7 Ağustos 2010 Cumartesi

Kendi Anayurdunda Mülteci Olanlar: Süryaniler


Mardin Nusaybin'deki Mor Yakup Kilisesi ile ilgili acı haberle sarsılan Süryaniler, 'Sofeg hoğil = Edi bese = Yeter artık' diyorlar.

Diasporadan ve Turabdin'den (Süryani mitolojisine göre Mardin bölgesinin adı) görüştüğüm ortak dostlarımın ne zaman bitecek bu acı diyen çığlıklarını görmemek için vicdanların kör olması gerekir. Olay geçtiğimiz gece Mardin Nusaybin'de 1700 yıllık Süryani Kilisesi Mor Yakup'un duvarlarına 'Şerefsizler defolun', 'Siyonistler defolun' yazısı ile ilgili. Mardin'in Nusaybin ilçesinde restorasyon çalışmaları süren ünlü Mor Yakup Kilisesi'nin duvarlarına kimliği belirsiz kişilerce spray boyalarla yazılan hakaret ve tehdit içeren sözleri yazanlar henüz bulunamadı.

M.S 313 yılında inşa edilen ve 'İnanç Projesi' kapsamında Mardin Müzeler Müdürlüğü tarafından restorasyon çalışması sürdürülen, ayrıca Nusaybin Belediyesi'nin de destek verdiği bu proje çalışmalarına rağmen Mor Yakup Kilisesi şeriatçı ve faşist güçler tarafından duvarlara yazılan yazıyla, son kalan Süryaniler de anayurtlarından göçertilmek isteniyor. Nusaybin; Süryani, Kürt, æzidî halklarının iç içe yaşadığı bir yerleşim yeridir. Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan'ın Süryanileri sahiplenmesi ve bu olayın sıkı takipçisi olacağını söylemesi biraz olsun yüreklere su serpmiştir. Savaş, ganimet, insana zulmetme, insana kıyma anlayışlarıyla beslenen zihniyetlerin, Bölge'de yaşanan çatışma ortamını fırsat bilip Süryani halkının bir mirası olan Mor Yakup Kilisesi'ne hakaret ve aşağılama içerikli yazılar yazmaları ise çok anlamlı. Kilise; devlet olamamış Süryani halkının tek ortaklaştığı adrestir. Amaç Nusaybin'de az sayıda kalan Süryanileri yaşadıkları yerden kaçırtıp mal varlıklarına konmak ya da bir şekilde gaspetmek.

Turabdin bölgesinde 3 bin Süryani yaşıyor. Nusaybin'de ise yaklaşık 60 aile. Altmış Süryani aileyi, ailesi gibi görmeyecek kadar gözünü kan bürümüş insanlara insan demekte zorlanıyor kadın yüreğim. Yetmedi mi verdiğiniz zulüm. Kendi anayurdunda mülteci olmak...

Sadece Süryani halkına özgü bir durum değil şu an yaşadığımız. Yaşadıkları bunca zulme rağmen Turabdin'de yüzyıldır hoşgörü ve sabır çiçekleri ektiler insanlığın bahçesine, yürek coğrafyasında bu duygu nedir bilir misiniz? Kilise duvarına yazılan hakaret ve tehditler öncelikle bu bölgede yaşayan Süryanileri tedirgin etmiştir. Sonra İnsanım diyen, vicdan sahibiyim diyen Bölge'de yaşayan barışseverleri ve tüm insanlığı tedirgin etmekte...

Oysa ki Süryani halkının geri dönüşü Bölge ekonomisine katkı sağlayabileceği gibi, değişik kültürlerle bir arada yaşamanın güzelliğini de öğretmiş olacaktır. Sanırım bu ülkede yüzyıllardır bindiği dalı kesen insanlar olarak da tarihe geçeceğiz. Şöyle bir geriye bakalım 1915'ten bu yana neleri kaybettiğimize. Süryani, Ermeni, æzidî bu ülkeden gitti/gitmek zorunda kaldı; o günden bu yana bölge refaha, bolluğa, barışa mı kavuştu?

1 Haziran'da Bölge'de başlayan operasyonlardan en çok etkilenen/etkilenecek olan halk Süryanilerdir diye yazmıştım bir yazımda. Daha önceki yazılarımda bu konulara uzun uzun değindiğim için üzerinde tekrar durmuyorum. Savaş yıkıcıdır ve kurşun adres sormaz. Savaştan beslenen bazı kesimler bu ortamı fırsat bilip içinde yaşattığı canavarı dışarı salar. İnsan yakan; doğayı, insanlığa mal olmuş kültürel mirasları da yakar. İnsana kıyan, kültürlere haydi haydi kıyar. Ama bir gün gelir insan almasada intikamını doğa mutlak alır. 1990'lı yıllarda yaşanan düşük yoğunluklu savaştan olumsuz etkilenen Süryani halkına artık geç de olsa devletin yasal anlamda sahip çıkması gerekir. Konu emniyete yansımıştır. Mor Gabriel Manastırı bu konuda Nusaybin Emniyeti'ne olayı inceleme talebinde bulunmuştur. Failler bulununcaya kadar biz barışseverler, ekolojistler, sosyalistler ve insan hakları savunucuları olarak bu olayın takipçisi olacağız. Mor Gabriel dedim de 14 Temmuz'da Mor Gabriel Manastırı'nın AKP'li Çelebi Aşireti'nin açtığı dava yüzünden bitmek bilmeyen TOPRAK davaları nedeniyle mahkemeye geliş-gidişleri halen devam etmekte. Mahkeme 03.11.2010 tarihine ertelendi. Mahkemeden 5-6 gün evvel ise Mor Gabriel Manastırı'nın interneti kesilmiştir. Baskı, zulüm, kan ile beslenen korucu anlayışlar; mahkemenin olduğu gün ise Mardin/Midyad'da 1600 yıllık tarihiyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken Deyrulumur (Mor Gabriel) Manastırı'nın hangi yol güzergahında olduğunu gösteren trafik yol levhasının üzerini bantla kapattılar.

Midyat Emniyet Müdürlüğü'nün yanında bulunan yön levhasının üstünün kim veya kimler tarafından hangi amaçla kapatıldığı bilinmiyor.

Bir hafta içerisinde peşpeşe yaşanan bu 3 olay sizce tesadüf müdür? Hayır, hepimiz biliyoruz ki bu olaylar organize bir iştir. 2009 Haziranı'nda başlayan demokratik açılım paketinden Süryani açılımının payına düşen hep acı, gözyaşı, korku ve hep kahır oldu. Bu ülkede birlikte yaşamayı öğreninceye kadar sanırım bu acılar devam edecek. Savaş çığırtkanlarına inat halkların bir arada kardeşçe ve barış içersinde yaşayabileceğini bilen biz barışseverler BARIŞ taleplerimizi göndere çekmeliyiz. Tam da bugünlerde ihtiyacımız olan tek şeyin BARIŞ olduğunu bilerek Bölge'de yaşayan bütün halklardan, Süryani halkına destek vermelerini bekliyoruz. Gelin hep birlikte insanı yakmaya değil, İNSANA YANMAYA gidelim. Yüzyıldır bu ülkede Süryani halkına yaşatılanlar yazıktır, günahtır, ayıptır.

Süryani halkı bu toprakların en eski mirascısı ve yerli halkıdır ve Süryanilerin Bölge halkıyla hiçbir sorunu yoktur. Yaşadıkları bunca zulme rağmen Turabdin'de yüzyıldır hoşgörü ve sabır çiçekleri ektiler insanlığın bahçesine. Yaklaşık 1 haftadır Süryani halkının yaşadığı bu dram dileriz ki bununla sınırlı kalır.

Zeynep TOZDUMAN

Hasankeyf üzerine oyun oynanıyor



Hasankeyf mağaralarında 13 Temmuz'da kaya düşmesi sonucu bir kişinin yaşamını yitirmesi üzerine bölgenin insansızlaştırılmasına tepkiler sürüyor.

Tarihi mağaralardan taş kopmalarına iş makineleriyle arkeolojik kazı yapılmasının neden olduğu belirtilirken, Hasankeyf'i Yaşatma Girişimi tarafından hazırlanan raporda, 'Bölgenin insansızlaştırılması yerine farklı tedbirler bulunabileceği belirtiliyor. İnşaat, jeoloji, mimar mühendisleri, arkeologların da içinde yer aldığı araştırmacıların hazırladığı raporda, Hasankeyf sakinlerince heyet üyelerine verilen CD'de kaya düşmesi öncesinde iş makineleriyle kazı yapıldığına dair kamera kayıtları ve fotoğraflar da görüldüğü belirtiliyor.

YASAKÇI ZİHNİYET

Raporda, şunlar belirtiliyor: 'Tarihi öneme haiz bir yerde iş makineleriyle kazı yapılmasının bilimsel bir çalışmayla hiçbir ilgisi olmadığı gibi bu tarz bir çalışma tarihi eserler üzerinde büyük tahribata neden olmaktadır. Hukuki açıdan değerlendirilecek olursa, 1. derece sit alanı olan bir yerde kazıların ağır iş makineleriyle yapılması suç teşkil etmektedir.' Binlerce turistin gezip gördüğü, tarihi ve turistik değerlere sahip bu tip ören yerlerinde öncelikli olarak ziyaretçilerin ören yerine zarar vermemeleri ve kendilerinin de güvende olmalarının sağlanması gerektiği belirtilen raporda, 'Hasankeyf ören yerini ziyaretçilere yasaklamak yerine ziyaretçiler için güvenlikli gezi güzergahları ve dinlenme noktaları tespit edilmelidir. İvedi olarak bu çalışmaların yapılıp tarihi-kültürel ve ekonomik değere sahip Hasankeyf'in tekrar ziyaretçilere açılması gerekmektedir' denildi.

TURİSTLER TEPKİLİ

Bu arada kaya düşmesi sonucu can güvenliği gerekçesiyle durdurulan kazı çalışmalarına yeniden başlandı. Hasankeyf Kazı Başkanı Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam, Hasankeyf ilçesindeki yurttaşların gelirinin olmaması, yurttaşın birinci derecede mağdur olması ve insan faktörünün göz önüne alınarak kazı çalışmalarını aşağı şehre kaydırdıklarını belirterek, şöyle dedi: ''İç Kale'nin ziyarete kapatılmasından sonra yerli ve yabancı yüzlerce, hatta binlerce ziyaretçi 'Hasankeyf'in neresini gezebiliriz' diye soruyor. Onların gezebilecekleri kazı alanlarımızın temizlenmesi ve bakımını yapmaya karar verdik. 8 Ağustos'ta, Kültür Bakanlığı'nın oluşturduğu Bilim Kurulu Heyeti gelecek. 10 kişiden oluşan bu heyet, düşen kaya kitlesi ve düşmek üzere olanların akıbetiyle ilgili bilimsel bir rapor hazırlayacak. Bu alan boş iken bu çevrede neler yapılabilecekse kaya kitlelerinin tekrar düşüp tehlike arz etmeyecek biçimde bir müdahalede bulunulacak.'

BATMAN - DİHA

Altanlar ailesi ve Taraf gazetesi...


Bugün Türkiye'de Çetin Altan'ı tanımayan çok az insan var. Ama birçok insan Altan Çetin'in 1970'lerde, Türkiye'de gelişen demokratik ve sosyalist harekete karşı tavır alan ve bu tavırla kendi cephesinde ideolojik düzeyde süreci saptıran bir kişilik olduğunu çok az insan bilir.

Bir zamanlar, 'devrimlerin ve ideolojilerin zamanı bitmiştir, yaşasın globalizm' diyen Çetin Altan'dı.

'Her şeyin zaten değişeceğini, dolayısıyla devrim için acele etmeye gerek olmadığını, köyde modern kapitalizmin gelişmesi ile birlikte önce zihniyet, daha sonra da toplumsal devrimin kendiliğinden olacağını söyleyen yine Çetin Altan'dı...

Aslında Türkiye'de globalizmin savunucularının babası, Çetin Altan'dır. Köylülükten, emekçilerden, ama daha çok da kendisine göre 'geri kalmış' toplumlardan nefret eden Çetin Altan, bu geri toplumsal yapının yerine küresel kapitalizmi koymaktan hiçbir zaman geri durmadı.

Bu nedenle Çetin Altan, neredeyse tüm yazılarında kara saban yerine traktörü, çiftçi yerine proleteri, şapkalı ve pos bıyıklı insanlar yerine daha çok kravatlı ve bıyıksız insan halini savundu.

İşte bugün de Kürtlerin Özgürlük Mücadelesi'ne karşı duran Ahmet ve Mehmet Altan ile bu ekibin oluşturduğu 'Taraf' gazetesi Çetin Altan'ın bir eseridir.

Çetin Altan, Türkiye devriminin tasfiye edilmesi için bıkıp usanmadan mücadele etti, şimdi de iki oğlu baba Altan'dan aldıkları mirasla, Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesini tasfiye etmeye çalışıyor.

Taraf'ın ve 'Taraf'ta yer alan yazarların neredeyse yarısından fazlasının Kürt Özgürlük Mücadelesi'ni karalamak ve zayıflamak için kalemlerini kullanmaları, şaşırtıcı bir durum değildir.

Demek ki, aile boyu bir misyon ve rol üstlenmişlerdir Altan ailesi. Öyle ya, soylu Osmanlı İmparatorluğu'nun soylu Altan ailesi... Ülkesi ve devleti 'tehlike'ye girdiği andan itibaren düşündüğü ideoloji ne olursa olsun, sonuçta ülkesi ve devletinin yanında yer alması 'soylu' olmanın bir gereğidir.

Öyle anlaşılıyor ki, Altan ailesi dün de, bugün de, büyük bir ihtimalle yarın da soyluluğunu korumaya devam edeceğe benziyor.

Şimdi 'Taraf' gazetesi, bu 'soylu'luğun gereğini yerine getiriyor. Bir fabrika ve şebeke gibi hem çoğalıyor, hem de giderek daha büyük görevleri üstleniyor. Dün birdi, bugün bir ekiptir.

Altanların denetiminde çıkan 'Taraf' gazetesinin tek vazifesi, Kürt Özgürlük Mücadelesi'ni karalamak ve onun itibarını düşürmeye dönük çaba sarf etmektir. Bu kadar da 'olmaz' dedirtecek cinste bir görev üstlenen 'Taraf' gazetesinin görevi gerçekten de büyüktür.

Özel kalemlerle, özel ekiple, özel haber ve özel bir bütçeyle her gün yayınlanan 'Taraf' gazetesinin esas işi PKK-Ergenekon, PKK-JİTEM ilişkisi üzerinde haberler yaparak, Kürt hareketi hakkında kuşkular yaratmaktır.

Neşe Düzel'in her pazartesi günü Kürt hareketinin düşmanları ile söyleşi yapması, Ahmet Altan'ın Kürt hareketinin her etkinliğini JİTEM ve Ergenekon'la bağlantılandırması, Rasim Ozan Kütahyalı, Orhan Miroğlu, Hilal Kaplan, Yasemin Çongar, Önder Aytaç/Emre Uslu gibi yazarların gündemi mutlaka Kürt hareketi olmuştur. Ayşe Hür bile zaman zaman Kürt hareketinin 'sattığı uyuşturucu'dan bahsetmektedir.

Bugün 'Taraf' gazetesi, bir zamanlar Doğu Perinçek'in denetiminde olan 'Aydınlık' gazetesinin üstlenmiş olduğu misyonu üstlenmiş durumdadır. Doğu Perinçek de solcu geçiniyordu. O da devrimci hareketleri ihbar etmek için kapı kapı dolaşıyordu. Nerede bir etkinlik varsa, Aydınlık gazetesi o etkinliği ya kontgerillaya, ya CIA'ya, ya da MOSAD'a bağlıyordu.

Bugün de 'Taraf' gazetesi aynı işi yapıyor. Taraf'ın hemen hemen tüm manşet ve sürmanşetleri Kürt hareketini ya JİTEM, ya da Ergenekon'la bağlantılandırma temelindedir.

Zaten 'bu kadar da olmaz' dememizin nedeni de budur. Eğer 'bu kadar da olamaz' dediğimiz olay gerçekleşiyorsa, deme ki bunda çok özel bir 'şey' vardır. İşte bu 'özel şey', Altanlar ailesinin özel durumudur.

Bu 'özel durum' Altanların özel olarak mercek altında alınmasını gerektiriyor. Yoksa gerçekten de Çetin Altan da, Ahmet ve Mehmet beyler de, Neşe Hanım da hiçbir zaman demokrat ve 'solcu' olmamışlardır. Sadece doğruları saptırmak için zaman zaman demokratlık ve solculuk maskesini takmışlardır...

Fuat KAV
fuatkav@hotmail.com

İsviçre’nin PKK ve Kürt politikası

Yeni_Özgür_Politika İsviçre’de PKK, “terör örgütleri” listesinde bulunmuyor, daha doğrusu İsviçre’nin bir terör listesi yok. İsviçre’de PKK “izlenmesi gereken örgütler“ listesinde bulunuyor. PKK’nin, İsviçre’de “kontrol edilmesi gereken örgüt“ olması salt Kürt eylemleriyle sınırlı değil. Kürtlerin son on yıl içinde hiç bir eyleme başvurmadığı, sadece legal eylemlerle sınırlı kaldıkları dönemlerde de PKK “İzlenmesi gereken örgüt“ olmaktan çıkmadı.
İsviçre 2009 İç Güvenlik Raporu yayınlandığından beri Türk basınında konuya ilişkin haberler hemen hergün ısıtılarak yayınlanmaya başlandı. „PKK terör listesinde“, „İsviçre uyandı“, „PKK’ye İsviçre’den de darbe“ gibi manşetler altında, raporda olmayan ifadeler de kullanılarak sevinç gösterileri yapılırken, hiçbir gazete raporun aslını olduğu gibi yansıtmadı. İsviçre’de PKK terör örgütleri listesinde bulunmuyor, daha doğrusu İsviçre’nin bir terör listesi bulunmuyor. PKK hakkında 2009 yılında yer alan ifadeler en az 10 yıldır tekrarlanıyor. İsviçre’de PKK „izlenmesi gereken örgütler“ listesinde bulunuyor. Böyle bir ifadenin yer almasının PKK’nin İsviçre kurumlarını hedef almasıyla da bir ilgisi bulunmuyor. Yabancı gruplar arasında büyük bir oran oluşturan Kürtlerin, Kürt sorunundaki gelişmelere göre ülkede başvurdukları eylemler gerekçe edilerek, stratejik ilişkilerden kaynaklanıyor.

