21 Eylül 2010 Salı

12 EYLÜL DARBESİ - 4


Neden 12 Eylül?

Çok sözün söylendiği, sözün de ötesinde toplumun önemli bir kesiminin yaşadığı bir dönem 12 Eylül. Böyle olunca söz söylemenin de oldukça güç olacağı bir alan. 12 Eylül ne 12 Eylül günü başladı ne de o günden sonra sona erdi. Bugün de devam eden, bizi de alan tek tipleştirici bir zihniyetin ürünü. Böyle olunca üzerinden 30 yıl geçmiş olsa bile, farklı yaşanmışlıklar üzerinde gelmiş olan bizleri de her birey gibi kesen bir konu 12 Eylül. Bizler bu konuya dair bireysel/kolektif söz geliştirmek için, bu süreci farklı yerlerden yaşamış insanlar ile sözlü tarih yaparak ve bunun üzerinde tekrardan düşündük. Yaptığımız atölyelerde ise yeni sorular üretirken eski sorularımıza da cevaplar bulmaya çalıştık. 12 Eylül üzerine yaptığımız sözlü tarih çalışmamız ezberimizi bozdu. 12 Eylül'ün görünmeyen yüzünün görünenden daha çarpıcı olduğunu keşfettik. 12 Eylül 1980'in gelişi itibariyle sosyal ve siyasi alanda bir kopuşun yaşandığına dair adeta bir inanç düzeyindeki varsayımımız değişim gösterdi. Şimdi 12 Eylül'e ne toptan bir kopuş ne de tamamıyla devamını yaşadığımız bir süreçtir diyebiliyoruz. Konuyu daha da açmak gerekirse, 12 Eylül sonrası Türkiyesi'nde yaşanan ve özellikle tüketim alanında kendini belli eden toplumdaki hızlı değişim ve bu değişimin bir yanıyla toplumu sürüklediği unutuş bize, 1980 öncesi ve sonrasına dair ciddi bir kopuş olduğunu gösteriyor. Buna ek olarak zihinlerde yer alan 'yarın devrim olacak' inancının bir anda yok edilmesi de 12 Eylül'ün kelimenin tam anlamıyla bir darbe olduğuna işaret ediyor.

12 EYLÜL DEVAM EDİYOR

Öte yandan, dinlediğimiz hayat hikayelerinde karşılaştığımız gündeliğin anlatısında 12 Eylül'ün isminin dahi geçmeyişi bize, dönemi 12 Eylül öncesi ve sonrası diye ayırmak yerine tüm çatışmalı alanlarıyla yaşananların daha canlı bir tablosunun çıkarılmasının uygun olacağını, bunun halen bizi de içeren bir süreç olduğunu düşünmeye yöneltti. Evet, çünkü bugün bu sorularla hâlâ uğraşıyorsak 12 Eylül dönemini (öncesi ve sonrasıyla) bugüne değin pek çok toplumsal sorunun, acının ve sıkışmışlığın bir sebebi ve devamı olarak görüyoruz demektir. Tabii şöyle bir gerçeklik de var. 12 Eylül bütün toplumsal dinamikleri yok edemedi. Hatta yeni doğuşlar, başkaldırılar oldu. 12 Eylül daha çok Türkiye'nin batısını sindirirken, 'doğu' yeni bir dinamizim, yeni bir karşı çıkışla darbeci egemen zihniyetin karşısına çıktı. İki 12 Eylül ile karşılaşıyoruz. Birincisi batıda çok etkili olmuş, toplumsal dinamikleri bir anda yerle bir etmiş, pasifleştirmişken; ikincisinde özellikle Kürtlerin Diyarbakır Zindanı'nda göstermiş olduğu karşı çıkış ve direnme ruhuyla 12 Eylül zihniyetinin varmak istediği sonuca geçit vermeyerek bugüne kadar gelen bir direniş ve karşı kültür yaratmıştır. Yani 'batı' için söylediğimizi 'doğu' için söylemek haksızlık olur. Çünkü orada mücadele, farklı bir analizi gerektirecek bir biçimde gelecekle çok ilgili. Kürtlerin bir geleceği söz konusudur yani. Bu da aslında 12 Eylül dönemini ne kadar farklı noktalardan ele almamız gerektiğini hatırlatan bir örnek olabilir. Yani tutup da '12 Eylül sonrası Türkiye gelecek algısını kaybetti' gibi bir genelleme yapmamalı...

Ayrıca 12 Eylül gerçekten 12 Eylül'le başlamadı elbette. Öncesinde Maraş, Sivas, Çorum ve Fatsa olaylarıyla da pekişen sıkıyönetim, dört bir yana yayılmıştı bile. Bugün Bölge'de yaşayan insanlar dışında Türkiye'de toplumun önemli bir kesimi ne sıkıyönetim, ne olağanüstü hal denen şeyi yaşamadı. 12 Eylül bir anlamda devamlılık arz ediyor, ama bir yandan da sokağa çıkılmayan bir şehirde yaşamıyor toplumun önemli bir kesimi. Dolayısıyla o deneyim de ayrıydı ve bir günde/ayda değişen bir hayat tarzı da söz konusuydu. İnsanlar evlerde yaşadı aylarca, ya da başka evlerde, dağlarda, orda burda saklandı, gizlendi.

YÜZLEŞME OLMALI

Türkiye ile benzer bir kaderi olan Arjantin'de darbe rejimi ile hesaplaşmaya gidilirken Türkiye'de 30 yıl geçmesine rağmen neden halen bu gerçekleşmedi? Arjantin ve Türkiye'nin darbe deneyimleri neden bu kadar farklı? Aslında 1985 gibi çok yakın bir dönemde Arjantin'de darbeciler yeni/demokratik rejim tarafından yargılanmaya başlanıyor. Fakat bu, ne her şeyin bittiği ne de çözümün netleştiği bir nokta. -O belki ayrı bir tartışma konusu da- nasıl bu kadar hızlı gelişti? Burada yeni gelenlerin eskileri yargılayarak kendilerini meşru kılması söz konusudur. Ancak gene de asıl mesele, böyle bir yol seçmeleri nasıl gerçekleşti ya da toplumsal hafızaya ne gibi bir katkısı oldu bu durumun? Yani içleri rahat etti mi? Pek etmemiş olacak ki Plaza de Mayo Anneleri yıllarca mücadelelerini sürdürdü. Arjantin'deki Mayo Anneleri, Türkiye'deki Cumartesi Anneleri'ne çok benziyor.

NASIL BİR SONUÇ

Soykırım, işkence, toplu infaz vb. insanlık suçları işlemiş olanların yargılanmasının nasıl bir şey olduğu, kimlere nasıl etki ettiğini Arjantin'deki cuntanın yargılanmasını anlatan çalışmalardan biri olan 'Who am I' (Ben kimim) filminde görmek mümkündür. Arjantin'deki deneyimler Türkiye için de ön açıcı olabilir. Darbecilerin/cuntacıların yargılanmaları hiçbir şekilde bir son nokta değildir. Olsa olsa bir başlangıçtır ki yargılamayla değil nasıl olacaksa gerçek bir toplumsal yüzleşme/hesaplaşma ile devam edecek bir süreçtir asıl duygularda tamirci olan. Bunu en iyi şekilde, filmin sonuna doğru konuşan büyükannenin sözleri verir: 'Bu mahkeme benim istediğimi vermedi, kızıma ve diğer 30 bin kişiye ne olduğu sorusunun yanıtını da.' Evet muhtemelen bir gün Türkiye'de Kenan Evren ve kurmayları yargılans, muhtemelen onlar da filmdekiler gibi yazarlardan alıntılar eşliğinde son derece 'onurlu' bir tablo çizmeye çalışarak hiçbir soruya somut yanıt vermeden, 'gerçekleri' açıklamayarak vb. yargılanacaklar. Ancak ne biçimde bir yargılanma olursa olsun, insanların böyle bir meşruiyete ihtiyacı var. Böyle bir yargılama olursa bu ciddi bir adımdır yüzleşmek için. Olamazsa, bizlerin şöyle bir soru sormamız biraz lüks kaçıyor: 'Evet hatırlıyoruz sonra ne olacak?' Evet hatırladık diye bir şey olmayacak. Yani parçalı bir hatırlama, çabalar bütünü olabilir de. O başka bir şeydir. Yani sürekli bir hayaletin peşinden koşma, bazen onun senin peşinden koşması gibi bir durum söz konusu olacak. O yüzden Türkiye'de böyle bir yargılama kesinlikle olmalı, ne gerekiyorsa yapılmalı.

-BİTTİ-

Hazırlayanlar: Ercan AKTAŞ / Zeynep GÜZEL*
* Dut Ağacı Kolektifi

12 EYLÜL DARBESİ - 3


Yeryüzünde böyle bir vahşet yok

Onlar 12 Eylül'ü farklı kimlik ve durumlarda yaşadılar ama görüştüğümüz 3 kişi de 12 Eylül'ün baskı ve zulmünü öyle bir yaşadılar ki, ömürleri boyu geçmeyecek izler bıraktı hayatlarında...

Serap Mutlu (60) ile 12 Eylül'ü bir yakını aracılığıyla yaşadığını düşünerek görüşüyoruz. 12 Eylül zulmünü içerde yaşayanların yanı sıra dışarıda olup, bir yakını içerde olanlar nasıl yaşamış öğrenmek istiyoruz. Serap Mutlu, Mazlum Doğan'ın ablası, biz Serap abladan daha çok Mazlum Doğan ve 12 Eylül'ü dinlemeyi beklerken bambaşka bir öykü ile karşılaşıp sarsılıyoruz. Serap ablanın yaşadıklarından anlıyoruz ki 12 Eylül'ün içerisi dışarısı yok. Dışarıdakiler, yakınları içerde olanlar için de 12 Eylül koca bir zulüm hapishanesi. 12 Eylül olduğunda Serap abla İstanbul'dadır ve darbeyi televizyondan öğrenir. Darbe olduktan hemen sonra da evleri basılıp eşi gözaltına alınır. Herhangi bir sebebi yok. O zaman insanları rastgele topluyorlar... Daha 12 Eylül gelmeden Serap abla Diyarbakır Cezaevi'nin soğuk duvarlarına tanıktır. Mazlum Doğan, 12 Eylül öncesi tutuklanmış, Serap abla ziyaretine gidip gelmektedir. Serap abla 12 Eylül'den sonra ilk can acısını en küçük kardeşi Delil'i Mazgirt kırsalında bir çatışmada yaşamını yitirdikten sonra yaşıyor. 12 Eylül'den dolayı insanlar çok korktuğu için Delil'i alelacele gömerler ve Serap abla kardeşinin cenazesine yetişemez. 12 Eylül'den sonra hayatın her alanında kısmalar yapılır. Bu en çok Diyarbakır Cezaevi'nde karşılığını bulur. Öyle ki görüşme süreleri 4 saniyeye kadar indirilir. 4 saniyede siz ne anlatabilirsiniz ki? Cezaevinin içindeki durumla ilgili Mazlum bir not ulaştırmayı başarıyor bir defasında. 'Sakın ele geçmesinler, çatışmada ölsünler ama sakın ele geçmesinler' notu cezaevinde yaşananları özetler gibi... Çünkü Diyarbakır Cezaevi gerçekten anlatılacak gibi değil, her saniye ne olacağını bilemeyeceğin bir şey, korkuyla dolu olan bir cezaevidir. Serap abla dünyada böyle bir cezaevi olacağına, yeryüzünde böyle bir vahşetin başka bir yerde olabileceğine inanmadığını söylüyor. Yeryüzünde başka zulümler de olmuştur elbet ama olmuşsa da herhalde en son sınır noktası Diyarbakır'da yaşananlardır. Tutuklular mahkemelere ayakları pranga, elleri de bağlı şekilde götürülüyorlar ve arabadan indirilirken hepsi birbiri üzerine yığılıyor. Mahkeme salonunda da arkalarına dönüp bakmaları yasaktır ama Mazlum'un her defasında dönüp kendisine baktığını anlatıyor. Diyarbakır Cezaevi'nin meşhur ismi Esat Oktay Yıldıran'ın falakasından Serap abla da geçer... Bazen görüşe gidenlere içerdekiler cevap vermez, kısa kısa notlar verir gibi sadece tamam tamam tamam derler. Çünkü bir kolunda bir asker diğer kolunda bir asker ve biri de arkasında, konuşma izni vermezler. Zaten görüşme de hemen biter. Görüşe getirilirken gelecek halleri de yoktur. Yürüyemiyorlar...

