3 Şubat 2011 Perşembe

İpekçi'yi Devlet Öldürdü!

 
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da evinin önünde öldürüldü. 1 Şubat 2011 Salı günü Zincirlikuyu Mezarlığındaki mezarı başında hep birlikte toplandık.

Törende Nükhet İpekçi’nin yerine Meryem Göktepe bir konuşma yaptı:


-Bizi acılara akraba ettiler!


Meryem, 1996’da gözaltındayken polisler tarafından dövülerek öldürülen Metin Göktepe’nin ablasıydı. Abdi Bey öldürüldüğünde Metin ilkokul öğrencisiydi. Büyüdü, okudu, gazeteci oldu, öldürüldü. Adı “öldürülen gazeteciler” listesine eklendi. Abdi İpekçi’nin kaderini paylaştı. Öldürenler geride kalanlara “ortak bir acı” armağan ettiler: Acı akrabalığı!


Türkiye Gazeteciler Cemiyeti TGC 1 Şubat Salı günü öğlenden sonra “Öldürülen Gazeteciler Anısına bir panel düzenledi.


Bilgi dolu bir paneldi. Onlar arasından üç konuşmacının anlattıklarının alt alta dizince Abdi İpekçi’yi ve diğer faili meçhul cinayetleri kimin işlediği son derece açık olarak ortaya çıkıyor.


Cumhuriyet’ten Şükran Soner, 1967 yılında Beyazıt Meydanında gözlerinin önünde işlenen cinayeti anlattı:


-Siyah paltolu biri geldi, tabancasını çıkarttı, öğrencilerden birinin üzerine ateş etti, kurşunlanan düştü, katil ağır adımlarla uzaklaştı. Ben olayları izleyen bir gazeteci olarak oradaki polis şefi Mehmet Şirin’e gidip, ateş eden şurada diye gösterdim, o tam tersi yöne bakarak hani nerede dedi. Katil bir cipe bindi ve gitti.


Ertesi gün gazetelerde “İstanbul Üniversitesi öğrencisi Taylan Özgür öldürüldü” haberi çıktı. Katili belli değildi!

                                                  ***

İpekçi ailesinin avukatı İstanbul Barosu eski başkanı Turgut Kazan bir başka olayı anlattı:


-İpekçi Cinayeti’nin kilit ismi Yalçın Özbey, Almanya’da hapisteyken yetkililere Türkiye Büyükelçiliğiyle görüşmek istediğini söylüyor. Bu istek, Türk devletine iletiliyor. Bütün kademeler devreye girdikten sonra MİT iki mensubunu Almanya’ya gönderiyor. Bu elemanlar tam üç gün Özbey’in ifadesini alıyorlar. Bunu bir yazılı hale getirip ilgili yerlere teslim ediyorlar.


Kazan, bu rapordan tesadüfen haberdar olduğunu, Mahkemeye raporun dosyaya konulması talebini iletiyor.  Bunun üzerine mahkemeye MİT’ten yazılı olarak bu raporu istiyor.


Ne yanıt geliyor biliyor musunuz?


-Önemsizdi yırtıp attık!


-!!!?????


Turgut Kazan “peki” diyor:


-O zaman ifadeyi alanlar gelsinler mahkemeye dinlediklerini anlatsınlar.


Uzun bürokratik aşamalardan sonra iki eleman geliyor mahkeme heyetinin karşısına çıkıyorlar. Hakim soruyor:


-Yalçın Özbey size ne anlattı?


-Hatırlamıyoruz, unuttuk!


Turgut Kazan soruyor:


-Abdi İpekçi Cinayeti ile ilgili hiç soru sordunuz mu?


-Valla onu da hatırlamıyoruz!


Kazan araştırmalarını sürdürüyor. Yalın Özbey’in  çok önemli ifadelerinin imha edilmesi için kim emir vermiş?


Onun da yatını geliyor devletten:


-Mehmet Ağar!

                                                  ***

Eski TGC Başkanı şimdi Basın Senatosu Başkanı Nail Güreli mikrofona geldi, tarihi tespitini yapmıştı ve sonucu ilan etti:


-Abdi İpekçi ve diğer bütün faili meçhul cinayetlerin azmettireni ve katili devlettir!


İşte bu kadar!     
 
