır. Bu bağlamda: 

1.    Fetullah cemaati ve AKP şahsında TC devleti temel politikasını, kendi iç ve bölgesel dinamiklere göre değil, uluslararası sistem dinamiklerine göre oluşturmuştur. Zaten bu politikanın öncüsü Fetullah Gülen 1999’dan beri ABD’de konumlanmıştır. Bu politika Türkiye’yi tüm komşuları ve başta Kürtler olmak üzere bölge halklarıyla karşı karşıya getirmiş/getirmektedir. Bu durum Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi açısından, bölge halkları ve onların öncü güçlerine önemli imkân ve fırsatlar ortaya çıkarmıştır.
 
2.    TC devleti Suriye ve Batı Kürdistan’daki durumdan, Esat rejiminden oldukça rahatsızdır. İran ile gelişen ateşkes durumu Türk devletinin bu rahatsızlığını daha da artırmıştır. TC basınının son senaryoları bu durumu yansıtmaktadır. TC önümüzdeki süreçte Batı ve Doğu Kürdistan’da çeşitli provokasyonlar geliştirebilir. Meşal Temo suikastında da dolaylı ya da direk TC parmağı uzak bir ihtimal değildir. 

3.    TC devleti Kürt ve Kürdistan konusunu içsel bir sorun olmaktan çok bütünsel ve bölgesel olarak algılamaktadır. Dolayısıyla mevcut durumda Kürt halkı lehinde gelişmeler arttıkça TC’nin Kuzey’de “çözümü” gündemine alması uzak ihtimaldir. Çünkü bu diğer Kürdistan parçalarında Özgürlük Hareketi ekseninde gelişecek çözümler, TC’nin hiç istemediği durumlar olacaktır. Bunun, aynı çözümün Kuzey’e de taşırılması anlamına geleceğini Türk devleti iyi bilmektedir. Özcesi Kürdistan’ın herhangi bir parçasındaki Özgürlük Hareketinin zaferi, diğer parçaları da direk zafer kapsamına alacaktır.  
 
4.    AKP devleti bu durumu önceden öngördü ve Kuzey’de “açılım” adı altında “çözüm” algısı yaratarak Özgürlük Hareketi’ni içselleştirme ve tasfiye stratejisi izledi. Başarsaydı diğer Kürdistan parçaları ve ilgili devletler üzerinde büyük söz sahibi olacaktı. Ancak bu siyaset Özgürlük Hareketi tarafından boşa çıkarılıp da bölgedeki gelişmeler de hızlanınca TC devleti bu sefer kendince zaman kazanmaya dönük şark kurnazlığı tarzında “oyalama ve altını oyma” taktiğine başvurdu. Bir taraftan son hız siyasi ve askeri operasyonları sürdürürken öte yandan da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK ile görüşmeleri devreye koydu. Elbette burada kimin “oyalandığını” gelişmeler ve onların sonuçları gösterecektir. TC şimdiden “oyalanmanın” ağır faturasını görmeye başlamıştır. Fakat Özgürlük Hareketinin bundan sonraki göstereceği ustalıklı siyaset bu faturayı esasen belirleyecektir. 

5.    AKP devleti bu “oyalanma” siyasetinde ısrar ederek, sözde “yeni anayasa süreci”ni olabildiğince uzatıp işi sulandıracaktır. TC Başbakanı Tayip Erdoğan şimdiden bunun işaretlerini vermektedir. Böylece iç kamuoyu “anayasa” ile meşgul edilirken dışarıda ve özellikle de diğer Kürdistan parçalarındaki gelişmelere daha rahat müdahale etmeyi tasarlamaktadır. Aynı müdahaleler Kuzey’de de sürdürülecek/sürdürülüyor. Hem yeni anayasadan bahsedip hem siyasi ve askeri operasyonlara son hız devam etmek bu politikadaki sinsiliği gözler önüne sermektedir. 
 
6.    Kürt Özgürlük Hareketinin askeri ve siyasi hamleleri karşısında da AKP devleti iki şeyi devreye koymaktadır: Birincisi legal siyaseti ve siyasetçileri kazıma harekâtı. İkincisi yoğun bombardımanlarla gerillayı yıpratma harekâtı. Bu arada yaptığı son görüşme ve pazarlıklar sonucunda ABD’den daha nitelikli, anlık ve sıcak istihbarat aldığı da fark edilmektedir.  
 
7.    AKP devletinin bu yönelimleri karşısında legal alanda direniş ve fedakârlık, askeri alanda ise yönelimlere rağmen bir başarı olduğu ortadadır. AKP devletinin içteki siyasi operasyonlarına karşı Kürt demokratik hareketi oldukça aktif ve adeta kaderine razı olmayan bir duruş sergilemektedir. Genel anlamda legalde büyük serhıldanlar ve iradeli bir direniş sergilenmelidir. Bu direnişte ne derece başarılı olunursa AKP’nin saldırı dalgası da o denli kırılacaktır. Aksi halde “yeni anayasa” senaryoları arasında legal siyaset tümüyle zindana atılacaktır.  
 