Mahkemeye götürülürken yüzlerine konan sineği bile kovacak takatleri yoktur. Burada bir bakış bile işkence olarak geri döner. Bir görüş gününde Serap abla Vanlı bir askerle tanışıyor. Asker Kürtçe 'Bunlar Kürtlerin düşmanı, Kürtlerden nefret ediyorlar' der. Bir başka görüş gününde gene o askerle karşılaşır ve bu asker diğerlerinden daha çok onları iter, baskı yapar ve döver. İnsanların zihninde onlara nasıl bir baskı yapıyorlarsa hepsi canavarlaşıyor, yani orda herkes canavarlaşmıştı şeklinde anlatıyor. Bir başka görüşmeye giderken Esat Oktay bir cemse ile Diyarbakır sokaklarında tutukluların yakınlarını topluyor. Kemal Pir'in babası, Ferhat Kurtay'ın babasıyla birlikte daha 2 yaşında olan kızı ve annesiyle birlikte onu da cezaevine götürüyorlar. Burada İstiklal Marşı oku derler ama okuyamaz ve hücreye atarlar. 63 gün cezaevinde kalırlar. İçerde onlarla birlikte Yılmaz Uzun'un annesi de vardır ve bir gün annesini oğluyla görüştürmeye götürürler, götürürler ama 40 kişi oğlunun başına çullanmış işkence yapıyorlarmış ve anneye de izlettiriyorlar. Anne 'Siz Müslüman değil misiniz? Hiç mi sizde insanlık, vicdan yok. Yani eğer şeyse yani bu düşmansa bir defada öldürün. Düşman da olsa bu vicdanlı bir düşman olması lazım, bir kez bir kurşunla onu öldürün. Bu kadar zulüm ne diye' soruyor. Onlar da, biz öyle kolay kolay öldürmeyiz, dirhem dirhem onları öldüreceğiz diye cevap verirler. Serap abla M. Hayri Durmuş'un bir mahkemesine tanık olur. Hayri 8 saat konuşur ve bir hakim arkasını dönüp ağlar. Diyarbakır'ın o işkence tezgahlarında böyle örnekler de yaşanıyor. Mazlum'un protesto eyleminden sonra kardeşi Delil gibi alelacele defnedilmesine izin verilmez. Keşke onun yerine ben gömülseydim diyen Serap abla, az da olsa tabutu açıp Mazlum'u görüyor. Mazlum'un parmakları yoktur. Hücrede kaldığında parmaklarını fareler yemiştir. 12 Eylül işte böyle bir cehennemin adı. 12 Eylül diyoruz, kimsenin kimseye selam bile veremez olduğu karanlık bir dönem. Konuşamazlar veya mesela insanlar birbirlerinin evine bile gidip gelmezler. Korku, kaygı bütün hayata egemen olmuştur. 12 Eylül'den sonra da Serap abla 13-14 kez gözaltına alınır...


12 EYLÜL'DEN SONRA HER ŞEY BAŞKAYDI

1960 Yalova doğumlu olan Demet Demir, ne olduğunu anlamadan bir anda kendini 12 Eylül macerası içinde bulur. Demir, 'sağ-sol' çatışmasından payına düşen ilk dayağını, 1976'da Ülkücülerle yaşadığı tartışmada annesinin işçi olduğunu söylediğinde 'o zaman sen komünistsin' yargısına varılarak yer. Bu baskıların da etkisiyle okumakta olduğu gece lisesinde kendisini İGD'lilerin içinde bulur. İlk gözaltısını Bakırköy'de 1980'in 1 Mayıs'ına katılırken yaşar. 12 Eylül günü için; 'Vallaha öyle gafletli bir hava vardı ki 12 Eylül'de, işte sabah öğrendik, biz kalktığımızda tabii. O zamanlar erken kalkıyorduk biz. Okul daha açılmamıştı, herhalde eylülün sonlarında mı ne açılıyordu bizim ortaokul. Bir baktık, o gün de hava sonbahardı, ama o kadar gafletli, kara bulutlarla dolu bir havaydı, böyle yağmur da yağmıyor, bir tuhaf böyle, sanki bir ruh bozukluğu vardı. Sanki hava üzerimize çökmüştü' diye anlatan Demir, dört gün dışarı çıkamadan evde hapsedilmiş gibi içerde kalır. Ancak dört gün sonra sokağa adım atacak cesareti bulur kendinde. 12 Eylül'den sonra okuduğu okulda artık her şey değişmiştir. Ev baskınları, gözaltılar devam eder. Demet Demir de açılan bir davadan gıyabında yargılanır ve 1.5 yıl ceza alır. Böyle olunca evinde pek kalamaz, daha çok komşu ve akrabalarda kalır. Daha fazla kaçamaz ve askerlik gerekçesiyle çağrıldığı karakolda bir polis yetkilisi; 'Ramazan Demir yakalandınız' der ve cezaevi süreci başlar. Saçlarının uzun olmasından dolayı ilk dayağını cezaevi kapısında hakaretler altında yer. 40 kişilik koğuşta tıka basa doldurulmuş bir şekilde 150 kişi kalırlar. Demir'i diğer 12 Eylül mağdurlarından ayıran bir yönü de cinsel tercihi. Cinsel kimliğinin belirginleşmeye başlamasından dolayı içeride sıkıntılar yaşamaya başlar. Sadece devlet ile değil, yoldaşlarıyla da cinsel kimliğinden kaynaklı sorunlar yaşar. 8 ay cezaevinde kalır. Çıktıktan sonra İstanbul'a gelerek yaşamını sürdürür.


İki zulüm yaşadı: Biri baba, diğeri devlet

Ayşe Yılmaz'ın hikayesi hayli ilginç. O 12 Eylül'de hiç cezaevine girmiyor ama yıllarca dışarıda kaçak hayatı yaşıyor. Onun kaçak duruma düşmesi de bir hayli ilginç: Babası gidiyor araştırıyor, bakıyor ki kızının tayini çıkmamış ve tayinin çıkmadığını öğrenir öğrenmez, sıkıyönetime dilekçe verir: 'Benim kızım Marksist-Leninist hem de Maoist Komünisttir' der. Bunun üzerine Ayşe Yılmaz aranmaya başlar. Evde karakol kurulur, iki gün beklerler ama Yılmaz eve gelmeyince bir kez daha babasının ifadesine başvururlar. Babası bu defa ifadesinde 'Komünist kızım hep abisinde kalıyor' der. Bunun üzerine abisini alıp götürüyorlar. 12 Eylül sıkıyönetiminin ünlü işkencehanelerinden olan İkincidere'de 15 gün işkence ediyorlar. Bu süreçte Ayşe Yılmaz Ankara'dadır. Askerler sık sık babanın yanına uğrar; 'Kızın nerde, onu getirip bize teslim edecektin' derler. Baba da canhıraş büyük bir gönüllülükle komünist kızını bulmak için olağanüstü bir çaba sarf ediyor. Baba bakıyor kızının yakalanacağı yok, gidip Hürriyet gazetesine ilan veriyor. İlanda 'Kızım devlet çok büyüktür, gel teslim ol, devletin güvenli kollarına kendini teslim et...' Ayşe Yılmaz iki devlet zulmü görüyor. Bir evdeki devlet yani baba, diğeri de dışarıdaki devlet. 'Ben tercih etmedim o insanın benim babam olmasını, ama benim yaşamımda, her alanda kötü bir iz bıraktı' şeklinde anlatıyor. Baba büyük gönüllülükle devlete çalışmasına rağmen o da gözaltına alınarak işkenceden geçer. Ayşe Yılmaz kaçak bir hayat sürer ve sürekli ev değiştirmek zorunda kalır. Kalma olasılığı olan evler sürekli basılır. Bir akrabasının evi birkaç kez basılır. Ev baskınları haftada birkaç gün yapılır ancak 8 yılına doğru baskınlar azalır. 83 yılında işe giren Yılmaz, 87 yılına kadar çalışır ve sigortalı olmayı kendi isteğiyle istemez. Nedeni ise güvenlik soruşturması olur ve durumu ortaya çıkabilir. 85 yılına kadar ailesiyle görüşmeyen Yılmaz, babasının isteği üzerine görüşmeyi kabul eder. Fakat babasını tehdit ederek randevu verir. Çünkü babasının kendisini devlete ihbar etmesinden çekinmektedir. Babasıyla görüşmesini, 'Ben de o da çok korkmuştu' diye anlatıyor. Ayşe Yılmaz, 12 Eylül'ü babasının eliyle çok daha ağırlaşmış olarak yaşadığını söylüyor. 12 Eylül'den sonra insanların kendilerini eve almaktan çekindiklerini anlatan Yılmaz, 'Bu 12 Eylül'dür, cuntadır, ne olur bize gelme, çoluğum çocuğum var. Benim orda olmam onların yaşamını tehlikeye atabilirdi. Çünkü 12 Eylül sorgulayarak gitmiyordu bir şeylerin üzerine. Yani ben ne yapmıştım? Bunun sorgulamasını yapabiliyor musun, yapamıyor musun? Bunun babası bile buna komünist demişse bu böyledir. Onun için o insanlara ben fazla bir şey diyemiyordum. Bırakın suçlamayı zarar vermeme adına hep geri çekiliyordum' diyor. Babası bir gölge gibi sürekli Ayşe Yılmaz'ın peşindedir. 83'te aynı zamanda avukatı da olan erkek arkadaşını babası ihbar eder. Tutuklanıp 4 yıl içerde kalır, sonrasında uzun süren bir sakatlıktan kurtulamaz. Babası ve ailesinin baskısı sonucu erkek arkadaşından ayrılmak zorun kalır. İnsanın babasının ölmesi nasıl bir histir bilinmez ama Ayşe Yılmaz'ın öyküsü burada bile hayli çarpıcı, o babası öldüğünde beyin olarak rahatladığını söylüyor. Çünkü babası 12 Eylül'ün gölgesi gibi sürekli ardındadır. Ayşe Yılmaz 95 yılında pasaport başvurusu yapar. Dosyası zamanaşımından düşmüştür diye düşünüyor. Ancak pasaport başvurusunda babasının 12 Eylül'de kendisi hakkında verdiği şikayet dilekçesiyle karşılaşır. Ayşe Yılmaz, 'Ben de 12 Eylül'ü böyle yaşadım' diye anlatıyor. 12 Eylül'ün gölgesi gibi peşine düşen bir baba ve kaçak hayatı...

*Dut Ağacı Kolektifi
(Yarın Neden 12 Eylül)


Hazırlayanlar:
Sanem ERDİL - Lisya YAFET - Züleyha DEMİROK *

12 EYLÜL DARBESİ - 2


12 Eylül kurumları otoriter zihniyet tarafından tasarlanıp biçimlendirildi. Kişileri kurumun amacına uygun davranmaya alıştırılıp, kalıplaştırıldı. Sadece bununla yetinilmedi, herkes bu hiyerarşik sürece dahil edildi. Bu zihniyetle YÖK ve HSYK kuruldu, Milli Güvenlik Kurulu yeniden dizayn edildi.
Darbe resmen kurumsallaştı

'burada ve bu kadar: firari arzulayan bir ömür zamanın ve
mekânın tahakkümü karsısında, toplumun ve kurumların
dayattığı gündelik hayat karşısında, bu yüzyıl sonunda (ve başında),
kendi yokluğuna sen bir bilgi gibi ağıt
yaktığında,
ağıt, ağıt olmaktan çıkar ve bir lanete dönüşür - belki.'

Işık ERGÜDEN


J. P. Sartre 'Duvar' adlı öyküsünde haklarında idam cezası verilmiş tutuklulara uygulanan ruhsal işkenceden bahseder. Üç tutuklu şafakla birlikte idam edilecektir ve akıllarındaki tek şey canlarının ne kadar acıyacağıdır; '-Biliyorsun değil mi? İnsanın suratını allak-bullak etmek için gözlere ve ağza nişan alırlarmış. Bir saattir başımda, boynumda ağrılar var. Gerçek ağrı değil, daha da kötüsü, yarın sabah duyacağım ağrılar bunlar. Ama ya sonrası...'

Sonrası malum... Zihne ve bedene uygulanan her işkence her yerde her zaman sonrasını ağrılarıyla birlikte yeniden yarattı... Bu süreçlerin en belirgini olan darbelerin ötekiler üzerinde ruhsal ve travmatik sonuçlar doğurduğunu, kurduğu kurumlar ve hegemonyasıyla bunu sürdürdüğünü söylemek mümkün... Bu işkence dolu günler yalnızca Türkiye'de değil dünyanın çeşitli ülkelerinin (Latin Amerika, Venezüella, Şili, G. Afrika, Yunanistan) siyasi tarihlerinde yaşanan öylesine kara günler olarak hafızalarda yer edinmemiş, farklı toplumsal yapılar olarak hayatlara inen ani felçler olmuşlardır...