 
NAZIM ALPMAN

Çocuktan 'Muhbir' Yapacaklar!


Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun Okul Güvenliği Projesi’nde polise ek olarak okul idarecilerine bile gerek duyulmadığı açıklamasına karşın, öğrencilerin polis muhbiri olarak görevlendirildiği ortaya çıktı.

Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, 2007’de İçişleri Bakanlığı ile imzalanan “Güvenli Okul Projesi”nin “Okullarda muhbir dönemi” olarak değerlendirilmesine tepki göstermiş, son olarak da Akşam gazetesinin 8 Aralık 2010 tarihli “Milli Eğitimin Gizli Ajandası” manşetini yalanladığı açıklamada “Okul Güvenliği Projesi yürütülürken Emniyet ile bilgi paylaşımını sağlayacak bir idareciye de ihtiyaç duyulmaktadır.” demişti. Ancak bize ulaşan belgeler bakanı yalanladığı gibi öğrencilerin bile muhbir olarak görevlendirildiğini ortaya çıkardı.


ÖĞRENCİYE POLİS TEMSİLCİLİĞİ GÖREVİ
 
Elimize geçen belge, polis olarak görevlendirilen öğrencilerin kendi okullarında polisi temsil edecekleri ve “Çocuk Polisi Okul Temsilcisi” olarak belirlenen öğrencilere kimlik kartı düzenleneceği bilgisini içeriyor.

Söz konusu belgede, Iğdır Valiliği İl Emniyet Müdürlüğü adına vali vekili Türker Çağatay Halim “Çocuk Polisi Okul Temsilcisi” belirlenmesi amacıyla İl Milli Eğitim Müdürlüğüne talimat veriyor; İl Milli Eğitim Müdürlüğü ise okullara gönderdiği yazıda, okullarını temsil etmek üzere ikişer öğrenci belirlenerek kimlik bilgileri ve fotoğraflarıyla birlikte ilgili birime gönderilmesini istiyor.


Iğdır Valiliği, 20 Eylül 2007 tarihli Okullarda Güvenli Eğitimin Sağlanmasına Yönelik Koruyucu ve Önleyici Tedbirlerin Artırılmasına iliksin İşbirliği Protokolü’nü ilgi tuttuğu 20 Ekim 2010 tarih ve 1184 sayılı yazısında “Okul Polisi”nin kendi okullarında polisi temsil edeceğinden söz ediyor ve “belirlenen öğrencilerin adı- soyadı ve okul bilgilerinin 2 adet vesikalık fotoğrafı ile birlikte” çocuk şube müdürlüğüne gönderilmesini istiyor.


ÇOCUK POLİSİ OKUL TEMSİLCİLERİ DE ASKERLİKTEN MUAF SAYILACAK MI!
 
Iğdır Valiliğinin Genelgeyi algılayış biçimi ve icra amacı, sözü dolaştırmadan çocukların muhbir olarak kullanılmasını öngörüyor. Bu, Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’nun, MHP milletvekili İsmet Büyükataman’ın soru önergesine verdiği 24.11.2010 tarihli yanıtta
“Her okulun bir müdür yardımcısının irtibat görevlisi olarak belirlendiği ve emniyet görevlileri ile karşılıklı iletişim bilgilerinin paylaşıldığı,” bilgisiyle de çelişmiyor. Bakan, çocukların polis hizmetinde kullanıldığını inkâr etmeye kalkışsa da anlıyoruz ki okul sistemi içinde polis birimi oluşturmayı başlatmış durumda. Tabi, son günlerin önemli gündem konularından biri de polislerin askerlikten muaf tutulması olunca sormadan geçilmez: Çocuk Polisi Okul Temsilcileri de askerlikten muaf sayılacak mı?

Polislik, öğrenciler arasında en çok tercih edilen mesleklerden biri. Aksiyon düşkünlüğü, güvenlik kaygısı, silah taşımanın ve kullanmanın meşru sayıldığı bu mesleğin çocuk yaşta tercih edilmesinin en önemli nedenidir. Bir çocuğun “Çocuk Polisi Okul Temsilcisi” olarak belirlenmesi, bilinçli olmayan bu tercihinin kışkırtılmasına neden olur. Bu role çekilen çocuk, polis olma özentisini abartacağı gibi kendince adayı olduğu mesleği şimdiden icra etmenin keyfini yaşamak isteyecektir. Bunun sonucu olarak arkadaşlarını ve hatta öğretmenlerini bile (temsilcisi olduğu polis istemese bile) ihbar etmekte sakınca görmeyecektir.