8.  Çözüme getirilen bir Türkiye ve özgürleşen bir Kuzey Kürdistan, tüm Kürdistan’ın özgürlüğü için esas olacaktır. 

Acılar Üzerinden Psikolojik Savaşa Tutuşmak

Doğan DURGUN
Geçenlerde, bir parkta sohbet ediyordu birkaç kişi. İçlerinden abi havasında olanı, ayar çekiyordu diğerlerine. Devletin ekmeğini yediğimizi, yanlışlar da yapmış olsa devlet, muhalefet etmenin doğru olmadığını söyledi. Kendince, lafı gediğine koyduğunu düşünüyordu. Dayanamadım, yan tarafta bulunan sandalyemi kaldırıp, masalarına yürüdüm. Oturdum yanlarına. Fakirliklerini gizleyecek bir durumları yoktu. Görüntüleri kendilerini ele veriyordu. Dedim ki, biz devletin ekmeğini yemiyoruz. Aksine devlet bizim ekmeğimizi yiyor. Şaşırdılar önce, ben devam ettim. Devlet dediğiniz şey, çalışan, para kazanan bir varlık değil. Bizim kazancımız üzerinden vergi diye para toplayan, topladığı bu paraları da organize ederek bize tekrar veren bir yapı olması gerekir. Bizim paramızı bile bize hizmet olarak vermiyor. Çalışmayan birine ekmek mi veriyor bu devlet, diye sordum. Çalışan biri, dünyanın her ülkesinde iyi kötü ekmek yer. Ama bizim ekmeğimizi küçültüp, başkalarına büyüterek veren bir devleti elbette eleştireceğiz. Tuhaf tuhaf baktılar bana. Senin gibi düşünen kaç kişi var ki, diyerek konuşmayı sonlandırdılar. İkna olmuş gibi yapıyorlardı. Bu devlet ki, topladığı paraları, halka en haksızca geri veren devlet. Daha dün açıklandı, Türkiye gelir dağılımı adaletinde son sıraya yükselmiş.

Depremzedelere Yok, Savaş Uçağına Var


1999 depreminde İzmir’de askerdim. Birkaç gün sonrasıydı. Bir binbaşı ile eğitim alanına doğru yürüyorduk. Birden postacısı geldi. Emir olduğunu, deprem için komutanların bağışta bulunmaları gerektiği söylendi. Binbaşı, tamam veririm sonra deyip, askeri yolladı. Sonra bana dönüp, bu devlet 30-40 yılda karşılaşılan bir felakette, sadaka toplar gibi bizden üç beş kuruş toplayarak işi halledecekse, yıkılsın daha iyi dedi. O binbaşının durduğu yerden bakıyorum ben de. Sürekli, büyük devlet nutukları atan hükümet, 100 bin çadır ayarlayamıyorsa, bu acizliğini kapatmak için dış yardımları kabul etmeye yanaşmıyorsa, binbaşının dediği gibi yıkılsın daha iyi. Her felakette, halkın vicdanına avuç açıp, durumu kurtarma uyanıklığı kabak tadı vermeye başladı artık.


Silaha bu kadar para ayıran, emperyal düşlerle uykulara dalan, nutuk üstüne nutuk atan bu devlet, bir hafta geçmesine rağmen hâlâ halka muşambadan yapılmış, bir fermuarla süslenmiş çadır veremiyorsa bir daha düşünsün. Bir F-16 savaş uçağını 70 milyon dolara alan devlet, aynı miktarda parayla Van’ın bütün ihtiyaçlarını rahatlıkla giderebilirdi. Ama savaş uçağı için kesenin ağzına açıp, 3,5 milyar dolarlık ihaleler veren hükümet, depremde bağış kampanyası düzenliyor. Kaddafi’yi linç eden NATO uşağı barbarlara 300 milyon doları apar topar yollayan hükümet, iş deprem mağdurlarına gelince sus diyor, racon kesiyor.


BDP’yi de Enkazın Altına Gömmek İstiyorlar


Halkın yaptığı bağışlar elbette çok anlamlı. Kâğıt toplayan emekçilerin yaptıkları karşısında insanın gözyaşına hâkim olması mümkün değil. Sorun, devletin halkın vicdanına sığınıp, işin içinden sıyrılma gayreti. Halkın yardımları, birçok ihtiyacı karşılıyor ama çadırı da halk dikecek değil ya. Bir başka sorun da, bu yardımları milliyetçilik, hamaset potasında eritmeye çalışan medyanın içine düştüğü zavallı durum.