Biz de herkesin soluduğu bu acılı tarihin parçaları olduğumuz için, yaşadığımız yerlerde kentlerimizde, sokaklarımızda, okullarımızda, işyerlerimizde, sağımızda, solumuzda, kısacası yaşamımızın tüm alanlarında 12 Eylül'ü ve ağrısını hissettik. Çok boyutlu etkisi belirli alanlara yansırken, çoğu zaman bu kötü huylu tümörün kanser etkisi yarattığı ve bunun da es geçildiğini söylemek mümkün. Egemenlik ilişkileri dünü ve bugünü tanımlarken yaşananları nasıl bir süzgeçten geçiriyorsa, neleri gizleyip neleri görünür kılıyorsa aynı şekilde neleri yok ettiği, neleri ters yüz ettiği, hayatları nasıl parçaladığı, uzun süren etkisini nasıl yitirmediğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu yüzden siyasi tarihi kesintiye uğratan, demokratikleşmenin gelişmesinin önünü tıkayan 12 Eylül dönemi yarattığı bunalım ve bugün halen var olmaya devam eden köklü, resmi ideolojik kurumlarıyla da tartışılması gereken bir süreçtir. Çünkü bir çeşit organizma şeklinde örgütlenen 12 Eylül kurumları otoriter zihniyet tarafından tasarlanıp biçimlendirildiği ve varlık nedeni müdahalecilik üzerine inşa edildiği için kişileri kurumun amacına uygun davranmaya alıştırıp kalıplaştırdı.. Sadece bununla da yetinmedi, herkesi bu hiyerarşik sürece dahil etti...

24 OCAK KARARLARI

Toplumu nefessiz bırakan 12 Eylül öncesinde, Demirel'in 1979'da Turgut Özal'a hazırlattığı ekonomik istikrar programı IMF'nin daha önce yaptırmak istediği hedeflerle uyuşan ve Türkiye ekonomisini tam olarak yabancı sermayeye açan 24 Ocak 1980 kararları ithal ikame döneminin sonunu getirmişti. Kısacası Türkiye'nin 1975'ten itibaren yeni bir sürece girdiğini, bunun kırılma noktasının 24 Ocak 1980 'ekonomik tedbirleri' ile bunu izleyen 12 Eylül olduğunu söylemek mümkün. Ucuz emek piyasalarını hedef alan ve rantçı yaklaşımlarla dünya ekonomileri ile entegre olacak bu yeni düzen sosyal devlet anlayışını giderek yok edecek, sendikaları anti-demokratikleştirecek, örgütlenmeyi bitirip bireyciliği önplana getirecek, sağlık, eğitim gibi alanları ticarileştirecekti. Kuşkusuz 24 Ocak kararları ve dönemin hemen ardından gelen 12 Eylül süreçleri bugün halen üzerinde tartışılan konulardır. Hukuksal temelleri hazırlanmadan politikada, ekonomik hayatta yaşanan bu dönüşümler toplumsal yaşamı da derinden etkileyecek, militarizmi gündelik hayatın orta yerinde yaşatacaktı. Yine 12 Eylül döneminin çevre yasasının amaç maddesinde: 'önce ekonomik kazanç' cümlesiyle çevreyi yatırımlara teslim eden bir anlayış ortaya çıktı. Böylelikle her şey tüketilebilir birer nesneye dönüştürüldü. Turizm ve Teşvik Yasası ile de tarihsel sit ve doğal alanlar çok yıldızlı tesislere kiralandı. Örneğin; 12 Eylülün ekonomik kurmayı Turgut Özal Köyceğiz, Antik Psilis kenti üzerine inşa edilen tatil köyünün açılışında, 'Roma ve Bizans'tan kalma taş kalıntılarını mı, yoksa lüks otellerini mi tercih edeceğiz' diyerek, traji-komik bir açıklama yapıyordu. Önce ekonomik kazanç anlayışını çevreciliğe aşılayan, böylece çevreyi yatırımlara teslim eden dünyanın tek çevre yasası 12 Eylül ile birlikte neoliberal politikaların da önünü açıyordu.

YÖK KURULUYOR

Tek başlarına yaptıkları iş, görev ve sorumluluklarının, yetki sınırlarının bir anlamı olmayacağı gibi yasal dayanaklarını dönemin militarist yönetim zihniyetinden alan kurumlar varoluşlarını yeniden resmi ideolojilerin yarattığı güç mekanizmasından almışlardır. Kendi gerçeklerini varoluş amaçları çerçevesinde oluşturan bu kurumlardan eğitim ve öğretim kurumu olan YÖK 6 Kasım 1981 yılında kurulmuştur. 12 Eylül askeri darbesinin nihai amacı olarak muhalif yaşam alanlarını baskı altına alma fikri eğitim alanında YÖK kurumu ile gerçekleştirilmiştir. 1982 Anayasası'nın 130 ve 131 maddeleri bu amacı garanti altına alıyordu:

1. Üniversiteleri özerk yönetim yerine merkezi ve hiyerarşik bir yapı ile yönetmeyi öngörmesi, 2. Üniversitelerin üst yönetim kadrolarının belirlenmesinde (öğretim elemanları, öğrencileri ve çalışanları yerine) YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilir ve atanır ilkesinin benimsenmiş olması, 3. Mali ve idari özerklik yönünden doğrudan merkeze bağımlı olması, 4. Türk yükseköğretimi ve üniversiteleri evrensel ölçekte bilim ve fikir üretmek yerine ulusal ölçekte dar bir çerçeveye indirgenmiş olması. Bu maddelerle YÖK'ün üniversiteleri merkezci yetkilerle donanmış olarak kontrol altında tutma anlayışı bugün dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bulunmamaktadır. Hatta Silahlı Kuvvetler'in ve MGK'nin kendi yapısı bile bu kadar merkeziyetçi değildir.

Akademik, kurumsal ve idari yönden kurulduğu günle aynı zihniyeti taşıyan YÖK bugün hiçbir ilerleme kaydedememiş durumdadır. Söz konusu kurum gün geçtikçe bilimsel özgürlükleri sınırlandıracak, bünyesindeki üniversitelere özerklik tanımayacak, istediği takdirde özgür düşüncelerin kalemini kırabilecekti. Darbe ertesinde kurulmuş olması bu kurumda darbenin anti-demokratik zihniyetini ve uygulamalarını görünür ve şeffaf kılacak, kendi kurumsal ideolojisine ters düşen öğrencileri güvenlik güçleri, soruşturmalar ve okullarından uzaklaştırmalarla pasifize etmeye devam edecektir. Bu anlamda 2547 sayılı YÖK Yasası'nın 4. Maddesi de rejimin beklediklerini ve amacını açıkça ifade eder. 'Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk ulusunun milli, ahlaki ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın onur ve mutluluğunu duyan öğrenciler yetiştirmek' olan bu yasayla birlikte devlete karşı sorumlulukları bir davranış biçimine dönüştürme amacını içerdiğini ve ırksal bir üstünlüğü diğer etnisitelere karşı kullandığını söylemek mümkündür. Halen bile üniversitelere yazı yollayarak 'bölücü faaliyetlerin izlenmesini' bunlara karşı faaliyetlerin düzenlenmesini ve düzenli raporlarla bu faaliyetlerin YÖK'e bildirilmesini isteyen görev yazılarını da yollayan aynı kurumdur... Üniversitelerin apolitikleştirildiği, yer seçimi olarak merkezden uzak yerlere konumlandırıldığı, resmi ideolojinin yönlendirildiği biçimde kadrolaşmasına izin verildiği ve sonuç itibari ile kuruluş amacına hizmet ettiği düşüncesini YÖK kurumu çerçevesinde birleştiren Türk resmi ideolojisi, bu anlamda başarılı olmuştur, diyebiliriz.

MGK DİZAYN EDİLİYOR

Aynı şekilde Milli Güvenlik Kurulu da her ne kadar 1933'te gizli kararname ile kurulsa da, 1960 darbesiyle resmileşir ve son olarak 82 Anayasası'nda dizayn edildiği söylenebilir. 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan MGK, Kenan Evren'in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacak bir yapıya dönüştürülmüştür.

Yine bu dönemde devlet yönetiminde söz sahibi olan kuvvet komutanlıklarının prestijini arttırmak, askeri bürokrasinin mekansal gereksinimlerini karşılamak için devletçilik akımının da beslediği, kurumsal resmi ideolojiden pay alan sembolizm ve anıtsallıkla döşenmiş yeni yapıların yapıldığı görülür. Örneğin gazi ordu evi, başkent ordu evi, OYAK siteleri, Maltepe ordu pazarı, bu dönemdeki yapılardır. Görüldüğü gibi iktidar modeli ve ekonomik programları ile bu yasalar hem 1970 sonrası burjuvazisinin özlemlerini hem de militarist yapılarının argümanlarına paralel düşmüştür.

Modern toplum çeşitli mekanizmalarla bireyi sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutan sistemler geliştirmiştir. Bugün 12 Eylül ve kurumlarının toplumsal işkence ve acıları da bu mekanizmalar sonucunda yaşanmaktadır. Yaratılan kurumsal sistem sayesinde insan kendi doğal gerçekliğinden koparılmış, sistemin sahte hayat paradigmalarına inandırılmış ve ne yazık ki 12 Eylül'ün kanserli düşünceleri sinsice tüm yaşam alanlarına sokulmuş durumdadır. Fanon'un koloniyal boyun eğdirme politikası üzerinden insan ruhunun nasıl altüst olduğunu ve tüm bunların psikanalitik süreçlerle açıklanabildiği tezi günümüz kurumların gidişatında izlenen politikalarla benzerlik göstermektedir. Gün geçtikçe bu kurumların işleyişi kötüleşmiş, adı üstünde çeşitli iyileştirmeler ve rötuşlarla kanserli hücrelere her geçen gün yenileri eklenmiştir. Kurumların yapısında ve işleyişinde topyekün bir değişikliğe gidilmeden devlet mekanizmalarında demokratik bir iyileşmeden söz edilemeyeceği açıktır. Sonuç itibari ile darbe sonrası oluşan toplumsal yapı içinde yaşanan kurum içi ve kurumlar arası sömürgeci yaklaşımlar ancak toplumsal uyanışın gerçekleşmesi ve demokratik, özgür düşüncelerin yetişmesi ile mümkün olacaktır.

TARTIŞMALARIN ODAĞINDAKİ HSYK

Bugün üzerine en çok kıyamat kopartılan 12 Eylül'ün kurumlarından bir diğeri olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 13 Mayıs 1981 tarihinde kurulmuştur. Kurulun görev ve yetkileri anayasanın 159. maddesinde şu şekilde belirtiliyor:

1. Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçmek.

2. Adalet Bakanlığı'nın, bir mahkemenin veya bir hâkim veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlamak.

3. Hakim ve savcıların;

a) Mesleğe kabul etme,

b) Atama ve nakletme,

c) Geçici yetki verme,

d) Her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma,

e) Kadro dağıtma,

f) Meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme,

g) Disiplin cezası verme,

h) Görevden uzaklaştırma,

İşlemlerini yapmak.

4. Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek.

Kurumun teşkilat yapısı da önemlidir. Buna göre kurulun üç asil ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulun'un, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulu'nun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul, seçimle gelen asıl üyeleri arasından bir başkanvekili seçer. Yargıyı yönetmek için bir tür mikro milli güvenlik konseyi olarak kurulan HSYK de tıpkı YÖK gibi darbe dönemini yansıtan anlayış ve zihniyetlerle doludur. Aslında teknik işlevi açısından yargıçların ve savcıların terfi özlük hakları konularında yetkili olan bu organ tek başına bir yargı organı değildir. Türkiye'de ise HSYK benzeri bir sistemin 27 Mayıs darbesinden sonra çıkarılan 1961 Anayasası'yla getirildiğini biliyoruz. Darbe anayasası ile kurum içinde millet iradesinin nasıl sıfıra indirgendiğini anlaşılmaktadır. Üyelerinin tümünün yüksek yargı tarafından seçildiği bir yüksek yargısal kurulun hiçbir Avrupa ülkesinde bulunmadığını unutmamak gerekir. İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Polonya ve Slovenya gibi yargısal kurullara yer veren Avrupa ülkelerindeki ortak özellik, karma oluşumun benimsenmiş olmasıdır. Bu ülkelerdeki yüksek yargısal kurulların oluşumunda yüksek yargının seçtiği üyeler yanında ilk derece mahkemelerinde çalışan hâkimlerin kendi aralarından seçtiği üyelere de yer verilmektedir. Öte yandan Avrupa'daki bu ülkeler içerisinde kurula parlamentonun üye seçmediği bir örnek bulunmamaktadır. Bu ülkelerde parlamentonun belli sayıda üye seçmesinin 'demokratik meşruiyet' açısından önemi de göz önünde tutulmaktadır.

Teşkilat yapısı ve işleyişi ile HSYK ile 12 Eylül zihniyetinin yargı içinde derinleşmesi, örgütlenmesi, yaygınlaştırılmasına hedeflenmiştir. HSYK'nin aldığı kararlar da yapısını deşifre etmede bir ölçüt olarak görülebilir. Bilinen bazı kararlar şöyle: Susurluk davasına bakan DGM başkanının değiştirilmesi, banka hortumcularına ceza veren mahkeme başkanının görevden alınması, 12 Eylül darbecileri hakkında iddianame yazan ve Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcıların meslekten atılması... Bunlardan özellikle Susurluk hâkiminin değiştirilmesi, ülkenin kaderini doğrudan etkileyen bir karardı. Birçok sanık ceza almadan kurtulduğu gibi ülkedeki derin yapılanmanın da üzeri örtüldü. Bu karar alınmasa belki de Türkiye, Gladyo ve Ergenekon tipi darbeci yapılarla yıllar önce hesaplaşmaya başlayacaktı. 12 Eylül ve Şemdinli olaylarını soruşturan savcıların meslekten atılması sonuçları bakımından aynı amaca hizmet etti. Kısacası HSYK 'adli persfektifini', Cumhuriyet'in ana tanımı üzerine yerleştirdi. İşte bu tanıma göre de, asker suç işleyebilecek bir fail değildir. Toplum, vatandaş suç işler ama asker hiçbir zaman suç işlemez...

Hazırlayan: Ayşegül LAÇİN - Emrah TUNCER*

*Dut Ağacı Kolektifi
(Yarın: 12 Eylül'ü tanıkları anlatıyor)

Bu yazı 12 Eylül 2010 tarihli Günlük Gazetesi 'nde yayınlanmıştır.

12 EYLÜL DARBESİ - 1


Darbeyi adım adım hazırladılar

Halkın tepesine bir karabasan gibi çöken 12 Eylül 1980 askeri cuntası, darbe koşullarını adım adım hazırladı. Cuntacılar, önce 1 Mayıs 1977 Katliamı yaptı, daha sonra Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarıyla darbe zemini oluşturarak yönetime el koydu. Bedeli ağır oldu.

12 Eylül Cuntasının Ayak Sesleri

Türkiye'de 1960'lı yıllardan itibaren toplumsal altüst oluşlar ile birlikte grev, fabrika işgali, sokak direnişi yöntemlerinin tamamını kullanarak yükselen işçi sınıfı hareketi, egemenlerin önündeki en önemli engellerden biri haline gelir. İşçi hareketinin yükselişi, sınıfın temel ekonomik istemlerini dahi savunmaya niyeti olmayan Türk-İş'e alternatif Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurulması ile sendikal alandaki ifadesini de bulur. 12 Mart 1971 darbesi ile gelişen toplumsal mücadele iki yıl boyunca geriletilmiş, ancak 12 Mart cuntasının etkisini kaybettiği 1973'ten itibaren toplumun bütün kesimlerinden tekrardan itirazlar gelişmeye başlar. Yarım yüzyıllık 1 Mayıs yasağının 1976'da Taksim Meydanı'nda düzenlenen ve yüz bini aşkın kişinin katıldığı görkemli mitingle aşılması, Kemalist rejimin işinin hiç de kolay olmadığını gösterir. 1 Mayıs 1977 tarihinde yalnızca İstanbul'dan değil, ülkenin her yanından sendikaların ve devrimci grupların Taksim Meydanı'nda dev bir gövde gösterisi gerçekleştirecek oluşu, devletin büyük bir katliam planlamasının esas nedenidir. Sol içi silahlı çatışmaların yayılmasının yarattığı kafa karışıklığının kendisine sunduğu avantajları da sonuna kadar değerlendirmeyi uman devletin resmi ve gayri resmi silahlı güçleri, 1 Mayıs 1977 sabahında son hazırlıklarını yaparak alanı doldurmaya başlayan emekçi yığınlarını beklemeye başlarlar. 12 Eylül 1980 askeri cuntanın yönetime el koyacak darbesinin ilk katliamı İstanbul Taksim'de 1 Mayıs alanında tezgahlanır.

1 MAYIS 1977 KATLİAMI

Büyük bir katılım ile gerçekleştirilen 1977 1 Mayısı'nda kürsüye çıkan o dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasını tamamlamak üzereyken, Sular İdaresi'nin üzerindeki kontrgerilla görevlilerinin uzun namlulu silahlarla kitlenin üzerine doğru ateş etmeye başlamaları ile katliam başlar. Bu ilk ateşten sonra, bir gün önceden İntercontinental Oteli'ne (bugünkü The Marmara Oteli) yerleştirilmiş olan tetikçiler de kitle üzerine ateş etmeye başlarlar. Otelin yanındaki binalardan da sürekli olarak ateş edilmeye başlanır. Ardından Renault marka bir araba ile alana giren 4 kişilik bir grup da kitleye doğru ateş etmeye başlar ve polisler tarafından durdurulmaksızın Gümüşsuyu istikameti yönünde gözden kaybolur. Kurşunlara hedef olmamak için yerlere yatan insanların arasına dalan panzerler de insanları ezmeye başlar. Meral Özkol polis panzerleri altında ezilerek katledilir. Canını kurtarmak için Kazancı Yokuşu'na doğru yönelen binlerce kişiyi başka bir ölüm tuzağı bekler. Zaten dar olan yokuşa büyük bir kamyon park edilmiştir. Buradaki panik sırasında 28 kişi ezilerek yaşamını yitirir. O gün 1 Mayıs'a katılan 34 kişi öldürülürken, 126 kişi de yaralı kurtulur.

MARAŞ KATLİAMI

1 Mayıs 1977 Katliamı'ndan sonra ikinci bir katliam da Maraş'ta gerçekleştirilir. Maraş'taki katliam iki solcu öğretmenin öldürülmesiyle başlar. Katliam 23 ve 24 Aralık 1978'de gerçekleştirilir. Katliamın hazırlıkları 8 ay öncesinden yapılır. Alevilerin ve solcuların çoğunluk olarak yaşadıkları semt ve mahallelerde görevli olduklarını söyleyen bazı kişiler, nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek evleri tek tek dolaşmakta, evlerde kaç kişinin yaşadığı gibi sorular sormakta ve evlere yeni numaralar vereceklerini söyleyerek kapılara kırmızı boya ile işaret koymaktadırlar. Bazı belgelerde ise PTT görevlileri olduklarını söyleyen kişiler, mektupların kaybolmasını engellemek için bir çalışma yaptıklarını söylemek suretiyle kapılara boyayla işaretler koymuşlardır. Bu işaretlemelerin amacı, Alevi ve solcu evlerini belirlemektir. Maraş Katliamı olayları, 19 Aralık günü tesiri az bir patlayıcının patlamasından sonra 'Müslüman Türkiye', 'Milliyetçi Türkiye', 'Komünistler Moskova'ya', 'Başbuğ Türkeş' gibi tahrik eden sloganlarla başlar. 19 Aralık'ta başlayan olaylar 25'ine kadar devam eder. Olayların sonucunda resmi rakamlara göre 104 kişi, yaşayanlara göre de 111 kişi yaşamını yitirmiş, 1000'in üzerinde insan yaralanmış, 552 ev ve 289 işyeri tahrip edilip, yakılmıştı. En son Hatay/Dörtyol'da 'Kürtler polisimizi öldürdü' diyerek sokaklarda binlerce ırkçının Kürt mahallelerine saldırmaları, işyerlerini, evlerini talan etmeleri ve kentten atmak istemeleri ile aynı refleksler üzerine yapılan katliam provasına tanık olduk.

1978 SİVAS KATLİAMI

Darbe öncesi üçüncü büyük katliam ise Sivas'ta gerçekleşir. 1978 Eylül ayının 4. gününde Alibaba Mahallesi'nde halk, pazaryerinde bayram alışverişi yapmaktadır. Bu sıralarda mahallenin üst kesiminde bulunan Çukurtarla semtinde Maraş'takinin benzeri patlayıcı bir madde atılıyor ve yoldan geçenlere saldırılıyor. Önceden hazırlanan plan gereğince aynı anda faşist bir grup da Alibaba Mahallesi pazaryerindeki halka silahla saldırarak 'Ey Müslümanlar ne duruyorsunuz, Aleviler, komünistler namazdan çıkan Müslümanlara saldırdı, Müslümanlar katledildi' diyerek saldırılarını ve tahriklerini sürdürürler. Bu sırada yaşlı bir kadın saldırganın açtığı ateş sonucu öldürülür, birçok kişi yaralanır bu saldırıda. Pazar yerindeki tüm eşyalar, araçlar talan ve tahrip edilir. Giderek büyüyen kalabalık mahalle aralarına dalarak, evleri yakma, yıkma girişimlerini yoğunlaştırır. Olay giderek büyür ve tüm bölgeye yayılır. Aynı anda İnönü ve Yiğitler Mahallesi'nde de saldırılar başlar. Olayların başladığı birinci gün, 6 kişi öldürülürken yüzlerce insan yaralanır ve bine yakın ev ve işyerinin tahrip ve talan edilmesiyle sonuçlanır. Böylelikle askeri bir darbeye zemin hazırlanır. Ve 12 Eylül askeri darbesi varlığını hissettirmeye başlar.

ÇORUM KATLİAMI

12 Eylül askeri darbesi öncesi gerçekleştirilen son büyük katliam tezgahı Çorum'da gerçekleştirilir. Çorum olayları ile darbe artık iyiden iyiye kendisini hissettirirken, hafızalardan silinmeyecek bir tablo çıktı ortaya. Çorum olayları şöyle başlar: 27 Mayıs 1980'de Gün Sazak'ın öldürülmesini bahane eden karanlık güçlerin kışkırttığı MHP'lilerin öncülüğündeki grup, 28 Mayıs günü Çorum'un en işlek caddelerinde terör estirmeye başlar. Dükkanlar yağmalanır, Alevi demokrat esnaflar dövülür. Alevilerin yoğun olduğu Milönü Mahallesi'ne saldırı olur. Çorum'da katliamın startı verilmiştir ve bu saldırılar belli aralıklarla 5 Temmuz 1980'e kadar sürer. Çorum'daki katliama polis ile TRT de dahil olur. Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum'da operasyona girişirler. TRT de 'Çorum'da Alaaddin Camii'ne patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı' haberini sık sık vererek kitleleri kışkırtma rolünü üstlenir. Çorum'da da telsizlerle 'Aleviler camiyi bombaladı' söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü'ne koşarlar. Oysa camiye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Ama artık harekete geçirilen kontrolsüz kitleler, karanlık güçlerin öncülüğünde bir katliama girişirler. Katliam, 57 yurttaşın hayatını kaybettiği, 200'ün üstünde yaralı; 300'e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle tarihin en karanlık sayfaları arasında yerini aldı.

12 EYLÜL GÜNÜ

Böylece 1 Mayıs Katliamı ile başlayan darbe süreci, 12 Eylül 1980 tarihinde tamamlanmış oluyordu. Artık ülkede hakimiyet tamamen ordunun eline geçmişti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren 12 Eylül'de radyo ve televizyondan bir konuşma yaparak yönetime el koyacaklarını duyuracaktı. Evren konuşmasına şöyle başlar: 'Aziz yurttaşlarım, bir defa daha belirtiyorum ki silahlı kuvvetler aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlevlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır' diyerek darbe yaptıklarını duyurur.

12 Eylül askeri darbesi ile Türkiye'de TSK, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından yönetime üçüncü defa el koyuyordu. Bu müdahale ile ilk etapta ülkenin bütün kentleri, kasabaları, köyleri, sokakları büyük bir askeri yığınak ile adeta işgal altına alınıyordu. Sabaha doğru radyo ile darbeyi açıklayan askeri cunta, Süleyman Demirel'i başbakanlıktan aldıktan sonra TBMM'yi de lağvediyordu. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası, yeni bir anayasa yapılmak üzere tamamen rafa kaldırılıyordu. Böylelikle Türkiye'de askeri hakimiyet bir kez daha kendisini gizleme gereği duymadan doğrudan iktidara geçmiş oldu. Bu dönem, yaklaşık dokuz yıl sürdü. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler de, geçici de olsa alt-üst edildi. Ülkede askeri bir işgal gibi hakimiyetini gösteren askeri darbe ile 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Hak aramanın, itiraz etmenin bütün araçları yok edilmişti. Ülke tamamen askeri cuntanın esareti altına geçmişti. İşgal altındaki bir ülke görünümünde açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, bunlardan 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).