Türkiye İsviçre ilişkilerinin kozu Kürtler
Elbette PKK’nin İsviçre’de „kontrol edilmesi gereken örgüt“ olması salt Kürt eylemleriyle sınırlı değil. Kürtlerin son on yıl içinde hiç bir eyleme başvurmadığı, sadece legal eylemlerle sınırlı kaldıkları dönemlerde de PKK „İzlenmesi gereken örgüt“ olmaktan çıkmadı ama Kürtlerin o dönem kamu düzenini tehdit eden eylemlere başvurmadıklarının altı çizildi. Yani son on yılda yayınlanan İç Güvenlik Raporarı’nda bu ifadeler bir kaç eyleme bağlı olarak yer alıyor. Türkiye ile İsviçre ilişkileri de rapordaki tanımlamayı belirliyor. Türkiye ile İsviçre’nin Ekonomik ve uluslararası çıkar ilişkileri ile AB’nin PKK’yi terör örgütleri listesinde tutuyor olması da, Kürtlerin iradeleri dışında ve stratejik nedenlerle zaten Güvenlik raporlarına girmesini sağlıyor.

SP: Kürtler kendileri için karar vermeli
Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz ama adının açıklanmasını istemeyen bir Sosyal Demokrat Parti (SP) yetkilisi ve Federal Milletvekili; yeni raporun yeni bir anlam taşımadığını ve abartılmaması gerektiğini belirterek şunları söyledi: „Ülkeler bazı konularda stratejik düşünürler. İlişki halinde oldukları ülke için tehdit olan bir yapılanmayı tehdit olarak nitelendirirler. Ama bu biz ne yapsak zaten stratejik olarak tehdit sayılıyoruz anlamına gelmez. En önemli şey kamuoyudur. Kamuoyunun tehdit’i tehdit olarak algılaması ya da algılamaması çok önemlidir. Eğer bir yabancı grup İsviçre’de yasal sınırlar içinde siyaset yapıyor ve haklarını istiyorsa kamuoyunda „tehdit“in salt stratejik olduğunu bilir ama o grubun haklarını, amaçlarını sahiplenir. Bu bizim için de geçerlidir. Kürtler yasal sınırlar içinde kaldıkça Kürt sorununu savunan, platformlara taşımak isteyen parti ve dostlarının elini de güçlendirir. Ama kamuoyu bir takım şiddet eylemleri nedeniyle olumsuz yayınlar yapıyor ya da negatif kanılar taşıyorsa bu kesimlerin sorunu platformlara taşıması zorlaşır. Bu nedenle Kürtler kamuoyundaki imajlarını esas almalı ve kamuoyunu etkilemeyi başarmalıdır. Bu başarılırsa güvenlik raporlarındaki ifadelerin bir anlamı kalmaz.“

FEKAR: Dialog sorunları çözecektir
İsviçre İç Güvenlik Raporu’na ilişkin görüşlerine başvurduğumuz İsviçre Kürt Halk Dernekleri Federasyonu(FEKAR)’da açıklamasında dikkat çekici tespitlerde bulundu. FEKAR’ın olduğu gibi yayınladığımız açıklaması ise şöyle: „İsviçre iç güvenlik raporunda Kürtler ve onun kurumlarına dönükte açıklamalar, değerlendirmeler de bulunmaktadır. Her ülke ve onun güvenlik kurumları yasaların çizdiği çerçevede gerekli çalışmaları yapmak, önlemler almak zorundadır. Bunu anlayışla karşılıyoruz.

Ancak; kim tarafından yapıldığı belli olmayan ya da, Kürtlerden bir kaç kişinin değişik tepki ve nedenlerden kaynaklı olarak yaptığı bir takım arzu edilmeyen eylemlerin tüm Kürt kamuoyuna ve onu temsil eden kurumlarına mal edilmemeli. Ve bunun üzerinde Kürtleri potansiyel suçlu gibi görme yaklaşımını tasvip etmediğimizi, uygun bir değerlendirme olmadığını belirtmek istiyoruz.

İsviçre’de yaşayan Kürtlerin büyük çoğunluğu, siyasi nedenlerden kaynaklı olarak isviçre’ye iltica ettiler. Türk devleti tarafından Kürdistan’da yürütülen acımasız savaşın sonucu olarak ülkelerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Köyleri yakıldı; cezaevi, işkence, acı ve ölümün kol gezdiği bir ortamdan gelerek İsviçre’ye yerleştiler. Kürdistan’da halen kirli ve acımasız savaş sürmektedir. Her geçen gün daha da katmerleşmektedir. Acı, katliam haberlerı almakta; yakınları, kardeşleri hunharca katledilmektedir. Biz, yaşadığımız bu acıları ve sorunlari İsviçre kamuoyuna yeterince aktaramadığımızı kabul ediyoruz. Fakat, halen Kürtlerle ilgili tek çalışmanın, en ciddi yaklaşımın sadece istihbarat raporları çerçevesinde ele alınmasını da çok fazla anlayabilmiş değiliz. Ülkedeki Sol Partilerin, demokratik çevrelerin bugüne kadar Kürtlerle ilgili, onların sorunlarını, istemlerini anlamaya dönük bir yaklaşım içerisine girmemiş olmalarını üzüntüyle karşılıyoruz. Hem belirttiğimiz çevrelerin hem de İsviçre hükümet yetkililerinin, Kürtlerin yasal kurumları ve temsilcileriyle diyalog kurması, yaşananları anlamaya çalışması, ortak çözümler arayışı içerisinde olması durumunda olumsuzlukların en aza indirgenebileceğine inanıyoruz.“

Kürtlerin siyasetle buluşması engelleniyor
İsviçre’nin Kürtlere yaklaşımı raporlarla da sınırlı değil. İsviçre Türkiye ile ilişkilerinden dolayı ve Kürtlerin siyasette güçlenip, İsviçre gibi uluslararası iç çatışmalarda arabuluculuk yapan bir ülkede güç kazanmasını engellemek için Kürtlerin İsviçre siyasetinde etkili olmasını engelliyor. Yıllardır bu ülkede siyaset yapan ya da legal ve yasal Kürt kurumlarında çalışan Kürt temsilcilerine istisnasız vatandaşlık hakkı tanımıyor. Kürtlerin vatandaşlık hakkı adeta İsviçre istihbaratının iznine bağlı. Bu yıl ülkede fişlenen 200 bin kişi arasında Kürtlerin önemli bir kesim oluşturduğu da belirtilmektedir. İsviçre’de 20-25 yıldır bu ülkede yaşayan ve yasadışı hiç bir faaliyet içinde yer almamış ama Kürtler için siyaset yaptığı ya da Kürt kurumlarında yer aldığı için vatandaşlık hakkı verilmeyen yüzlerce insan bulunmaktadır. Bu nedenle Kürtler en yetenekli ve siyaset yapacak potansiyeli taşıyan en önemli bireylerini değerlendirememektedir. Gazetemize demeç verdikleri için bile seçilmiş iki milletvekili hakkında davalar açılan bir ülkede, normal Kürtlere yapılan uygulamaların ne olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Avet: Vatandaşlık istihbarattan geçiyor
İsviçre Göç Dairesi sözcüsü Marie Avet, İsviçre’de vatandaşlık hakkına ilişkin sorulara verdiği yanıtlarla aslında herşeyi özetliyor. Avet, „Vatandaşlık için başvuranların İsviçre için tehlikeli olup olmadığı da araştırılıyor ve kayıtlara geçiriliyor“ diyor. Avet, böylece potansiyel olarak İç güvenliği tehdit eden bir yabancı grubunun tümünün sakıncalı kabul edildiğinin de ip uçlarını vermiş oluyor. Bunu tersinden de düşünmek mümkün. Tehdit olarak kabul edilmeyecek Kürtler, kolaylıkla vatandaş olabilecek, ekonomik olarak güçlenebilecek ve İsviçre siyasetinde etkin bir konuma gelebilecektir. Bu nedenle de Etkin olunması bir çok nedenle istenmeyen Kürtlerin İç Güvenlik Raporlarında „izlenmesi gereken“ konumda tutulmasında sürekli büyük „yararlar“ düşünülmektedir.

Kürtler haklarını kullanamıyor
Kürtlerin uzun yıllardır kamuoyunda dünyada eşi benzersiz mağdur edilen, en temel hakları elinde alınan ve bunun için mücadele eden mazlum görüntüsü; konunun sürekli güvenlik sorunu olarak işlenmesi nedeniyle gittikçe yara almaktadır. Kürtler ve temsilcilerinin de İsviçre’ye yönelik sürekli ve starejik bir çalışma sürdürmemesi bu olumsuzluğu beslemektedir. Kürt sorununa duyarlı kesimlerin yıllar içinde ilişkileri süreklileştiremediği ve somut projelerle kalıcı kılamadığı bilinmektedir. Keza; vatandaşlık, seçme seçilme, kamuoyu çalışmaları, İsviçreli siyasal ve sivil örgütlerle ilişkiler yine düzenlenememiş ve ortak çalışmalarda buluşulamamıştır. Zaman zaman ortaya çıkan, ortaklaşılarak yapılan çalışmalar da kalıcı ilişkilere dönüştürülememiştir. Kürt toplumunun bütün bu nedenlerle salt içe yönelik çalışmalar yapmaktan vazgeçmesi, kamuoyu, siyasi ve sivil örgütlenmelerle de uzun vadeli ve kalıcı ilişkiler kurması gerekmektedir.
ALİ ÖZŞERİK

Karasu:"Boykot Kirmizi Kart Gostermektir"

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, artık Kürtlerin kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu Türkiye’deki siyasi partiler ve hükümetlerin belirlemesini ve dayatmasını kabul etmediğini belirterek, “Boykot tutumu sadece AKP hükümetine bir tavır değildir. Bugünkü AKP hükümeti ve onun değişikleri şahsında tüm Türkiye Cumhuriyeti zihniyetine, hükümetine, uygulamalarına yönelik bir tavırdır” dedi

 Mustafa Karasu, Kürtlerin neden referandumu boykot ettiğini anlatırken, boykot kararı aldıkları gerekçesiyle Kürtlere yönelik eleştirilere de yanıt verdi.