Halkın tamamen empati geliştirerek yaptığı yardımları, medya Kürtlere verilen sadaka zihniyeti ile sayfalarına, ekranlarına taşıyor. Yaşa! Bravo AKP! Sloganlarından sonra, nerde bu BDP diye haykırıyorlar. Bu trajediyi bile psikolojik savaşın argümanı haline getiriyorlar. AKP’nin bütün devlet olanaklarına hükmetmesine rağmen, yaşanan eksiklikleri BDP’ye fatura ediyorlar. Sanki bölgede Kürdistan Federasyonu var, federasyonun da hükümeti BDP’ymiş gibi saldırıyorlar. El insaf. İnsanların acıları kirli bir savaşa bu kadar mı kurban edilir? Van’da istenmeyen manzaralar diye manşet atıyorlar. Kamyonlardan çaresizlik içinde bir paket makarna almaya çalışan insan görüntüleri ile manşeti süslüyorlar. Bu halk yağmacı, işte görüyorsunuz algısını boca etmeye çalışıyorlar insanların beynine. Açlığın ne olduğunu bilmeyen bu zevat, vicdanlarını vestiyerde unutup, fotoğraflar üzerine derin tahlillere dalıyorlar. Seçim engelleri ile tutuklamalarla BDP’yi yenemeyenler, ölümler üzerinden yeni bir savaş başlatmış durumda. Irkçılığı 1970’lerden gelme Taha Akyol liderliğinde medya bu sefer deprem cephesinde sorti yapıyor. Yıkılan binaların altına BDP’yi de gömmek istiyorlar.


Bir Türk Medyası Klasiği


Öte yandan Fethullah Gülen’in, üç beş şakiyi bu devlet neden imha edemiyor sözlerinin altından nasıl bir keramet olduğunun derdine düşmüşler. Bu sözlerin, barışın en güzel ifadesi olduğunu dalga geçer gibi söylüyorlar. Bu medya iflah olmaz. Bir zamanların Kemalist medyasına rahmet okutturuyorlar. Şu habere bir bakar mısınız: “Yürüyüşe katılan BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, gazetecilere yaptığı açıklamada, bugünkü operasyonlarda Marmara Üniversitesi Öğretim görevlisi Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın da gözaltına alındığını ileri sürdü.” Gözaltına alınan Kürt siyasetçileri, peşinen suçlu ilan eden iktidar medyası, Sayın Ersanlı’nın gözaltına alındığını açıklayan Sabahat Tuncel’in sözlerini iddia olarak haberleştiriyor. Sanki Porto Riko’da muhalif bir siyasetçinin gözaltına alındığı haberi ajanslara düşmüş, Türk basını da haberi teyit edemediği için, ‘iddia’ edilmiş haber olarak ihtiyatlı veriyor. Komediye bakın. Gözaltına alınan, grubu olan bir partinin anayasa komisyonu üyesi bir profesör. Gel gör ki, gözaltına alındığını bir Kürt vekil söylüyor. Eee! Basınımıza göre BDP’li vekiller doğru söylemeyeceğine göre, en iyi ihtimalle ‘ileri sürülmüş’ oluyor.


Depremi yazmaktı amacım. Ne yazık ki, acılarımıza insanca üzülmemize, yasımızı tutmamıza bile saygı gösterilmiyor. Her şey, kirli bir siyaset oyununun puzzlesi olarak görülüyor. Başbakan Van’a ayak basıyor, ilk söylediği sözler BDP nefreti üzerine kurulu. Sanki herkes halinden memnunmuş, herkesin aşı, çadırı varmış da BDP’liler halkı galeyana getiriyormuş. BDP olmasa her şey güllük gülistanlıkmış. Bu retoriğe iman eden yazarların olduğunu görmek daha da vahim. Taraftarlığın bile bir düzeyi olur, ara ki bulasın bunlarda. Bir ülkede hükümetin nasıl olduğunu görmek için medyasına bakacaksın, medyasının nasıl olduğunu görmek için de hükümetine bakacaksın. Hepsi basit bir önermeden ibaret işte.


Devletin Yapısal Arızası


Bazı demokrat insanların belirttiği bir saptamadan da farklı düşündüğümü belirtmeliyim. Van’da deprem mağdurları Kürt olduğu için devlet yeterine yardımcı olmuyor sözleri, bana göre kısmen doğru değil. Evet, Van Belediyesi, BDP devre dışı bırakıldı. Ama bu, saptamanın doğru olduğuna tek başına hüküm getirmez. Türkiyeíde devlet veya hükümetler insan odaklı değiller. Silaha gözlerini kırpmadan para harcarlar ama emekçileri açlıktan süründürürler. Hükümet gelen dış yardımları engellemiş olabilir. Unutulmamalı ki, 1999 depreminde de, Yunan kanı istemeyen sağlık bakanları gördük. Burnundan kıl aldırmayan bir yönetim kültürü var önümüzde. Bu deprem Yozgat’ta da olsa, bu dramlar yaşanacaktı. Nitekim yakın tarihte Simav’da daha küçük ölçekli oldu. Aynı rezalet orda da ortaya çıktı. Bütün paramızı yabancı silah tekellerine veren, savaş üzerine kurulu bir devlet yapısını sorgulamalıyız. Bu silaha giden paralar, Türk’ün de, Kürd’ün de, Laz’ın da paraları. Onun için ‘barış’ herkese lazım diyoruz.