Milli Güvenlik Konseyi'nin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan anayasa ise, 1982 yılında halk oylamasına sunuldu. Askeri hakimiyet altında gidilen halk oylamasında yüzde 92'lik 'Evet' oyu ile büyük farkla kabul edildi. Hayır demenin işkence ve de zulüm anlamına geleceği düşünülürse bu sonuç şaşırtıcı olmamalı. Kabul edilen anayasada, generallerin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı bugüne kadar sürdü.

12 EYLÜL BİLANÇOSU

İnsanların yaşadıkları işkenceyi, acı ve zulmü rakamlar ile açıklamak yeterli değildir ancak ülkede yaşanan ortamı vermesi açısından aşağıdaki bilanço ibret verici bir tablo çıkarıyor.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

30 bin kişi 'sakıncalı' olduğu için işten atıldı.

14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına gitti.

300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

171 kişinin 'işkenceden öldüğü' belgelendi.

937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.

3 gazeteci silahla öldürüldü.

Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

39 ton gazete ve dergi imha edildi.

Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

14 kişi açlık grevinde öldü.

16 kişi 'kaçarken' vuruldu.

95 kişi 'çatışmada' öldü.

73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi.

Hazırlayan: Ercan Aktaş - Ceyhun Erdem *


* Dut Ağacı Kolektifi
(Yarın: Darbenin ürünü kurumlar)

Bu yazı 11 Eylül 2010 tarihli Günlük Gazetesi 'nde yayınlanmıştır.

Yerelden ve yerinden yönetim -3


Bask Ülkesi

Dil: Baskça
Başkent: Vitoria-Gasteiz

Basklılar, kendilerini İber Yarımadası'nda başkalarına karışmayan tek ırk olarak görürler. Bağımsızlık ve özgürlük duyguları ile koyu Katolik oluşları onların tarihlerine yön vermiştir. 8. yy'da İspanya'yı fetheden Araplara karşı çetin savaşlar yapmışlardır. Basklılar, önce Leon ve Navarre krallıklarına, sonra da 1202 yılında Kastilya Krallığı'na bağlandılar, fakat hepsinde de vergiden ve askerlikten muafiyet gibi özel imtiyazlar elde ettiler.

İspanya'nın çekirdeği olan Aragon ve Kastilya krallıklarının, başından beri ayrı kurumlara sahip olması, yönetsel yaklaşım farkları ve en önemlisi birbirleriyle tarihsel süreç içinde entegre olamamaları sonucu, İspanyol ulusal bilinci oluşamamıştır. Farklı etnik kökenlerin varlığı ve farklı siyasal-sosyal kurumların yan yana yaşaması, birbiriyle kaynaşmayan, karışmayan bir birliktelik ortaya çıkarmıştır. Bu ortamda, zaten özerk olan Basklılar ve Katalanlar, sosyal ve ekonomik serbestliğe sahiptiler.

Devletin merkezileşme süreci bağlamında, Bask bölgesi ve Katalonya gibi özerk bölgelerin bazı yönetsel hakları ve imtiyazları ellerinden alındı. Kastilya'ya bağlı fakat özerk bir bölge olan Bask ülkesinin, asırlardır sahip olduğu bu ayrıcalıkların ortadan kalkması, o zamana değin Kastilya'yla hiç sorunları olmayan Bask ülkesinde tepkilere yol açtı. Liberal, laik ve merkeziyetçi yönetime karşı, gelenekselci, Katolik ve statüko yanlısı olan sürgündeki 7. Carlos'u destekleyen Karlizm akımı, özellikle Bask ülkesi, Navarre ve Katalonya'da destek buldu. 1833-1839 yıllarındaki 1. Karlist Savaşları'ndan sonra Basklılar, yönetsel haklar ve vergi konusundaki bazı ayrıcalıklarını sürdürdü. 1870-1876 yıllarındaki 2. Karlist Savaşları'ndan sonra ise, yönetsel özerklik tamamen ortadan kalktı. Asırlardır özerk yaşayan ve önemli imtiyazlara sahip olan Basklılar, tüm bu ayrıcalıklarının ellerinden alınması sonucu, merkezi devlete karşı büyük öfke duydular.

Bask Milliyetçi Partisi'nin (PNV) kurucusu olan Sabino Arana, Bask milliyetçiliğinin temel unsurlarını 1880-1890'lı yıllarda ortaya koydu. Arana'ya göre, Bask milliyetçiliğinin temeli, Bask ırkının korunmasıydı. (Coverdale, 1979, 150). Bask milliyetçiliğinin çıkış noktası, Bask ırkının korunması ve Basklıların kendilerini İspanyollardan soyutlaması, onlarla hiçbir şekilde karışmaması şeklinde özetlenebilir. Ayrıca Arana, 1893 yılında yayınladığı Biskaya adlı eserinde, Fransa'ya bağlı 3 Bask bölgesiyle, İspanya'nın kuzeyindeki Alava, Guipuzcoa, Vizcaya ve Navarre'in oluşturduğu bir federal bütünden bahseder.

Basklıların dili olan Baskça (Euskera) ise, Bask ırkının İspanyollarla karışmasını engelleyici bir araçtı. Öyle ki Arana bir demecinde, 'Eğer hasımlarımız dilimizi öğrenirlerse, derhal onu bırakıp Rusça, Norveççe ya da başka bir dil öğrenmeliyiz' demişti. Bask milliyetçiliğinin yaygınlaşmasında asıl rolü, orta sınıftan din adamları üstlenmişlerdi. Bask milliyetçiliği bu bakımdan, dili, kültürü esas kabul eden Katalanların kültürel milliyetçiliğinden ayrılır. Bask milliyetçiliği endüstrileşmeye karşıydı, çünkü bu İspanyol devletine ekonomik bağımlılık demekti, ayrıca Bask bölgesine çalışmak için gelen göçmenlerin sayısını da artıracaktı. Bask milliyetçiliği, Karlist bir temele dayanır. Karlizmin modernliğe karşı olan gelenekselci ve koyu Katolik yapısı, Bask milliyetçiliğinde de mevcuttu. Basklılar, son derece dindar insanlardı.

II. CUMHURİYET SÜRECİ

II. Cumhuriyet döneminde (1931-39) Bask ülkesi, Katalonya ve Galicia gibi 'tarihi bölgelere özerklik tanınmıştı. Fakat bu dönem uzun sürmedi. İspanya, 1936-39 yılları arasında sağcılarla-(milliyetçi, dindar ve anti-komünist) solcuların (cumhuriyet yanlısı, laik) kardeş kavgalarına sahne oldu. 1939 yılında General Franco'nun zaferiyle iç savaş sona erdi. Yaklaşık 40 yıl süren Franko dönemi, bölgeselciliğe, komünizme ve demokrasiye karşı bir dikta rejimiydi. Franko döneminde Bask Milliyetçi Partisi (PNV) Paris ve Londra'ya yerleşti. Bu dönemde, PNV uluslararası konjonktürün de etkisindeydi.

Franko döneminde, özellikle Bask bölgesinde aşırı baskı uygulandı. Sürekli olağanüstü hal ilan edilerek, Bask dili, kültürü, kimliğiyle ilgili her şey baskı nedeni oldu. Yaşanan dikta rejiminin ve PNV'nin zayıflamasının etkisiyle, Bask milliyetçiliğinde önemli değişiklikler oldu. 1952 yılında PNV'nin liderliğinden hoşnut olmayan bir grup genç, Ekin adlı bir dergi çıkardı. Bu oluşum 1958'de ETA (Euzkadi Ta Azkatasuna- Bask Ülkesi ve Özgürlük) adını aldı.

1960'ların sonlarına doğru, uluslararası siyasi ideolojinin ve dolayısıyla Avrupa'daki öğrenci hareketlerinin etkisiyle, ETA'nın ideolojisinde esaslı değişiklikler olmuştur. Bu dönemde ETA, ulusal kurtuluşu Üçüncü Dünya Ülkelerinin (özellikle Küba, Vietnam ve Cezayir) deneyimleri doğrultusunda, sınıf mücadelesi bağlamında değerlendirmeye başladı. Bir tarafta emperyalist bir merkez (Madrid), diğer tarafta da onun kolonisi durumunda olan Bask bölgesi vardı ve burada baskı, sömürü hayatın bir parçasıydı. Bask ülkesi, Madrid'de bulunan kapitalistler için refah ve k�r üreten kenar bir bölgeydi. Bu durumda, ulusal bağımsızlık tamamen ezilenlerin kendi kurtuluşları için kararlı olmaları sonucu gerçekleşecekti ve bu kararlılık, şiddet yolu ile ve ezilenlerin hakkı olan şeyi elde edene kadar devam edecekti. ETA, bu yeni ideoloji ile Bask milliyetçiliğinin temel unsurlarından birçoğunu terk ediyordu. Her şeyden önce ETA, Katolik inancına rağmen artık laik bir toplumdan yana tavır aldı. Bask ülkesine çalışmak için gelmiş göçmenler de, sınıf mücadelesi bağlamında Bask halkının yanında yer aldı ve artık Bask ırkının homojen bir ırk şeklinde algılanmasından vazgeçildi. ETA çizgisini radikal bir şekilde değiştirirken, örgüt içinde de sosyalist ya da aşırı milliyetçi söylemi savunanlar arasındaki çatışma, 1974 yılında ETA'nın ETA p-m (sosyalistler) ve ETA-m (aşırı milliyetçi ve şiddet yanlısı) şeklinde ikiye ayrılmasına neden oldu. ETA p-m, 1981 yılında ordudaki aşırı sağcı subayların hükümeti ele geçirmek için yaptıkları başarısız darbe girişiminden sonra demokratik platformda mücadele etmeye başladı.

1978'de İspanya'nın demokratik anayasası yürürlüğe girmiştir. Bu arada, İspanya radikal bir devlet yapılanması sürecine girerek, 17 özerk bölgeye ayrılmıştır. Tüm bu özerk bölgeler, kendi özerklik kanunlarını yetkili kurullarınca yapacaklar fakat bunun onaylanması ulusal meclis tarafından gerçekleşecekti. Bu arada her özerk bölgenin, özerklik kanunu aynı değildi, bu onların tarihsel süreç içindeki siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarına bağlıydı. Bu bağlamda, Bask ülkesi, Katalonya ve Galiçya gibi özerk yaşamış bölgelerin durumları, diğer bölgelere oranla çok daha iyiydi.

Asırlardır Bask ülkesi, Katalonya, Galiçya gibi kenar bölgeler, Madrid'den daha fazla özerklik talep etmişlerdi. 2. Cumhuriyet döneminde taslakları hazırlanan ve onaylanan bu kanunlar, 1936'daki iç savaş ve Franko döneminin başlamasıyla uygulanamamıştı.

İspanya'nın demokratikleşme sürecinde, en önemli oluşum, yönetimsel gücün toprak bazında değerlendirilmesiydi. Dolayısıyla, 2. Cumhuriyet döneminde yarım kalan bu sürecin tamamlanması gerekiyordu. Bu amaçla 1981 yılında Özerklik Antlaşması yapıldı. Buna göre, ulusal kanunların özerklik kanunu yapabilmeye destek vermesi ve yönetimsel gücün merkezden özerk bölgelere kayabilmesi için gerekli düzenlemeler yapıldı.

İspanyol Anayasası'nın (1978) 2. maddesi: 'Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alır.'

1978 Anayasası'nın 2. maddesi, İspanyol ulusunun ayrılmaz bir bütün olduğunu, İspanya'nın tüm İspanyolların bölünmez vatanı olduğunu vurguluyor ve anayasanın bütün 'milliyetlere ve bölgelere özerklik hakkı tanıdığını garanti ediyordu. Burada milliyetler, Bask ülkesi, Katalonya, Galiçya gibi tarihsel süreç içinde özerk yaşamış ve 2. Cumhuriyet döneminde özerklik kanununa sahip olmuş 'tarihi bölgelerdi, bunların özerklik kanunlarındaki hakları çok daha fazlaydı. Bölgeleri ise Madrid, Andalucia, Valencia, Castile-Leon, Kanarya Adaları, Aragon, Castile-La Mancha, Balerik Adaları, Asturias, Murcia, Navarra, La Rioja, Cantabria ve Extremadura oluşturuyordu. Bunların özerklik sürecine geçmeleri, özerklik kanunlarına sahip olduktan sonra 5 yıl içinde söz konusu olacaktı.

Bugün siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel tüm demokratik haklarına, bayrak ve milli marşa sahip olan Bask halkının, büyük bir çoğunluğu, kendi özerklik kanunları olan Guernica Kanunu ile oluşturulan statükodan memnundurlar. İspanya'da ETA'nın saldırıları devam etmektedir ve yüzde 15 oranında bir kesim hâlâ ETA'ya destek olmaktadır. Silah bırakan IRA'ya rağmen, ETA hâlâ hayatta kalma savaşı vermektedir.

 Galicia

Dil: Galiççe
Başkent: Santiago de Compostela

İspanya'nın kuzeybatısında yaşayan tarihin en eski haklarından ve Avrupa'nın ilk krallığı olan bölgedir (Galiçya krallığı). Galiçya ismi Latince kökenlidir. Roma'nın burayı fethinden önce birçok kabile burada yaşamıştır. Galiçya bölgesel ve federal hareketi 19. yüzyılda başlamıştır. 1916'dan başlayıp 1920'ye doğru bu hareket tamamiyle milli bir hareket halini almıştır. 1931 yılında II. Cumhuriyet'in deklarasyonundan sonra Galiçya, referandum sonucunda otonom bir bölge olmuştur. 1936-75 yılları arasında Franco diktatörlüğü boyunca Galiçya'da, Katalonya ve Bask ülkesinde olduğu gibi dil ve özgürlükler yasaklanmıştır.

Şu andaki Galicia Özerk Yönetimi 16 Mart 1978 yılında kurulmuş, 1981 yılında güçlendirilerek bugüne gelmiştir. Hükümetin başında bir başbakan vardır ve yasama görevi özerk bölge parlamentosundadır. Bölgede Galiçyaca ve İspanyolca dilleri konuşulur. Bölgenin yüzölçümü 29.574 km² nüfusu ise 2.738.000 kişidir. Başkenti Santiago de Compostela şehridir. Şehrin katedrali önemli bir ortaçağ hac yolu olan Camino de Santiago'nun sona erdiği yerdir ve bu yol günümüzde halen yürünmeye devam etmektedir. 1981 yılında bu bölgeye özerklik verilmiştir. Ekonomisi balıkçılık ve imalat sanayine dayanmaktadır.


Sonuç

Sanayi devrimi ve ulus devlet inşasının öncesinde İspanya bölgesel anlamda özerk yapıların iç içe ve bir o kadar da bağımsız bir şekilde yaşadığı ülke olmuştur. Ulus devlet inşasının yeryüzünü sarması ile birlikte bu özerk bölgeler birleştirilerek bir İspanya ulus devleti oluşturulmaya çalışılmıştır. Ulus devlet inşa edilirken bile bu özerk yönetimlerin hakları ellerinden alınmamaya çalışılmıştır. Ama Franco döneminde bu yapılanma, bir ulus devlet yapısı oluşturmaya doğru yol almış ve özerk yapıların hakları ellerinden alınarak dilleri ve kimlikleri yasaklanmıştı. Bu asimilasyon hareketlerinin sonucunda bu özerk yapılardan reaksiyonlar gelmiş ve dillerini, kültürlerini koruma adına çeşitli yol ve yöntemler denenmiştir. 1978 Franco rejiminin sona ermesinden sonra devlet yapısı rejim öncesinin haline dönüştürülerek bölgelere özerklikler geri verilmiştir. Yıllar boyunca da özerkliklerin kapsamı giderek genişletilmiştir. Bölgelere hak ve özgürlükler verilirken kendi milletinin tepkisini de çekmemek adına bu açılımlar yerel yönetimler üzerinden verilerek anayasanın özüne dokunulmadan haklar genişletilmeye çalışılmıştır.

Görüleceği üzere İspanya demokrasi modeli, yereli daha çok güçlendirmeye yönelik devolüsyon (yetki devri) bir yapının oturtulmasını amaçlayan ve herkesin kendi renkleri ile karar süreçlerine dahil olmasına olanak tanıyan bir yapıya sahiptir.

Katalonya'ya (ve sonra Bask ülkesine) daha geniş özerklik tanınması için yapılan reformlarda tartışmalar yürütülmüş, hem İspanya hem de Katalonya'da iktidarda olan sosyalistlere göre bu reformlar, İspanya'da demokrasiyi ve birliği güçlendirecek. Reforma karşı kampanya yürüten İspanya ana muhalefet partisi Halk Partisi'ne göre ise Katalonya'ya (ve Basklılara) tanınacak daha geniş özerklikler İspanya'yı dağılmaya götürecektir.

Bu öngörülerden hangisinin haklı çıkacağını tabii sadece zaman gösterebilir. Ancak İspanya'nın son 30 yıllık tecrübeleri temelinde şunları söylemek mümkündür: 1970'lerin ortalarında demokrasiye geçilirken Katalan, Bask, Galiçya bölgelerinin temsilcileri dahil başlıca bütün siyasi parti ve akımların temsil olduğu bir müzakere süreci sonunda kabul edilen anayasa, büyük bir başarı sağlamıştır. Geniş bir toplumsal mutabakatla kabul edilen 1978 tarihli anayasanın önde gelen başarısı hiç şüphesiz, demokrasiyi geri dönülmez bir şekilde yerleştirerek İspanya'ya AB üyeliğinin yolunu açmış olmasıdır. Bu yoldan yürüyerek İspanya bugün dünyanın en özgür ve zengin ülkelerinden biri haline gelmiştir. Anayasanın aynı ölçüde büyük başarısı, İspanya'ya ayrılıkçı akımları etkisizleştirme imkanı vermiş olmasıdır. Bugün İspanya'dan ayrılmayı savunan partiler bütün tarihi bölgelerde marjinal konumdadır. Evet, ayrılıkçı Bask örgütü ETA, ülkeyi hayli sarsmıştır, ama yaklaşık yarım yüzyıl sürdükten sonra artık son bulduğu umulan savaşta 40 milyon nüfuslu İspanya'nın verdiği kurban sayısı 850'yi geçmedi.

1978 Anayasası bir uzlaşmaya dayanıyordu. Bir yandan üniter yapı korundu, fakat öte yandan İspanya'nın farklı 'bölge ve milliyetler'den oluştuğu kabul edildi. Ülke 17 bölgeye ayrıldı ve bölgelere farklı ölçülerde yetki devri (devolüsyon) yapıldı. En geniş özerklik Katalan, Bask ve Galiçya bölgelerine tanındı. Bütün bölgelerin zamanla Madrid'le müzakere yoluyla özerkliklerini genişletme hakkı kabul edildi. Nitekim İspanya'da yaşanan, bölgelerin merkezle müzakere yoluyla özerkliklerini genişletmeleri olayıdır. Bu süreçle İspanya kağıt üzerinde üniter, fiilen yarı-federal bir devlet yapısından federal bir yapıya doğru evriliyor. İspanya dağılmıyor, federalleşerek birliğini pekiştiriyor: Bunu Katalonya'nın sosyalist Başbakanı Pasqual Maragall söylüyor. Diyelim ki bundan 30-40 yıl sonra Katalan ve Bask bölgeleri, ('Bölgeler Avrupası'na doğru evrilen AB içinde) bağımsız olmaya karar verdiler. Bu karar herkesin rızasıyla, barış ve demokrasi içinde, kan dökülmeden alınırsa, bunun kime ne zararı olabilir?

Bugünün dünyası, sorunların çözümünü demokratik yöntemlerle, diyalog ve müzakere sürecini dayatmaktadır.

İngiltere, İspanya, Endonezya, Güney Afrika gibi ülkeler sorunlarını bu yöntemlerle büyük ölçüde aşmış ve çözmüşlerdir.

İspanya'dan çıkarılabilecek başlıca dersler şunlardır: Tümü Katolik İspanya'da din birliği, bölge milliyetçiliklerinin doğmasına engel olmamıştır. Bölgelerin milli kimliklerinin ve özerklik taleplerinin tanınması, ayrılıkçılığın güçlenmesi sonucunu vermemiş, aksine ayrılıkçılığı etkisizleştirmiştir.

Milliyetçiliğin en kuvvetli olduğu bölgelerin ülkenin en zengin bölgeleri olması, tek başına ekonomik gelişmenin ayrılıkçılığın 'panzehiri' olmadığına işaret etmektedir.

Belki en temel ders ise şu: Yukarıdan dayatılmayan, bütün tarafların üzerinde mutabakata vardığı SİVİL RUHLU, DEMOKRATİK, ÖZGÜRLÜKÇÜ EŞİTLİKÇİ VE ÇOĞULCU bir anayasa ülkede demokrasiyi geri dönülmez bir şekilde yerleştirmenin, birlik ve barışı korumanın en etkili yoludur.

BİTTİ


* Derleyen: Tüm Bel-SEN Diyarbakır Şubesi (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) Eğitim Komisyonu.

Yerelden ve yerinden yönetim -1


Britanya ve İspanya'da yerel yönetimler

Dünyada son iki yüzyılda bilim, teknik, ulaşım ve iletişimdeki gelişmeler büyük toplumsal değişim ve dönüşümlere yol açmıştır. 19. yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi, buharlı makinelerin icadı ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte devlet sistemlerinde, üretim ilişkilerinde, teknikte ve toplumsal hayatta ciddi değişimler yaşanmıştır. Yaşanan bu değişimlerde devletlerarası ilişkiler ve siyasal hayat önemli ölçüde etkilenmiştir.

Çok-uluslu imparatorlukların ve şehir devletlerinin ortadan kalkmasıyla yaygınlık kazanan ulus devlet anlayışı iki farklı şekilde anlaşılabilir. Artık çağdışı olarak medeniyet dışında kaldığını söyleyebileceğimiz anlayışa göre 'ulus-devlet,' yurttaşlık ile etnisite (soy) ya da kültürün örtüştüğü devlet biçimidir. Burada 'ulus' (millet) ya etnik bakımdan tek bir milletten oluşacaktır ya da toplum asimilasyon (kültürel eritme) yoluyla tekleştirilecektir.

Örnek verirsek; Yani, ulus-millet ya sadece Türklerden oluşacak ya da Türk olmayanların Türkleştirilmesini gerektirecektir. Türkiye'deki sistem partilerinin ortaklaştıkları 'ulus' ve 'ulus-devlet' anlayışı da budur.

Öteki ise çağdaş medeniyetlere uygun 'ulus-devlet' anlayışı ise, hiçbir modern devletin kültürel bakımdan homojenliğin-tekliğin olamayacağını kabul eder. Burada 'ulus,' yurttaşların etnisite (soy) ya da kültürel türdeşliğine değil, ulusal topluluğa gönüllü bağlılıklarına dayanır. Yani kültürel değil siyasal bir ulus söz konusudur. Ulus, kültürü değil, yurttaşlığı ve onun getirdiği haklarla yüklediği sorumlulukları paylaşanlardan oluşur. Demokratik ulus olarak da ifade edilebilinir.

Ancak Türkiye'nin farklı ve çoğulcu kültürel yapısına rağmen bu gerçeklik göz ardı edilerek tekçi zihniyet anlayışında ısrar edilmekte bunu da devletin üniter yapısı ile yani birlik ve bütünlüğün bozulabileceği kaygısı ile gerekçelendirmektedir.

Oysa çağdaş ülkelerde farklı kimlikler, farklı kültürler; ayrıştıran, bölen, parçalayan değil birleştiren, bütünleştiren birer zenginlik olarak görülür. Farklı kimliklere özgürlükleri tanımak üniter yapıyı bozmadığı gibi demokratik birliği güçlendirmektedir.

Devletler, ülke bütünlüğünü sağlamak ya da korumak için farklı idari yapılara bürünebilir. İdari yapılanmanın bilinen üç temel biçimi var: Üniter devlet, federasyon ve konfederasyon.

Coğrafi bakımdan geniş bir alana yayılan, daha küçük devletlerin (eyaletlerin) bir araya gelmesiyle oluşan ya da çok-uluslu, yani birden fazla ulusun ya da etnik-dinsel grubun mevcut olduğu devletler, genellikle federasyon şeklinde örgütleniyor.

Eyaletlerine içişlerinde geniş özerklik tanıyan federal devletler, ABD ve Almanya örneklerinde idari nitelikte olabildiği gibi; Hindistan, Rusya, Kanada, Belçika, İsviçre, Irak vs. örneklerinde olduğu gibi etnik-dinsel temelli de olabiliyor.