12 Eylül anayasasının değişmesine onay vermediğiniz iddiasıyla kara bir propaganda yürütülüyor. Bu konunda neler söylemek istersiniz?
Biz 12 Eylül rejimine karşı mücadele eden herkesin yanında yer alırız. 12 Eylül anayasasının özünü, ruhunu, temel felsefesini değiştiren her türlü değişikliği de destekleriz. Bu yönlü yeni bir anayasa yapılmasını da isteriz. Ama ortada böyle bir 12 Eylül anayasasının özünü ve ruhunu değiştirecek değişiklikler yoktur. 12 Eylül’e karşı çıkmak yoktur. Aksine bazı değişiklikler yaparak 12 Eylül anayasasından yararlanmak istemektedirler. Nasıl ki YÖK’ü ele geçirdikten sonra üniversiteleri kendilerinin devlet içinde etkin olmasının bir aracı haline getirmişler ve böylelikle kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmışlarsa, 12 Eylül rejiminin yarattığı kurumlardan da yararlanmak istemektedirler. Bu nedenle %10 barajını ve siyasal partiler yasasını özellikle örnek verdik. Kim 12 Eylül’e karşı mücadele etmiş de biz desteklememişiz? Aksine 12 Eylül’den bugüne kadar 12 Eylül’e karşı mücadelenin en ön cephesinde olmuşuz.

12 Eylül’e en büyük karşı çıkışı PKK gerçekleştirmiştir. Kendileri de PKK’nin yürüttüğü bu mücadele ortamında sıyrılmışlardır. 12 Eylülcüler yıpranınca, Ergenekoncular yıpranınca şimdi 12 Eylüle karşı sadece lafta kahramanlık taslıyorlar.

AKP de, siyasal İslamcılar da, fetullahçılar da eski iktidar bloklarının sarsılmasından yararlanarak kendilerini devletin başat gücü haline getirmek istemektedirler. Yoksa dertleri halkın özgürlüğü, demokrasisi, 12 Eylül anayasasının değişimi değildir. 2007’de %47 oyla iktidara gelmeden önce anayasayı değiştirmekten söz etti. Ama iktidara geldikten sonra bu konularda hiçbir adım atmadı. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşmesinin temelinde kendi iktidarını sürdürme yerine, Kürt Özgürlük Hareketini en iyi ben bastırırım, en iyi ben ezerim, Kürt toplumunu en iyi ben aldatırım, Kürtlerin etrafını içeride ve dışarıda en iyi ben kuşatırım yaklaşımı üzerinden iktidar olmayı düşündüğü için yeni bir anayasa yapma işine girişmeyerek 12 Eylül sistemi içinde iktidar olmayı tercih etmiştir.

REJİMDEN NEMALANAN AKP’DİR
Şimdi anayasa mahkemesi ve HSYK bileşimini değiştiriyoruz ve Türkiye’yi yargıçlar devleti olmaktan çıkaracağız gibi demagojik bir söylemde bulunmaktadırlar. Sen anayasa ve yasaları değiştirmediğin müddetçe bu anayasa mahkemesi ve HSYK verili yasalar çerçevesinde hareket edecektir. Bu da yine Kürtler üzerinde siyasi egemenliği ve kültürel soykırımı sürdüren sistemi koruma çerçevesinde olacaktır. Kaldı ki demokratik olmayan tüm devletler yargıç devletleridir. Demokratik olmayan devletlerde en fazla iş polislere ve yargıçlara düşer. Bugün İran’da da yargıçlar çok etkilidir. Çünkü demokratik olmayan ülkelerde yargıçlar ister istemez öne çıkarlar. Bu demokratik olmayan ülkelerin hepsinde böyledir. Çünkü o ülkelerde polis ve mahkemeler harıl harıl çalışır. Yani bu bileşim değişseydi KCK operasyonları olmayacak mıydı? Bu KCK operasyonlarını bizzat yürüten AKP hükümeti değil midir? O kadar telefon dinlemeyi, demokratik siyasetçileri izlemeyi ve sonradan tutuklamayı kim sağlatmıştır? AKP Kürdistan’da kendi önündeki engelleri kaldırmak için bu operasyonu yapmamış mıdır? Yargıçları bu doğrultuda kullanmamış mıdır? Özcesi demokratikleşme olmadığı müddetçe yargıçlar dün olduğu gibi bugün de etkili olacaktır.

BAZI KÜRTLER NİYE ‘EVET’ DİYOR, ANLAMIŞ DEĞİLİZ

Kimi Kürtler referanduma evet diyecekler, bunlar için ne söyleyeceksiniz?
Bu Kürtler bu referanduma neden evet diyecekler anlamış değiliz. Kendilerine göre bu değişikliklerde bir ilerleme görüyorlar. Anlaşılıyor ki onlar da Kürtsüz anayasa, Kürtsüz demokrasi, Kürtsüz ilerleme, Kürtsüz değişim gibi şeyleri normal görüyorlar. Özellikle Kürt halkının onlarca yıldır ağır bedeller vererek mücadele yürüttüğü ve Kürt sorununun çözümünü gündemleştirdiği bir dönemde bu anayasa değişikliğini Kürtler için olumlu görmek gerçekten de Kürt halkının duygularını, isteğini, taleplerini yaşamamaktır, anlamamaktır. Kendine göre bir değerlendirme yapmaktır. Bu tabii toplumdan kopuk değerlendirmeleri ifade ediyor. Bunları Kürt toplumunun mücadelesinden, gerçeklerinden kopuk, Kürt toplumunun mücadelesinin parçası olamayan, Kürt toplumunun mücadelesinin parçası olamadığı gibi Kürtlere karşı psikolojik ve özel savaş yürüten devletin Kürtler üzerinde yeni koşullarda siyasal egemenliği ve kültürel soykırımı sürdürmek için görevlendirdiği AKP’nin kuyruğuna takılanlar olarak değerlendiriyoruz.

Boykotla neyi amaçlıyorsunuz?
Boykot her şeyden önce sadece bu değişiklikleri boykot etmek değildir. 1924’ten bu yana bütün anayasa ve değişikliklerini boykot etmektir. Bu değişiklikler şahsında bu bütün anayasalara ve değişikliklere tutum koymaktır. Artık Kürtsüz hiçbir değişikliğin, anayasanın Kürt halkı ve demokrasi güçleri tarafından kabul edilmeyeceğini ortaya koymaktır. Boykot her şeyden önce bunu ifade etmektedir.

Tabii güncel ve gelecek açısından ise mevcut anayasanın, yamalı anayasanın, değişikliklerin kabul edilmeyeceğini, bunların toplumun ihtiyaçlarına, beklentilerine ve özlemlerine ihtiyaç vermediğini, aksine toplumun beklentilerini, özlemlerini geriye çeken, sabote eden, boşa çıkaran bir değişiklik olduğunu söylüyoruz. Bu da Kürt sorununun demokratik temelde çözüldüğü yeni bir anayasa ve yasalar sistemine ulaşılması gerektiğini, artık bunun zamanın geldiğini ve ertelemenin kabul edilmeyeceğini, bu sorunu çözmeyen, Türkiye’yi demokratikleştirmeyen ve ertelemeye çalışan her tutumun gerici olduğunu, toplumun iradesine bir karşı çıkış olduğunu, bu nedenle de Kürt sorununun hemen çözümünü, demokrasinin hemen gerçekleşmesini isteyen bir tutumu ifade etmektedir. boykot tutumuyla Kürt halkının, emekçilerin, Alevilerin bütün etnik ve dinsel toplulukların demokratik iradesini dikkate almayan, bu demokratik iradeler temelinde demokratik yeni bir anayasa yapmayan, hatta değişiklikler yapıldığında bile bu iradeleri dikkate almayan siyasal zihniyete ve onun ortaya koyduğu pakete dur denilmektedir.