Okul yönetimi polis işbirliğinin sonuçlarını Tekel işçilerine destek veren, okul kantin fiyatlarını protesto eden öğrencilerin başına gelenlerden biliyoruz. Polisiye tedbirlerin ilköğretime kadar inmesinin sonuçlarını görmek için çok ise çok beklemeyeceğiz.


Muhbirin, değil toplum, muhbiri olduğu kişi ve kurumlar tarafından bile aşağılık bulunduğu dikkate alındığında bu çocukların kişilikleriyle oynandığını söylemek için pedagoji bilmek gerekmiyor. Anlaşılıyor ki Eğitim Bakanlığı uygulamadan pedagojik bir kaygı duymuyor. Söylemesi zor ama galiba velilerin, çocuklarını Eğitim Bakanlığına karşı korumaları gerekiyor.

Polis Gizli Tanıklığa Zorluyor!

Van'ın Erciş ilçesinde daha önce BDP İlçe binasında çaycılık yapan ve bir süre de Günlük ile Azadiya Welat gazetelerini dağıtan Murat Özkaya, polisler tarafından kendisine sürekli 'gizli tanık olması' yönünde baskı uygulandığını ileri sürerek avukatı aracılığıyla suç duyurusunda bulundu. Özkaya daha önce de baskılardan dolayı iki kişi hakkında gizli tanıklık yaptığını söyledi.

DİHA’nın haberine göre, Erciş’te daha önce BDP ilçe binasında çaycılık yapan ve bir süre de Günlük’le Azadiya Welat gazetelerini dağıtan Murat Özkaya, polisler tarafından kendisine sürekli 'gizli tanık olması' yönünde baskılar uygulandığını ileri sürdü ve daha önce baskılardan dolayı iki kişi hakkında gizli tanıklık yaptığını dile getirdi. Polislerin 3 Ocak'ta evlerine yaptıkları baskın sonucu kendisini gözaltına alarak, emniyete götürdüğünü aktaran Özkaya, emniyette iki arkadaşı hakkında hazırlanan ifade tutanağına imza attığını söyledi. İmza attığı tutanakta gözaltındaki  iki kişinin, 'banka şubesine ses bombası attığı' yönünde ibarelerin yer aldığını aktaran Özkaya, gizli tanıklık yönündeki baskıların giderek arttığını ve bu nedenle savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ifade etti.


‘İŞKENCE YAPMAKLA TEHDİT ETTİLER’

3 Ocak'ta evlerine yapılan baskın sonucu gözaltına alınarak Erciş İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüğünü belirten Özkaya, yaşadıklarını şöyle anlattı: "3 Ocak'ta polisler bizim eve baskın yaparak, beni alıp götürdü. Arabanın içinde bana 'senin bir şey yapmadığını biliyoruz, ama sen iki kişi hakkında gizli tanıklık yapacaksın' dediler. Ben de bunu kabul etmedim. Daha sonra beni emniyete götürerek, en alt katta bir odaya soktular. Sonra bütün elbiselerimi çıkarıp beni soydular. Sobanın içine bir şiş bırakarak, bana şişle işkence yapacaklarını söylediler. Çok korktuğum için söylediklerini kabul ettim. Sonra bana bir kağıt imzalattılar. Kağıtta orada yapılan eylemlerin 'BDP'de gençlik çalışmaları yürüten Adem Yıldız ve Kutbettin Saltan'ın (şu an tutuklu) yaptığı, parti binasında patlayıcı madde bulundurduğu ve Halk Bankası önüne ses bombası bıraktığı' yazılıydı. Ben de buna imza attım" dedi.