Halk Komünü

Hatice ÖZHAN
Efsunlu bir tarih gezisi: Mezopotamya’nın Cinleri’nden İtalya’nın Cinlerine Kürt Dili hakkında konunun kendi sahasında araştırmalarda bulunan Margeret Kahn’ın 1974’te İran Kürdistan’ında yaptığı araştırmalarda, bütün boyutlarıyla tanışma imkanı bulduğu Kürtlere dair değerlendirmeleri “Yeni Dünya”nın keşfi gibi bir durum. Kahn’ın, Avrupa-merkezli bakışın bir ürünü olan ‘Doğulu’ imajının dışındaki, Kürtlerle ilgili, değerlendirmeleri bu ‘Yeni Dünya’ya dönük, ne İspanyol fetihçileri ne de Kristof Kolomb’un yaptığı gibi kolonyal bir amaca hizmet etmez. Bu, bir kültür simyacısının tarihin beşbin yıl derinliğini kalem ve izlenimlerle kazıyarak gün ışığına çıkardığı bir hazinenin yani Kahn açısından yeni bir bilgi edinmesine hizmet eder. Dillerini araştırmak üzere gittiği bu Yeni Dünya’nın kadim yerlisi ‘Cinlerin Çocukları’ yani Kürtlerdir. Bu keşifle birlikte, Kahn’ın, Ortadoğu halkından biri olan Kürtlerle geçirdiği süre zarfında elde ettiği deneyimler, politik ve ekonomik besin kaynaklarının Avrupalı bireyde ister istemez yarattığı oryantalist kanıyı silmiştir. Sert mizaçlı ama iyi huylu ‘Cinlerin Çocukları’ nitelemesi, üzerinde yoğunlaşılan unsurun ruhuna üfleyen edebi zenginliğin gücü olduğu gibi yazarın Kürtlerin özgürlüklerine düşkün bir halk olduğu çıkarmasını nitelendirmesi bakımından da nesnel yani kurumsal bir özelliğe sahiptir. Nitekim, Kahn’ın Cinlerin Çocukları yapıtını değerlendiren William Safire’nin, “olağanüstü ve yiğit bir halkı tanımlamak için başvurulması gereken ender bir kaynak” tespiti de esaret ve özgürlük ikileminde tarih bileyen Kürtlerin, bizlerce daha fazla değerlendirilmesine ve anlatılmasına esin sunuyor. Kürtlerin mücadele tarihini ve sosyolojik gerçekliğini, başkalarının retinasında âmalaşmadan, ama bu fikirleri de önemseyerek, kendi gerçekliğimizin politik temellendirmesini sürdürmek elzemdir. Kendi retinamızdan kendimize bakmak.

Bir Halk Hareketi Örneği: Popolo Komünü


Önüne hedef koyduğu paradigmayla dünya halkları ile siyasal gerçeklikleri bütün bilimsel ve ideolojik aygıtlarla kucaklamayı esas alan Kürtlerin özgürlük mücadelesi başka halkların özgürlük ve halk hareketleri arşivini gözden geçirmeyi öngörür kanısındayım. Dünyanın, halen de olmak üzere Ulusal, endüstriyel olmayan sınıfsal ve tarihi anlamına uygun bir komün eksenli mücadele yürüten hareketlerin özgün gerçekliklerine göre yarattığı başka Cinlerin Çocukları da vardır. Konu başlığı ve içeriği ne olursa olsun bütün devrimci hareketlerin insanlık tarihine mal olmuş Cinlerin Çocukları 4.yüzyılın İtalya’sında karşılar bizi. Mahallelerin aralarında mevzilenen bu ‘cinlerin’ adı Popolo, fanilere yaklaşımı komündür. Ya da daha kurumsal bir anlatımla, İtalya’daki yurttaş milislerinden oluşan ve mahallelerde örgütlenen bir halk hareketidir, Popolo. Ulus-devletin yerine derinliği olan bir yurttaşlar konfederasyonu tezleri ile dünyaca ünlü Toplumsal Ekolojist Murray Bookchin’in, özgün halk hareketleri bağlamında örnek verdiği Popolo Komünü yurttaş milislerden oluşan gönüllü birliklerdir. Popolo, halk demektir ve İtalyan Halk Komünü’dür. Mahallelerde örgütlenen Popolo, tehlikeli süreçlerde savunma alarmına geçerler. Başlangıcında 20 silahlı gruptan oluşan bu hareket, kitleselleşmeyle birlikte etkin oldukları kentlerden biri olan Bologna’da 24, Floransa’da 20 adet silahlı mahalle grubuna dönüşmüştür. Daha sonra bütün mahalle grupları birleşerek kent çapında bir milis gücü oluşturdu. Kendilerini güçlendirmek için silahlı gruplar oluşturan Popolo, askeri eğitimi az olan halk ile soylular arasında verilen çatışmaların yansıması mahallelerde silahla mücadele veren ve politik yaşamda etkili olan yurttaş biçiminde olmuştur. Mahallelerdeki bu silahlı halk gruplar, yerleşim yerlerini iyi tanıdığından acil hallerde kolayca bir araya gelebiliyorlardı. Popolo’nun 20 silahlı mahalle gücü sonradan komünün özelliklerinin korunduğu tek askeri gücü haline geldi. Gerekli hallerde silahlarını kullanma zorunluluğu olan milis güçleri özel bir çanın çalmasıyla silah başına çağrılırdı. Halkın komutanı denilen kişinin komuta ettiği bu 20 kişilik grubun her milis-yurttaşı kararlık ve sorumluluk duysuna sahip kişilerden oluşması bakımından önemlidir.


Popolo, ‘Paris Komünü’nün Esin Kaynağı’


Murray Bookchin’in, devrimci yönünü politik yaşamın dışına itilmesi nedeniyle devrimci bir örgütlenme elde ettiklerini belirttiği Popolo hareketi, içerisinde zanaatkarlar, serbest meslek sahipleri, tüccarlar gibi kişilerin bulunduğu bir yapıydı. İçindekilerin büyük çoğunluğunun özellikle de yoksul yurttaşın dışında tutulduğu politik yaşam, tepki her zaman karşıtını güçlendirir görüşünü belirtir niteliktedir. Bu devrimci yönünü politik eylemlerinde gösterdikleri yerelcilik ve organikliğe bağlayan Bookchin, komünün derinliğinin günümüz parti politikasının tam karşıtı bir konumda olduğunu ekler. Siyasal ve idari yaşamdan dışlanan yurttaşların mahalle meclisleriyle kendi yönetimlerini elde ettiği Komün, tıpkı özerkliğin ulus-devleti sınırlaması gibi, monarşinin etkinlik alanının sınırlandırması bakımından da ayrıca devrimci bir nitelik taşır. Paris Komünü’nün önemli bir yapıtaşı olan Popolo Komünü, mahallelerdeki öz savunma yeterliliklerinin yanısıra mahallelerde vurgun, yiyecek stokçuluğu gibi eylemleri engelleyerek yurttaşların lojistik ihtiyaçlarına da cevap oluşturmuşlardır. Kültürel anlamda da kendini geliştiren bu mahalle hareketi, sanat için çok sayıda materyale sahip, seküler bir niteliğe de sahiptir. Dante ve Giovanni Villani’nin birer Popolo üyesi olması kültürel anlamda durduğu yeri belirtir diye düşünüyorum.


Bir Halk Hareketi’nin Reformizmin Tuzağında Can Verişi


Paris Meclisi’ndeki burjuvazinin tüm engellemelerine rağmen büyük bir halk desteğiyle iktidara gelen Popolo Komünü, halkın komutanı ile halk meclislerine verilen geniş yetkiler nedeniyle dikta törel bir hal almaya başladı. Sosyal statüye sıfır tolerans şeklinde başlayan hareketin yetkilerini hoyratça kullanımıyla hiyerarşik bir yüz kazanmasına neden olmuştur. Yani burjuvazinin neşteriyle kazandırılan başkasına ait bir yüz estetiği. Bu yüzün altındaki devrimci ruhun iktidarla yozlaşması. Belirli kişilerin yeniden yönetime geçmesi ve saltanat biçiminde yönetim devri Popolo’nun fetret devri kriziydi. İdeolojik kurumların iktidar virüsünün yol açtığı salgından Popolo Hareketi, burjuvazinin ve soyluların davranış biçimlerini kendi özgünlüklerine göre tekrarlayarak, etkilenmiştir. En birinci belirtisi de, “iktidarı halk için kullanmak” tır. Bu güdümlemenin ağır bedeli de, belki de köklerini şimdiki zamana kadar uzatabilecek bir yurttaşlık eyleminin sadece, kitaplarda anlatılacak bir devrim anısı olarak yaşamdan koparılmasıdır. Popolo Komünü, her ne kadar, bir yüzyıl sonraki 1871 Paris Komünü’nün devrimci yönüne esin oluşturmuş olsa da, cumhuriyet yönetiminin yıpranmış ve monarşik nitelikteki kurumları yerine, yurttaşlık hukukunu inşa edecek şekilde, yıkmadığı için reformist tuzağın kurbanı oldu denilebilir. 4.yüzyılın İtalya’sının monarşik yapısının muhalif ürünleri olan Cinleri Çocukları, hiyerarşiye dahil olmakla kendilerini çarpmıştır.