Artık Kürtler kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu, Türkiye’deki siyasi partiler, hükümetler tarafından belirlenmesini ve dayatılmasını kabul etmemektedir. Kürtler artık kendisi için iyi olanı, kendisi için doğru olanı, kendisi için kabul edilir olanı kendi demokratik siyasi iradeleriyle ortaya koymak istemektedir. AKP hükümeti 8 yıldır belirli söylemlerle demokrasi güçlerini, Kürtleri, herkesi oyalamış, sıra adım atmaya geldiğinde ise amiyane deyimle hiçbir yaraya merhem olmayan kimi girişimlerde bulunarak toplumu aldatmıştır. Halbuki Türkiye toplumunda da Kürt toplumunda da büyük bir demokrasi birikimi ortaya çıkmıştır. Demokrasi özlemi çok güçlüdür. Zaten AKP bu güçlü özlemi sömürerek buna seslenerek iktidara gelmiştir. Ama bu son değişikliklerde görüldüğü gibi yine bu demokrasi özlemini, yeni demokratik anayasa talebini, Kürt sorununun çözümü için ortaya çıkmış birikimi çarçur etmektedir, sabote etmektedir. Kendi çıkarları içinde çürütmektedir. Boykot, AKP’nin bu tutumuna da dur demek oluyor.

Boykot, esas itibariyle de Kürtlerin hiçbir yerinde olmadığı anayasaları, yasaları, sistemi ve kendisiyle ilgili olmayan hiçbir değişikliği ciddiyi almama, ilgilenmeme, değer verememe, kendisi için bir anlamı olmadığını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Böylelikle kendi iradesini, kendi tutumunu, kendi gücünü ortaya koymaktadır. Özü itibariyle de tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek tek diyen, anayasa ve yasalarında bu zihniyeti koruyan, bu tek teklerin değişmesinde hiçbir adım atmaya yanaşmayan, ama bu tek tekli sistemi yamalayarak Kürtlere kabul ettirmek isteyen dönemsel devlet olan AKP hükümetine dur denmektedir. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi “devletin ve AKP’nin kırmızı çizgilerine kırmızı kart göstermektir”.

‘EVET’ VE ‘HAYIR’ AYNI KAPIYA ÇIKIYOR

Boykotun evet ve hayırcılardan farkı nedir?
Boykotun evet ve hayırdan köklü bir farklı vardır. Aslında evet ve hayır aynı kapıya çıkmaktadır. Türkiye’nin temel zihniyetini koruma açısından hiçbir farklılıkları yoktur. Farklılığı Kürtsüz demokrasiyi düşünen, Kürtsüz anayasayı düşünen, Kürtsüz yasaları düşünen farklı düşünen siyasi kesimlerin bir birlerine tutum koymasıdır. Aynı zihniyet tarafından şekillenen ama bunu farklı siyasi yaklaşımlarla sürdürmek isteyenlerin tutumu olarak görüyoruz. Biri bunu evetle biri de hayırla ortaya koyuyor. Evet ve Hayırı şöyle ifade etmek mümkündür: “Evet” demek, AKP’nin öngördüğü değişiklik temelinde 12 Eylül anayasasına evet demek ve bu temelde 12 Eylül darbesini meşrulaştırmak oluyor. “Hayır” demek, AKP’nin öngördüğü değişiklik paketine hayır deyip değişmemiş haliyle 12 Eylül anayasasını kabul etmek ve bu temelde 12 Eylül darbesini meşrulaştırmak anlamına geliyor. “Boykot” etmek ise, AKP’nin değişiklik paketini de, değişmemiş haliyle 12 Eylül anayasasını da meşru görmemek, kabul etmemek anlamına geliyor. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini meşru görmemeyi ifade ediyor.

12 Eylül darbesine ve anayasasına hayır demek de ancak 12 Eylül 2010 referandumunu boykot etmekle olur. Açık ki bu durumda 12 Eylül referandumuna “evet” veya “hayır” demek, 12 Eylül darbesini ve anayasasını meşru görme anlamında bir fark taşımıyor. Bu noktada birleşiyor ve birbirine daha yakın duruyor. Aralarındaki ayrım, 12 Eylül anayasasına dayanan sistemi kimin yöneteceği kavgası üzerinde ortaya çıkıyor. Gerçek ayrım ise, referanduma evet veya hayır diyenlerin birliği ile boykot diyenler arasında yaşanıyor.

31 Mayıstan bu yana geliştirilen gerilla eylemlerinin AKP ve yandaşları tarafından referandumu sabote etmek için yapıldığı iddia ediliyor. Bu değerlendirme nereden kaynaklanmaktadır?
Her şeyden önce Kürt Özgürlük Hareketi Türk devletine ve hükümetine geçen Ağustos’tan bu yana “bu sorunun çözümünde adım at, yoksa bu tasfiye politikalarına karşı bir direniş gelişir” uyarısında bulunmuştur. Özellikle de Önder Apo’nun körkuyu gibi bir hücreye atılması, DTP’nin kapatılması, belediye başkanlarının tutuklanması, operasyonların arttırılması karşısında bu politikanın bırakılarak, demokratik çözüm doğrultusunda adımlar atılması istenmiştir. Bu yapılmadığı taktirde Kürt halkının Newroz’da ortaya koyduğu gibi “Ya Demokratik Çözüm Ya Görkemli Direniş”in gelişeceğini defalarca ortaya koymuştur. Bu açıdan bu eylemlerin referandum için yapıldığını söylemek, Kürt sorununu basitleştirmektir. Türkiye’deki siyasal sorunları ve çözümünü dayatan Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda sıradanlaştırmaktır. Kürt Özgürlük Hareketi yeni eylem yapmıyor. 30 yıla yakındır bir mücadele içindedir. Bu mücadeleyi de şu seçim olmuş, şu referandum olmuş, CHP olmuş, Doğru Yol olmuş demeden; esas olarak da Kürt sorununa nasıl yaklaşıldığını, Kürt sorununun çözümü konusunda nasıl politika izlendiğine bakarak kendi tutumunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla bu tür söylemler demagojidir. Zaten AKP ve yandaşları uzun süreden beri hükümet ne zaman iyi bir şey yapsa, Türkiye’de ne zaman olumlu bir gelişme olsa PKK bunu yapıyor diyerek aslında ciddi bir Kürt sorununun var olduğunu inkar etmektedir. Bu yaklaşımla Türkiye’de sanki Kürt sorunu yok, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük sorunu yok, Türkiye bu konuda güllük gülistanlık, bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi keyfi olarak bu şeyleri yapıyormuş gibi göstermek istenmektedir. Bu söylemle Kürt sorununun öyle acil, çözülecek demokratik sorun olmadığı ifade edilmektedir.

KULP TAKMA GELENEĞİ ÖZEL SAVAŞ YÖNTEMİDİR
İskenderun’da bir olay oluyor, bunu İsrail yaptırdı, Marmara gemisi nedeniyle yapıldı, Türkiye’ye bir misilleme olarak yaptırıldı denildi. Şimdi yine aynı yerde olay oluyor bu sefer İsrail gündemde olmadığından başka bir kulp buluyorlar. Bu eylemden sonra faşistler Kürtlerin canına ve malına saldırıyor. Faşistlerin bu şoven saldırısını şiddetle kınayacaklarına -Avrupalıların deyimiyle nefret suçu, ırkçılık suçu olarak işlenmesi olarak ele alacaklarına - PKK böyle bir olay çıkarmak için bunu yaptırmıştır deniliyor. Yani öyle bir şey söyleniyor ki artık Kürtler mücadele etmesin, hiçbir şey yapmasın, teslim olsun! Bu psikolojik savaş söylemleri bu anlama gelmektedir. Dünyaya bunların gözlükleriyle bakılırsa Kürtler Türk devletinin inkar ve imha sistemine karşı ne askeri ne de siyasi mücadele yürütülebilir. Yürüttüğü zaman bir kulp bulunur. Dünyanın herhangi bir yerinde birkaç Türk bir şey yaptığı zaman bu onların hakkıdır, onların özgürlük ve demokrasi mücadelesidir, mutlaka onlara haksızlık yapılmıştır ondan dolayı eylemler yapmışlardır; ama sıra Kürtlerin dünyada görülmemiş zulme karşı varlık yokluk mücadelesi verdiğinde mutlaka bir kulp bulmaktadırlar. Bu, aslında inkarcı sömürgeci zihniyetin Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesini bütün yüzyıl boyunca bir yerlere bağlanılması gibi bu defa da aynı mantıkla bir yerlere bağlanmasıdır.

AKP de diğer partiler de bilmelidir ki Kürtlerin, iktidar mücadelesinde hiçbir tarafta yer alması düşünülemez. Kürtler ancak Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi doğrultusunda politika izleyen, bu konuda samimi olan ve adım atanların yanında olur. Şu anda Türkiye gerçeğinde böyle bir parti de böyle bir siyasi irade de yoktur. Hepsi de Kürtler üzerinde siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürme politikasında birleşmişlerdir. CHP de MHP de böyledir, 4 Mayıs’ta Dolmabahçe’de derin devletin karargah komutanı olan genelkurmay başkanıyla Kürt karşıtlığında sözleşen AKP de böyledir. Bu açıdan AKP kendisini farklı gösteremez. Kürt Özgürlük Hareketi de farklı görmüyor. AKP de biliyordu ki Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmadığı taktirde PKK bunu kabul etmeyecek ve direnişe geçecekti. Yok, eğer Kürt Özgürlük Hareketinin ve PKK’nin kendi tasfiye politikalarını kabul edeceğini sanmışsa, böyle düşünmüşse o zaman PKK’yi ve Kürt Özgürlük Hareketini tanımamıştır, o da kendi sorunudur.

SALİH DOĞAN /KANDİL

Karayılan: "Demokratik Özerklik planını açıklayacağız"

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, önümüzdeki hafta önemli bazı açıklamalar yapacaklarını belirterek, “Sürecin ele alınışına ilişkin önderliğimiz tarafından bize sunulmuş olan bir mesaj vardır. Biz hareket olarak son iki hafta boyunca bu mesaj üzerinde tartışmalar yürüttük. Önümüzdeki hafta bu mesajla ilgili ulaştığımız sonuçları kamuoyuna açıklayabiliriz. Yapacağımız o açıklamalar çerçevesinde bizim demokratik özerkliğe ilişkin planlamamızın içeriği de açıklanmış olacaktır” dedi.

ANF’ye konuşan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, son günlerde yaşanan tartışmalara ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Karayılan, önümüzdeki hafta önemli açıklamalar yapacaklarını belirtirken, referandum konusunda da tavırlarının boykottan yana olduğunu kaydetti. Karayılan, AKP anayasa paketini “Lozan Anlaşaması”na benzeterek Kürtlerin yeniden yok sayıldığını ifade etti.

Karayılan, “Bizi yok sayan bu paketi biz de yok saymalıyız. Bu açıdan en yaygın bir şekilde Kürdistan’da boykotun gelişeceğini düşünüyorum. Biz bu konuda kendimiz fazla müdahil olmayacağız” dedi.

CEMİL ÇİÇEK’İN TEPKİSİ AHLAKSIZLIKTIR

*Şu sıralar Türkiye’de demokratik özerklik tartışılmaları alevlendi. Bu konuda Diyarbakır büyük şehir belediye başkanının yaptığı açıklamaya dönük çeşitli tepkiler gelişti. Hükümet tarafından sert tepki görürken, kimi aydın ve yazarlardan destek buldu. Bu konudaki yaklaşımları nasıl yorumluyorsunuz?

-Demokratik özerklik Kürt sorununun çözümünde temel bir formülasyondur. Dünyanın her tarafından farklı kültürler böyle formülasyonlarla bir arada, birbirlerine saygı temelinde yaşayabilmişlerdir. Bu, sadece hareketimiz değil, çeşitli demokratik Kürt örgütlenmeleri tarafından da kabul gören bir çözüm formülüdür. Osman Baydemir Dersim’de kendi partisinin programındaki demokratik özerkliği açık bir dille ifade etmiştir. Buna karşı gösterilen tepki aslında bastırmadır, küçümsemedir. Hatta Cemil Çiçek’in tepkisi bir ahlaksızlıktır. Bir büyük şehir belediye başkanına böyle bir cevap mı verilir? Cemil Çiçek’in o hakaret üslubu aslında Amed halkımıza ve Kürt halkına karşı yapılmış bir hakarettir. Sorun kişi sorunu değildir. Demokratik özerklik formülünü reddetmek hem de bunu ifade edenleri aşağılamak Kürtleri asimile edeceğim, Kürtlerin hiçbir özgünlüğünü kabul etmeyeceğim demektir. Zaten Kürt halkını asimile edemediğine hayıflanmaktadır. AKP hükümeti ve Türk devleti bundan vazgeçmelidir. Bundan vazgeçilmemesi beraberinde bölücülüğü getirir. Bu kadar ayrımcı bu kadar bölücü bir politika elbette ki Kürtleri de farklı politikalara yöneltmiş olacaktır. Zaten biz öncelikle Türk devletini, AKP hükümetini Önder Apo’nun en son üç madde halinde sunduğu çözüm formülünü kabul etmeye davet edeceğiz. Bu konuda kendi üzerimize düşeni de yapmaya hazır olduğumuzu belirteceğiz. Bunun özeti aslında demokratik özerklik çerçevesinde çözüm sürecinin geliştirilmesidir. Eğer bunu kabul etmez, buna rağmen bize şiddet dayatılırsa o zaman biz demokratik özerkliği kendi öz gücümüze dayalı bir biçimde ilan ederiz. İlan etme işte o zaman gündeme gelir. En makul çözüm formülüne karşı bu kadar tepki gösterilmesi çözümü tıkatmadır. Çözümsüzlük siyasetinin dayatılmasıdır. Seni hiçbir biçimde kabul etmeyeceğim, sen sadece ve sadece köle olabilirsin dayatmasından başka bir şey değildir.

DEMOKRATİK ÖZERKLİK İLANI GÜNDEMİMİZDE

*Hareketinizin 15 Ağustos’ta ‘demokratik özerklik’ ilan edebileceği yönünde iddialar var. Böyle bir niyetiniz var mı? Bu özerkliğin çerçevesi nasıl olacak?

-Hareketimizin yönetimi tarafından böyle bir gün belirlenerek yapılmış bir açıklama yoktur. Fakat demokratik özerkliğin ilanı konusu gündemimizde olan bir konudur. Sadece hareketimizin gündeminde değil, tüm Kürt halkının gündeminde olan bir konudur. Çünkü gelinen aşamada artık Kürt sorununun çözüme kavuşması gerekmektedir. Kürt sorununda çözüm kendisini her bakımda dayatmış bulunmaktadır. Bunun formülü de demokratik özerkliktir. En makul çözüm hem Türkiye’nin birliği-bütünlüğü için hem de Kürt halkının demokratik Türkiye ortamında özgürce yaşayabilmesi için en makul çözüm formülü demokratik özerklik formülüdür.

Biz bunu yeni söylemiyoruz. Bir de bunu sadece bizim hareketimiz de söylemiyor. Bugün Kürdistan’da ve Türkiye’de, Türkiye’nin yasalarına göre kurulmuş birçok kurum ve kuruluşun da kendi programına aldığı bir çözüm formülüdür.

OSMANLI’DA DA KÜRDİSTAN ÖZERK BÖLGEYDİ

Demokratik özerklik uygarlığının doğuşundan bu yana farklı kültürlerin bir arada yaşama formülü olarak insanlık uygarlığında yer edinmiştir. Yeryüzünde farklı kültürlerin şekillenmesiyle birlikte otonomi anlayışı, özerklik formülü var olagelmiştir. Bu, farklı kültürlerin bir arada yaşama tarzıdır. Birbirine saygı gösterme, birbirinin özgünlüğünü dikkate alma formatıdır. Tarihin bütün aşamalarında halklar arasında özerklikler vardır. Osmanlı sisteminde de vardır. Osmanlı döneminde Kürdistan özerk bölgedir. Hatta insanlığın yaşamında o kadar doğallaşmış bir format ki ismi bile konulmaya gerek görülmeden uygulanan bir sistemdir.

Demokratik özerklik nedir? Yerel kültürlerin kendilerini özgürce ifade edebildiği, kendi kendini yönettiği yerel yönetim anlayışının olduğu bir idari sistemdir. Esasında kapitalizm tek devlet, tek ulus, tek dil sloganlarıyla özerklikleri ortadan kaldırmak istedi. Ancak kaldıramadı. Buna karşı halkların direnişi gelişti, kültürlerin direnişi gelişti. Dolayısıyla kapitalizm de kendi devlet sisteminde özerkliğe yer vermek zorunda kaldı. Tek dil, tek devlet, tek ulus teorisi Fransa’nındı. Fransa bile sonradan çıkardığı çok dillik yasasıyla bundan vazgeçmek zorunda kaldı. İşte Korksika’ya hemen hemen özerklik statüsüne denk düşen haklar tanıdı. Kısaca özerklik günümüzde de hem AB’de, hem ABD’de, hem Rusya’ da, hem Çin’de dünyanın her tarafında farklı kültürlerin bir arada yaşama formülü olarak uygulanan bir sistemdir. Bunu niye biz Ortadoğu da ve Türkiye de uygulamayalım. Kaldı ki Türkiye cumhuriyeti kuruluşunda özerklik söz konusu edilmiştir. Atatürk tarafından defalarca dile getirilmiştir. Hatta TBMM’de üzerinde tartışma yürütülmüştür. Şimdi tutanakları yok edilen 1922’deki meclis oturumunda kabul edildiği açığa çıkmaktadır.

ÖZERKLİK FARKLI KÜLTÜRLERİN BİR ARADA YAŞAMASININ YOLUDUR

Kısacası demokratik özerklik bir devlet sınırı içerisinde farklı kültürlerin bir arada yaşamasının yoludur. Eğer Türk devleti gerçek anlamda asimilasyondan ve Kürt halkını Türkleştirmekten vazgeçmiş ise özerkliği kabul etmesi gerekmektedir. Kabul etmemesinin nedeni henüz asimilasyondan vazgeçmemesidir. Biz demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, demokratik ana vatan ilkeleri çerçevesinde demokratik özerk Kürdistan formülünün kalıcı birlik için tek çözüm formülü olduğunu söylüyoruz. Bu bölmenin değil, özgür demokratik gönüllü birliği kurma formülüdür. Bunu kalkıp bölme, parçalama olarak ifade etme çarpıtmadır. Yeryüzünde bu sistemin uygulandığı yerlerde gönüllü birlikler pekişmiştir. Kürt ve Türk halkı da bir arada yaşayacaksa ve eğer Kürt halkının Türkleştirilmesinden vazgeçilmişse onun geçerli formülü demokratik özerkliktir. Başka yolu yoktur. Dolayısıyla biz bunu bir çözüm tarzı olarak görüyoruz. Aslında demokratik özerklik sadece Kürt sorununu çözme formülü değildir, aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştirme formülüdür. Çünkü Kürdistan’a özerkliği tanıyan bir iktidar cumhuriyeti de demokratikleştirmek durumunda kalacaktır. Bu açıdan demokratik özerklik Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin de yoludur. Bu nedenle Tüm sol ve demokrasiden yana olan güçlerin demokratik cumhuriyet-demokratik özerklik formülünü desteklemeleri gerekmektedir.

ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR OLACAK

Kendimiz devletten beklemeden halkımızın özerk bir biçimde kendi sistemini inşa etmesi, örgütlemesi, kendi kendini yerel düzeyde yönetebilmesi için belirli bir mücadele yürütülmektedir. Bu konuda gelişen bir örgütleme düzeyi söz konusudur. Dolayısıyla artık demokratik özerkliğin temeli de yaratılmış bulunmaktadır. Bunu illahi şu gün ilan edelim, etmeyelim gibi bir tartışma bir yana mevcut durumda demokratik özerkliği pratikleştirme görevi vardır. Devletin de bunu kabul etmesi gerekmektedir.

Fakat bütün bu konularda hareketimiz adına önümüzdeki hafta önemli bazı açıklamalar yapacağız. Sürecin ele alınışına ilişkin önderliğimiz tarafından bize sunulmuş olan bir mesaj vardır. Biz hareket olarak son iki hafta boyunca bu mesaj üzerinde tartışmalar yürüttük. Önümüzdeki hafta bu mesajla ilgili ulaştığımız sonuçları kamuoyuna açıklayabiliriz. Yapacağımız o açıklamalar çerçevesinde bizim demokratik özerkliğe ilişkin planlamamızın içeriği de açıklanmış olacaktır. Bu açıdan ilan tarihine ilişkin her hangi bir şey belirtmiyorum. Önümüzdeki haftayı beklemek gerekiyor. Özellikle sözünü ettiğim açıklama birçok açıdan önem taşıyan bir açıklamadır. Hem Türkiye’nin hem Kürdistan’ın gündemini belirlemede yeri olacak olan politikamızın izahatı olacaktır. Bu açıdan bu konuya ilişkin sadece bunları belirtmekle yetiniyorum.

AKP PAKETİ, LOZAN ANLAŞMASI GİBİ KÜRTLERİ YOK SAYIYOR

*BDP anayasa değişiklik paketi için yapılacak referandumu boykot kararı aldı. 12 Eylül’de yapılacak referandumda Kürdistan’da nasıl bir sonuç bekliyorsunuz? Bu sonuçlar Kürt sorunu açısından nasıl bir öneme sahiptir?

-Bizce, BDP’nin anayasa değişikliği paketi için almış olduğu boykot kararı doğru ve isabetli bir karardır. Neden? Çünkü bu anayasa değişiklik paketi Kürt halkını görmüyor. Yani bu değişiklik paketinde Kürt halkına dönük her hangi bir şey yoktur. Tıpkı Lozan Anlaşması gibi yok sayıyor. Buna evet demek, yok sayılmaya evet demektir. Bununla birlikte bu değişiklik paketi bazı yenilikleri ve hatta bazı iyileştirici maddeleri içerse de, 12 Eylül Anayasasının ruhuna dokunmuyor. Zaten anayasanın başlangıç maddeleri olduğu gibi muhafaza ediliyor. 66. Madde gibi herkesi Türk sayan, herkesi Türkleştirmeyi dayatan madde muhafaza ediliyor.

Esasen 12 Eylül anayasasını tümden değiştirmek, yeni sivil demokratik bir anayasayla Türkiye cumhuriyetini demokratikleştirmek gerekiyor. Bu, Türkiye demokrasi hareketinin ana görevi durumundadır. Eğer Türk halkı 12 Eylül gibi kara bir lekeden kurtulmak istiyorsa, 12 Eylül anayasasını tümden ret etmeli ve yeni bir anayasayla demokratik yaşamı inşa etmelidir. Ancak, bu değişiklik paketi acil değişiklik ihtiyacını öteleyen bir pakettir. 12 Eylül anayasasını biraz tamir eden ve yolluna devam ettirmeyi ön gören bir paket olmaktadır. Bu açıdan yanılmamak gerekiyor. 12 Eylül anayasasını kesin değiştirmek gerekiyor. Ancak mevcut paket özünü ve ruhunu değiştirmiyor. Bu sadece AKP’nin önünde engel teşkil eden bazı maddeleri kaldırıyor. Onları değiştiriyor. AKP burada yine çıkarcı zihniyetini konuşturmuştur. Kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir paket hazırladı. Toplumun tüm kesimlerinin ihtiyacını karşılayan bir paket değil, sadece kendi ihtiyacını karşılayan bir paket hazırladı. Bu açıdan bu paketin içinde Kürt halkı yoktur. Kürt halkı nasıl evet desin? Bazı çevre ve kişiler diyorlar ki, işte bu devlet bürokrasisini, yargıyı, askeriyeyi frenleyen önemli değişikleri yapan bir taslaktır niye evet denilmiyor? Buna evet denildi mi, bütün bu anayasayı, Kürt halkını yok sayan, yok saymakla kalmayan imha edilmesini reva gören anayasaya evet demektir. Bu nedenle evet demek zordur.

Aslında AKP hükümetinin Kürt sorununa ilişkin gerçek bakış açısı birkaç hususta oldukça iyi görülmüştür. Bu hususlardan birsi de bu anayasa paketidir. Ne zaman ki AKP hükümeti bu anayasa paketini kamuoyuna sundu, biz o zaman anladık ki AKP hükümetinin Kürt sorunu çözme niyeti yoktur. Erdoğan’ın dediği “tek devlet, tek millet, tek dil” olgusu AKP’nin stratejik yaklaşımıdır. Eğer farklı olsaydı Kürt halkının durumunu da kısmi de olsa değiştiren veya iyileştiren bir madde olurdu. Böyle bir şey yok. Buna rağmen Kürt halkının evet demesini beklemek ne kadar doğrudur. Hayır da denilirse doğru olmaz. Mevcut olanı savunma anlamına gelir. Bu açıdan ne evet ne hayır demeden boykot etme tutumu daha doğrudur. Bize göre tüm demokrasi güçleri böyle bir tutum geliştirerek gerçek demokratik anayasayı gündemde tutmalıdır.

KÜRTLER, KENDİLERİNİ YOK SAYAN AKP PAKETİNİ BOYKOT EMELİ

Birileri bu tutumu anayasa değişikliğine karşıtlık olarak değerlendirmek istiyor. Bu yanlıştır, daha çok çekimser bir tutum olmaktadır. Bu tutum ne evetçidir, ne hayırcıdır. Bu değişiklik bizim dışımızdaki bir değişikliktir. Eğer onlar halk olarak bizi yok sayıyorsa, biz de onların bu değişikliğini yok saymalıyız. Çünkü bu değişiklik bizim için bir hiçtir, bu şekliyle bir anlamı yoktur. Onun için sandıkların başına gitmeye gerek yoktur. Bence tüm Kürtler bu tutumu almalıdır. Yani AKP’ye o verenlerde dahil, tüm Kürtler şunu demeli; bizi yok sayan bir paketi biz de yok sayarız. Anayasada bazı iyileştirmeler yapılıyor, peki Kürt halkına dönük bazı iyileştirmeler var mı? Yok. Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunu değil mi? Evet. Peki, niye bu es geçiliyor? Niye yok sayılıyor? Bu bir tuzaktır Kürt halkı bu tuzağa düşmemelidir. 12 Eylül anayasasının dolaylı bir şekilde onaylama tuzağına düşmemelidir. Böylece kendi iradi tutumunu ortaya koymalıdır. Kürt halkı boykotu en yaygın bir biçimde uygulayarak şu mesajı vermelidir “ siz, bizi bu paketle yok saydınız, biz de sizin bu değişikliğinizi yok sayıyoruz” bu tutumunu koymalıdır. Bu, demokratik bir haktır.

Bu konu da bazı Kürt çevrelerinin farklı bir yaklaşım içinde oldukları da belirtiliyor. Ama halkımızın ezici çoğunluğu kendisini yok sayan bir pakete evet demeyecektir. Ben ona inanıyorum. Hayır da demesine gerek yoktur. Bu bir nevi bizim dışımızdaki bir durumdur.

BDP TÜM KÜRT ÇEVRELERİNE GİTMELİ

BDP boykot yönünde bir karar aldı ama BDP’nin de yetersizlikleri vardır. Dar çevrelerde olsa tüm Kürt çevrelerine gitmek ve tüm kesimlerin tutumunu bu doğrultuda belirlenmesi için ortam hazırlamak gerekiyordu. Bu konu da yetersizliklerin yaşandığını düşünüyorum. Fakat Kürt halkını yok sayan bir değişikliğe evet demek yanlış olacaktır. Bizi yok sayan bu paketi biz de yok saymalıyız. Bu açıdan en yaygın bir şekilde Kürdistan’da boykotun gelişeceğini düşünüyorum. Biz bu konuda kendimiz fazla müdahil olmayacağız. Fakat Kürt demokratik kurum ve kuruluşlarının ezici çoğunluğunun almış olduğu bu boykot kararının tüm Kürt yurtseverlerinin dikkate alacağını düşünüyorum. Böyle bir tutum hem anayasa değişikliğinin gündem de tutulması, hem de Kürt halkını iradeleşme düzeyinin açığa çıkması açısında çok önemli buluyorum.