'AJANLIK DA ÖNERDİLER’

Olaydan sonra sürekli takip edildiğini belirten Özkaya, son olarak geçtiğimiz hafta tekrar polisler tarafından Van merkezden alındığını ifade ederek, "Daha sonra ben avukatın yanına giderek, emniyette el konulan telefonumu almak için dilekçe yazdım. Çıktığımda polisler yine beni alıp Van Adliyesi'ne götürdü. Orada beni en üst katta bir odaya götürdüler. Avukatlar geldiğinde kafamı yere eğip görmemelerini sağlıyorlardı. Sonra bana bir kağıt imzalattılar. 'Gevaş olayları' yazılı bir kağıttı. Altında da isimler yazılıydı. Sonra bana 'Sen bizle çalışmaya devam et, gazete dağıtımını da sürdür. Toplantılara git, ne konuşuluyorsa not alıp, gazete içinden bize getir, biz sana para veririz. Gerekirse ismini bile değiştiririz. Aileni alıp Ankara'ya götürürüz. Yeter ki sen bize düzenli bilgi getir' dediler. Ben de korktuğum için bir şey demedim. Ancak sürekli takip ediliyorum. Can güvenliğim yoktur. Bunun için gelip, avukatımla birlikte suç duyurusunda bulundum" diye yaşadığı baskıları anlattı.

Müvekkillinin yaşananları kendisine anlatması üzerine konuyla ilgili suç duyurusunda bulunduğunu kaydeden avukat Baran Bilici, müvekkillinin daha önce gözaltına alınması, BDP'de çaycılık yapması ve gazete dağıtmasından dolayı direk polisin hedefinde bulunduğunu belirtti. Bilici, "Bunun için son zamanlarda gizli tanık olması için ciddi baskılar yapılmaktadır. Onlara çalışması için ikna çalışmaları yapılmaktadır. Bizler bununla ilgili gerekli bütün yasal yollara başvuracağız. Ama benim çağrım; bu tür olaylarda gözaltında avukat olmadan hiçbir tutanağa imza atmamalarıdır. Bu yapılanlar ciddi bir hukuksuzluktur" diye konuştu. Gizli tanıklık uygulamasının halkın başına bela olan bir uygulama olduğuna işaret eden Bilici, yetkililerin de konuyla ilgili gerekli girişimleri başlatmasını istedi.

Mısır'ın Yeni Başkan Yardımcısı Suleyman'nın "İşkence Kariyeri"

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) Boston Üniversitesi'nin Psikoanaliz Bölümü'nde öğretim üyesi olan psikolog ve halk sağlığı araştırmacısı Stephen Soldz, Mısır'ın yeni Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman'ın "işkence kariyeri"ni yazdı.
Protestoların ardından kabinede değişikliğe giden Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, eski İstihbarat Şefi Ömer Süleyman'ı Başkan Yardımcısı olarak atamıştı. Soldz, Süleyman'ın Mısır'da işkence alanında merkezi bir konumda bulunduğunu ve ABD'li yetkililerin gözünde bu nedenle "saygın bir konumda" olduğunu yazdı.
ABD'nin "İşkence Nakil Programı" üzerinde uzman olan Katherine Hawkins, Soldz'a bir elektronik posta mesajında içinde Süleyman'ın isminin de geçtiği önemli belgeler gönderdi. Soldz, başka kaynaklardan aldığı belgelerle de karşılaştırarak, Süleyman'ın, her iki hükümetin de izniyle işkence yaptırdığını yazdı.
Soldz, 1993'ten beri İstihbarat Şefi olan Süleyman'ın çok iyi İngilizce bildiğini, kültürlü olduğunu ve ABD'nin Mısır rejimiyle bağlantısını onun kurduğunu ifade etti. Soldz'a göre, Süleyman işkence yapmaktan özel olarak zevk alıyordu.

"Bizzat işkenceye katılıyordu"