Öz Savunma Politik Bir Yurttaş Kimliğinin Tezahürüdür


Buradan çıkarılması gereken yurttaş bilinç ve öz yeterliliğin mevcut sistemin bağımlığından kurtulmasının halk eliyle sağlanılabilineceğidir. Öz savunma gücü başta olmak üzere ya da bu gücün eliyle yaratıcı bir politik halk kitlesi yani yurttaş kimliği oluşturulabilir. Kent demokrasilerinin tarihi içerisinde yurttaş kimliğinin nasıl oluştuğunu en iyi açıklayan güçlü bir dağarcık örneği Murray Bookchin, insanların kendilerini yalıtılmış durumdaki tek hücreli bir yapıdan yaratıcı bir politik halk kitlesine dönüştürebileceği yerin öz yönetime sahip bir yerleşim olduğunu belirtir. Bookchin, çok hücreli yapının içerisinde canlı bir yurttaşlık yaşamının kurumsal biçim ile yurttaşçı bir içeriğe sahip olacağına hepimizin dikkatini çeker. Demokratik özerkliğin taban örgütlenmelerinden biri olan mahalle meclisleri Bookchin’in de işaret ettiği gibi, gösteri eylemlerinin ötesine giderek yaşanmış ve örgütlü bir süreklilik içerir. Bu da çok hücreli bir yapının içerisindeki taban demokrasinin en birinci dinamiği olan özgür ve demokratik yurttaş demektir. Demokratik Özerklik kapsamında oluşturulacak mahalle meclislerinin yanısıra gelinen noktada öz savunma ve devrimci halk savaşı gerçekliği 21. yüzyıldan 4. yüzyılın İtalya’sına gitmemize neden oldu. Tasarruf oluşturmak ve öz örgütlülüğünü kendi eliyle sağlayan bir halk devrimi, halk savaşı şiddetin kimin tekelinde ve ne niyetle kullanıldığına dair bir zihin jimnastiğine götürür bizi. Ancak, hassas sinir uçlarının her bir yakasında her iki halkın durduğu gereklilik kipinin üzerinde yapılan bir zihin jimnastiğidir bu.


‘Şiddet Tekeli’ Kimlerce ve Niçin Bulundurulur?


Davranış bilimlerinin bir alanı olan şiddetin politik anlamda çözümlenmesi bizi kimlerce ve ne amaçla kullanıldığı sorusuna götürür. Bu sorular da şiddetin politik çerçevedeki bireysel ve nesnel yani devlet tasarrufundaki şiddet tekelinin meşruiyetini ya da zararlarını cevaplandırmak üzere zemin sunar. Devletin gücü şiddeti tekelinde bulundurması bakımından şiddete dayanır. Şiddet devletin tasarrufunda olduğu gibi halk içinde öz savunma gereği olarak önemli bir güçtür. “Silahlanma ve milis gücü oluşturma yani öz savunma sadece suçlulara ve işgalcilere değil devletin haddini aşan otoritesine karşı savunmayı sağlayacaktır.” Hiyerarşik olmayan ve toplumsal sınıflardan oluşmayan bir halk yaratmak için “Şiddet Tekeli”nin kimin eline verileceği ve ne amaçla kullanılacağı bu bakımdan önem kazanmaktadır. Öz savunmaya dönük “Şiddet Tekeli”nin halkın elinde olması da devrimci bir şiddet karakteri taşır. “Kendi kitlesel milis gücünü oluşturup, silahlanabilme” hakkına sahip halk, böylece etnisite üstünlüğü başta olmak üzere tüm hiyerarşik kurumları bertaraf edebilir.


Kaynak: Bookchin, Murray (Kentsiz Kentleşme) SF. 148 - 152
*Popolo: İtalyanca Halk demektir.

İnsan Çeşitliliğinin Bilimi; ANTROPOLJİ

M. Sait ZAMTAK / İzmir Kırıklar 2 Nolu F Tipi Cezaevi
Her insanın bir hikayesi vardır. Her toplum bu insan hikayeleri üzerinde şekillenir ve gelişir. Toplum ve toplulukların hikaye ve tarihleri bu tür süreçlerle oluşur. Toplumsallık yaşanmış ve yaşanmakta olan insan hikayelerinin sentezlenmiş hali gibidir. Sosyal bilimlerin alt dalları olan bilimlerin her biri sosyal alanı ve tek tek insanların durumlarını ele alıp değerlendirir. Sosyoloji toplumsal ilişkileri; sosyal psikoloji birey ve toplumun ruhsal yapısını; tarih ise toplumların geçmişini ve oluşum süreçlerini ele almaktadır.