Federal devletler gibi, üniter devletler de tektip değil. Üniter devletleri, merkezin ne denli güçlü olduğuna bağlı olarak üç tipe ayırmak mümkün:

1) Merkeziyetçi yapıda olanlar: Türkiye'nin belki en aşırı örneğini oluşturduğu bu kategoriye, yüzölçümü olarak küçük ve kültürel bakımdan yüksek derecede türdeş Portekiz, Yunanistan ve İrlanda da giriyor.

2) Ademi-merkeziyetçi yapıda olanlar: Yani yerel yönetimleri güçlü olduğu; eğitim, sağlık, polis gibi hizmetlerin belediyelere bırakıldığı üniter devletler. Kuzey Avrupa ülkeleri İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya bunlara örnek. Bir zamanların aşırı merkeziyetçi yapısıyla Türkiye'ye de model olan Fransa bile 1982'de her biri kendi meclisine sahip 26 bölgeye ayrıldı; en geniş yetkiler de farklı bir etnik yapısı olan Korsika'ya tanındı.

3) Devolüsyon yapanlar: Yani merkezi hükümetin bölgelere değişik ölçüde yetki devri yaptığı türden üniter devletler. Bunlara örnek İspanya ve Britanya. Tabii, üniter iken önce devolüsyon yapan, sonra da federasyonu kabul eden Belçika örneği de unutulmamalı.

'Üniter devlet' çok farklı yapılara bürünebildiği gibi, tek bir resmi dili zorunlu kılmıyor. Kastilyan, İspanya'nın ortak resmi dili, ama geniş özerkliği olan Bask, Katalan ve Galiçya tarihi bölgelerinde yerel diller de yarı-resmi statüye sahip. 'Üniter devlet' kamu okullarında anadil eğitimine de engel değil. İsveç'in resmi dili İsveççe, ama okullarında 100'den fazla dilde seçmeli anadil dersi veriliyor.

BRİTANYA'DA YETKİ DEVRİ

Parlamenter demokrasiyle yönetilen bir meşruti (anayasalı) monarşi olan Birleşik Krallık (BK), toplam nüfusu 61 milyon olan dört parçadan oluşuyor. En büyük parça İngiltere (nüfusu 51 milyon). Onu İskoçya (5 milyon), Galler (3 milyon) ve Kuzey İrlanda (2 milyon) izliyor. K. İrlanda hariç BK'ye Britanya deniyor. Her parçanın BK'ye dahil olmasının ayrı bir tarihi var. Ancak BK 1990'ların sonlarında kabul edilen düzenlemelerle, etnik bakımdan farklı olan bölgelerine devolüsyon, yani yetki devri yaptı. Yeryüzünde bölgelerine devolüsyon yapan sadece iki ülke var: BK ve İspanya. Devolüsyon, üniter ile federal devlet yapısı arasında, ikincisine daha yakın bir tür idari yapılanma. Devolüsyonla federalizm arasındaki en önemli fark, birincisinde bölgelere farklı ölçülerde özerklik tanınırken, ikincisinde bütün eyaletlerin eşit yetkilere sahip olmaları.

İrlanda Cumhuriyeti 1922'de ayrılıp bağımsızlığını kazanırken, K. İrlanda özerk bir bölge olarak BK'ye bağlı kaldı. Özerk statüsü, BK'ye bağlı kalmak isteyen Protestanlarla İrlanda'ya katılmak isteyen Katolikler arasında 1968'de patlak veren iç çatışmalar üzerine, 1973'te askıya alındı. 1998'de iki taraf arasında varılan Hayırlı Cuma ya da Belfast Antlaşması ile 1999'da, BK Parlamentosu'na ayrılan yetkiler dışında geniş yetkilere sahip K. İrlanda Meclisi (Assembly) kuruldu. K. İrlanda, kısaca, bütün partilerin ve toplum kesimlerinin hükümette temsil edilmesi ilkesine dayanan bir iktidar paylaşımı sistemiyle yönetiliyor.

İşçi Partisi Lideri Tony Blair, Mayıs 1997'de yapılan seçime, ayrılıkçı akımların teskin edilmesi amacıyla İskoçya ve Galler'e devolüsyon vaadiyle girdi. Eylül 1997'de yapılan referandumlarla her iki bölgenin de Londra'daki iki kamaralı BK (Westminster) parlamentosundan ayrı birer yasama meclisine sahip olmaları kabul edildi. İskoçya Parlamentosu, eğitim, sağlık, tarım, adalet ve ulaştırma konularında yetkili olduğu gibi (bugüne kadar kullanmadığı) ek vergi salma yetkisine de sahip. Yine 1999'da toplanan Galler Meclisi'nin ise vergi salma yetkisi bulunmuyor. İskoçya, Galler ve K. İrlanda'nın hepsi ayrı meclislere sahip oldukları gibi, BK Parlamentosu'na da temsilci seçiyorlar.

İSPANYA'DA YEREL YÖNETİMLER

İspanya, parlamenter bir sisteme ve yarı federal coğrafi ademi merkeziyetçiliğe dayalı bir meşrutiyettir. 1978 Anayasası'nı hazırlayanlar, onlarca yıl boyunca diktatörlük rejimi altında yaşadıktan sonra demokrasiye geçişin gündeme getirdiği çok sayıda tartışmalı konuyu ele almak durumunda kaldılar. Bunlar arasında tarafların birbirinden en çok ayrıldığı mesele, tarihten bu yana hassasiyetini korumuş olan bölgesel ya da ulusal özerklik konusuydu. İspanyol devleti, bölgesel farklılıklarının boyutu ve derinliği açısından sıradışı bir devlettir. İspanyol toplumu, her biri ülkenin geri kalanından kültür ve dil olarak ayrılan farklı grupları (Basklar, Katalanlar ve Galiçyalılar) barındırır. Bölgesel aidiyet duygusu o kadar güçlüdür ki, pek çok yerde vatandaşlar kendilerini İspanya'dan daha çok kendi bölgeleriyle özdeşleştirirler. Bu nedenle de demokratik reformların en belirgin özelliği, bölgelere daha fazla yetki ve sorumluluk devredilmesi olmuştur. Bu, yalnızca geçmişte bir ölçüde özerk olmuş bölgeler (Galiçya, Bask Bölgesi ve Katalonya) için değil, İspanya'nın geri kalanı için de gerçekleştirilmiş bir uygulamadır.

Anayasa tüm milliyetlerin ve bölgelerin özerklik haklarını tanımakta ve koruma altına almaktadır. 1978 Anayasası, bir taraftan, İspanya'nın tek ulus olduğunu ve tek bir kolektif kimliğin egemenlik hakkını kullanacağını söylerken, öte taraftan da milliyetleri ve bölgeleri tanımaktadır. Anayasal metin milliyet ve ulus arasındaki farkı belirtmemektedir, fakat meclis tartışmaları milliyeti 'kültürel ve dilsel topluluk'a indirgemiştir.

Anayasanın giriş kısmının ikinci maddesine göre, 'Anayasa, İspanyol ulusunun ve tüm İspanyolların anavatanının bölünmez bütünlüğü üzerine kurulmuştur. Milliyetler ve bölgeler için özerklik hakkı garanti altına alınmıştır.' Ayrıca, İspanyol ulusunun bütünlüğü üzerinde durulurken milliyete tüm metin boyunca başka hiçbir atıfta bulunulmamıştır.

İspanya'da on yedi özerk topluluk bulunmaktadır ama güçleri bakımından bu bölgeler birbirine denk değildir. İspanya'nın isminde 'federal'lik olmamasına karşın 1978 Özerk Topluluklar sistemi ile İspanya pek çok federal nitelik kazanmıştır. Anayasada federal kelimesine yer verilmemesi, sadece muhafazakar milliyetçilerin demokratik reformlara tepkisini önlemek içindir. İspanyol federalleşme süreci mevcut etnik-dilsel yapılara uyum sağlayacak şekilde kurumların tasarlanması yönünde ilerlemektedir. İspanyol federalizminin asimetrik yapısı büyük bir anayasal tasarımdan ziyade zaman içinde parça parça oluşmuştur. Örneğin, Katalonya, Bask ülkesi ve Galiçya kendi eğitim sistemini uygulamaktadır. Geri kalan on dört Kastilya dilini konuşan bölge de kendi eğitim politikalarını standartlaştırmış ve bu sistemin yürütülme görevini merkezi hükümete bırakmışlardır. Medya için de aynı durum geçerlidir. 31 Aralık 1982'de Bask kamu yayıncılığı kurumu ETB kurulmuştur. Bunu 1983'te Katalan TV3'ü ve 24 Temmuz 1985'te Galiçyalı yayın kurumu izlemiştir. Bu arada Kastilya dilini konuşan İspanyollar TVE'ye bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Bu özelliklerinden dolayı İspanyol Özerk Toplulukları asimetrik federalizm modeline örnek gösterilmektedir.

ÇEŞİTLİLİK İÇİNDE FARKLILIK

1978 Anayasası ile çizilen sınırsal çerçeve, İspanyol milliyetçiliğinin yeniden oluşturulmasını gerekli kılmıştır. İspanyol milliyetçiliği tezi ilk zamanlarda halkın gündeminden düşmüştür. Bu da İspanyol milliyetçiliğinin, özellikle liberal ve solcu kesimler arasında meşruluğunu yitirmesiyle ilintilidir. Dikta rejiminin izlerini silmeye çalışan İspanyollar Franco'nun ölümü ve hızlı bir demokratikleşme ile bunu başarmaya çalışmışlardır. AB üyelik perspektifinin bu ilerlemede önemli payı olduğu söylenebilir. Ancak İspanyol elitlerinde, özellikle de sol kesimde, Franco'dan kaynaklanan bir aşağılık kompleksi söz konusu olmuştur. Bu etki, milliyetçiliğin demokratik bir yüze sahip olmaya çalıştığı Franco'nun son yıllarında ve demokrasiye geçiş döneminde kendini göstermiştir. O dönemde İspanyol milliyetçiliğine herhangi bir açık atıf gayrimeşru sayılmış ve Francoculuğun savunduğu eski görüşlerle denk tutulmuştur. İspanyol solu Franco rejiminin suçluluk hissiyle İspanya milliyetçiliği konusunda ürkek bir tavır sergilemiş; 'Ulusal' ve hatta 'İspanyol' terimlerini kullanmaktan kaçınmıştır. 'Milliyetçi' ya da 'milliyetçilik' etiketlerinin reddedilmesinden yana olan entelektüeller 1980'lerin ortalarından itibaren azınlıkların taleplerine de karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu yeni strateji, milliyetçiliğin tüm türlerini totaliter, etnomerkezci, dışlayıcı kabul etmekte ve küçümsemektedir. İspanyol ulusunun toprak bütünlüğünün savunulması artık solcu liderler ve entelektüeller tarafından da milliyetçilik olarak değil 'yurtseverlik' ve 'anayasaya sadakat' olarak görülmektedir. Böylece, 1960 ve 70'lerde reddedilen söylemler, 1980 ve 90'larda yeniden işlerlik kazanmış, azınlık milliyetçiliklere tanınan hoşgörü yürürlükten kalkmıştır.

1980'lerin ortalarından itibaren, İspanyol sağ entelektüelleri İspanyol tarihini yeniden yazma görevini üstlenmişlerdir.

Amaçları, İspanya'yı 'çeşitlilik içinde farklılık' (variety within diversity) örneği olarak sunmak ve böylece 1978 Anayasal formülüne ulaşmaktır. Bu bakış açısına göre, Romalılar döneminden beri İspanya farklı insanların ve kültürlerin mozaiği olmuştur, ortak bir kaderde birleşmiş ve Orta Çağ'dan beri birlikte bir siyasi birim oluşturma isteğiyle birleşmiş insanlardan oluşmaktadır. Geleneksel 'çeşitlilikte birlik' (unity in diversity) fikri 19. yüzyıldan beri İspanyol gelenekçi düşünürleri tarafından savunulmuştur. Bu fikir, 'farklı İspanyalar' fikrini de doğurmuştur. Yeni muhafazakarlar İspanya'yı tek ama çok kültürlü bir ulus olarak görme eğilimindedir.

Bu arada ülkede birden fazla İspanyol milliyetçiliği bulunduğunun unutulmaması gerekir.

İspanya örneğinde, toplumu en çok bölme potansiyeline sahip sınıfsal ve dinsel kimliğin zayıfladığı görülmektedir.

Bunun yerine, bölgeselcilik güç kazanmıştır. Milliyetçi taban desteğinin temelinde de belirgin bir sosyal sınıfın varlığından söz etmek güçtür. Bu arada, 'İspanyol kimliği' Franco rejimini çağrıştırmasından korkulduğu için epey zayıf hatta çelişkili bir biçimde kendini göstermektedir. Öte yandan İspanyol ulusal kaynaşmasının bazı geleneksel araçları, özellikle ulusal simgelere işaret eden her şey, diğer tüm ülkelere oranla daha zayıf kalmıştır. Örneğin, İspanya, milli marşının güftesi olmayan birkaç ulus-devletten biridir. İspanya ayrıca 1978'e kadar tüm politik solun üzerinde tartıştığı bir bayrağa (kırmızı ve sarı) sahip olan birkaç ulus-devletten biridir.

Bazı solcu lider ve entelektüeller, İspanya'nın tek kültürel ve siyasi ulus olarak vurgulanması gerektiğini, böylelikle sınırları içinde sosyal dengenin sağlanabileceğini ve toplumu değiştirmede -sosyal reform aracı olarak güçlü bir merkezi yapılanma ile- devletin kapasitesinin kullanılabileceğini savunmuştur. Ancak azınlık milliyetçileri güçlü bir dayanışmanın kendilerinin aleyhine olacağı düşüncesiyle sosyal devlet anlayışına karşı çıkmışlardır; zira İspanya'nın fakir bölgelerine mali destek sunmayı istememektedirler.

HAFTAYA:
- Özerk bölgeler
- I. Katalonya,
- Başkent: Barselona

* Tüm Bel-SEN Diyarbakır Şubesi (Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Hizmetleri Emekçileri Sendikası) Eğitim Komisyonu'nun Britanya ve İspanya'daki yerel yönetimler diğer adıyla özerk bölgeler üzerine yaptığı araştırmayı güncelliğini koruyan Demokratik Özerklik tartışmalarına katkı sunacağı inancıyla bu sayfamızda üç bölüm biçiminde yayınlayacağız.

Bir Kürt Akademisyenin Türk Labirentindeki Dramı

Kürt şair-yazar Selim Temo, Türkçe ve Kürtçe eser verebilen, ödüllü bir şair ve yazar. Üretebilen bir edebiyatçı olmanın yanı sıra akademik kariyer de yapan Temo, yeni kuşak genç edebiyatçılardan. Kürt Şiiri Antolojisi hazırlayan ve Baba Tahirê Üryan ile ilgili çabası bilinen Temo, Kürtçeye hizmeti ve çok dilli belediyecilik çalışmalarıyla öne çıkan Sur Belediye'sine de "Serê Şevê Çîrokek” serisiyle katkıda bulunmuştu. Temo'nun yolu TRT-6'ya düşünce Kürtçe dünyasıyla yetinmeyi tercih edip, Kürt dünyasıyla arasındaki makası açtı.

Ancak, Kürt dünyasının ısrarla vurguladığı kaygıya saldıranlar gibi yapmayan Selim Temo, "belki olur" diyerek, özellikle Kürtçenin üniversiteler bünyesinde gerekli ilgiyi görmesi için aktif bir çabanın içinde oldu. Bunun için yeni bir üniversite olan Mardin Artuklu Üniversitesi'nde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün kurulmasına çalıştı, ancak yılan hikayesine dönüşünü engelleyemedi. Yrd. Doç. Dr. Selim Temo, artık tahammül edemedi ve çıplak gerçeği görerek, haykırdı. İşte Radikal2'de yayınlanan "Bir 'bölüm'ün serencamı" başlıklı haykırış:

''Mardin Artuklu Üniversitesi'nde yaklaşık bir buçuk yıldır yürüttüğümüz “Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü” kurma çalışmamızın macerası, kamuoyunda açılım şeklinde tanımlanan sürecin kaderi ve açmazlarını anlamak için iyi bir örnek.

Yükseköğretim Kurulu, 2008’in sonlarına doğru Kürt dili ve edebiyatı bölümleri açılması konusundaki ilk açıklamaları yapmaya başlamış, iki bölüm düşünüldüğünü ve bunun için Ankara (DTCF) ve İstanbul üniversitelerinin tercih edileceğini vurgulamıştı. Mardin Artuklu Üniversitesi de, bu süreçten bağımsız olarak, bir Kürt dili ve edebiyatı bölümü kurmak istiyordu. Uzun süre YÖK’ün sıcak bakmadığı bu talep için ilk istişare toplantısı, 12 Şubat 2009’da Mardin’de gerçekleşti. Mayıs’tan itibaren bu talebi gerçekleştirmek için çalışmalara başladık. Bu anlamda yoğun bir emekle katıldığım bölüm açma gerekçesini Haziran başlarında YÖK’e ilettik. Bir lisans bölümü açmak istiyor ve 30 öğrenci almayı planlıyorduk. Ancak “bölüm” talebi, 7 Temmuz tarihinde gazetelere yansıyan haberlere göre “anabilim dalı” olarak YÖK Eğitim Komisyonu’ndan geçmişti. Sonrasında birinci ağızlardan bunun doğru olmadığını öğrendik. Amberin Zaman, buna yönelik itirazlarımı, 14 Ağustos 2009 tarihli Taraf gazetesindeki “Kürt Açılımında Samimiyetin Ölçüsü II” başlıklı yazısında ele aldı. Bu itiraz üzerine YÖK, bize bir anabilim dalı yanında bir de Kürdoloji enstitüsü izninin verileceğini ileterek tepkimizi dindirmeye çalıştı. Bunun üzerine “Mardin Artuklu Üniversitesi Kürdoloji Enstitüsü” kurmak için yeniden dosya hazırlamaya başladık ve enstitü çatısı altında “Kürt Dili ve Edebiyatı”, “Kürt Tarihi” ve “Kültürel Araştırmalar” şeklinde üç anabilim dalı önerdik. 
Önerinin görüşüleceği 27 Ağustos tarihli YÖK Genel Kurulu’ndan bir karar çıkmadı. 10 Eylül tarihli toplantıdan sonra ise, bir YÖK başkanvekilinin açıklamaları üç gün boyunca gazetelere yansıdı. Sıralamasını tam hatırlamamakla birlikte şöyle sözlerdi: “Kürtçe bölüme izin vermeyeceğiz”, “Kürtçe için master ve doktora izni çıkmamıştır”, “Kürtçede doktora sonrası çalışmalar yapılabilir”. Sonunda başkanvekili iyice ileri gidip işi “terör” tekerlemesine çekerek, “terörle bağlantılı talepleri kabul etmeyiz” sözlerini sarf etti. “Terörle bağlantılı” ifadesindeki öncelikli hedef, Diyarbakır Barosu’ydu. Zira Diyarbakır Barosu, Dicle Üniversitesi’ne bir Kürt dili ve edebiyatı bölümü açılması için dilekçe vermişti. Dilekçe 11 aydır cevaplandırılmadı.
İlerleyen süreçte YÖK, “Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü” kararını açıkladı. Enstitü çatısı altında üç de anabilim dalı olacaktı: “Kürt Dili ve Kültürü”, “Süryani Dili ve Kültürü” ve “Arap Dili ve Kültürü”. Bu kararı sert şekilde eleştirmemiz üzerine, YÖK bize bir “nasihatçi” gönderdi. Nasihatçi, “Kürt”le birlikte “dil” ve “edebiyat” sözcüklerinin de geçeceği bir “birim” sözünü verdi. Ancak bu da gerçekleşmedi. 


Egemen zihniyetin tavrı

Aslında eğer üç yardımcı doçentiniz, bir de edebiyat fakülteniz varsa, işleyişe göre hiçbir sorun yaşamadan lisans açabiliyorsunuz. Ancak Kürtçe, dili ve edebiyatıyla birlikte edebiyat fakültesinin çatısı altından kovularak arkeolojik bir olguymuş gibi bu acayip adlı enstitüye yollandı. Kürtçe, aynı şekilde Arapça ve Süryanice de, sadece Türkiye’de “yaşayan diller” değillerdi. Yine Türkiye’de çok sayıdaki üniversitede, doğu dilleri bölümü çatısı altında Arap dili ve edebiyatı anabilim dalları vardı, üniversitemizde de var. Süryani dili ise, kadim bir edebiyat dili olup bir anabilim dalına sığdırılamaz. 
Kürtçe, milyonlarca insanın konuştuğu ve onu konuşmak ve geliştirmek uğruna büyük bedeller verdiği bir dil. Egemen zihniyetin “Kürt yoktur”dan, “Kürt vardır ama dili yoktur”a, oradan da “Kürt dili vardır ama edebiyatı yoktur”a gelmesini bir “gelişme” sanmak saflık. Egemen zihniyet, talep ya da hakkı yine ve her zamanki gibi “kötücüllüğün restorasyonu” biçiminde formüle etmekte direniyor. Bu anlamda Kürdoloğu da korucu gibi devşirmek istemesini, hak mefhumuyla olan değişmeyen, değişmek bilmeyen tavrının devamı olarak anlamak mümkün.


Okutmanlar

Öte yandan, söz konusu süreçte Kürtçenin seçmeli ders olarak üniversitelerde okutulması yönünde de birkaç gelişme vardı. Ancak hem İstanbul Bilgi Üniversitesi hem de Tunceli Üniversitesi’nde bu dersleri veren kişilerin bir “statü”leri yoktu. Kimi master öğrencisi kimisi de emekli öğretmendi, okula “kadrolu” olarak alınmamışlardı. Bilindiği gibi Türk dili, inkılâp tarihi, yabancı diller gibi dersler, okutmanlar tarafından verilir. Okutmanlar, çalıştıkları üniversitelerin kadrolu personelleridir. Bunun üzerine 19 Şubat 2010 tarihinde “Kürtçe Okutmanı Yetiştirme Kursu” açma yönünde çalışmalara başladım. Amaç, Kürtçeyi bu statüden “kurtarmak”, süregiden yaklaşımın önünü almaktı. Kursun sınavına toplam 533 kişi girdi. Zazakîden 34, Kurmancîden 499 kişinin girdiği sınavdan sonra Zazakîden 12, Kurmancîden 38 kişi olmak üzere 50 adayla kursumuz başladı. 
Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde YÖK ve egemen zihniyetin tavrının açık olduğu görülüyor. Kürtçeye reva görülen bu statü, kabul edilemez. Bu yüzden bölüm kurma zümresinden istifa ederek ayrıldım. Bu tavır, bir “ilk adım”ı çıkmaza sokmak değil. Ortaya çıkan sonuç, içinde bir değişimin parıltısını değil, yerleşik yargıların pasını taşıyor. Burada olanları anlatmaya son vererek birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum. 
1. Türkiye’de Türk dili ve edebiyatı bölümlerine her yıl 9,300 öğrenci alınıyor. Bu sayıya Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi bünyesinde kurulan bölümün 10 binlik kontenjanı eklendiğinde 19,300 sayısına ulaşılır. Türkçe öğretmenliği bölümlerine alınan öğrencilerle birlikte düşünüldüğünde sayı daha da yükselir. Burada reddedilen lisans talebimiz 30 öğrenciydi. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, 1000’de 1’den biraz daha fazla!
2. Görünen o ki, sembolik bir birim açılacak ve devamı gelmeyecek. Zira YÖK bir taraftan da yıllarca inkâr politikasının aracısı olmuş, Kürtçenin herhangi bir lehçesinden üç kelime bilmeyen pek çok “akademisyen”e araştırma merkezleri açtırıyor.
3. Başta Kürt illeri olmak üzere büyük şehirlerin belli başlı üniversitelerinde Kürt dili ve edebiyatı bölümleri açılmalı. Bunun yanında anadilde eğitime hazırlık için Kürtçe eğitim fakülteleri hayata geçirilmeli. 
4. Kurulacak bölümler için çalışmalarıyla geniş kabul görmüş, Türkiye dışında yaşamak zorunda bırakılmış isimlerden yararlanılmalı, bu isimler bir program dâhilinde çağrılmalı. M. Fuat Köprülü örneğinde olduğu gibi söz konusu isimlere akademik unvanlar verilebilir.
5. Kürtçeyi seçmeli ders olarak düşünen üniversiteler, bunu kadrolu okutmanlarıyla vermeli ve kursumuzu başarıyla geçen kişilerle diyaloga geçmeli.
Anadilde eğitim hakkı, insanı insan yapan, onu “görünür” kılan en temel hak olup “doğal hak” statüsünde değerlendirilen bir olgu. Ancak ne yazık ki bir hayal kırıklığıyla tamamlanan bu süreç, anadilde eğitim, hatta vatandaşlık haklarının yeniden gaspı anlamına geliyor.’’