Soldz, Avustralyalı yazar Richard Neville'in Habib'in anılarına dayanarak yazdığı kitabından şu alıntıyı yaptı:
"11 Eylül'ün ardından Avustralya vatandaşı Mahmud Habib Pakistan güvenlik güçlerince yakalanmış ve ABD baskısıyla Pakistan'da işkenceden geçirilmişti. Daha sonra, CIA çalışanları onu Mısır'a nakletti.
Mısır'da Habib, Süleyman'ın şahsi ilgisine nâil oldu. Habib'i ülkenin istihbarat şefi General Süleyman sorguladı. Süleyman El-Kaide bağlantısından şüphelenilen herkese şahsi bir ilgi gösteriyordu. Habib'e sürekli yüksek voltajda elektrik verildi, kafası suya batırıldı, dövüldü, parmakları kırıldı, metal kancalara asıldı.
Süleyman, Habib'in dilini açmak için, gardiyana, prangaya vurulmuş bir Türkistan tutsağını Habib'in gözleri önünde öldürmesini söyledi. O da şiddetli bir karate tekmesiyle emri yerine getirdi.
Habib itirafını verdikten sonra tekrar ABD gözetimine verildi ve Guantanamo'da hapsedildi. İtirafı daha sonra Guantanamo'daki mahkemesinde kanıt olarak kullanıldı."
Stephen Soldz, Washington Post'un istihbarat muhabiri Jeff Stein'in Süleyman hakkında yazdıklarına da yer verdi:
"Voice of America, Süleyman'ın Mübarek'e halef olarak görüldüğünü açıkladı. Süleyman, uluslararası saygınlığını, bir müzakereci olarak ve aşırı İslami akımlara gem vurmakla edindi..."
Soldz, yazısını şöyle sonlandırdı: "Süleyman Mübarek'in ardından Devlet Başkanı olursa ABD siyaset uzmanları onu bolca alkışlayacak. Bu alkışların sebebi, Süleyman'ın baskıcı karakteri ve işkence kabiliyeti olacak." (AS/EÖ)

3000 Gün


AKP'nin izlediği bu bilinçli politika, siyasetin toplumun tüm kılcal damarlarında birlikte üretilmesi yerine, yer yer oldukça milliyetçi ve tümüyle otoriter muhafazakâr siyasetin toplumun kılcal damarlarına kadar taşınarak muhafazakârlığın toplumsallaşmasına neden oldu. 
 2002 yılının 17 Kasım'ında Turgut Uyar'a sığınarak "öyle şeyler gördük ki / unutmam artık / unutma artık" dediğimiz bir Radikal İki yazısında*, dönemin "ulusal" medyasında kendisine yer bulan Batı Çalışma Grubu'nun faaliyetlerine, laiklik "uyarı"larına ve statükoyu kollama faaliyetlerine tavizsiz karşı çıkmıştık.
Sekiz yıl önce tarihe not düştüğümüz o satırlarda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'nin seçimde geçerli oyların yüzde 34.5'inin onayını aldığını, bu nedenle AKP iktidarının meşru olduğunu, dahası genel başkanının doğal olarak başbakan olması gerektiğini belirterek, AKP'nin hiçbir "yasal mercii"nin baskısı altında kalmadan Türkiye halkına verdiği sözleri yerine getirmek durumunda olması gerektiğini belirtmiştik.
Günün ruhunun yansıması olarak darbelerin ayaküstü konuşulduğu siyaset ortamında, soldaki yoldaşlarımızın oldukça sert eleştirilerine hedef olmak pahasına, o güne kadar Türkiye'de egemen olmuş siyaset anlayışlarından farklı olarak AKP iktidarının, kendi var olma çelişkisinden dolayı, siyasetin statüko dışında yeniden tanımlanmasına ve bu sayede siyasetin etki alanının genişletilerek toplumsallaşabilmesine katkı sunabileceğinin altını çizmiştik.
Sekiz yıl önce yazdığımız o yazıya aynı zamanda şerh de düşerek AKP iktidarının, gerçekten karanlık bir süreci de hepimize hayat tarzı olarak dayatabileceği ihtimalini belirtmiş, ancak böylesi bir durumun gelişmesi halinde "kurtarıcı"lardan değil, kendimizden medet ummanın doğru olduğunu ifade etmiştik.
Dile kolay 3 Şubat 2011 tarihi itibariyle yazımızın üzerinden tam 3000 gün geçmiş. Görünen o ki geçen bu 3000 günde; Batı Çalışma Grubu tarih olmuş (ne iyi), statükoyu koruma ve kollama çabalarının artık etkinliği kalmamış (ne iyi), askeri darbe planları mahkemeye konu edilmiş (ne iyi)... Öte yandan geçen bu süreçte laiklik "uyarı"ları ve türban sekterliği devam etmekle birlikte sesler artık eskisi gibi üst perdeden çıkmamakta ve hatta Kemal Kılıçdaroğlu bile -becerememekle birlikte- konuya farklı bir açılım sağlamaya çalışmakta (ne iyi)..
Dahası AKP Genel Başkanı bu sürede başbakan koltuğuna oturarak normal bir memlekette olması gereken olmuş... Tüm bunlar olurken ne olur bana Türkiye'nin altüst olduğu bu 3000 günde siyasetin sol yanında ne olmuş diye hiç sormayın: O taraf sevgili Can baba'nın dizeleriyle "ne aksi tesadüf" halinde.
Gelelim zor soruya: Peki geçen bu sürede Türkiye'de siyaset toplumsallaşabildi mi? Korkarım ama bu sorunun yanıtı hayırdır. Çünkü geçen bu 3000 günde Türkiye siyaset hayatında var olan toplumsal yapı ve var olma kimlikleri, Türkiye siyasetini bulunduğu yerden etkileyip dönüştürmek yerine, siyasete damgasını vuran otoriter muhafazakârlığa göre konumlandı, pozisyon aldı ve egemen muhafazakâr değerlere göre kendisini "gönüllü" ya da zorla uyumlu hale getirdi.
Dahası bu "dönüşüm"e uyum sağlayamayan ve siyaset ortamında itiraz etmeyi sürdürmeye çalışan Kürt, öğrenci ve sınıf dinamikleri, geçen 3000 günde mahkemeler, tutuklamalar, coplar ve biber gazları eşliğinde zorla hizaya getirilmeye çalışıldı. Geçen bu 3000 günde AKP belki de yumuşak karnı olması dolayısıyla Alevi dinamiğini doğrudan karşısına almadı ama onun var olma taleplerini göz ardı etti ve tabiri caizse bu konuda orta alanda top çevirdi. Hatta kimi zaman yaptığı "dil sürçmeleri"yle Alevi kimliğini hala "öteki" olarak okuduğunu topluma gösterdi. İşte AKP tarafından izlenen bu bilinçli politika, siyasetin toplumun tüm kılcal damarlarında birlikte üretilmesi yerine, yer yer oldukça milliyetçi ve tümüyle otoriter muhafazakâr siyasetin toplumun kılcal damarlarına kadar taşınarak muhafazakârlığın toplumsallaşmasına neden oldu. İşte bu nedenledir ki Türkiye siyaseti uzun bir süredir kendisini siyasetin değil, AKP'nin tercih ettiği bu politikanın doğal yansıması olarak "yozlaşma", "milli-manevi değerlerde erezyon", "terbiye", "ahlâk", "ayıp", "kutsallık", "aile" ve "mert/namert" gibi patriyarkal ve muhafazakâr ahlâk anlayışının söylemleriyle üretilmektedir.
Hal böyleyse "yeni egemen"lere Caraco'nun "ahlak düzeni tüm düzenlerin en gayri insanisidir" sözlerini hatırlatarak, "gölge etme"yin demekten başka çıkar yol var mıdır? Ancak bunu başarabilmek için günümüzün egemenlerinin ezmeye çalıştığı dinamikleri, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünyanın özlemleri arkasında ve birbirleriyle demokratik ilişki içerisinde dayanışabilecekleri bir seçim ittifakı zemininde buluşturmak gereklidir.
Hiç kuşku yok ki böylesi bir söylem ve eylem, tıpkı önceki egemenler gibi otoriter muhafazakâr egemenler tarafından da önce yok sayılmaya, küçük görülmeye, aşağılanmaya ve daha sonra da tıpkı öncekiler gibi anti-demokratik yollarla ezilmeye çalışılacaktır. Ama faydası yok, öncekilere söylediğimiz gibi Turgut Uyar demişti: "Hep böyle süreceği sanılır bir gül hikayesinin / hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir". (OE/EÖ)

* http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=869693&Date=02.02.2011&CategoryID=42

Tunus'ta Devrim Mutlu Sona Erer mi?