Antropoloji ise sosyal bilim dallarının inceleme alanına giren tüm konuları ele alarak daha bütünlüklü, objektif ve gerçekçi bir tutum belirlemektedir. Antropoloji en kısa tanımıyla insan çeşitliliğinin bilimidir. İnsanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya, insanların başlangıcından beri çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanmaları nasıl dönüştürdüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. Bu nedenle yerküreyi bir bütün olarak ele alır. Ve insanlığı bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Bir başka anlatımla antropolojiyi biyolojik ve sosyal, kültürel yönleriyle insanı bir bütün olarak kavramaya çalışmasıyla diğer sosyal bilimlerden ve doğa bilimlerinden ayrılır.


Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri


Antropoloji bütün insani olguları kendi bütünlüğü içinde görmeye çalışır. Diğer insan bilimleri ve biyolojik bilimler ise insanlar üzerinde yoğunlaşırlar. Antropoloji toplumu iktisadi, siyasi, din, statüleri, dil, fiziksel, çevre, biyolojik vb. tüm yönleriyle inceler. Daha kapsamlı bir insanlık tarihi kurmayı amaçlar. Bütüncül kültür kuramını eksen alarak bir topluluğu biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle anlamaya ve buradan yola çıkarak kültürlerin farklılığı kadar bütün kültürleri içine alacak evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışır. Antropoloji bakış açısına göre geri ya da ileri kültür yoktur. Yani bazı kültürleri gelişmiş bazılarını da geri kalmış olarak tanımlamayı reddeder. Ve her kültürün kendi koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunarak evrenselliğe vurgu yapar.


İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulunduğu çevrenin baskısı altındadır. Ançak çevre baskısına uyarlama özelliğine sahip olan insan bu özelliğiyle diğer hayvanlardan ayrılmaktadır. Dinozor vb. gibi birçok tür kendilerini çevreye ve değişen koşullara uyarlayamadıkları için yok olup giderken tüm çevre baskısına rağmen insan uyarlama özelliği sayesinde varlığını koruyabilmiştir. Ancak bu, insan açısından tehlikenin geçtiği anlamına gelmemektedir. İnsan üzerindeki çevre baskısı üç farklı biçimde oluşmaktadır. Bunlar, fiziksel çevre, yaşamsal çevre ve mekansal çevre olarak tanımlanır. Çevresel etkenlere kendini uyarlayabilen toplumlar kararlı, sürekli ve güvenli yaşam biçimi oluşturur.


Toplum Çeşitleri


Belirli bir kültürün öğelerinin birbirleriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici rol almaktadır. Bütünlük varsayımı küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır.


Küçük Ölçekli Topluluklar: Köy, aşiret, kabile ve cemaat gibi küçüklüğüyle dikkat çeken; büyük ölçüde kapalı bir ekonomi içinde yaşayan, diğer topluluklarla toplumsal, kültürel ve iktisadi ilişkisi olmayan ya da çok sınırlı olan topluluklardır.

Büyük Ölçekli Topluluklar:
Toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Büyük ölçekli topluluklar; karmaşık, iktisadi ilişkilerin hakim olduğu, nüfusu görece kalabalık olan, işgal ve istismar ettiği çevre bakımından geniş bir alana yayılan, yatay ve dikey toplumsal hareketliliği olan, toplumsal kademeleşmeye sahip başka toplumlarla da ilişki kuran toplumlardır.

Antropoloji, kişinin ve toplumun, kendi toplumunu ve onun değerini merkeze alarak ve yücelterek dünyayı ve başka insan toplumlarını anlamlandırması, onlara değer biçmesi anlamını taşıyan her türlü etnik merkezci tutumu peşinen reddeder. Başkalarının inanç ve davranışlarını, onların gelenek ve değerlerini içinde değerlendirerek yorumlar.


Antropoloji, tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla yetinmez, genel bir kültür kavramına yönelir. Belirli duygular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırarak bilimsel bir yöntemi esas alır.


Bu temelde antropoloji kendine şu soruları sorar; insanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdır, nasıl farklılaşır? Nasıl benzeşirler?


Antropolojinin Dört Temel Alanı


İnsanın biyolojik varlığının dışında yarattığı toplumsal kültürel alanı, bütün çeşitliliği ve benzerlikleri içinde kavramaya ve anlamaya yönelmiş olan antropoloji dalı sosyal-kültürel antropoloji olarak tanımlanır. Toplumsallaşma, kültür, cinsiyet rolleri türün devamı, geçim etkinlikleri, aile-akrabalık, hukuksal-siyasal mekanizmalar, gelenek, görenek, alışkanlıklar, inanç sistemleri vb. bu kapsamda ele alınıp incelemeye tabi tutulur. Etnografya çalışmaları bu inceleme alanının temel malzemesi konumundadır.


Biyolojik Antropoloji; insanın biyolojik çeşitliliğini, canlılar dünyası içindeki yerini ve evrimini, eski insan topluluklarının karşılaştıkları sağlık sorunları ve onların demografik özelliklerini inceleyen geniş bir alandır. Biyolojik antropolojinin belirli alt dalları bulunmaktadır. Bunlar, primo ve popülasyon genetiğinden oluşmaktadır.


Antropoloji, eski insan topluluklarının bıraktıkları ve bugüne kadar ulaşan, genellikle toprak altından çıkartılan maddi kültür varlıklarının saptanmasını, bunların incelenmesiyle geçmiş kültürlere, yaşam ve geçim biçimlerine ilişkin bilgilerin elde edilmesini amaçlar.


Arkeoloji yaklaşımı iki ana çizgi izler; birincisi, maddi buluntular açısından hiçbir ayrım yapmadan insan toplumlarının ve kültürlerinin o maddi kalıntılar üzerinden özgün zamanlardaki hallerini ve değişimini izlemeyi öngörürken, ikincisi, çok eski toplumların yarattıkları yüksek kültür ürünlerine odaklanarak bir tür sanat tarihi gibi çalışır. Ancak bu tutum antropolojinin evrensellik, bütünlük ve kültürel görecelik ilkeleriyle çelişir.


Canlılar dünyasında sadece insana özgü bir yetenek olan konuşma dili, kültür içinde merkezi bir role sahiptir. Bu nedenle kültürlere yaklaşmanın en kestirme ve zorunlu yolu dil incelemeleri olmaktadır. Çünkü dil aynı zamanda bir kültürün dünya görüşünü yansıtır.


Antropolojinin Diğer Bilimler İçindeki Yeri


Sosyal bilimler, esas olarak 19. yüzyılın başından itibaren felsefenin içinden çıkarak bağımsızlaşan disiplinler ve uzmanlık alanlarıdır. Klasik sosyal bilimler modernleşmiş Batı toplumunu incelerken, antropoloji, Batı karşıtının ya da Batı dışında kalanın, yani modern olmayanın, o zamanların deyimiyle ilkelin incelenmesine yönelmiştir. İtalyan filozof Vico; “Medeni toplum dünyasının tamamen insan eliyle yaratılmış olduğunu ve insanın kendi yarattığı bu dünyayı bilmek ve tanımak isteyeceğini” söylerken Alman filozof Herder; “İnsanın türsel ortaklığa karşın, onun yarattığı kültürlerin kendine özgünlüğünü vurgulayarak, kültürlerin farklı insanlar yarattığını” belirterek konu ile ilgili fikirlerini temelleştirmiştir.


Antropoloji tarihsel konumlanışına bağlı olarak bir yanıyla sosyolojiye, bir yanıyla biyolojiye ve bir yanıyla da tarihe dayanan bütüncül yaklaşımı gereği, sosyal bilimlerin tamamıyla alışveriş içinde bulunan, sosyal bilimlerle biyoloji arasında köprü kuran bir bilim olarak tanımlanabilir.


Antropolojinin Tarihine Bir Bakış


Antropolojinin doğuşu insan çeşitliliğine, farklı yaşam ve geçim biçimlerine dönük merakların ve bu çeşitliliği sergileyen yazının ortaya çıkmasıyla başlar. Heredotos, Akdeniz ve Karadeniz dünyasındaki kültürel çeşitliliği kendi tarihinde anlattığı için antropolojinin babası sayılmıştır.


Ancak bilimsel antropoloji 19. yüzyılda modern sosyal bilimler şekillenirken Batı dışında kalan toplum ve kültürlerin inceleme alanı olarak ayrışarak ortaya çıkmıştır.


Kuzey Amerikalı ve Britanyalı ilk antropologlar Amerika’da kabile, Afrika ve Avusturalya’da küçük ölçekli sanayi öncesi toplulukları incelemişlerdir. İlk antropologlar küçük ölçekli toplumlar ve kültürleri inceledikleri için kurumsal sonuçlara ulaşan kapsayıcı araştırmalar yapmışlardır.


İlk antropoloji oryantalizmle birlikte sömürgeciliğin bilimi olarak damgalanmıştır. Çünkü Batı hükümetleri sömürge yönetimleri konusunda bu çalışmalardan yararlanmak için çok özel çabalar sarf etmişlerdir.


Amerikan antropolojisi, özellikle Fransız Boas’ın etkisiyle kültür kavramını esas alan bir antropoloji olarak gelişirken, İngiliz antropolojisi ise özellikle Radcliffe-Borw’ın her topluluğun karşılıklı etkileşim içinde bulunan farklı toplumsal kurumlardan oluşan toplumsal yapı kavramına dayanır.


Kıta Avrupası’nda ise farklı bir gelenek gelişmiştir. Ancak 16. yüzyıldan itibaren Avrupalıların, eski dünya dışına çıkarak öteki kıtaları fethe başlamaları, eski dünyanın bilinen halkları dışında pek çok halkın ve tanıdık olmayan pek çok kültürün varlığını gösterdi. Böylelikle, insanların kendi toplum ve kültürlerini merkeze koyarak dünyaya bu pencereden baktıkları etnikmerkezci bakış açısı kırıldı.