DTK’YI BİZ DE DİKKATLE İZLEMEYE ÇALIŞIYORUZ

*7-8 Ağustos’ta DTK’nın toplanacağı ve toplantısında demokratik özerkliğin temel bir tartışma konusu olacağı basına yansıdı. Bu konuda her hangi bir şey belirtiyor musunuz?

-Demokratik toplum kongresi Kürt halkının en geniş sivil, demokratik, yasal kurumlarının bir araya geldiği bir platformdur. Tüm Kürt yurtsever kurum ve kuruluşlarının, değişik çevrelerin, halktan insanların katılım gösterdiği bu oluşumun toplanıyor elbette ki önemlidir. Biz hareket olarak tüm toplumsal kurum ve kuruluşlara saygı göstermeyi, onların karar ve önerilerine saygılı yaklaşmayı her zaman esas almışızdır. DTK Kürt yasal siyasetinin en ciddi kurumlaşması olduğuna göre karar ve yaklaşımlarını dikkate almak gerekiyor. Ancak ben burada DTK neyi tartışır neyi tartışmaz konusunda fikir belirtecek durumda değilim. Bu benim görevim değildir. Onların iradelerine karışacak değilim. Kendileri de ayrı bir kulvarda Kürt halkının özgürlük davasını savunmakta ve yasal bir mücadele yürütmektedirler. Böyle platformlarda tüm Kürt kesimlerinin katılması, farklı düşünceye sahip insanların olması daha iyi olur diye düşünüyoruz. Kendileri kendi gündemlerini basına yansıtmışlardır. Demokratik özerklik konusunu benim bildiğim kadarıyla bundan üç yıl önce DTK kendi genel kurulunda bir çözüm formülasyonu olarak kabul etmişti. Sanırım aynı çerçevede tartışmaları söz konusu olabilir.

Bence sorun daha çok pratikleştirme sorundur. Yani Kürt halkının demokratik özerkliğin örgütsel boyutunu, kültürel dil boyutunu geliştirme görevi vardır. Bu konu üzerinde derinleşmeye, yeni bir kararlaşmaya gitme ihtiyacından söz edilebilinir. Tüm demokratik, sivil, sosyal ve kültürel kurumların gündeminde bu vardır. Hangi çerçevede yeni kararlar alacaklarını bekleyip görmek gerekiyor. Belirttiğim gibi Kürt halkının en etkili demokratik kurumlaşması durumundaki bu kurumun tutum ve yaklaşımlarını biz de dikkatle izlemeye çalışıyoruz.



Bilindiği gibi bundan önce çok sayıda sivil toplum kuruluşu değişik düzeyde açıklamalar yaptılar. En son 649 kuruluş çift taraflı ateşkes açıklaması yaptı. Dengeli bir açıklamaydı. Fakat sonradan sivil toplum kuruluşu içinde yer alanların kurumsal ya da bireysel açıklamalarına bakıldığında aslında sorunun çözümünde ne kadar ciddi olup olmadıkları da açığa çıkıyor. Samimi bir biçimde barışçıl bir çözümü istemek ayrıdır, AKP’nin biraz da yönlendirmesiyle bazı çağrıları gündemleştirmek ayrıdır. Bu ayrımı koymak gerekiyor. Bir taraftan barışçıl çözüm arayışı içerisinde olacaksın ama diğer tarafta da esasta farklı çevrelere mesaj içeren bir duruş sergileyeceksin. Örneğin bu çağrıcılar içerisinde olan birisi İnegöl ve Dörtyol’daki Kürt halkına karşı sindirme saldırılarını değerlendirme biçimine bakıldığında gerçek zihniyetini de oradan anlamak mümkün olabiliyor. Biz bu tür böyle hesaplı, örtülü niyet taşıyan, adına ne denilirse densin, kurumlardan ziyade sorunu daha ciddi biçimde gündemleştiren DTK gibi kurumların daha fazla dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz. Ciddiyet açısından özellikle sorunun köklü kalıcı çözümü açısından kimin dikkate alınması gerektiği noktasını doğru tespit etmek önem taşımaktadır.


*Son YAŞ toplantısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye tarihinin en uzun YAŞ toplantısı gerçekleşti, TSK’nın üst komuta kademesi belirlenemedi, kimi çevreler sivil kanadın ağırlığını koyduğunu iddia ediyor. Buna katılıyor musunuz? Kısaca TSK ve hükümet arasındaki bu gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?

-YAŞ toplantısı çevresinde yansıyan sonuç ve tartışmalar aslında Türkiye cumhuriyeti devleti gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyor. Türkiye’de tüm devlet yetkilileri her zaman hukukun üstünlüğünden, adaletten, demokrasiden dem vururlar, ama bunların neme nem olduğu YAŞ toplantısı vesilesiyle bir kez daha açığa çıktı. Aslında hukuk dedikleri şey üstünlerin hukukudur. Hukuk ve demokrasiden ziyade Türk cumhuriyetinin temel kurumları, o senin bu benim diyerek uzlaşıyla işi götürmeye çalışmaktadırlar. Öteden beri sistem içerisinde bu biçimde anti demokratik yapılanma söz konusudur. Bir taraftan aranan kişi, başbakan, cumhurbaşkanıyla birlikte törene katılıyor, mahkemelik olanlar ŞURA toplantısına bile katılıyor. Bir hukuk devletinde bu olacak şey midir? Bir devlet bu kadar mı kendi hukukunu çiğner ve ayaklar altına alır. Bu nasıl kabul ediliyor? Ama bu devlet sistemi çıkara ve uzlaşmaya dayalı olduğu için böyle yaklaşılıyor. YAŞ toplantısı boyunca yapılan ikili, üçlü toplantılar hep uzlaşmaya dönük yapılan toplantılardı.

ORDU KARŞISINDA ASLAN KESİLENLER GERİLLA SAYESİNDE MEYDAN BULDULAR

Mevcut durumda cumhuriyetin demokratikleştirilmesinden ziyade, iktidar paylaşımına yönelik tartışmalar vardır. Biz öteden beri bunun bir iktidar kavgası olduğunu söyledik. Bu iktidar kavgasında kimin hukuka daha yakın, kimin daha uzak olduğu ayrı bir konudur. Ama çok kötü bir biçimde sistem kendi durumunu bu YAŞ toplantısıyla daha iyi ele vermiştir. Hukukun nasıl ele alındığını, gerekli görüldüğünde nasıl da hiçe sayıldığını bir kez daha herkes gördü. Bir kere ordu özerklikten öte, bağımsız bir kurum gibi kendisini sistemin içinde oturtmuştur. Kimse bana karışamaz, kimse bana müdahale edemez, diyerek kendisini sistemi belirleyen bir kurum olarak sürdürmek istiyor. Fakat ordu artık bunu sürdürecek durumda değil, eğer Kürdistan’da gerilla karşısında başarılı olsaydı kimse hiçbir şey diyemezdi. Bugün ordu karşısında aslan kesilenler bilmeli ki gerilla mücadelesi sayesinde meydan bulmuşlardır. Ancak bu tür çevreler kimin hangi emeklerle bu koşulları yarattığını teslim etmeden küstahça kendilerine mal etmeye çalışmaları hazin bir şeydir. Buna rağmen ordu kendi durumunu eskisi gibi sürdürmek istiyor. Ancak bunun koşulları kalmamıştır. Ordunun tek saltanat olma koşulları aşılıyor. Hükümet bu gerçeğe dayanarak iktidar paylaşımında uzlaşmak istiyor. Görüşmelerde taraflar taviz ve paylaşımda uzlaşmadıkları için şu anda kriz devam ediyor.

Kısaca YAŞ toplantısında yaşanan sorunlar vesilesiyle bir kez daha görüldü ki 12 Eylül anayasasının yamaya değil de, tümden değiştirilmesine acil ihtiyaç bulunmaktadır. Bu sistemin kökten değiştirilerek demokratikleştirilmesi gerektiği açıktır. En üstün devlet bürokratı devletin başka kurumlarınca hakkında karar alınmasına karşın, başka kurumlarca korunmaktadır. On binlerce insanı yardım ve yataklıktan zindanlara attınız. Binlerce insanı hukuktur diye süründürdünüz. Ama yeri geldiğinde ise bunları bir tarafa atabiliyorsunuz. Böyle bir zihniyet ve mantıkla toplum mu idare edilir? Böyle bir zihniyetle toplum ancak bastırılır. Dolayısıyla, demokratik topluma, demokratik siyasete, demokratik cumhuriyete kesin bir biçimde ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçtan ötürüde anayasanın yamalanması değil, anayasanın kökten değişmesi gerektiği çok açıktır.

Yarın:

*İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 94 yılında bile söylenmeyen “Amanos’ları temizleyin” sözünü neden söyledi?

*Hantepe çatışmasında neler oldu? Gerilla eylemi neden engellenemedi?

*Kürdistan ormanları neden yakılıyor?

*Karayılan, kime “sünepe” ve “Kendisinin yüreği varsa bu koşullarda gelsin, 24 saat kalsında bir görelim” dedi?

*Batman’daki patlama neden PKK’ye yüklenmek isteniyor?

ANF NEWS AGENCY