Merkez Kapitalist ülkelerin "gelişmekte"  olan çevre ülkeler için "model" olarak lanse ettiği Mağrip ülkesi Tunus'ta adı konulmamış bir devrim yaşandı. İlk kez bir Arap lider halkın ayaklanması sonucu ülkesinden kaçtı.
Göstericilere ateş açan polisin şiddet kullanmak yerine eylemcileri koruması gerektiğini savunan Tunuslu blog yazarları, "Polise yasemin verelim" sloganıyla yola çıkarak, devrimi ülkelerinin sembolü olan "yasemin çiçekleriyle" özdeşleştirdi ve kalkışmanın adına "Yasemin Devrimi" adı verildi.
Bu, sosyal paylaşım ağlarına da yayıldı. Ve ilk Arap Devrimi aynı zamanda "İlk Siber Devrim" olarak da tarihe geçti. Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali, Cidde'ye kaçtı. Son olarak güvenlik güçlerine halkın üstüne ateş açma izni vererek. Onlarca insan öldü bu gösterilerde.
Peki birçoklarının dediği gibi bu diğer Arap ülkelerinde domino etkisi yaratacak mı? Bu soruya yanıt aramadan önce Tunus'un yakın tarihine bakmakta fayda var;
12 Mayıs 1881'de Tunus, Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar ülkeye "yüksek komiser" dedikleri genel vali tayin ederek yönetmeye başladılar. Öte yandan Beyler'in yönetimi de sembolik bir şekilde sürüyordu. Fransızlar işgal ettikleri bütün diğer ülkelerde başvurdukları zulüm uygulamalarına burada da başvurdular. Bu zulme karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu.
Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus'ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Düstur Partisi adında bir siyasi parti kuruldu. Ancak Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelelerini kendi kontrollerine almak için başvurdukları sinsi oyunlara burada da başvurarak kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba'yı bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başardılar ve ona Yeni Düstur partisi adında bir parti kurdurdular.
Habib Burgiba başlangıçta İslâmcı düşünceyi destekliyor, camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında İslami kavramlar ve özellikle cihad konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, esi Fransız olan ağabeyinin gözetiminde büyümüş ve Fransa'da hukuk öğrenimi görmüş biriydi. Fransızlar Burgiba'yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 - 36 ve 1938 - 42 yılları arasında hapse de attılar.
Burgiba sinsi politikasına dış destek bulmak amacıyla 1945'te Fransız işgal yönetiminden kaçtığı görünümü vererek Kahire'ye geçti. 1949'a kadar Kahire'de kalarak bu dönem içinde Arap ülkeleri basta olmak üzere İslam ülkelerinin desteğini sağlamaya çalıştı.. Tunus'a dönüsünden sonra halkı isyana teşvik eden Burgiba bu arada Fransız işgalcilerin Tunuslu Müslümanları kırıp geçirmeleri için gerekli şartları oluşturuyordu.
Sonuçta Fransızlar kendi adamları olan Burgiba'nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956'da işgale son vererek Tunus'un bağımsızlığını tanıdılar. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus Cumhurbaşkanlığına getirildi. Partisinin adını Sosyalist Düstur Partisi olarak değiştirdi. Tunus'un sembolü olan Zeytune Üniversitesi basta olmak üzere İslâmi eğitim kurumlarını kapattırdı. Katı bir laisist sistem kurmaya çalıştı.
Onun baskıcı yönetimi karşısında oluşan halk tepkisini kendi lehine bir destek unsuru olarak değerlendirmek isteyen Zeynel Abidin bin Ali 7 Kasım 1987'de Burgiba'ya karşı bir darbe gerçekleştirerek yönetimi ele aldı. Başlangıçta ülkede bir reform hareketi başlatacağını vaad eden ve İslamcı kesimlerle iyi ilişkiler kurmaya çalışan Bin Ali durumunu sağlama aldıktan sonra zulüm ve işkence uygulamalarını aynen Burgiba'nin bıraktığı yerden devam ettirmeye başladı. Hatta o, zaman içinde zulmü daha da şiddetlendirerek "gelen gideni aratır" deyimini doğrularcasına tam bir vahşet yönetimini hakim kıldı.
