AKP'nin izlediği bu bilinçli politika, siyasetin toplumun tüm kılcal damarlarında birlikte üretilmesi yerine, yer yer oldukça milliyetçi ve tümüyle otoriter muhafazakâr siyasetin toplumun kılcal damarlarına kadar taşınarak muhafazakârlığın toplumsallaşmasına neden oldu.
2002 yılının 17 Kasım'ında Turgut Uyar'a sığınarak "öyle şeyler gördük ki / unutmam artık / unutma artık" dediğimiz bir Radikal İki yazısında*, dönemin "ulusal" medyasında kendisine yer bulan Batı Çalışma Grubu'nun faaliyetlerine, laiklik "uyarı"larına ve statükoyu kollama faaliyetlerine tavizsiz karşı çıkmıştık.
Sekiz yıl önce tarihe not düştüğümüz o satırlarda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'nin seçimde geçerli oyların yüzde 34.5'inin onayını aldığını, bu nedenle AKP iktidarının meşru olduğunu, dahası genel başkanının doğal olarak başbakan olması gerektiğini belirterek, AKP'nin hiçbir "yasal mercii"nin baskısı altında kalmadan Türkiye halkına verdiği sözleri yerine getirmek durumunda olması gerektiğini belirtmiştik.
Günün ruhunun yansıması olarak darbelerin ayaküstü konuşulduğu siyaset ortamında, soldaki yoldaşlarımızın oldukça sert eleştirilerine hedef olmak pahasına, o güne kadar Türkiye'de egemen olmuş siyaset anlayışlarından farklı olarak AKP iktidarının, kendi var olma çelişkisinden dolayı, siyasetin statüko dışında yeniden tanımlanmasına ve bu sayede siyasetin etki alanının genişletilerek toplumsallaşabilmesine katkı sunabileceğinin altını çizmiştik.
Sekiz yıl önce yazdığımız o yazıya aynı zamanda şerh de düşerek AKP iktidarının, gerçekten karanlık bir süreci de hepimize hayat tarzı olarak dayatabileceği ihtimalini belirtmiş, ancak böylesi bir durumun gelişmesi halinde "kurtarıcı"lardan değil, kendimizden medet ummanın doğru olduğunu ifade etmiştik.
Dile kolay 3 Şubat 2011 tarihi itibariyle yazımızın üzerinden tam 3000 gün geçmiş. Görünen o ki geçen bu 3000 günde; Batı Çalışma Grubu tarih olmuş (ne iyi), statükoyu koruma ve kollama çabalarının artık etkinliği kalmamış (ne iyi), askeri darbe planları mahkemeye konu edilmiş (ne iyi)... Öte yandan geçen bu süreçte laiklik "uyarı"ları ve türban sekterliği devam etmekle birlikte sesler artık eskisi gibi üst perdeden çıkmamakta ve hatta Kemal Kılıçdaroğlu bile -becerememekle birlikte- konuya farklı bir açılım sağlamaya çalışmakta (ne iyi)..
Dahası AKP Genel Başkanı bu sürede başbakan koltuğuna oturarak normal bir memlekette olması gereken olmuş... Tüm bunlar olurken ne olur bana Türkiye'nin altüst olduğu bu 3000 günde siyasetin sol yanında ne olmuş diye hiç sormayın: O taraf sevgili Can baba'nın dizeleriyle "ne aksi tesadüf" halinde.
Gelelim zor soruya: Peki geçen bu sürede Türkiye'de siyaset toplumsallaşabildi mi? Korkarım ama bu sorunun yanıtı hayırdır. Çünkü geçen bu 3000 günde Türkiye siyaset hayatında var olan toplumsal yapı ve var olma kimlikleri, Türkiye siyasetini bulunduğu yerden etkileyip dönüştürmek yerine, siyasete damgasını vuran otoriter muhafazakârlığa göre konumlandı, pozisyon aldı ve egemen muhafazakâr değerlere göre kendisini "gönüllü" ya da zorla uyumlu hale getirdi.
Dahası bu "dönüşüm"e uyum sağlayamayan ve siyaset ortamında itiraz etmeyi sürdürmeye çalışan Kürt, öğrenci ve sınıf dinamikleri, geçen 3000 günde mahkemeler, tutuklamalar, coplar ve biber gazları eşliğinde zorla hizaya getirilmeye çalışıldı. Geçen bu 3000 günde AKP belki de yumuşak karnı olması dolayısıyla Alevi dinamiğini doğrudan karşısına almadı ama onun var olma taleplerini göz ardı etti ve tabiri caizse bu konuda orta alanda top çevirdi. Hatta kimi zaman yaptığı "dil sürçmeleri"yle Alevi kimliğini hala "öteki" olarak okuduğunu topluma gösterdi. İşte AKP tarafından izlenen bu bilinçli politika, siyasetin toplumun tüm kılcal damarlarında birlikte üretilmesi yerine, yer yer oldukça milliyetçi ve tümüyle otoriter muhafazakâr siyasetin toplumun kılcal damarlarına kadar taşınarak muhafazakârlığın toplumsallaşmasına neden oldu. İşte bu nedenledir ki Türkiye siyaseti uzun bir süredir kendisini siyasetin değil, AKP'nin tercih ettiği bu politikanın doğal yansıması olarak "yozlaşma", "milli-manevi değerlerde erezyon", "terbiye", "ahlâk", "ayıp", "kutsallık", "aile" ve "mert/namert" gibi patriyarkal ve muhafazakâr ahlâk anlayışının söylemleriyle üretilmektedir.
Hal böyleyse "yeni egemen"lere Caraco'nun "ahlak düzeni tüm düzenlerin en gayri insanisidir" sözlerini hatırlatarak, "gölge etme"yin demekten başka çıkar yol var mıdır? Ancak bunu başarabilmek için günümüzün egemenlerinin ezmeye çalıştığı dinamikleri, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünyanın özlemleri arkasında ve birbirleriyle demokratik ilişki içerisinde dayanışabilecekleri bir seçim ittifakı zemininde buluşturmak gereklidir.
Hiç kuşku yok ki böylesi bir söylem ve eylem, tıpkı önceki egemenler gibi otoriter muhafazakâr egemenler tarafından da önce yok sayılmaya, küçük görülmeye, aşağılanmaya ve daha sonra da tıpkı öncekiler gibi anti-demokratik yollarla ezilmeye çalışılacaktır. Ama faydası yok, öncekilere söylediğimiz gibi Turgut Uyar demişti: "Hep böyle süreceği sanılır bir gül hikayesinin / hep böyle sürer gerçi amma bir gün sonu değişir". (OE/EÖ)
* http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=869693&Date=02.02.2011&CategoryID=42
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder