30 Nisan 2011 Cumartesi

Kur’an Cemaatleri Lanetliyor

 
Birçoğumuz Kuran’ı Kerim-i okumuş veya taziye vb. yerlerde duymuşuzdur. Kimimiz Kuran’ı okurken günümüzü, birçoğumuz da dönemi ve öncesindeki bilgileri edinir ve görürüz. İster inansın, ister inanmasın, her bir bireyin diğer kutsal kitapları ve Kuran’ı okumalarını öneriyorum. Son on beş yıl içinde, dört defa Kuran’ı okudum. En son geçen aylarda, tekrar okumaya başladım. Kur’an sayfalarını daha çok, (sözde İslam adına Dünya’nın her yanında fink atan) Fetullah Gülen Cemaati için tek tek çevirdim.
Bilinir ki Erdoğanlı AKP’de bu cemaat ile derin ilişkiler içerisindedir. 

Ya kulaktan dolma bilgiler neticesinde, ya da önceden okuduğum Kuran’dan kaynaklı bilgilerin zihnimde yer almasından, "Cemaatlerin İslam’da yeri yok" düşüncesi her an benimleydi. Ancak "acaba Kur’an, Cemaatleri tastikliyor mu, yoksa lanetliyor mu, diye tekrardan okuma ihtiyacı duydum. Zira Kürdistan’da günden güne dozajı arttırılan vahşet görüntüleri Gülen Cemaatine bağlı AKP’nin kolluk güçlerince yapılıyordu. Kendine Müslüman’ım diyen bir kişilik (Türk Başbakan’ı ve aynı zamanda Gülen Cemaati sempatizanı Erdoğan) nasıl olur da bir halka bunca ölüm ve zulmü reva görür diye kendi kendime soruyordum. Yoksa imha ve inkârda ısrar eden Erdoğan ve Kürd halkına Türkçe öğretmekte ısrar eden bu Cemaat örgütlenmesi, Kuran’ı Kerim’de tasdik mi ediliyordu, diye Fatiha’dan başladım ve böylelikle de beşinci defa, Kuran’ı Kerim’i okumuş oldum.

Müslümanlarca da bilinir ki, Allah’ın her sözü Kuran’da yer alır ve Müslümanlar Kur’an ile Hz. Muhammed’in sünnetlerine göre iman eder ve ibadetlerini yaparlar. Öyleyse Kur’an ve Hz. Muhammed’in (hadisleri her ne kadar da ölümünden 200 yıl sonra yazılsa da) her sözü farz ve sünnettir, diyerek Cemaatler için Kuran’dan tek bir ayet ve Hz. Muhammed’in "gruplar" için olan Hadis’iyle beraber, İslam tefsirinde her kesim Müslümanların ( Fetullah Gülen’de dâhil ) tasdik edip doğruladığı Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın yorumuna bakalım.

Aslında Müşrik ve Münafıklar için tek bir ayet yeterdi. Ancak bazılarının " sen kim oluyorsun ki, Kuran’ı yorumluyorsun" demesine gerek bırakmamak için, ek ayetler ile Hz. Muhammed’in ve Elmalılı’nın yorumuna da yer verdim.
Enam suresi 159.ayet de aynen şöyle yazıyor: Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. ( Enam-159 )

Bu ayet ile ilgili Hz. Muhammed: Yahudiler yetmiş bir gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki gruba ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Ümmetim de yetmiş üç gruba ayrılacaktır, birinden başka hepsi cehennemdedir. " O bir tane kurtulan grup kimlerdir ya Resulallah" sorusuna karşı da: Onlar benim ve ashabımın üzerinde gittiğimiz yolda gidenlerdir" demiş.
Görüldüğü gibi Kuran’da, Hz. Muhammed’de, "dinlerini grup grup yapanlara" lanet okumuştur.

Şimdi de Fetullah Gülen’in yerlere ve göklere sığdıramadığı (ayrıca İttihad Terakkicilerin isteği doğrultusunda fetva veren ve sonra pişman olduğu iddia edilen) Elmalılı’nın Tefsirine bakalım:
Her biri ayrı bir "Başkana ve başka bir duygu ve isteğe taraftarlık ederek grup grup olup ayrılığa düşenler ki, müşrikler baştan başa böyle oldukları gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da böyle olmuşlar ve ne yazık ki, Müslümanlar da her düşüş dönemlerinde bu durumlara düşmüşlerdir.
 
Elmalılı, tefsirin bir diğer bölümünde ise gurup grup olanlarla ilgili; Sen onlardan hiçbir şeyde ilgili değilsin. Dinlerini ayıranlar ve grup grup olanların ayrılıklarından, durumlarından ve felaketlerinden ne sorumlusun, nede haklarında Allah’tan bir şey sorup istemeğe yetkilisin; ne onların sana tutunmağa ve gittikleri yolu sana isnad etmeğe (bilinir ki, diğer cemaatler gibi Fetullah Gülen Cemaati de Allah’a iman ettiklerini ve Peygamber’in yolundan gittiklerini söylerler) hakları vardır, nede senin onlara şefaat etmeye yetkin. Onlara yapılacak iş, uygulanacak emir, yalnız Allah’a aittir. Ne yapacağını ancak o bilir. Sonra zamanı gelince O bilir. Sonra zamanı gelince O, onlara ne yaptıklarını haber verecektir.

Fetullah Gülen’in Muhammed Elmalılı Hamdi Yazır için söylediği şu sözü not düşmekte yarar var. Olurda birileri çıkıp; Yahu Elmalılı Tefsiri Fetullah Gülen’ce kabul görmüyor ki" demesin diye yazının bir köşesine koyma gereksinimi duydum. Fetullah Gülen Elmalılı için aynen şöyle söylüyor; Bizim bin senelik Tefsir tarihimizde Arap âlemi dâhil, eşi menendi az yetişmiş bir zat… Belki Tefsir tarihinde onun gibi iki tane insan göstermek mümkün veya değildir. (M. Fetullah Gülen)

Birçokları soracaktır; böyle bir yazıya neden gereksinim duydun diye. Aslında ben bu yazıyı Rojevakurdistan aracılığı ile " Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu" na bir "Öneri" olarak hazırladım. Kullanırlar kullanmazlar, kendilerinin bileceği iştir.

Eğer seçimlere girilecekse, biliniyor ki 12 Haziran seçimlerinde Kürdistan’da yarışacak AKP ( Devlet ) ve Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğundan başka güçler olmayacak. Her fırsatta Pelsinvanya’ya oldukça derin selamlarını ileten Erdoğan, AKP ve ırkçı politikalarına dur diyebilmenin bir diğer yolu ise, mensubu olduğu "cemaatin sahte ayak izlerini" teşhir etmek olacaktır. Her bir üyesinin Gülen cemaatiyle ilişkili olduğu AKP’nin bağlı olduğu bu kirli örgütlenmenin sahte ayak izlerini teşhir etmek ayrıca Kürd halkına nail olacaktır. Belki de bu sayede Kürd halkı tüm dünyayı, Fetullah Gülen istihbarat ağından kurtaracaktır.

Kürdistan ve Türkiye halklarına Fetullah Gülen Cemaatinin, Kuran’ı Kerim’ce müşrikler sınıfında olduğunu anlatmak kadar demokratik bir eylem olamaz diye düşünüyorum. Özelde Kürd ve Kürdistan, genelde de Türkiye halklarını, İngiltere ve ABD bağlantılı olduğu iddia edilen Fetullah Gülen cemaatinden kurtarmak ayrıca farzdır ki, "Müşrikler" deniliyor. Öyleyse bunlar gizli ve açık düşmanlardır, denilebilir. Yine bu durum karşısında Kuran Diyor ki; Ey iman edenler! Düşmana karşı her türlü savunma tedbirinizi alınız. Onlara karşı ya küçük birlikler halinde hareket ediniz veya topyekûn seferber olunuz.( Nisa-71 )
 
Ayet ile ilgili Elmalılı Tefsirinde: Uyanık ve ihtiyatlı bulununuz; düşmandan sakınmak için maddi ve manevi bütün sebepleri ve vasıtalarınızı edininiz, silahınızı alınız da, onlara karşı takım takım, bölük bölük hareket ediniz. Suredeki ayet savaş hali olduğu gibi münafıkları tanımada da yardımcı oluyor. Bu anlamda, ben Müslüman’ım deyip halkları oyalayan ve kandıran bir zihniyeti de çözmüş oluyorsunuz. Bakın Kur’an Münafıkların halleriyle ilgili ne söylüyor: Onları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki dayanmış keresteler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar. (Münafikun-4 )

Yine Kürdlerce çok önemli bir değer olan Said-i Kurdi hazretleri, Fetullah Gülen’in de hocası olup, kendisine ve öğrencilerine; İman ve bilimden başka hiç bir şeyle ilgilenmemeleri ve Allah yolunda hizmet etmeleri gerektiğini söylemiş olmasına rağmen, bu cemaatin Kürdistan’daki imha-inkâr ve asimilasyon politikalarına hizmet edici yaklaşımı yine bu Cemaatin Kuran’dan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Ayrıca Gülen, hocası Said-i Kurdi’ye ihanet edip siyaset ile ilgilenmesi ve döneminde Türkeş ile kucaklaşıp karşılıklı oturarak; Bu yolu sizden öğrendik, demesi ne acı bir gerçektir.

Dikkat ederseniz Fetullah Gülen, Erdoğan ve AKP ekibine karşı hakaret vari bir üslup kullanmadım. Tek başına Kuran’ı Kerim yetti ve en son verilen ayetteki "Keresteler" de ne kadar güzel sahiplerinin kişiliklerine oturdu, değil mi?

27.04.2011
mehmet_serhat_polatsoy@hotmail.com

Dağlar ve Şehirler

 
Dersim’de yedi gerillanın katledildiği haberleri geliyor. Dersim bunun için üç gün yas ilan etmiş. Evlatları katledilen Kürdistan halkının başı sağ olsun. Dersim’în her santiminde Türk sömürgeciliğinin döktüğü Kürt kanı vardır.

Kürdistan Ulusal Kongresi olmadığı için, Kürdistan halkının güvenlik sorununu tartışamıyoruz. Bu nedenle de güvenlik ve savaş sorunlarını böyle ulu orta yazmak zorunda kalıyoruz.
Türk ordusu dağlardan sürekli toplu gerilla cenazeleri indiriyor. Elindeki teknoloji buna uygundur. Silahlar da uygundur. Dağı devirip arkasını gösteren, dağın gecelerini gündüz gibi aydınlatan, dağda yürüyen insanın vücut ısısını tespit edip mermi gönderen, yerini tespit ettiği gerillayı havadan bindiren araçlara sahiptir… Buna karşı gerillanın ferdi silahı, 25 kiloluk sırt çantası ve her fırsatta ortaya attığı canı vardır.

21.yüzyılda çevre köyleri boşaltılmış dağ mücadelesini Kürtlerin bir şekilde aşması veya başka olanaklarla yükünü hafifletmesi gerekmektedir.

Ayrıntılarını burada açmak istemiyorum. Bağımsızlığını kazanmış veya özgürlüğünü elde etmiş bir çok ulus var ki, dağa hiç gereksinim duymamış. Kürdistan halkının bulunduğu her yer elbette bir savunma ve mücadele alanıdır. Ama çırılçıplak dağlardan sürekli toplu gerilla cenazelerinin indirilmesi bizi artık mücadelenin bu alanına ilişkin ciddi düşüncelere itmektedir. Eğer dağdakilerin canlarından başka taşıdıkları ve verdikleri bir şey yoksa, bu canın yaşaması gereken yer Kürdistan halkının içi olmalıdır. Kürt köy, kasaba ve şehirleri buna uygundur. Bunun için ilk fırsatta devlet tarafından öldürülecek olan damgalı gerilla olarak dolaşmanın gereği yoktur.

Kürtler bu saatten sonra can güvenliklerini Türk devletine teslim etmezler. Dörtlü sömürgeciliğin Irak ayağı kırıldı. Suriye ve İran ayakları da kırılacak. Yazalarımı takip edenler, en az onbeş yıldır bu kavramı dile getirdiğimi bilirler. Sömürgeciliğin Türk ayağı da kırılacaktır.

Kürtler Türk devletine kadınlarını teslim etti, tecavüze uğradı.
Köylerini teslim etti, köyleri yakıldı.
Dillerini teslim etti, dilleri yasaklandı.
Ülkesini teslim etti, ülkesinin adı haritalardan silindi.
Ensesini teslim etti, ensesi kurşunlandı.
Bu nedenle Kürtlerin güvenerek Türk devletine teslim edecekleri hiçbir şeyleri kalmadı.

Bu sırada 24 merkezde Çözüm Çadırları da koordineli Türk saldırısına uğradı. MGK, Kürtlere Cuma namazını yasakladı.
Dikkat ediyor musunuz, Türk yazarları komşu rejimlerin yıkılması üzerine kalem oynatıyorlar. Kürdistan’ı dili, kültürü ve yaşamıyla gaspetmiş kendi rejimlerini tartışmaya açan yok. 20 milyon Alevi’ye zorla İmam maaşı ödettiren, 20 milyon Kürde de zorla Türk eğitim sisteminin giderlerini onaylatan Türk sistemine ebedi bir gelecek öngörmüşler. Fakat oyalamanın ve oyalanmanın da son bulacağı günler gelecektir.

Napolyon General olduğunda 26 yaşındaydı. O yaşta ordusuyla gidip, İtalya’yı işgal etti ve mecliste bir konuşma yaptı. Fransa adına 60 civarında savaşa girdi ve çoğunu kazandı. Savaşa giderken içine yatıp dinleneceği sıcak su dolu küveti kendinden kilometrelerce ileride yol alırdı. İlk fırsatta küvete yatar, kararlarını verirdi. İlginç bir alışkanlıkla küvetin içindeki suyun ısısını her geçen gün biraz daha artırdı. Sonra ünlü bir söz söyledi:
"Süngüyle her yer işgal edilebilir, ama süngünün ucuna oturulamaz.”
Türk devlet barbarlığının Kürdistan halkının üzerine daha fazla oturmasına izin verilmemelidir.
Napolyon’u savaşta bu kadar güçlü yapan topçu ateşini iyi kullanmasıydı. O zaten Topçu Subayı idi.

Kürtlerin, Türk saldırganlığını geri püskürtecek ve Kürt özgürlüğünü elde edecek ciddi savunma planlarına ihtiyacı vardır.
Kürt halkının yaşadığı coğrafya, halkın durumu ve tarihsel direniş mirası buna uygundur.

Kürdistan’da halkı kimin yanındaysa, şehirler onundur.
Dağların isyanıyla şehirlerin öfkesi birleştiğinde, öldürülmüş Kürt çocuklarının dişlerini kaldırımlara döken ve dağlarımızı atış alanına çevirmiş alçaklık da çekip gidecektir.
Buna inanmıyor muyuz?

Eğer buna inanmıyorsak, milyonlarla birlikte canımızı dağlara ve kaldırımlara çarpmış olmamızın bir mantığı da yoktur.
bildiricihasan@hotmail.com

Diyarbakır'da Düşle Yatıp Gerçekle Uyanmak


Kürt toplumu uzun acılı yollardan geçerek bu gün kendini yeniden var edebilmek adına ortaya eşsiz bir çaba koyuyor. Denilebilir ki, Kürt toplumu son otuz yılın en dinamik en gayretli halkıdır. Bölgede ve dünyada haklı olarak kendinden çok bahsettirerek gündemin ön sıralarında kendine yer bulmuştur.

Kürt halkının büyük özveriyle yükseltiği mücadelesi kimi sorunlarıda beraberinde getirmiştir. Ötelenen, gözardı edilen ve görmezden gelinen bu sorunlar büyüyerek adeta bir dağ oluşturmuştur. Sorunlar çözülmediği gibi sorunlarla birlikte yaşamak gibi bir alışkanlık oluşmuştur.


Kadınım sanat yapıyorum.. Biliyorum ve görüyorum ki; Kürt toplumu ve siyaseti kadını ve sanatı görmüyor, önemsemiyor ve hakettiği değeri vermiyor. Sanatı ve bilimi kendi sac ayağı yapmayan politikaların çok ileri gitme ve başarıyı yakalama şanslarının olmadığını kendi tecrübelerimden ve dünya deneylerinden biliyorum. Sanatın değiştirme ve dönüştürme, bilimin ön görü ve olgulara yaklaşım perspektifini temel almayan politikaların bu günden kendini yarına taşıma şanslarının olmadığını altını rahatlıkla çizebiliriz.


Kürt siyaseti hala kadını vitirinde tutma çabasındadır. Halbuki asıl derdi kadını siyasete katmak olmalıydı .Kadını kendisiyle esasta eşit görmeyen kadın meselesinde biçimi öne alan bu yapılar bu gün hala bir adım ileri iki adım geri yapıyorlar. Teorik olarak bütün yazılıp çizilenlere karşın kadının eşitliği pratik olarak içselleştirilmedi, özümsenemedi. Biz ne ağır abiler biliyoruz, evlerinde değme diktatörlere taş çıkartırlar. Eşlerine, analarına, bacılarına, etikllerini kalem yazmaya utanır.

Derneklerde, partilerde, vakıflarda, kültür merkezlerinde, alanlarda...değişip demokrat olurlar. Bu derin iki yüzlüğün en çok ve en sık yaşadığı alan kadın sorunudur.

Tarih içinde her türlü baskıyla muhatap olan kadınların sözde yenilikçi, sözde, demokrat, sözde devrimci yapılar tarafından da baskı altınada tutulması oldukça acayip ve yadırgatıcı bir durumdur. Kürt siyasetinin de bir şekilde baskı altına alındığı kadının gelişme koşulları toptan imha edilmiştir.

Kadınsanız ve sanat yapıyorsanız yanlızlığınız daha da büyür. Artık müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsunuzdur. Eteklerinizden çekiştitirirler, çelme takarlar, ardınızdan fısıldaşırlar... Yüzünüzü topluma dönmenizi, değişim-dönüşüm çabalarına katkı koymanızı, bir türlü anlamazlar. Anlamamazlıktan gelirler... Yeri "mutfak" olanların dinamizmlerini için için gereksiz bulurlar. Ama bunu bir türlü dillendiremezler de...


17 yaşında henüz çocuk denilebilecek bir yaşta evlendim. Ailem ve yakın çevrem yurtsever niteliklere sahipti. Onların sayesinde kürt kimliğine ve yaşadığımız sorunlarala ilgili olmayı öğrendim.


Pratik deneyimlerimle tanık oldum ki kadınlar siyaset yaparken bir yere kadar izin verilirdi. Gerisi erkeklerin işi idi. Kürdistan'da onlarca irili-ufaklı Kürt örgütü son elli yılda kuruldu. Hiç birinin merkez komitesinde, politburosunda kadın üye yoktu. Hiç birinin, hiç kimsenin, böyle bir derdide yoktu. Kadın sorunu olarak programlar da epey yer tutmasına rağmen, sorunun sahiplerinin olmaması oldukça manidardı.


Üzerinden elli yıl geçmiş olmasına rağmen kimse sesini yükseltip anne bak kıral çıplak diyemiyor. Fiili durum ayrıntıya dair, bir-iki küçük değişiklikle halen devam ediyor.


ÖTEKİLERDEN FARKLI BİRİ


Evlilik; eşimin aranıyor olması, illegalite koşulları, cezaevi kapıları...önümü ve gözümü açtı. Sosyalleşmemizi siyasallaşmamızı sağladı. Mücadele ve hayat bana çok şey kattı. Eşimin tecrübe ve birikimlerini kendi araştırmalarımla harmanlayarak dünyaya ve olaylara başka gözle bakmaya başladım. Eksik kalan eğitimimi tamamlayarak mesleki formasyon kazandım. Harcında anlayış, özveri, saygı ve emek olan bu evlilik kişiliğimin gelişmesine ve inşasına büyük ivme kattı.

Ülkemin halkımın ve ailemin yaşadığı 12 Eylül sonrası zor koşullara rağmen aile içi demokrasi ve eşimin kadın meselesindeki duyarlılığı feminist düşünceyle tanışmamız ve azmim, politik yaşamda uğradığım hayal kırıkları, ruhumda yaşadığım derin fırtına ve karmaşa toplumsal çelişkiler uygun bir anda ruhumdaki acıyı eyleme dönüştürdüm kendimi resimle dışa vurdum.
Sanat sözün bitiği yerdi. Renklerle bir dil yaratmaya çalıştım .Ne ki; sanat alanındaki derin boşluk bu yolculuğu bir başıma yapacağım anlamı veriyordu .Günlerce, haftalarca, aylarca...odama çekilerek araştırdım ve desenler çizdim. Hazindir ki öncüllerim yoktu. Paylaşabileceğim kimseler yoktu. Adeta karanlıkta el yordamıyla yürüdüm. Kararlıydım... Hayatın bütün renklerini, ışığını ve dilini yakalayıp, kadın ruhumla yorumlayacaktım.

İnanıyordum ve biliyordum ki; bir ulusun inşa sürecine sanat büyük katkılar sunacaktı. Sanat ve bilim olmadan Kürtlerin asla başaramyacağına adeta iman ettim.


Artık olan biteni. dünü,bu günü ve yarını, renklerin o muazam zenğinliği, ışığın ve gölgenin mütiş gücü, halkımın yüzyıllardır yaşadığı acı ve kahrı tuallerimde yorumlamaya çalışıyorum.


Şiirlerde, stranlarda, resimlerde, heykellerde, roman ve öykülerde El Ciziri, Şeyx Said, Qadı Mıhamed, Mıhemed Şexo, Mela Mustafa Berzani, Musa Anter'leri yeniden doğarak ölümsüzleşiyorlar.


Sanatın eşsiz gücüyle halkım için, ülkem için, kendim için, arayış ve yolculuğumu sürdürüyorum. "Uzun ince bir yolda" olduğumun farkındayım. Zaten bu coğrafyada kolay olan hiç bişey yok ki...


DİYARBAKIR'da DÜŞLE YATIP GERÇEKLE UYANMAK


23,24,25/04/2010'da Diyarbakır ve ilçe belediyelerinin de katkıda bulunduğu D.Ö.K.H. (demokratik özgür kadın hareketi) tarafından organize edilen Kürt Kadın Konferansı'na delege olarak katıldım. Etkinlik bünyesinde daha çok kadın eksenli bir resim sergiside açtım "Özgürlüğüm Kimliğimde Saklı". Bu konferans bazı kadın guruplarını ve temsilcillerini her ne kadar davet etmemişse bile, kimi özellikleriyle Kürt tarihi açısından bir ilkti. Kürt kadınları, bu etkinlik bünyesinde birlik hoşgörü ve tölerans konusunda çok önemli mesafe kat etiklerini dosta düşmana gösterdiler. Başarının ve başarmanın yolunu açtlar. Bu etkinlik dar grup mantığından uzak tutulduğu kadar, kendini dar bir coğrafya ile sınırlamamıştı. Kürdistan'ın her bir parçasından kadın siyasetçiler, kadın aktristler, akademisyenler...davet edilmişti. Politik duruşları, örgütsel yapıları farklı da olsa çerçeve bir hayli geniş tutulmu ştu.


Dileğim ve temennim odur ki; bunda böyle bu tip etkinlikler kürtlerin birliği zemininde en geniş yelpazede, farklılıklarımıza katarak sürdürülmesidir. Kürtlerin birliğine kadın eli değmesinin gerekliliğine inanıyorum.


Kadınların geçen yıl bunu kısmen, gelecekte de tümüyle başarmak için önemli görevler üstlenebileceğini düşünüyorum. Kongre bitiminden sonra sergi dolayısıyla evime biraz daha geç gittim. Ilık bir bahar gecesinde Rewşen Bedirxan'ın sözleri kulağımda çınlıyordu "BANA KÜRTLERİN BİRLİĞİNİ VERİN BEN SİZE ÖZGÜR KÜRDİSTAN VEREYİM"


Ressam

Nevin Güngör Reşan
nevingungorr@yahoo.com.tr
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir

Çılgınlık ve Ahmaklık!


1969'da aya gitmek çılgınlıktı. Neredeyse yüz yıl boyunca uğraşıp tüm Hollanda kuzey delta bölgesini nehirlerin bir metre dahi yükselmemesini sağlayan dev barajlar, dalgakıranlar, su pompaları ve kanallarla donatmak da.

Marie Curie gibi başına neler geleceğini bile bile hayatını radyasyonun etkileri üzerine çalışmalara adayıp sonra kanserden çırpına çırpına can vermektir çılgınlık.

Sonra 1945'te Varşova'da Nazi ordularına kurşun sıkmak. İran'da zulme karşı direnip Urumiye cezaevinde sabaha karşı rap rap darağacına yürümek.

Şimdi gelin de Recep Tayyip Erdoğan'ın adını bunları gerçekleştirenlerin adlarının hizasına yazın. Mümkün müdür?

AKP, tam da seçim arifesinde Erdoğan 50 kilometrelik bir kanal açıp Karadeniz'den gemilerin Marmara'ya direkt olarak ulaşmalarını sağlamayı çılgınlık olarak pazarlıyor.

Etrafında değerlenecek hazine arsalarını satıp imara açmak ve dünyanın en büyük metropollerinden birini bir kat daha büyütmenin planları yapılıyor.

Ben bu işi anlamadım.

Ya ben bugüne kadar sıradışı fikirleri, projeleri ve yaşamlarıyla insanlığı bir iki adım daha ileri götüren insanları yanlış tanımışım ya da ortada büyük bir saçmalık var.

Ahmaklık demek herhalde daha doğru.

Tek ahmaklık deliliğin çılgınlık olarak pazarlanması değil tabii. Memlekette düzeltilecek, bir hali oluruna sokulacak o kadar mesele varken Kanal İstanbul'un en büyük proje olarak ortaya sunulmasına inanmak da ayrı bir ahmaklık.

2002'de reform, Avrupa Birliği vaatleriyle gelmişti AKP iktidara. Bu proje başarısızlıkla sonuçlandı. Duble yollar yapıldı bol bol. Çıraklık dönemiydi.

2007'de demokratikleşme, değişim öne çıktı. Tüm Türkiye'yi kucaklamak vaadi öne sürüldü. Eski devlet yapısını aşmaktan bahsedildi. Bu vaatler de boşa çıktı. Ülke içinde ayrılıklar arttı. Yine bilmem kaç bin kilometre duble yollar yapıldı. Kürt siyasal hareketi üzerinde inanılmaz bir baskı ve imha siyaseti yürütüldü. Kalfalık dönemiydi.

2011'de ise şimdi ne Avrupa Birliği vaadi, ne sosyal barış, ne de demokratikleşmeden bahsediliyor. Yeni dönemde AKP'nin öne sürdüğü tek proje bir kanal. Çokça anılan adıyla “Çılgın Proje”. Bu dönem de ustalık dönemiymiş.

Nereden nereye?

Çıraklığı, kalfalığı başarısız siyasi projelerle dolu olanların ustalığı nasıl olacak göreceğiz?

AKP artık siyasetçileri geçti mühendisler, mimarlar ve yatırımcılardan medet umuyor.

Dünyada mühendislik olarak bu projenin önünde yüzlerce proje varken bu “çılgın proje” diye yutturuluyor.

Bir de bu kadar ciddi adam çıkıp televizyonlarda bu projeyi Süveyş Kanalı ve Panama Kanalıyla kıyaslıyor.

Süveyş Kanalı bundan 140 yıl kadar önce tamamlandı. Panama Kanalı da neredeyse 100 yıl önce. İkisi de dönemlerinde çığır açan projelerdi.

AKP'nin kanalının bir çığır açacağı falan yok. Artık siyasi çözümler üretme konusunda tıkanan, kendi yandaşlarını korumaya uğraşan bir siyasal hareketin ileri bir hamle çabasından başka hiçbir şey değil.

Eh ne diyelim. Bize ancak memlekete hayırlı uğurlu olsun demek düşer. Siyasi alandaki beceriksizliklerini mühendislik alanına da taşırlarsa artık 2015'teki doktora dönemlerini herhalde rüyalarında görürler.

Doğan Barış Abbasoğlu

Şam'a 'Çomak Sokmak' Neden Zor?


Suriye’ye karşı ses tonu yükseliyor. ABD Devlet Başkanı Obama Suriye’nin sokaktaki göstericilere yaklaşımını çirkince değerlendirdi. İngiltere Dışişleri Bakanı da şiddeti sert şekilde kınadı. Fransız hükümeti Suriye Büyükelçisi’ni geri çekti. Almanya ambargodan yana. Ayrıca Çarşamba günü BM Güvenlik Konseyi Suriye’yi gündemine aldı.

Suriye’den gelen haberlere göre geçen hafta 400 kişi öldürüldü, bunlardan sadece 140’ı Doğu bölgesindendi. Gazeteciler ayrıntılı haber yapamıyor. Bu sert kınamalara rağmen Suriye lideri Esad endişelenmek zorunda değil. Çünkü öyle görünüyor ki uluslararası toplum Libya’daki gibi askeri müdahaleye hemen karar vermeyecek.

El-Cizire televizyonuna konuşan senatör John McCain’e göre ABD’nin seçenekleri ise sınırlı. McCain, ambargodan yana. Ancak McCain dahil hiçbir politikacı şimdiye kadar askeri müdahale seçeneğini açıkça dile getirmedi. Uluslararası camianın Kaddafi’den farklı olarak Esad’a yaklaşmasının birçok nedeni var. En önemlisi de Arap camiası henüz Libya’ya karşı gösterdiği sert tavrı almadı. Çünkü gerek Batı dünyası, gerekse Arap ülkeleri müdahalenin sonuçlarından endişe duyuyor.

Ancak kim Şam yönetimine ‘çomak sokarsa’ beklenmedik sonuçlarına da katlanmak zorunda kalacak. Zira Suriye, Libya’dan çok daha önemli jeopolitik bir konuma sahip. Suriye’yi farklı kılan önemli özelliklerden satır başlarını şöyle sıralayabiliriz:

- Suriye, İran’ın tek müttefiki. Bu yüzden bir rejim değişikliğinin sonuçları Tahran’a kadar sıçrayacak ve İran muhalefetinin eli güçlenecek. Olası bir askeri müdahaleden Tahran yönetimini yakından ilgilendiren Gazze, Lübnan, Bahreyn ve Irak’taki kaos da etkilenecek. Tüm bu faktörlerin dışında İran ile nükleer program için yapılacak müzakerenin ortamı da oluşabilir.

- Komşu ülke İsrail, Şam’da başını ağrıtacak düşman bir hükümet istemez. Ancak Esad, iç siyasette birliğini güçlendirmek için İsrail’i kullanabilinir.

- Bölgede Suriye’nin yanında olan iki önemli güç var, bunlardan biri; Şii olan Lübnan Hizbullah’ı, diğeri de Hamas hareketi. Özellikle Hamas’ın lider kadrosu Şam’da barınıyor.

- Lübnan, Suriye’nin arka bahçesi. Bu yüzden Suriye’deki karışıklık hemen Lübnan’a da sıçrar.

Bu tablo, gerçekten işleri zorlaştırıyor. Kısa ve uzun vadede iki senaryodan söz edebiliriz. Kısa vadede; Suriye’ye dışarıdan yapılacak sert bir müdahale İran ve Ortadoğu’ya sıçrarsa bölge karışır. Uzun vadede Şam’daki bir rejim değişikliği de çatışma nedeni olabilir, bunun bir garantisi yok. Baas rejiminin yıkılması iç savaşa yol açabilir. Ankara’nın korkusu ise bir mülteci dalgası.

Ayrıca Suriye’de etnik ve dini çatışmalar patlak verecek, İslamcılar iktidara gelirse şiddet daha da artar. Sonuç olarak uluslararası diplomasi birçok belirsizliği hesaba katmalı. Şimdilik sert ambargo ve diplomatik baskı ile sonuç alma eğilimi öne çıkıyor. Böylece köklü reformlar ve güçler ayrılığı kendiliğinden vuku bulacak. En iyi çözüm de bu olur. Kısacası Şam’a çomak sokmak kimsenin harcı değil, belki de zamana yaymak en doğrusu.

* Siyasi bilimler uzmanı Yassin Musharbash’nin kaleme aldığı bu yazı Spiegel dergisinin internet sitesinden alındı.

Çeviren: Perwer Yaş

Suriye AKP'lileşir mi?


El Hayat gazetesi yazarı gazeteci Hoşeng Osê, AKP’nin Suriye’ye yönelik politikasının bir ‘Amerikan Projesi’ olduğunu belirtiyor. AKP’nin Suriye muhalefetini himayesi altına almak istediğine dikkat çeken Osê, ‘’Türkiye Suriye’yi AKP’lileştirmek istiyor. Aslında bu ABD’nin planıdır. Bir ABD projesidir’’ diyor.

Suriyeli Kürt yazar ve gazeteci Hoşeng Osê Suriye’deki isyanı ve Türkiye’nin sürece nasıl müdahale ettiğini konuştuk.

25 ÖĞRENCİNİN BAŞLATTIĞI İSYAN

‘’Başkaldırıyı başlatan kıvılcım Dera kentinde 25 ilköğretim öğrencisinin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alınmasıyla başladı. Bu çocuklar 1 aydan fazla gözaltında kaldılar. Ağır işkenceler gördüler, tırnakları çekildi. Halkın talebi başlangıçta bu çocukların serbest bırakılmasıydı. Fakat çocuklar bırakılmadı. Bunun üzerine gösteriler başladı. Olaylar büyüdü. Ardından ölü ve yaralılar ortaya çıktı, tutuklanmalar başladı. Sonra talepler siyasi bir muhteva kazandı.

Bilindiği gibi olaylar önce Dera’da başladı. Ardından diğer kentlere sıçradı. Devletin müdahalesi sonucu çok sayıda insan öldü. Bu gelişmelerle birlikte halk taleplerini daha yüksek sesle dile getirmeye başladı.

OHAL’in kaldırılması, siyasi tutukluların serbest bırakılması, partiler kanununun çıkarılması ve basın özgürlüğünün sağlanmasını istediler.

Devlet bu isteklerin yerine getireceğini söylediyse bile ölümler artmaya devam etti. Ama halk da geri adım artmadı. Devlet geri adım atmak zorunda kaldı ve olağanüstü hali kaldırdı. Ama Dera, Humus, Şam, Baniyas, Hema ve diğer şehirde yeni ölümler gelmeye başladı. Dera’da halka tank ve panzerlerle saldırıldı.

Şimdi ülkedeki isyan yaklaşık olarak bir aydır devam ediyor. Dera, Şam, Humus, Hema, Lazkiye, Ceble ve Derezor’da yoğunluklu bir şekilde sürerken, Güneybatı Kürdistan’da ise daha az sayıda görülmektedir.

Bu gösteri ve yürüyüşlere Arap, Kürt, Alevi, Sünni ve Dürzü topluluklarının tamamından katılım gerçekleşmektedir. Buradaki başkaldırı herhangi bir plana dayanmadan Tunus, Libya, Mısır ve Yemendeki devrimlerden etkilenerek gelişiyor.

‘ABD DESTEĞİNİ ÇEKTİ’

Bu halkın demokrasiye ve Baas rejimine karşı bir refleksidir. Başkaldırının projesi ve kimin yönettiği belli değildir. Mısır ve Tunus’ta da böyleydi. Önce başkaldırı başladı, sonra rejim değişikliğine dönüştü.

Rejimleri tehlikede olan Kaddafi, Mübarek, Zeynülabidin ve Salih ne söylediyse, şimdi de Beşar Esad aynı şeylere başvuruyor. Fakat asıl gerçek, Ortadoğu’da ülkelerini diktatörlükle yöneten rejimlerin emperyalizm ve siyonizmin hizmetinde olması, Batı ve ABD’nin çıkarlarına uygun hareket etmesidir. Amerika ise şimdi bu rejimlerden desteğini çekiyor.

Başlangıçta göstericilerin arkasında herhangi bir örgütlü güç bulunmamasına rağmen daha sonraki günlerde özellikle İhvan-ı Müslimin (Müslüman kardeşler) gösterilere destek vermeye başladı.

‘KÜRTLER AYAKLANIRSA SURİYE TÜRKİYE’DEN ASKERİ DESTEK İSTER’

Suriye yönetimi Kürtleri tarafsız bırakma peşinde. Kürtlerin rolü, önemli ve stratejiktir. Baas rejimin tek korkusu Kürtlerin kitlesel olarak isyana katılmasıdır. Eğer Kürtler katılırlarsa Suriye Türkiye’den askeri destek ister! Türkiye’nin Güney-Batı Kürdistan’ı işgal etmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir.

Hatırlayınız, Saddam Hüseyin iktidarının devrilmesiyle Türkiye, Kürtlerin Güney Kürdistan’da federasyon kurma girişimini ve Irak’ın yeni anayasasında bunu güvence altına almasını engellemek için orayı işgal etmek istedi.

Şimdi Türkiye’nin en büyük endişesi Esad rejiminin gitmesi durumunda Kürtlerin statü kazanması ve haklarını elde etmesidir. Bu durumda Türkiye’de, Kürt meselesi büyük oranda Kürtlerin istediği şekilde çözülecektir.

AKP sürece nasıl müdahale ediyor… AKP Suriye muhalefetini himayesi altına alma peşinde. Aslında bu tavrı 27 Nisan 2011 günü Kürtleri ‘’İstanbul konferansı’’ dışında tutmakla net bir şekilde ortaya koydu.

Türkiye, kendisine yakın olan çoğu Müslüman Kardeşler örgütüne mensup kişileri davet etti. Bir iki Kürdü de konferansta dekor olsun diye çağırdı.

SURİYE’Yİ AKP’LİLEŞTİRMEK

AKP, Suriye’yi AKP’lileştirmek istiyor. Aslında bu ABD’nin isteğidir. Bir ABD projesidir. ABD amacı Suriye’yi, İran’ın denetiminden çıkartmaktır.

AKP ise Esad sonrası ülkeyi tamamen kendi denetimine almak peşinde. Bu tehlikeli bir proje. Eğer AKP bunu başarırsa Amerika’nın ılımlı ve liberal İslam projesi başarıyla sonuçlanır. Bu Kürtler için ise tehlikeli bir durum arz ediyor.’’

Kan Tutulması


Kan tutulmasına uğrayan kişi kendinden geçer. Aklını, serinkanlılılığını ve muhakeme yeteneğini kaybeder.

Böyle biri bilincini yitirdiği, bilinçsizleştiği için konuşarak, daha doğrusu sayıklayarak tepki verir.

Yeniden kendine gelinceye kadar bilinçaltını ele veren bir sözcüğü takılmış plak gibi sürekli tekrar eder.

Tıp bilimi kan tutulmasının bildik bütün korkuların dışında ‘özel bir korkudan‘ kaynaklandığını söylüyor ve bunun sık karşılaşılan bir durum olduğunun altını çiziyor.

Kişileri kan tutar da sistemleri tutmaz mı? Siyaset bilimi bunun mümkün olduğunu söylüyor.

Irkçı, baskıcı ve despotik rejimlerin kan dökerek ayakta kalmaya çalıştıklarını, kanla her şeyi halledeceklerine inandıklarını, bu yüzden tarihten ders ve ibret alma gibi bir kaygılarının olmadıklarını söylüyor.

Türkiye’nin ırkçı ve baskıcı militarist sistemi kanla ayakta kalmaya çalışan rejimlerin başında geliyor.

Türk militarizmi kansız geçen bir gün ülke yönetiminde zaafiyet yaratırmış gibi kan dökmeden yapamıyor.

Kansız geçen her gün onu huzursuz ediyor. Bunu kendi varlığına yönelik bir tehlike olarak algılıyor ve bu nedenle her fırsatta kan dökmeye çalışıyor.

PKK’nin ilan ettiği ateşkese rağmen operasyonlarını sürdürüyor. Dağı taşı bombalıyor. Bir baştan bir başa Kürt ülkesini yangın yerine çeviriyor ve halkının haklı özgürlük kavgasına katılmış Kürt gençlerini hunharca katlediyor.

Türk militarizmi kana doymuyor, doyacak gibi de görünmüyor. Uzak- yakın tarihten, yaşanan olaylardan ibret alacağa da benzemiyor.

Yaşanan bunca acıya, ödelen bunca bedele ve gelinen bu aşamaya bakıp ders alacağına, kan dökmeyi durduracağına hala Kürt halkının canını yakarak sonuç almaya çalışıyor.

Bundan birkaç hafta önce Hatay’da, geçen hafta Maraş’ta ve Bingöl’de, dün de Dersim’de PKK gerillalarını acımasızca katletmesi bunu gösteriyor.

Türk ordusu PKK’nin sabrını ve tahammül sınırını zorlayarak, tahrik ve hakaret ederek kendisiyle birlikte aslında Türkiye’yi de ateşe atıyor…

Ateşkes sürecinde PKK’ye karşı yapılan operasyonların ve halka yönelik baskıların PKK’yi karşılık vermeye zorlamak amacıyla yapıldığı biliniyor.

PKK de bunun farkında ve o da çok zorlansa da kendini tutuyor.

PKK, barışçıl-demokratik çözüm sürecinin ilerlemesini ve bu amaçla yapıldığı söylenen İmralı görüşmelerinin bir biçimde neticelenmesini bekliyor.

Ne var ki Türk ordusu, polisi ve AKP Hükümeti el ele vermiş bunu bir fırsata dönüştürmek, yoğun şiddet kullanarak Kürtleri sindirmek, şiddeti yeniden egemen hale getirmek istiyor.

Ortadoğu’dan yükselen ateşin Türkiye’nin de ateşini yükselttiği, devletin ‘Kürt fobisinin‘ depreştiği anlaşılıyor.

Devletin bildik refleksi yeniden devreye giriyor ve Türkiye bir kez daha şiddetin önünü açıyor. Ateşkes dönemindeki operasyonlar ve halka yönelik baskılar bu anlama geliyor.

Bu durumda PKK’nin daha fazla ‘savunmada‘ kalması mümkün olmayacaktır.

Hiç arzu etmiyorum ama görünen odur ki böyle devam etmesi halinde savaş bütün şiddetiyle yeniden başlayacaktır.

Kürtlerin kabaran öfkesi taşacaktır. Kan tutulması yaşayan Türkiye’de yeniden birçok insanın hayatı kararacaktır.

Ve elbette yazık, çok yazık olacaktır.

Tabii, Türkiye’de sadece kan tutulması yaşanmıyor; bu ülkenin sivil dinamikleri; siyasi partileri, sivil toplum örgütleri ve demokratik muhalefeti de akıl tutulması yaşıyor.

Türk ordusu dağları taşları ateşe veriyor, Kürt gençlerini öldürüyor; Türk polisi ‘Demokratik Çözüm Çadırlarını‘ yerle bir ediyor ve yaşlı, hasta, çocuk ve kadın demeden herkesi dayaktan geçiriyor, AKP Hükümeti de bunlara açıktan destek verip teşvik ediyor ama kimse de çıkıp bu vahşete dur demiyor.

Özellikle Ana Muhalefet Partisi CHP operasyonlar ve halka yapılan baskılar karşısında dut yemiş bülbül gibi suskun kalıyor.

Türkiye’de genel olarak akıllara ziyan bir duyarsızlık yaşanıyor.

Memleketin ortak aklı başka bir yöne kilitlenmiş gibi kimse Kürtlere yapılanlara bakmıyor ve olabilecekleri düşünmüyor.

Oysa yarın çok geç olabilir!

Bu işin şakaya gelir yanı yok; halkların kaderi, bir ülkenin geleceği hepsinden de önemlisi insanların hayatları söz konusu.

Dolayısıyla yüksek bir sorumluluk duygusuyla hareket etmek, kan tutulması yaşayan Türk ordusu, polisi ve hükümetinin önüne geçmek, halklarımızın kaderini bunların kanlı ve kirli emellerine terk etmemek gerekiyor.

Yoksa, Kürdistan’dan yayılacak olan ateş Türkiye’yi de saracaktır.

Kaldı ki Kürt sorunu eninde sonunda masada; diyalog ve müzakere yoluyla çözülecektir ve bu yönde hayli ilerleme de sağlanmıştır.

Türkiye imkanı yok barışçıl-demokratik çözümden kaçamayacaktır.

Tarihin akışı, dünya insanlığının gelmiş olduğu aşama, Ortadoğu’daki yeni denge arayışları, Türkiye’nin mücadele birikimi, küresel çağdaki yeri ve misyonu; yani nesnel süreç bunu zorunlu kılmaktadır.

Dolayısıyla bu ülke kan ve akıl tutulmasından ne kadar erken kurtulursa o kadar iyi olacaktır.

Hiç değilse fatura kabarmayacaktır…

Günay Aslan

29 Nisan 2011 Cuma

TÜBİTAK 'ın Karikatür İntikamı !


Önce Matematik Dünyası dergisinde, TÜBİTAK’ın Darwin skandalını eleştiren karikatür yayınlandı. Ardından, Ali Nesin’in kurucusu olduğu Matematik Köyü’nün bütün projeleri TÜBİTAK tarafından reddedildi. Matematik Köyü’ne destek olmak için başlatılan imza kampanyasına katılanlar TÜBİTAK tarafından tespit edildi, adreslerine mektuplar gönderildi. Son olarak da imza kampanyasının kaldırılması için Ali Nesin’e ihtarname gönderildi. Nesin’in yanıtı ise: “Tehditlere pabuç bıraksaydık, Nesin Vakfı ve Matematik Köyü yerine çoktan yeller esiyor olurdu.”

TÜBİTAK’ın ihtarname göndererek adeta tehdit etmesine kadar varan süreç, matematikçi ve Matematik Köyü’nün kurucusu Ali Nesin'in sorumlu yazı işleri müdürü olduğu Matematik Dünyası dergisinin Mayıs 2009 sayısında çıkan bir karikatürle başladı. Söz konusu karikatür, TÜBİTAK'ın Bilim ve Teknik Dergisi'nde yaşanan Darwin skandalını eleştiriyordu.

PROJELER BİR ANDA REDDEDİLDİ

Karikatürün yayınlanmasından sonra, TÜBİTAK ile Matematik Köyü'nün arasına adeta kara kedi girdi. Kurumun, TÜBİTAK'a sunduğu 16 lise ve lisans projesinden sadece biri destek aldı. Ancak, daha önce sunulan 6 lise ve lisans programının ise 5'i kabul edilmişti.

Tüm projelerin kabul edilmemesi üzerine Ali Nesin, TÜBİTAK Başkanı Nuket Yetiş'e açık bir mektup gönderdi. Mektubunda, projelerin “birer mücevher” değerinde olduğunu belirten Nesin, şunları yazdı: “Özür dileyerek söylüyorum, ama gerçek bu: Bu projeleri haklı ya da haksız gerekçelerle reddetmek kimsenin haddi değildir. TÜBİTAK’ın bu projeleri öpüp başına koyması, destekleyecek bütçesi yoksa başbakana, cumhurbaşkanına çıkıp örtülü ödenekten yalvar yakar para istemesi gerekir! Reddedilen projelerimizin değerini anlayacak kadar matematik bilmiyorsunuzdur muhtemelen, zaten bilmek zorunda da değilsiniz. Herkesin konusu ayrı. Bana inanmayın ve lütfen bir bilene, bir anlayana sorun. Konuyla hiçbir ilgisi olmayan ya da yönlendirilmiş panelistlerinize değil ama.”

KATILIM KOŞULLARINI BİLE DEĞİŞTİRDİLER

Ali Nesin'in mektubuna yanıt ise, TÜBİTAK'ın lise ve lisans programlarına destek koşullarını, Matematik Köyü’nün katılımını engelleyecek şekilde değiştirmesi oldu.

Ali Nesin, bunun üzerine TÜBİTAK'ın bu tutumunu devlet bakanı Mehmet Aydın'a anlatan bir mektup kaleme alarak, imza kampanyası başlattı. http://www.tubitaki-protesto-ediyoruz.net/ sitesinden devam eden kampanyaya, bugüne kadar 4 bini aşkın kişi imza atarak katıldı.

TÜBİTAK İMZACILARA MEKTUP GÖNDERDİ


TÜBİTAK imza kampanyasına katılanlardan adreslerini bulabildiklerine mektup göndererek, durumun Ali Nesin'in anlattığı gibi olmadığını, Matematik Köyü'nü çok desteklediklerini ancak Ali Nesin'in gözünün bir türlü doymak bilmediğini öne sürdü.

Ali Nesin, bu gelişmeler sırasında TÜBİTAK Başkanı Yetiş'ten iki kez randevu talebinde bulundu ancak bu taleplere olumlu ya da olumsuz hiç bir yanıt verilmedi. Bu arada Nesin, 2007 yılından bu yana beş kez görüşme talebinde bulundu, hepsi sonuçsuz kaldı.

İHTARHAME YOLLADILAR

TÜBİTAK avukatları, Nesin'e bir ihtarname yollayarak, internetteki imza kampanyasını kaldırıp yerine ihtarname ve TÜBİTAK’ın konuyla ilgili yazısının yayınlanmasını istedi, aksi halde yasal yollara başvuracaklarını duyurdu.

Ali Nesin, TÜBİTAK'ın ihtarını bir tehdit olarak değerlendirerek, “Tehditlere pabuç bıraksaydık, Nesin Vakfı ve Matematik Köyü yerine çoktan yeller esiyor olurdu şimdiye kadar! Ama isteklerinin yarısını seve seve yerine getiriyorum. Ayrıca bununla yetinmeyip mektuplarına Matematik Dünyası dergisinde de yer vereceğim” dedi.

“BU YIL DA YAZ OKULUMUZU GERÇEKLEŞTİRECEĞİZ”

Matematik Köyü kurucusu Ali Nesin, TÜBİTAK'ın ihtar kararına verdiği yanıtta ayrıca şunları da belirtti: “TUBITAK, önce konunun dışına çıkarak, sonra da elmalarla armutları toplayarak esas kendisi kamuoyunu yanıltmıştır. Sonuç olarak; elbette karikatürü derginin kapağında yayımladığımda bu tur sorunlarla karsılaşacağımı biliyordum. Bu konuda çeşitli kişilerce uyarıldım da. Biraz basmakalıp bir söz olarak algılanabilir ama ‘aydın duyarlılığım’ üstün geldi. Önceki iki yıl olduğu gibi bu yıl da yaz okulunu gerçekleştireceğiz. Ve her zamanki gibi parası olmayan hiçbir genci reddetmeyeceğiz. Ayrıca yaz okulumuz tüm lisans ve lisansüstü öğrencilerine ücretsiz olacak.”

Bir Mayıs’a Katılacak Sosyalistlere İki Somut Öneri


On yıl hapis, çeyrek yüzyıl da sürgün yaşayınca Türkiye’de kitlesel olarak kutlanabilen bir 1 Mayıs’a ilk kez geçen sene katılabilmiştim.
İlginç bir rastlantı sonucu uzun yıllar sonra ilk kez Taksim’de kutlanıyordu. Katılan kitlenin genel karakterini anlayabilmek için bir tek yerde durmayıp Mecidiyeköy’den Taksim’e hızlı yürümüş, sonra da diğer yönlerden gelenleri ve alanda bekleyenleri gözlemeye çalışmıştım. Sonuç olarak izlenimim,1 Mayıs kutlamasının aslında, sosyalizm ve enternasyonalizm ardına gizlenerek demokratik görevlerden kaçmanın,kaba veya rafine bir ulusalcılığın bir biçimi olduğu sonucuna ulaşmıştım. Güneş’in altında henüz yeni bir şey yoktu. Türkiye’nin solcuları ve sosyalistlerinin gerici milliyetçiliğe teslim olmuşluğu, tüm 1 Mayıs’a katılan kitleye damgasını vuruyordu. Hem sloganlarıyla, hem de katılanların sınıfsal konumlarıyla böyleydi bu.

Bir süre önce Newroz’a da katılmıştım. İstanbul’un en yoksul proleterleri ise Newroz alanında Zeytinburnu’nda bulunuyordu. Gerçekten demokrasi ve enternasyonalizm o ulusal bayramda çok daha fazla bulunuyordu. Tabii gören gözler için.
O günden bugüne değişen bir şey yok.
Üç örnek verelim, yeter.

1)      DTP’nin desteklediği bağımsız adayların veto görmesi üzerine Taksim’de yapılan ve Aksaray’a kadar giden sonunda gaz bombalarıyla dağıtılan protesto gösterisine katılan sosyalist bir arkadaş on bin kişi kadar katıldığını söyleyince, içimden, DTP Türkiyeli sosyalistleri aday gösterdi belki ondan dolayı biraz sosyalistler de katıldığı için böyle kalabalık olmuş olabilir diye düşünüp, “Türk sosyalistleri ne kadardı” diye sorduğumda, “en fazla üç yüz, beş yüz kişiydi” cevabını aldım. Görülüyordu ki Ertuğrul, Sırrı Süreyya ve Levent’in adaylıkları, en liberalleri bile ayağa kaldıran bu haksızlık karşısında Türkiyeli sosyalistlerin Kürtlerin yanında kitlesel bir katılımını sağlamaya yetmemişti.

2)      Birkaç gün sonra yanılmıyorsam Grup Yorum’un konseri olmuş ve ona yüz bin kişinin katıldığından söz ediliyordu. Bu Konser’den birkaç gün sonra da, Facebook’ta yıllar sonra Türkiye’ye dönmüş birisi, Aksaray’da Polis’in Kürtlerin direniş çadırların yaptığı saldırıları anlatırken, birkaç gün önce Grup Yorum’un konserinde yüz binler vardı, burada Polisin saldırısı karşısında Kürtlerin yanında onların binde biri yoktu diye yazıyordu.

3)       Bunlardan birkaç gün sonra da 24 Nisan’dı, Ermenilerin kitlesel katlinin ve bu katliam ile Anadolu’nun Müslüman ahalisinden Türk ulusunun ortaya çıkışının ve yaratılışının yıl dönümüydü. Aslında gerçek demokratik özlemleri yansıtan, sosyalistlere yakışan 1 Mayıs, 24 Nisan’a katılmaktır. Bu devletin, bu ulusun şeref verici nefretini ve şiddetini üzerine çekmektir. Ama sosyalistler, 24 Nisan anması yerine AKP’nin Nükleer santral yapmasına karşı Kadıköy’de eyleme gitmişler. İşin kötüsü, DTP’nin desteklediği sosyalist bağımsız adaylar da 24 Nisan anmalarında olacak yerde, Kadıköy’e gitmeyi tercih etmişler. 

4)      Ve 24 Nisan’a gitmeyen sosyalistler şimdi 1 Mayıs’ta Taksim’e akacaklar. Bunun adı da enternasyonalizm ve “emekten yana” olmak olacak!
Şimdi bu emekten yana ve enternasyonalist Türk sosyalistlerine iki önerimiz olacak.

Elbette, 24 Nisan gibi, şu son derece netameli, “iyi saatte olsunlar”ın hışmını insanın üzerine çekme sonucu doğurabilecek; sonra çoğunluğu oluşturan Müslüman kitleler ve milliyetçi orta sınıflarla ters düşme, onlardan tecrit olma gibi bir sonuca yol açabilecek, dolayısıyla onlara sosyalizmi anlatma imkanını ortadan kaldırabilecek konulardan uzak durmayı anlıyoruz. Ne de olsa “kitle çizgisi”, ya da “Suda balık” olmak gibi bir şeyler var. Sudan çıkmış balığa dönmemek gerekir. Her şeyin zamanı ve yeri vardır. Hele şu “üçüncü kutup” oluşturulup kitlelere sosyalizm anlatılsın, o zaman bu Ermeni ve Kürt sorunları zaten yan bir ürün olarak kendiliğinden hallolacaktır.

Kürtlere gelince, onlar da zaten Terörist ve de Stalinist, ayrıca Kürt sorunundan söz etmek de, sosyalistleri Türk milliyetçisi Türk işçilerinden ve orta sınıflarından tecrit edip onlara sosyalizmi anlatma imkanını ortadan kaldırır.
Bu gibi kaygıları anlıyoruz. Hatta Kürtlerden ve Ermenilerden uzak durup, Kürtlerin ve Ermenilerin adını anmamayı çok zekice düşünülmüş bir taktik olarak görüyoruz.
Bu nedenle iin içine Ermenileri ve Kürtleri katmadan, hem enternasyonalizmin sembolü ve kanıtı hem de milliyetçiliğe karşı başka bir pratik ve somut bir öneride bulunacağız.

Biliniyor, Türkiye’de yüz binlerce, belki de birkaç milyon, Doğu Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’dan gelmiş, hiçbir hakkı olmadan, köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırılan bir Göçmen İşçiler kitlesi var. Bunlar Türkiye Proletaryasının en alt, kölelik şartlarında çalışan ve yaşayan kesimini oluşturuyorlar. Tabu bunların ne hukuki, ne siyasi, ne sosyal hiçbir hakları olmadığından en kötü koşullarda çalışıyorlar.
İşçi hareketinin ve Enternasyonalizmin klasik temel sloganlarından biri, işgücünün serbest dolaşımı ve bulunduğu ülküdeki tüm siyasal, sosyal ve hukuki haklardan yararlanmasıdır. Bu hem işçilerin arasındaki bölünmeyi kaldırır, hem de iş gücünü, hiçbir hakkı olmayan bir işgücünün “haksız rekabet”inden korur ve işçilerin gelir ve hayat seviyelerinin yükselmesini sağlar.

Bu durumda hem enternasyonalist hem de işçici ve emekten yana şu sloganı bütün 1 Mayıs’ta Taksim’e gelecek sosyalistler yüz binler halinde haykırabilirler:
Türkiye’de bulunan tüm göçmenlere Türk vatandaşlarına has tüm hukuki, siyasi ve sosyal hakların derhal tanınması. Göçmen İşçilerin Köleliğine son!

Hem Enternasyonalist, hem emekten yana, hem işçici, hem Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmıyor, sonra öyle bölünme tehlikesi falan da yaratmıyor. Yani tam da sınıfçı ve de enternasyonalist Türk sosyalistlerinin yüreğine ve ağzına ve 1 Mayıs’a layık bir slogan.
Bu sloganı yüzlerce pankarta, flamaya, bayrağa yazıp yüz binler olarak Taksim’e aktığınızı bir düşünün. Çılgın bir hayal kurun! Çılgınlık sadece burjuvaziye has olmamalı, işçiler ve sosyalistler de çılgın olmalı ve bu çılgın olma hakkını kullanabilmeli.

Afrikalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı göçmenlerin kalbinde ve o ülkelerdeki emekçilerin aklında, Fethullahçıların devlet destekli okullarından bin kat daha derin izler bırakırsınız. O çok şikayet ettiğiniz Fethullahçılığa karşı böylece geçekten dünya çapında bir mücadele de yürütmüş olursunuz.

Fehullahçılar o ülkelerin burjuvalarını ve yüksek bürokratlarını ve Türk devletinin iş birlikçilerini yetiştiriyor. Türk sosyalistleri de onların karşısında o ülkelerin işçilerinin içinde enternasyonalist bir örnek aracığıyla sosyalist ve enternasyonalist bir eğitim başlatmış olur.

Ve emin olun, eğer bunu yapabilirseniz, gelecek 1 Mayıs’larda yüz binlerce Göçmen İşçi Taksim’e akacaktır. Taksim’deki 1 Mayıs, gerçekten, burjuvazinin dünya şehri yapmak istediği İstanbul, buna layık, dünya işçilerinin şehri olur ve enternasyonal bir İşçi Bayramı kutlar hale gelir.

İkinci öneri de bu taleple bağlantılı.
Biliniyor Festus Okey diye br Afrikalı göçmen İşçi Türk Polisince Keyfi bir biçimde öldürüldü ve Türk mahkemeleri bu cinayetin üstünü örtmek ve cezasız bırakmak için elinden geleni ardına koymuyor.

Bu sefer lütfen, Denizlerin, Mahirlerin ve diğer şehitlerin resimleri isimleri ile yürümeyin. Herkes bir sembol olarak Festus Okey’in resmiyle yürüsün. On binlerce Festus Okey resmi olmalı.
Bu da eneternasyonalist bir şehit anlayışını yerleştirecektir. Festus Okey de ne Kürt ne de Ermeni. Yani korkacak bir şey de yok, “kitlelerden tecrit olmaya” yol açmaz.
Ayrıca Hem Mahir’i Hem Deniz’i tanımış bir insan olarak, sizi temin ederim ki, onlar bunu kendi anılarına en uygun davranış olarak göreceklerdir, eğer bir öte dünya varsa ve oradan Taksim meydanına bakıyorlarsa. Ektiğimiz tohumlar nihayet yeşerdi diyeceklerdir.
Özetle, çok basit, hem enternasyonalist hem de emekten yana, hem işçi hareketinin geleneğine uygun, hem bugünkü globalleşmeye, hem AKP’ye hem Fethullahçılara, hem de Türk Milliyetçiliğine karşı, hem de Kürtleri ve Ermenileri işe karıştırmayıp, sosyalist yapacağınız kitlelerdeki ön yargılara takılıp sizi tecrit de etmez.
Yani bir taşta on sosyalizm ve enternasyonalizm kuşu vurabilirsiniz.
Çok basit Festus Okey’in resimleri ile ve Türkiye’deki tüm göçmen işçilere derhal Türk vatandaşlarının sahip olduğu tüm sosyal, ekonomik, hukuki ve siyasal hakların verilmesi pankartları denizi.
Bu tadar basit.
Haydi bakalım “Emekten yana”, “Sosyal Cumhuriyet”çi, “Enternasyonalist” Türk Sosyalistleri!
Gösterin kendinizi!
Mahcup edin size şu milliyetçi, ulusalcı diyenleri.
Ve en başta beni.

Demir Küçükaydın
28 Nisan 2011 Perşembe

Aydın'da Kürtler AKP'lileri Evlerinden Kovdu !


Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun Aydın Bağımsız Milletvekili Adayı Av. Mehmet Bayraktar, kentteki Kürtler ve demokrat kesimler tarafından yoğun destek görüyor. AKP ise Kürtlerin bağımsız aday etrafında kenetlenmesinin telaşıyla, şu ana kadar uğramadığı Kürt mahallelere ziyaretler düzenlemeye başladı. AKP, ziyaret ettiği Kürt evlerden ise eli boş dönüyor.

Özelikle Kürtlerin yoğun olduğu Ovaemir ve Savuca Beldesinde AKP İl Yönetimi'nin oluşturduğu bir grup ise Kürt evlerini dolaşarak oy istemeye başladı. AKP'liler, gittikleri evlerdeki kişilere, kendilerini desteklemeleri halinde çocuk ve mutfak parası gibi destekler yapma vaadinde bulunuyorlar. Ancak Kürtler AKP'lileri tepki göstererek evlerinden kovunca, parti yönetimi bu faaliyetini sonlandırdı.

'YARDIMLARIN DEVAM ETMESİ İÇİN AKP'YE OY VERİN'

Geçtiğimiz günlerde Hatice Kapser adlı yurttaşın evine giden AKP'li grup, oy talebinde bulundu. Kapser, AKP'li grubun kendisine, "Bizim partimiz bir yıldır Kürtlerin hakları için çalışıyor. Bakın, Başbakan bu güne kadar bir sürü kadına yardım etti. Mutfak paraları ödedi. Bunların devam etmesi için sizin oylarınız gerekli’’ dediğini, aktardı.

Kapser, şunları anlattı: "Gece 4 kadın ve 2 erkek bizim eve geldiler. Önce eşimi sordular, evde olmadığını söyledim. İçeriye gelmek istediler ben de müsaade etmedim. Sonra kapıda bana, 'Sizin adayınız kazansa da size ne yardımı olacak? Biz, size iş olanakları kuracağız. Bize söz ver biz de sana söz verelim’ dediler."

ÇAKTIRMADAN PROPAGANDA!

Söke’nin Savuca Beldesinde de benzer gelişmeler yaşanıyor. AKP’liler bu kez de farklı bir yöntemle oy istediler. Savuca Beldesinde Hakim Söylemez adlı Kürt yurttaşın evine giden AKP’liler, parti kimliklerini saklayarak eve girdiler.

Söylemez, şunları anlattı: "Evimize gelenler önce normal vatandaş gibi davrandılar, daha sonra ise AKP propagandası yaptılar. Bizim evin önüne bir araba yanaştı. Bana Kuşadası’na gideceklerini ama yorulduklarını söyleyerek, sohbete daldılar. Önce ne iş yaptığımı sordular, ben de bahçelerde çalıştığımı söyledim. Memleketimi sordular. Ardından 'seçim yaklaşıyor sence kim kazanır' diyerek konuyu siyasete getirdiler. Sonra Başbakan’ın Türkiye için çok şey yaptığını, Kürtler için çok şeyler yapmaya çalıştığını ama MHP ve CHP’nin buna karşı olduklarını vs. anlattılar. BDP'yi karaladılar. Bana aralarından bir dedi ki, 'Ben senin yerinde olsam AKP’ye oy verirdim. Bak AKP seçilsin sana iş verir. Daha rahat yaşarsın buna ben kefilim' dedi. Sonra asıl niyetlerini anladım. İçlerinden iş bulmak için kefil olan kişi parti kartını çıkardı. Adı da Zafer Artan’dı. Bana seçimden sonra AKP Aydın’da birinci gelirse ve ona oy verirsem iş vereceğini söyledi. Durumu anlayınca evimden kovdum."

AKP-MGK Koalisyonu Kürtlere Savaş İlan Etti !!!


Kürdistan'da zora dayalı siyasal egemenliğini büyük oranda kaybeden Ankara, geri çekmek zorunda kaldığı tüm sistem partileri yerine elinde kalan son kozu AKP-MGK koalisyonu seçim bildirisini açıkladı. AKP adına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıkladığı, ”Çılgın projesinin” ardından toplanan Milli Güvenlik Kurulu'da seçimlere yönelik hazırlıklarını bildirisi ile ilan etti.

Nisan ayı MGK toplantısından AKP-MGK koalisyonunun 12 Haziran seçimlerinin güvenliği gerekçe edilerek, Kürt sorunu konusuda uygulayacağı şiddet politikası belirlendi. Altı buçuk saat süren toplantı öncesinde ve toplantı sırasında televizyon ve internet siteleri gündemin Suriye'de yaşananlar olduğu yönünde haberler duyurdu. Hatta öyle ki bazı televizyon kanallarında Erdoğan tarafından Suriye'ye gönderilen MİT Müsteşarı'nın, yolda olduğu ve Ankara'ya iner inmez toplantıya katılarak bu ülke hakkında bilgi vereceği ısrarla vurgulandı.

Oysa açıklanan MGK bildirisinde önümüzdeki süreçte Kürdistan ve Batı illerinde sürdürülen sivil itaatsizlik eylemlerine karşı uygulanacak, ”güvenlik” tedbirleri ağırlıklı yer aldı. Elinde bulundurduğu yargı ve güvenlik güçleri ile her yönden sivil Kürt siyasal kadrolarını ve onu destekleyenleri hedef alan AKP hükümeti MGK bildirisi ile bu saldırıların ortak bir kararın ürünü olduğunu da ilan etmiş oldu.

Zaman zaman AKP hükümeti ile laiklik konusunda ve Ergenekon yargılamalarına ilişkin olarak çatıştığı görüntüsü veren Genelkurmay Kürtler konusunda tam kadro AKP'nin yanında olduğunu alenen ilan etti. Amaç eylemsizliği provokasyonlarla sabote etmek.

AKP'ye oranla daha ”demokrat” bir görüntü vermeye çabalayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında toplanan MGK'nın bildirisinde yer alan:

“Terörizmle mücadelenin bugüne kadar olduğu gibi önümüzdeki dönemde de yalnızca güvenlik boyutuyla değil, terörü besleyen ortamın tasfiyesini de içeren kapsamlı ve çok yönlü bir yaklaşımla sürdürülmeye devam edileceği vurgulanmıştır” ifadeleri alenen demokrasi dışı yolların uygulanacağı tehdidini içermektedir.

Burada kullanılan son derece muğlak, ”yalnızca güvenlik boyutuyla değil, terörü besleyen ortamın tasfiyesini de içeren kapsamlı” ifadesi, bir süredir yeniden yoğunlaşan devlet terörünün tırmanacağının habercisidir.

MGK bildirisinde bu anlamda hedef de belirlenmiş. AKP-MGK koalisyonu, Özerk Demokratik Kürdistan mücadelesinin bir parçası olan Demokrasi Çadırları ve diğer sivil itaatsizlik eylemlerini açık bir biçimde hedef alıyor.

Bildiride yer alan, ”Bu çerçevede, terör örgütü ve yandaşlarının insan hakları kisvesi altında gerçekleştirmeye çalıştıkları ve esasen halkımızın birliğini, bütünlüğünü, güvenliğini, huzurunu ve refahını hedef alan her türlü eylem ve girişimiyle mücadele edileceği ve bu kararlı yaklaşımın milletimizden alınan güven ve destekle terör tehdidi bertaraf edilene kadar sürdürüleceği vurgulanmıştır” ifadeleri de sivil itaatsizlik eylemlerine dahi tahammül edemeyerek bu evrensel eylem tarzını, ”insan hakları kisvesi” gibi saldırgan bir adlandırmayla karalamaya çalışmak bundan sonra yaşanacak hukuksuzlukların boyutlarına ilişkin ip uçları veriyor.

Kürt milletvekillerine ve seçmenlerine yönelik saldırıları, ”uygulanmakta olan güvenlik önlemleri” adı altında sahiplenen MGK bildirisinde, ”12 Haziran 2011 tarihinde yapılacak seçimlerin herhangi bir güvenlik sorunu yaşanmadan gerçekleştirilebilmesi için, bugüne kadar alınan ve alınması öngörülen güvenlik tedbirlerinin etraflı bir değerlendirmesinin yapıldığı” vurgulanıyor.

Yüksek Seçim Kurulu eli ile yapılmak istenip, Kürt halkının sert tepkisi ile geri çekilmek zorunda kalan siyasal alan gasbının B planı bu bildiriyle yürürlüğe konuluyor. Özellikle sivil Cuma Namazları ve Demokrasi Çadırları'nın Kürtler tarafından sahiplenilmesinden korkuya kapılan AKP-MGK koalisyonu, “Bu bağlamda, terör örgütü ve yandaşlarının halkımızın demokratik tercihlerini serbestçe ortaya koyabilmelerini engellemeyi amaçlayan teşebbüslerin, güvenlik güçlerimizce alınacak tedbirler ile ülkesine ve demokrasiye içtenlikle bağlı olan halkımızın sağduyulu yaklaşımı” gibi gerçeklikle hiç bir ilgisi olamayan belirlemelerle saldırgan uygulamalarına meşru bir zemin yaratma çabası içerisinde.

MGK bildirisi de gösteriyor ki, Kürtler açısından 12 Haziran seçimlerinin güvenliği ciddi bir tehdit altındadır. Ankara egemenliği, yargı, polis, asker üçlüsüyle Kürtler'in siyasal iradesini yok etmeye yönelme karar almış görünüyor.

28 Nisan 2011 Perşembe

Çılgın Proje mi Dediniz!


Başbakan Erdoğan “çılgın proje”sini açıkladı: Kanal İstanbul…

İstanbul’un batısında Karadeniz’den Marmara’ya gemilerin geçebileceği bir kanal açılacak…

Başka bir deyişle minyatür bir Boğaziçi yapılacak…

Bu proje ne kadar “çılgın”, öncelikle bunun üzerinde duralım…

“Çılgın” adı nereden geliyor?

Normal olarak projeler çılgın olarak değil, büyük olarak nitelendirilirler.

Örneğin “İstanbul’un çehresini değiştirecek büyük proje” denilir…

Projeye “çılgın” demek de nereden çıktı, diye sorarsanız, mantıklı bir cevap bulamazsınız.

Önceden beri belirttiğim gibi, AKP kurmayları, CHP’ninkilere göre daha akıllı ve modern yöntemlerle çalışan insanlar…

Bizim gibi ülkelerde parlamenter demokrasi, belirli bir gün ve saatte insanların oylarını sizin için sandığa atmasıdır. Daha sonra farklı düşünebilirler ve bu da önemli değildir.

İmajın pazarlanması önemlidir.

İmajda mantık aranmaz.

İmaj insanı ajite eder, bir deyimle uçurur, düşünemez duruma, ne söylenirse kabul edecek duruma getirir.

Turgut Özakman’ın çok satan “Şu Çılgın Türkler” kitabını hatırlarsınız.

Çılgın belirlemesi buradan alınmadır.

Türk bu, yapar!

Çılgınlık gibi gelir, ama yapar!

“Kurtuluş Savaşı” da çılgınlık gibiydi, ama yapıldı.

Bu çılgın proje de yapılacaktır…

Seçimden hemen önce ortaya çıkarılan bu tür bir projenin yapılabilirliği, ek olarak yapılınca da ne işe yarayacağı uzmanların değerlendirebileceği bir konudur.

İlk değerlendirmeler, bu tür bir projenin İstanbul’un nüfusunu 25-30 milyona çıkaracağı, kentin iyice yaşanmaz duruma geleceği yönündedir.

Bir başka uzman, İstanbul’un deprem bölgesinde bulunduğunu, böyle bir proje yerine kentteki çürük evlerin sağlamlaştırılması gerektiğini belirtiyor.

Bir başkası ise, Başbakan’ın “Boğaz trafiği azalacak” sözüne cevap veriyor:

“Boğaz’dan en çok petrol tankerleri geçiyor. Eğer petrol boru hattıyla taşınıyor olsaydı, böyle bir trafik zaten olmazdı.”

Burada yıllardan beri bilinen numara ile karşılaşıyoruz:

Sorunu yaratırsınız ve o sorunu çözecek önlemler yerine, o sorunun doğurduğu yeni sorunlarla uğraşırsınız.

Sorunun yarattığı sorunlarla uğraşmak istemeyenler için de, “bakın, bunlar çözüme karşı çıkıyorlar” dersiniz.

Bu tutumun en bilinen örneği, Başbakan Erdoğan’ın da diline doladığı Birinci Boğaz Köprüsü konusudur.

1960’lı yılların ikinci yarısında, Demirel iktidarı döneminde, bütün sosyalistler İstanbul’da yapılacak ilk Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkmışlardı.

Sonraki yıllarda sola şu veya bu nedenle karşı olan herkes de bu karşı çıkışı diline dolayıp, “bakın, bu kadar faydası olan köprüye bile karşı çıkmışlardı” demişti.

Sosyalistler, o dönemde, boğaz köprüsüne neden karşı çıkmışlardı, bunu belirten yoktur.

İki nedenle karşı çıkmışlardı:

O yıllarda, özellikle de Kürdistan’da çok sayıda köyün yolu, suyu ve elektriği yoktu.

Köprüye harcanacak parayla hemen her köye yol, su ve elektrik götürülebilirdi.

Köprüye karşı çıkarken, bu paranın başka yere harcanmasını istemişlerdi.

İkinci neden de önemlidir:

İnsan ve eşya taşımacılığının karayolundan demiryoluna kaydırılmasını istemişlerdi.

Ulaşım ve taşıma esas olarak karayolundan sağlandığı sürece, tek köprü yetmeyecek, sürekli yeni köprülere ihtiyaç duyulacaktı.

Gelişme de aynen bu yönde olmuş, her yeni köprünün ardından başka bir köprüye gerek duyulmuştur.

Ulaşım ve taşıma esas olarak karayoluyla yapıldığı sürece İstanbul trafiğinin ferahlatılması mümkün değildir.

İster birkaç köprü daha yapın, isterseniz ikinci Boğaziçi’ni açın, her yeni önlem İstanbul ve çevresindeki trafik sıkışıklığını artıracaktır.

1960’lı yıllarda sosyalistler bu iki nedenle köprüye karşı çıkmışlardı.

Zaman onların haksız değil, haklı olduğunu gösterdi.

Yeniden çılgın projeye dönelim…

Başbakan Erdoğan “çılgın proje” yapmak istiyorsa, öncelikle Ankara-İstanbul arasında yapılması yıllardan beri planlanan, bir ara yapılmaya da başlanılan ama sonuçlandırılamayan demiryolu projesini hayata geçirebilir.

Türkiye gibi büyük bir ekonomiye sahip olan ve lider olduğu söylenilen bir ülkede, başkent ile en büyük kent arasında tren seferleri hala Eskişehir üzerinden yapılıyor.

Çılgın projelere meraklı Başbakan, bir çılgınlık yapıp, Ankara-İstanbul arasında birkaç yüz kilometrelik hızlı tren hattı inşaatına girişemiyor.

1990’lı yıllarda Turgut Özal, “demiryolu komünist işidir” demişti.

Almanya’dan Fransa’ya, İsviçre’den Hollanda’ya kadar birçok Avrupa ülkesinde insan ve eşya taşımacılığında esas olan demiryoludur.

Üstelik saatte 300 kilometre hızla giden trenlerle uzun mesafelerde demiryolu, karayoluna göre hem daha çabuk hem de daha güvenli duruma gelmiştir.

Bu ülkelerde hızlı tren, uçakla yarışır duruma gelmiş, bu nedenle de birkaç yüz kilometre uzaklıktaki havaalanlarına uçuşlar eskisine göre azalmıştır.

Bir yerden başka bir yere uçakla gittiğinizde harcanan zaman sadece uçak havadayken geçen zaman değildir.

Havaalanına erken gideceksiniz, bagajı vereceksiniz, güvenlik kontrolünden geçeceksiniz, uçacaksınız ve indiğiniz yerde de kent dışında olan havaalanından kente geleceksiniz.

Bir kent merkezinden başka bir kent merkezine giden trende ise bu sorunları yaşamazsınız.

İstanbul için iki “çılgın proje” söz konusu olabilir:

Birincisi: Ülkenin bu en önemli kentinin çevre bağlantısının hızlı trenlerle sağlanması…

İkincisi: Günün birinde büyük bir deprem yaşayacağı ve bu durumda da çok sayıda insanın öleceği bilinen bu kentteki çok sayıda çürük yapının sağlam duruma getirilmesi…

Bu projeler İstanbul’u İstanbul yapar…

Başka her türlü proje bu kentin sorunlarını çözmez, tersine büyüterek geleceğe atar…

Biraz bekleyelim bakalım, Erdoğan’ın “çılgın projesi”nin altından daha neler çıkacak…

Rol,Model Irkçılık ve Faşizm


Yüksek Seçim Kurulu bağımsız adaylardan özellikle belli bazılarını seçip, adaylıklarını veto/iptal etme girişimi bilinçli/siyasi karar olduğu tarihteki yerini aldı. Türkiye Demokrasi ve barış temsilcilerini Parlamento dışında tutup, hak ve adaletin sesini kısma, dikta/statüko sisteme sorun çıkaracakları saf dışı etme çabasıydı. Statükoya karşı olabilecek gür sesleri azaltıp, daha rahat, sürdürülebilir bir dönem hedeflenmişti.
 
Ancak halkın sert muhalefetine çarpıp, alınan hukuksuz kararın altında kalarak düzeltmek zorunda kaldılar. Karar irdelenirken tarihsel bağlantılar, bölgesel ilişkiler ve meydana gelen gelişmelerden ayrı değerlendirilmemelidir.

Türkiye’nin çevresinde, komşu ülkelerde ciddi, kapsamlı halk hareketleri başladı. Demokratik halk hareketlerine direnen Diktatörlerden bazıları iktidarlarını bırakmak/terk etmek zorunda kaldı. Bazı diktatörlükler yıkılıp, tarihin çöplüğünde yerlerini almaya başladı.

Halk muhalefetine/hareketlerine direnenler zor durumda, ancak kontrollerindeki militarist zoru sonuna kadar kullananların akıbeti de farklı olmayacak gibi görünüyor.

Gerek iç ve gerekse de dış koşullar diktatörlüklerin devamına müsaade etmemektedir. Gelişen halk hareketlerine uluslar arası güçlerin müdahalesi kuşkusuz var, bu güçlerin Ekonomik, sosyal ve siyasal çıkar hesapları bunu gerektiriyor. Ortadoğu yer altı ve yer üstü kaynakları zengin olan bir coğrafya, güç ve iktidar hesapları bunun üzerinedir.

Halk hareketlerinin de bundan etkilenmemesi, karşılıklı etkileşimin meydana gelmemesi doğanın tabiatına uygun da değildir. Bölgesel ve global her aktörün bir hesabı mutlaka bulunmaktadır. Burada farklı aktörlerden söz edilebilir. İran ve Türkiye bölgesel aktörler, emperyalizm global aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Bunların da birbirleri ile pozitif veya negatif ilişki ve çıkarları, çelişkileri vardır/bulunmaktadır.

Türkiye rol/model ülke olarak politikasını şekillendirme çabası içindedir. Suriye diktatörüne akıl hocalığı bu politikanın sonucudur. Buradaki halk hareketlerini baskılama, öteleme, mevcut Baas sistemini yaşatma veya hiç değilse ömrünü uzatma arayışı içinde, kendi sisteminin özelliklerini kopyalaması tavsiyesi/önerisi buna yöneliktir. Yine Libya Diktatörüne benzer tavsiyeler, rol/model olabilme olarak değerlendirilebilir. Buna benzer girişimler, demokratik halk hareketlerinin meydana geldiği bütün Ortadoğu ülkelerinde tekrarlandı.

Türkiye’nin rol/model politikasının geçerliliği, diktatörlüklere başkaldıran halkların bunu kabul edilebilmesi, Türkiye’nin sahip olduğu mevcut koşulları, içerde tutarlı, demokratik bir yapıya/sisteme dayanmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Statüko da sistem de iktidar da bunların farkındadır. Mevcut yapısını özelliklerini koruyup ömrünü uzatmak, bölgesel politikalarda da hedeflediği rol/model politikasını gerçekleştirmek için içerdeki demokratik muhalefeti, halk hareketlerini baskılanmak, susturmak veya en azından demokratik sesi kısmak istemektedir. Ancak bunu başarırsa rol/modelde ilerleme, hedefine ulaşma umudu olabilir. Bu noktada temel sorun Kürt halk hareketi, demokratik halk muhalefeti sistemin handikabı olarak öne çıkıyor. Statüko demokrasiye dönüşüme direniyor. Kürtlerle demokratik hak ve hukuk zemininde uzlaşma mevcut ret/inkar ve imha yapısına uymuyor.

Kuruluşundan günümüze kadar halklarımızın sosyal, siyasal yaşamına kanlı ve baskıcı bir süreçle geçti. Özellikle 1925 Şark Islahat Kanunu ile Kürt politikası imha ve inkar üzerine şekillendirildi. Demokratik halk muhalefetinin her başlangıcı/filizlenmesi askeri darbelerle kanlı ve imha temelinde oldu/bastırıldı. Askeri darbelerle Kanun ve Kurallar bu bağlamda yeniden düzenlendi/şekillendirildi. Sistem bu gün de aynı özelliğini kurumakta, ırkçı özelliğini sürdürmeye de ısrarla devam etmektedir. Askeri diktatörlüklerden arta kalan düzenin üstüne demokrasicilik oyunu sahnelenmektedir. Bu yapısı ile de Ortadoğu halklarına rol/model olabileceğini hesaplamaktadır. Bu hesap gelişen Kürt muhalefetine çarpıp diktatöryal yüzü ortaya çıkarmaktadır. Nitekim Kürt coğrafyası kentleri, halklar, gaz bombaları altında inletilmektedir. Ortadoğu halklarının/hareketlerinin karşılaştığı baskıların misli burada, bu coğrafyada yaşanmaktadır.

Zor sahnede, zorun bütün araçları halklara karşı kullanılmaktadır. Yüksek Seçim Kurulu kararı güncel, sıcak öne çıkan uygulamalardan sadece biridir. Siyasi tercihinden dolayı binlerce insanın ceza evlerinde tutulmasının izahı mümkün değildir. Baskı rejimlerinin günümüz dünyasında Ortadoğu halk hareketlerine rol/model olarak görülmesi/benimsenmesi doğanın tabiatına uymadığı gibi mümkün de görünmüyor. Böyle bir politikayı dillendirmek hayal peşinde koşmak değilse bile iç politikaya yönelik bir hesap olarak görülebilir. Ülke halklarına bölgede rol/model olabileceğini, sistemin yapısının bu bağlamda benimsenmesi hedefleniyor, tam anlamıyla aldatmaca operasyonu olarak görülmelidir.

Kaldı ki geçmişte yaşananları hatırlayalım; Baas dikta/despotik rejimlerine rol/model ve akıl hocası olarak tarihte yerini aldığı görülecektir. Bu rejimler şimdi halklar tarafından çöpe atılıyor, bu bela geriye kanlı bir tarih bırakarak orta doğudan defediliyor. Türkiye rejiminin rol/modelliği ile şekillenen Baas zihniyeti tarih olmaya devam ediyor. Sıra Suriye Baas diktatörlüğüne gelmiş görünüyor. Dışişleri Bakanı bu diktatörlüğü kurumak/kollamak veya kurtarmak için büyük uğraş verdi/veriyor. Ancak Suriye’de de halklar ayakta, özgürlükleri için meydanlarda, demokrasi mücadelesi yükseliyor. Diktatörlük ise katliamlarla cevap veriyor, Suriye kan revan, her gün onlarca sivil güvenlik çetelerince öldürülüyor. Sormazlar mı, Rol/modelliğin bu mu? Askeri darbe diktatörlüğü artığı yasa ve kurallarla ancak bu kadar olur.

Ortadoğu diktatörlükleri birer birer yıkılırken Türkiye rejiminin de endişeleri açıkça dile getiriliyor. Yetkili/yetkisiz, basın/medya, sistemin yapısının farkında olan, devamında çıkarları bulunan bütün çevrelerce endişeler dile getirilmektedir. ‘’Rejime yansımaları çok kötü olacak’’ şeklindeki beyanlar günlük olarak dillerden düşmüyor. Endişelerin artması beraberinde demokratik halk muhalefetine baskıların artmasını getiriyor. İçerdeki demokratik muhalefeti baskılanarak dış dünyaya sorunsuz görünme çabasındadır.

İç ve dış kamuoyu dikkatleri genel olarak bölge üzerinde, özelde de bu rejim üzerindedir. Tarihteki suçlarını da bu tabloda görerek bütünlüklü bir değerlendirmeye tabi olacağı/yapıldığı hesaba katılmalıdır. Darbe artıkları ırkçı/nasyonalist kurallarla daha ileriye gitme gayreti, toplumları aldatma çabasının tutmayacağını zaman gösterecektir. Halklar baskıdan arınmış, özgürlük, evrensel insan hakları ve demokrasi kuralları ile insanca yaşamak istiyor. Bu talep etrafında örgütlenen, kurumsallaşan halkların talebi karşısında eskide diretmek beyhude bir çabadan öteye gitmeyecektir.

Esas olan çağdaş demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerdir. Irkı değil, insanı ve ona dair değerleri hedef alan, yücelten, bir sistem inşa etmenin kaçınılmaz olduğu artık anlaşılmalıdır. İnsana ait her değerin kabul olduğu, anlam bulduğu, insanı merkeze oturtan yeni bir dünya düzeni özlemi bu topraklarda zorun rolüne rağmen yaşam bulacak, ete kemiğe bürünecektir. Halklar bunu istedikten sonra önünde herhangi bir gücün zorla durma, kendisini dayatma olanağı yoktur.

Ortadoğu yeni bir güne uyanıyor, acıyı yaşayarak da olsa inşa etmeye kararlıdır.

nkizilban@gmail.com