23 yıldır değişmeyen bu iktidarın varlığını korumasında Fransa'nın da önemli rolünden bahsetmek gerekiyor. Fransız hükümeti onlarca kişinin hayatını kaybetmesi ardından ancak son günlerde sesini yükseltmeye başladı. 18 Aralık günü IMF'nin sosyalist kökenli Fransız Başkanı Dominique Strauss-Kahn,
Tunus'a yaptığı ziyaret sırasında Ben Ali'yi ekonomi politikalarından ötürü kutlayarak, burada kabul edilen ekonomi politikasının gelişmekte olan çok sayıda ülke için en iyi model olduğunu savunmuştu. Oysa küresel ekonomik krizin de etkisiyle bu "model" çoktan çökmüştü. Bu rejimin destekçileri arasında ABD ve Avrupa Birliği de var. Ancak eylemlerin başından bu yana ABD dikkat çekici bir şekilde hem AB, hem de Fransa'dan daha etkin bir şekilde olaylarda yer aldı. İlk tepkiler ABD'den geldi.
Eylemler sırasında kitlelerin "korkmuyoruz" diye haykırması, diğer Arap ülkeler için de önemli bir mesaj olarak okunabilir. Tunus'taki isyan ilkin Cezayir'i etkiledi. Aralık ayı sonundan itibaren Cezayir'de geniş protesto gösterileri yapılmaya başladı. Ürdün'de hayat pahalılığına karşı 14 Ocak günü 5 bin kişi sokaklara çıktı.
Özellikle Arap ülkelerinin bu isyandan çıkarması gereken dersler var. Zira Ürdün Kıralı I. Abdullah, babası Hüseyin'in yerine geçtiği 1999'dan bu yana iktidarda, yani 11 yıldır. Libya kıralı Muammer Kaddafi 40 yıldır iktidarda, Cezayir Devlet Başkanı Abdulaziz Buteflika 19 yıldır iktidarı bırakmadı. Suriye'de de Başar El Esad'ın babasının iktidarını devraldı. Tüm bu ülkeler kalkınma ve demokrasinin gelişmediği yerleri temsil ediyor. Tunus'taki isyanın diğer Arap ülkelerinin başkentlerine sıçraması muhtemeldir. Sırada belki Rabat, Riyad, Kahire ve Sana var.
Bugüne kadar hiç kimse devrilen domino taşlarının birincisinin Tunus olacağını tahmin etmezdi. Tunus'taki isyan hiçbir Arap ülkesinin değişimden kaçamayacağını gösteriyor. Nitekim Ürdün, Cezayir ve Fas gibi Arap ülkeleri "Tunus salgınını" durdurmak için, özellikle gıda fiyatlarını düşürerek, önlem almaya çalışıyor.
İsyan aynı zamanda Batılı ülkeler için de önemli mesajlar içeriyor. Batılı ülkelerin on yıllardır koruduğu ve ilişkilerini üst boyutta tuttuğu Arap diktatörlüklerin mutlak olmadığını anlaması gerekiyor. Zira ayakta tutulmaya çalışılan bu rejimler, er ya da geç çözülecek.
İsyanın başarısından geriye birçok soru kaldı. Ben Ali bitti ancak Ben Ali rejimi de son bulacak mı? Bin Ali'nin ülkeden kaçmasına neden izin verildi? Bu bir uzlaşmanın olduğu anlamına mı geliyor? Seçimler nasıl bir ortamda yapılacak? 1987'deki geçici hükümetin sonucunda olduğu gibi yine baskıcı bir rejim mi çıkacak? Organizeli bir muhalefetin olmadığı ülkede, nasıl bir hükümet kurulacak? Bin Ali'nin kaçmadan önce vaat ettiği, özgürlükler gelecek mi? Batılı ülkeler, Tunus'ta daha demokratik bir rejimin gelişmesi için nasıl bir rol alacak, zira bugüne kadar adı konulmayan bir diktatör destekleniyordu. Kısaca bir iktidar düştü ama yerine ne konulacak? Son olarak da Bin Ali ve diğer ortakları yargılanacak mı?
Bunlara Murat Yetkin'in 19 Ocak'taki karamsar yazısında olduğu gibi olumsuz yanıtılar vermek pek doğru görünmüyor. Zira böylesi gerçek bir taban hareketini Soros'un Eski Sovyet coğrafyasındaki rengarenk devrimleri ile karıştırmamak gerek. Ama Yıldırım Türker gibi erken bir "Game Over" diyecek kadar da Optimist olamamak gerek. Şimdilik hala Fiili bir görünüm arz eden isyanın nerelere varacağını sanırım yaşayarak göreceğiz. (UŞ/EÖ)
(*) Gazeteci- AB ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı