10 Ağustos 2011 Çarşamba

Anonymous, Facebook'u Çökertecek

Uluslararası siber-aktivistler grubu Anonymous, 5 Kasım'da, Facebook'u çökerteceğini duyurdu. 
 
İnternet üzerinden yayınladıkları videoda, "Mahremiyet ilkelerine aykırı hareket eden Facebook 5 Kasım’da çökecek. Facebook, üyeler tarafından yüklenen ve daha sonra silinmesine izin vermediği bilgi, fotoğraf ve videoları devlet kurumlarına aktarıyor, gizli istihbarat birimlerinin siteye girerek dünyada istedikleri insan ve kurum hakkında istediği bilgileri toplamasına izin veriyor" bilgisi grup üyeleri arasında paylaşıldı. 

750 milyonu aşkın ziyaretçisi olan Facebook’taki kullanıcı bilgilerinin, gizlilik ayarları kullanıcı tarafından nasıl yapılmış olursa olsun hiçbir zaman silmediğine dikkat çeken Anonymous ekibi, "Bunu insanların iyiliği için yapıyoruz" dedi. Duyuruda, "Bilginin özgürlüğüne ve kişisel mahremiyet hakkına inanıyorsanız bu amaca katkıda bulunun" çağrısı yapıldı. 

Anonymous, özellikle gizli Amerikan diplomatik belgelerini yayımlayarak devletlerin tepkisini çeken ve bu yüzden devlet ve onunla işbirliği yapan özel şirketlerin yoğun susturma çabalarına maruz kalan WikiLeaks'e destek vererek adını duyurmuştu. Pek çok ülkeden binlerce demokrat hacker'ın fiziksel ortamda bir araya gelmeden oluşturdukları 'anonim' grubun üyeleri eylemlerde, İngiltere Parlamentosu’nu 5 Kasım 1605‘te patlatmaya çalışan Guy Fawkes’ın hikayesinin anlatıldığı V for Vendetta çizgi romanından esinlenen maskeler kullanıyor. 

Anonymous Açıklaması

"İnsanlarını kişisel kazançlarınız için gönüllü kölelere dönüştürerek dünyayı zehirlediniz.
Toplu cinayetler, işkence, yalan, hortumculuk, sahtekarlık, aldatma, ihanet.
Bunlar insanlığa karşı suçlarınızdan sadece bir kaçı.
Kendinizi üst bir makamda gördünüz...
Yanıldınız..."
("Anonymous'un Yeni Dünya Düzeni'ne mesajı" videosundan)http://www.youtube.com/watch?v=wGGmczY_WhA&feature=grec_index

Dünya çapındaki hacker grubu Anonymous 5 Kasım'da facebook'a saldıracaklarını ilan etti. Gerekçeler, yaklaşım, amaç, hedef, hepsi %100 doğru, bir çok insanın facebook ucuzluğuna katılmamasına neden olan moral değerlerin birçoğunu saymayıp olayı daha somut "özel hayat, gizlilik, güvenlik" düzeyinde algılamış olsalar da. Bunlar arasında en can alıcısı da tabii ki şu anki mevcut düzenin (yani kapitalizmin) bir numaralı beyin yıkama silahı olan "reklam"verenlere kişisel bilgilerin satıldığı gerekçesi.



"We are anonymous. We are a legion,
We do not forgive, We do not forget"
(Bizler Anonymous'uz -ve bizler anonimiz, kimliğimiz belli değil-,
Biz bir lejyonuz, biz affetmeyiz, biz unutmayız)
diyerek.


V for Vendetta hayranlarının hatırlayacağı "5 Kasım'ı hatırla!"
("Remember, remember, the 5th of November") sloganıyla.


Bana 22 Ağustos günü Türkiye'de uygulamaya geçecek Internet sansür uygulamasını protesto için yaptıkları saldırıyı ve Türk hackerların buna verdiği tepkiyi hatırlattı. Adamlar bir ülke yönetiminin Internet sınırlamasına karşı bir eylem gerçekleştiriyorlar ve dünyada "büyük sermayenin bilginin serbest dolaşımına karşı engellerine ve bilgiyi de bir kâr aracına dönüştürmesine (yani kapitalizme) karşı girişimler yapan; banka, sermaye, finans ve istihbarat kuruluşlarına saldıran kişiler" olarak bilinen özgürlükçü hackerların Türkiye temsilcileri "biz de Anonymous'a saldıracağız, onlara günlerini göstereceğiz" açıklaması yapmışlardı, adamlar bize getirilecek sınırlamaya karşı uğraşırken. Ne denir ki?


5 Kasım.
"Expect us!"


facebook'la ilgili açıklamanın tamamı:

RTÜK Hizbullah'ın TV'sine Onay Verdi



Ankara Radyo Televizyon Üst Kurumu (RTÜK) Şeriat içerikli yayın yapan Çağrı TV’ye izin verdi. Hizbullah’ın yayın organı niteliğindeki Çağrı TV'ye 10 yıl süre ile uydu yayını lisansı verildiği bildirildi.

İnternet üzerinden yayın yapan Çağrı TV, RTÜK’ün izniyle uydudan yayın yapabilecek. Türkçe, Kürtçe ve Arapça yayın yapması beklenen Çağrı TV için izin 2 Haziran’daki üst kurul toplantısında RTÜK üyelerinin oybirliğiyle verildi.

Gerekli belgeleri tamamlayan Çağrı TV’nin stüdyosunda yapılan denetim ve ölçüm sonuçlarının değerlendirilmesinde, kuruluşun uydu ortamından televizyon yayını yapabilecek teknik alt yapıya sahip olduğu tespit edildi.

İngiltere/Londra İsyanı; Neden Burada, Neden Şimdi?



Farklı nedenlerden olsa bile, niçin ilk patlayan noktalar hep aynı noktalardır? Tesadüf mü? Bunun ırk, sınıf, kurumsallaşmış yoksulluk ve günlük hayatın katışıksız zalimliğiyle bir alakası olabilir mi?

Bugünkü krizden üç parti de sorumlu olduğu için, Birleşik Krallık'ın koalisyon hükümetiden veya krizin hızlanması halinde bir ulusal hükümete katılabilecek olan Yeni İşçi Partisi'nden siyasetçiler bunu itiraf edemez. Ancak bir felaket yarattılar.

Zengine ayrıcalık tanıyorlar. Sulh yargıçları ve hakimlerin sapanla yakalanan protestocular hakkında “örnek teşkil edecek” kararlar vereceklerini açıklıyorlar. 


1990'dan beri gözaltında binden fazla insan ölürken hiç bir polise dava açılmamalarının nedeni de bu. Hangi partiden, hangi deri renginden olursa olsun, bütün milletvekilleri aynı klişeleri kusuyor. Evet biliyoruz, Londra sokaklarında şiddetin kol gezmesi iyi bir şey değil. Evet, dükkanların yağmalanması yanlış. Peki neden bu isyan geçen yıl olmadı da şimdi oldu? Bunun nedeni, insanların sıkıntılarının zaman içinde birikmesidir. Bunun nedeni, sistemin genç bir siyahi yurttaşın ölümünü hazırladığında, aynı zamanda içgüdüsel bir şekilde buna bir tepkiyi de hazırlamasıdır.




Siyasiler ve iş dünyasının elitleri, devlet televizyonu ve Murdoch kanalları aracılığıyla 30 yıldır kendi politikalarının propagandasını yapıyor. Bu elitlerin ekonomiyi batırması işleri daha da kötü hale getirebilir. Yurtta ve cihanda “düşman”ı insandışılaştırmak, korku yaratmak ve yargılamadan hapis cezası vermek sonsuza kadar işleyemez.

Bu ülkede güçlü bir muhalefet partisi olsaydı, neo-liberal sistemin sallanmakta olan iskeleti kendiliğinden çöküp daha fazla kişiye zarar vermeden onu sökmeyi savunurdu. Avrupa genelinde, merkez solu merkez sağdan, muhafazakarları sosyal demokratlardan farklı kılan ayırt edici unsurlar artık yok oldu. Partilerin birbirinin aynısı olan politikaları, seçmenin daha az ayrıcalıklı kısmı olan çoğunluğun gerçek seçme hakkının önündeki en büyük engel.

Tottenham, Hackney, Enfield ve Brixton'ın işsiz veya part-time çalışan siyahileri, sistemin kendilerine karşı hazırlıklı olduğunu biliyor. Siyasetçilerin anırmaları, bırakın sokaklardaki yangını ateşleyen gençleri, nüfusun büyük bir kesimini hiç bir şekilde etkilemiyor. Ateşler yakılmaya devam edecek. Mark Duggan'ın öldürülmesiyle ilgili acınası bir soruşturma açılacak, üzüntüler dile getirilecek, polis teşkilatı cenazeye çiçek gönderecek. Tutuklanan protestocular cezalandırılacak ve herkes rahatlayacak, derin bir nefes alacak. Ta ki tekrar bir isyan başlayana kadar.


Tarık Ali

lrb.co.uk'den çeviren: Onur Erem - BirGün

Enerji Satrancında İran Hamlesi!


Avrupa-Asya arasındaki dev gaz projesi Nabucco’daki tıkanıklığı fırsat bilen İran, enerji satrancında önemli bir hamle yaptı. Ahmedinejad’ın ısrarıyla eski Pasdaran generali Rostam Ghasemi petrol bakanlığına getirilirken, Suriye-Irak ile imzalanan anlaşmayla günde 110 bin metreküp gaz Akdeniz’e taşınacak. Dünyanın en büyük ikinci gaz rezervine sahip Tahran yönetiminin amacı gazı Avrupa’ya ulaştırarak stratejik önemini güçlendirmek.

Geçtiğimiz hafta Kandil’i işgal girişimi başarısız kalan İran, iç politikada da hararetli günler yaşıyor. Tahran hükümetinin en önemli bakanlıklarından biri olan petrol bakanlığı koltuğuna kimin oturacağı siyasi bir krize dönüştü. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın Mayıs ayında Massud Mirkasemi’nin görevine son vermesiyle bakanlık koltuğu boş kalmıştı.

Hatta istediği adamı getiremeyen Ahmedinejad, petrol bakanlığının enerji bakanlığıyla birleşmesini istemiş, fakat meclisi ikna edememişti. Bir yandan Mart 2012’de yapılacak meclis, 2013’te de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri yüzünden başlayan erken gerginlik, diğer yandan dini lider Humeyni ile arası açılan Ahmedinejad güvenilir bir adamını petrol bakanı yapmak istiyordu.

KABİNEDE ESKİ GENERAL

Kriz ise eski Pasdaran generali Rostam Ghasemi’nin bakan olmasıyla şimdilik çözüldü. Ghasemi ismi tesadüf değildi. Devrim Muhafızlarının mühendislik kolu Hatem el Enbiya’nın komutanı olan Ghasemi, Ahmedinejad’ın ekibindeydi ve Batı tarafından sevilmiyordu. Bakan olmasıyla OPEC’in dönem başkanlık görevini de üstlenecek Ghasemi, 4 trilyon metreküp doğalgaz rezervi ile İran’ın ‘can damarı’ olan Güney Pars sahasını yönetiyordu.

Daha önce Petrol Bakanlığı Hatem el Enbiya Birliği arasında 25 Milyar Dolarlık anlaşma imzalarken, son üç yıl içinde Ghasemi bizzat kendisi Güney Pars’taki 6 gaz projesini yönetti. Ghasemi’nin en zengin bakanlığın başına getirilmesiyle de paranın İslam Cumhuriyeti’ni iç ve dış tehlikelerden korumak için kurulan 125 bin kişilik paramiliter ordu Pasdaran’a akması kolaylaşacak.

Ghasemi’nin bakan olmadan önceki hafta ise Suriye ve Irak ile Milyar Dolarlık doğal gaz boru hattı projesi imzalandı. 6 Milyar Dolar’a mal olması beklenen 5 bin 600 kilometre uzunluğundaki hat ile günlük 110 bin metreküp gazın Irak, Suriye ve hatta Lübnan’a pompalanması hedefleniyor.

‘ENERJİ SATRANCINDA’ İRAN HAMLESİ!


2016 yılında bitmesi planlanan gaz için İran medyası ise umutlu. Basın, Rusya’nın ardından 28 trilyon metreküp gaz ile dünyanın en zengin ikinci rezervine sahip İran’ın stratejik konumunu güçlendirmek için gaz kartını kullanması gerektiğini düşünürken, en büyük hayal boru hattının Avrupa’ya bağlanması.

Alman haber ajansı DPA’ya konuşan Rostam Ghasemi’den önceki Petrol Bakanı Mohammed Aliabadi, hattı Akdeniz’e bağlamak istediklerine dikkat çekerek “Avrupa’nın gaz ihtiyacını giderebiliriz” dedi. Rus gazetesi Nesawissimaja Gaseta’ya göre ise İsrail ve Lübnan da projeden yana ve hattın kıyalarından geçmesine yeşil ışık yakıyorlar.

İran’ın gaz çıkışı Azerbaycan, Türkmenistan ve Federe Kürdistan Bölgesi gazını Avrupa’ya ulaştıracak dev Nabucco projesinin aksadığı bir döneme gelmesi dikkat çekici. Avrupa’yı gaz konusunda Rusya’dan bağımsızlaştıracak projenin tahmin edilenden fazla pahallı olabileceği yönündeki tahminler, Bakü hükümetinin taleplerinin giderilmemesi ve Türkmenistan’ın Çin’den çekinmesi İran’ın elini güçlendiriyor.

En önemli faktör ise başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin Japonya’daki nükleer faciadan sonra nükleer santrallerden vazgeçmek istemesi, ‘temiz’ enerji gaza talebi artırıyor. Nükleer santralleri kapanacak dev Alman enerji şirketi RWE, Rus Gazprom şirketiyle alternatif projeler konusunda görüşmeler yaparken, başbakan Angela Merkel’in Moskova ile projelere sıcak bakmadığı belirtiliyor.

Tahran yönetiminin gaz ihtiyacı fazla olmayan Suriye ve Irak ile anlaşma yapması enerji satrancında Avrupa’ya yakınlaşmak istemesi olarak yorumlanıyor. Zaten başta atom programı olmak üzere birçok konuda Batı ile çatışmalı olmasına rağmen en fazla petrol ihracatının Ahmedinejad döneminde yapılması dikkat çekici. İslam Devrimi’nden bu yana geçen 32 yılda 850 Milyar Dolarlık petrol ticaretinin 450 Milyarı son 6 yılda yapıldı.

Türkiye Suriye´de Ne Arıyor?



Ön not: Michel Chossudovsky´nin 17 Haziran 2011´de Global Research´te yayımladığı bu makalesi Türkiye´nin Suriye´de ne yapmaya çalıştığına ilişkin tartışmalara önemli bir katkı sunuyor. Yazının orijinal başlığı “Suriye´nin istikrarsızlaştırılması ve Genişletilmiş Ortadoğu Savaşı”dır…

Clinton yönetimi sırasında, ABD, İsrail ve Türkiye arasında üçlü bir askeri ittifak ortaya çıkmıştı. ABD Genelkurmay Başkanlığı´nın yön verdiği bu üçlü ittifak, üç ülke arasında Büyük Ortadoğu´ya ilişkin alınan kararları birleştirip koordine ediyor


Suriye´de aralarında ABD, Türkiye ve İsrail´in de olduğu yabancı güçlerin el altından desteklediği silahlı isyancı grupların olduğu ifade ediliyor.


İslamcı örgütlere üye silahlı gruplar Türkiye, Lübnan ve Ürdün sınırını aşarak ülkeye girmekte. ABD Dışişleri Bakanlığı da ayaklanmayı desteklediğini açıklamıştı.


ABD ülkede rejim değişikliği hesapları yapan Suriyelilerle de ilişkileri genişletiyor.


ABD Dışişleri Bakanlığı´ndan Victoria Nuland da bu durumu doğruladı. Nuland “Ülke içindeki ve dışındaki, değişim çağrısı yapan Suriyelilerle ilişkilerimizi genişletiyoruz” dedi.


Nuland ayrıca Barack Obama´nın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad´a en başından beri reform yapma veya görevinden istifa etme çağrısı yaptığını belirtti. (Rusya´nın Sesi, 17 Haziran, 2011)


Egemen ülkeler olarak Suriye ve Lübnan´ın istikrarsızlaştırılması son on yıldır ABD-NATO-İsrail ittifakının planları arasında yer alıyor.


Suriye´ye karşı müdahale, bir dizi askeri operasyonla belirlenmiş bir “askeri yol haritasının” parçası. Eski NATO komutanlarından Wesley Clark´a göre Pentagon Irak, Suriye ve Lübnan´ı ABD-NATO müdahalesinin hedefindeki ülkeler olarak tanımladı.


Üst düzey bir Pentagon yetkilisi olan General Wesley Clark´ın aktardığı bilgilere göre, 5 yıllık kampanya planı Irak´la başlayan ve daha sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan´la devam eden 7 ülkeyi kapsıyor.


General Wesley Clark “Winning Modern Wars” kitabının 130. sayfasında şunları dile getiriyor:


“2001 Kasım´da Pentagon´a geri döndüğümde, üst düzey bir askeri görevliyle sohbet ettim. Bana, ´Evet Irak´ın peşindeyiz´ dedi ama daha fazlası vardı. Bana bunun 5 yıllık kampanya planının bir parçası olarak tartışıldığını ve Irak´la başlayan ve Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan şeklinde devam eden 7 hedef ülke olduğunu söyledi.


“…Bu görüşü sitem ederek ve biraz da inanmayarak dile getirdi. Duymak istemediğim konular olduğundan konuyu geçiştirdim. Bu ayrıca ileride görmek istemediğim de bir şeydi. O gün öğleden sonra Pentagon´u endişe içinde terk ettim.”


Hedef Suriye´yi istikrarsızlaştırmak ve silahlı İslamcı birliklerin yürüttüğü isyanı destekleyerek “rejim değişikliği”ni gerçekleştirmek. Sivil ölümlerine dair raporlar, bahane yaratmak ve [sivilleri] “koruma sorumluluğu” ilkesiyle insani müdahaleye meşru bir zemin yaratma amacıyla kullanılıyor.



Medya Dezenformasyonu

Silahlı isyanın bu olaylardaki rolü, Batılı medya tarafından göz ardı ediliyor. Bu durum farkına varılıp analiz edilebilse bu konudaki anlayışımız-kavrayışımız baştan aşağı bambaşka olacak.

Batılı medyada asker ve polislerin sivil göstericileri öldürmesi ise sıkça bahse konu oluyor. Bununla birlikte medyada çıkan haberlerde, protestoların başından beri, silahlı çatışmalar sonucunda silahlı isyancıların ve polislerin karşılıklı kayıplar verdiği görülüyor.


İsyan mart ayının ortasında, Ürdün sınırına 10 km uzaklıkta olan Dera kentinde başlamıştı.


18 Mart´taki Deraa “protesto hareketi” sahnelenmiş bir oyunun tüm göstergelerini taşıyordu. İslamcı örgütlerin MOSSAD ve/veya batılı istihbarat örgütlerince el altından desteklenmiş olması büyük bir ihtimal. Hükümet kaynakları İsrail tarafından desteklenen Selefi grupları işaret ediyor.


Başka kaynaklarsa Suudi Arabistan´ın protesto hareketinin finanse edilmesindeki rolüne dikkat çekiyor.


Dera´da 17-18 Mart´taki ilk şiddetli çatışmaları izleyen haftalarda açıkça görüldü ki, söz konusu olan şey bir tarafta kolluk güçlerine, diğer tarafta da protesto hareketine sızan silahlı gruplar ve keskin nişancılar arasındaki bir mücadeledir.

* * *

Gelen ilk haberler gösteriyor ki, gösterilere katılan çok sayıda gösterici aslında gösterici değil. Bu gruplar daha önce çok sayıda kasten cinayete ve kundaklama olayına karışmış kişilerden oluşuyor. Bu konuda İsrail basınında yer alan başlıklar aslında Suriye´de yaşananları gösterir nitelikte:
Suriye: Yedi polis öldürüldü, eylemlerde binalar kundaklandı.

(Bkz. Michel Chossudovsky, Syria: Who is Behind The Protest Movement? Fabricatin a Pretex for a US-NATO “Humanitarian Intervention”, http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=24591 Global Research, 3 Mayıs 2011)


Türkiye´nin rolü

Ayaklanmanın merkezi şu sıralar Türkiye sınırına 10 km uzaklıktaki küçük sınır kenti Cisr eş-Şuğur´a kaydırılmış durumda.

Cisr eş-Şuğur 44 bin nüfuslu bir kent. Silahlı isyancılar sınırı Türkiye´den geçtiler.


Müslüman Kardeşler üyesi milislerin Suriye´nin kuzeybatısında silahlandıkları belirtiliyor.


Türkiye ordusu ve istihbaratının buradaki baskınları-saldırıları desteklediğine ilişkin belirtiler var.


Cisr eş-Şuğur´da kitlesel protesto hareketleri yoktu. Yerli halk iki ateş arasında kaldı. Silahlı isyancılarla hükümet güçleri arasındaki çatışmalar, medya ilgisinin merkezindeki bir mülteci krizini de tetikliyor.


Müslüman Kardeşler üyesi isyancılar Cisr eş-Şuğur´da (Fotoğraf: AFP, 16 Haziran 2011)


Diğer kentlerin tersine, ülkedeki başlıca toplumsal hareketlere ev sahipliği yapan başkent Şam´da, hükümetin aleyhinden ziyade lehine çok sayıda yürüyüş yapıldı.


Devlet Başkanı Beşar Esad gelişigüzel şekilde Tunus´un Bin Ali´si ve Mısır´ın Hüsnü Mübarek´i ile karşılaştırılıyor. Anaakım medya, rejimin otoriter doğasına karşın Esad´ın ülke genelinde destek gören popüler bir figür olduğundan bahsetmiyor.


29 Mart´ta Şam´da düzenlenen ve [Beşar Esad yanlısı] “on binlerce kişinin katıldığı” (Reuters) büyük yürüyüşten de hemen hemen hiç bahsedilmedi. Ancak hükümet yanlısı bazı eylemlerin fotoğraf ve video görüntüleri Batılı medya tarafından alışılmışın dışında bir çarpıtmayla, uluslararası toplumu hükümete karşı kitlesel yürüyüşler yapıldığına ikna etmek için kullanılıyor.




Suriyeliler, Şam´ın ana meydanlarından birinde düzenlenen hükümet yanlısı bir gösteride, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad´ın fotoğrafının olduğu devasa bir bayrak taşıyorlar. 29 Mart 2011 (Fotoğraf: Reuters)


15 Haziran´da binlerce kişi Şam´ın anayollarında, ellerinde 2,3 kilometrelik bir Suriye bayrağı taşıyarak kilometrelerce yürüdü. Medya yürüyüşü gördü ancak sıradan bir şeymiş gibi keyfi bir şekilde geçiştirdi.


Binlerce Esad taraftarı Şam´daki eylemde 2,3 kilometre uzunluğundaki Suriye bayrağını taşıdı. (AP)


Suriye rejimi hiçbir suretle demokratik değil ancak ABD-NATO-İsrail askeri ittifakının amacı da ülkeyi demokratik bir yapıya geçirmek değil. Tam tersine, Washington´un niyeti eninde sonunda ülkede kukla bir rejim kurmak.


Medya dezenformasyonuyla Esad´ın şeytanlaştırılması ve seküler bir devlet olarak Suriye´nin daha fazla istikrarsızlaştırılması hedefleniyor. İkinci amaçsa çeşitli İslamcı örgütler el altından desteklenerek hayata geçiriliyor.


Suriye, vatandaşlarına karşı acımasızca güç kullanan otoriter bir oligarşi tarafından yönetiliyor. Ne var ki, Suriye´deki ayaklanmalar, karışık. İsyancıları samimi özgürlük ve demokrasi fedaisi olarak görmek mümkün değil. Suriye´deki isyanı ülkedeki liderliği baskı altına almak ve gözdağı vermek amacıyla kullanmak ABD ve AB tarafından girişimlerde bulunuldu. Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve 14 Mart İttifakı (Lübnan´daki Amerkan yanlısı siyasi koalisyon), silahlı isyanın desteklenmesinde rol oynadılar.

Suriye´deki şiddet, iç gerilimlerden çıkar sağlayan dış güçler tarafından destekleniyor. Suriye ordusunun şiddetli tepkisi bir kenara, medya yalanları kullanılıyor ve uydurma video görüntüleri yayımlanıyor. ABD ve AB tarafından Suriye muhalefetine para ve silah akıtılıyor. Silah zulaları Ürdün ve Lübnan´dan gizlice Suriye´ye sokulurken muhalefetin dışarıdaki uğursuz ve sevilmeyen figürlerine de maddi destek sağlanıyor.
(Mahdi Darius Nazemroaya, America´s Next War Theater: Syria and Lebanon? http://globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=25000, Global Research, 10 Haziran 2011)

İsrail-Türkiye askeri ve istihbarat anlaşması

Bu istikrarsızlaştırma sürecinin jeopolitiği oldukça geniş bir etki alanına sahip. Türkiye isyancıların desteklenmesinde rol alıyor.

Türkiye hükümeti, Suriye´de silahlı isyanı destekleyen sürgündeki muhalif grupları destekledi. Türkiye ayrıca Şam´a Washington´un rejim değişikliği taleplerini kabul etmesi için baskı yapıyor.


NATO üyesi Türkiye, oldukça güçlü bir orduya sahip. Dahası, İsrail ve Türkiye, Suriye´ye yönelik olduğu çok açık olan ve uzun süredir devam eden ikili askeri ve istihbarat anlaşmalarına sahipler.


1993 tarihli bir mutabakat zaptında sözüm ona bölgesel tehditlerle baş etmek için (İsrail-Türk) ortak komiteleri kurulması kararına varıldı. Bu anlaşmayla, Türkiye ve İsrail “
Suriye, İran ve Irak hakkında istihbarat toplamada işbirliği ile terörizm ve bu ülkelerin askeri kapasitelerine ilişkin değerlendirmelerini paylaşmak için düzenli olarak görüş alışverişinde bulunma” konusunda anlaşmaya vardılar.

Türkiye, IDF (İsrail askeri istihbaratı) ve İsrail güvenlik güçlerine, Türkiye üzerinden Suriye ve İran hakkında elektronik istihbarat toplaması için izin verdi.
Buna karşılık İsrail de Türkiye´ye Suriye, Irak ve İran sınırlarında PKK ile savaşmasına (terörle mücadelede) yardım edecek gerekli teçhizatı ve eğitim yardımlarında bulundu.
* * *

Zaten daha Clinton yönetimi sırasında, ABD, İsrail ve Türkiye arasında üçlü bir askeri ittifak ortaya çıkmıştı. ABD Genelkurmay Başkanlığı´nın yön verdiği bu üçlü ittifak, üç ülke arasında Büyük Ortadoğu´ya ilişkin alınan kararları birleştirip koordine ediyor. Bu ittifak Tel Aviv ve Ankara arasındaki çift taraflı güçlü askeri ilişkilerle bağlanmış, ayrı ayrı İsrail ve Türkiye´nin ABD ile olan yakın askeri ilişkilerine dayanıyor.


Bu üçlü ittifaka ayrıca, “teröre karşı mücadele ve ortak askeri tatbikatlar gibi birçok ortak çıkar alanını içeren” 2005 NATO-İsrail askeri işbirliği anlaşması da eşlik ediyor. Bu askeri işbirliğinin NATO´yla bağları, İsrail ordusu tarafından “kendisini tehdit eden olası düşmanlara, temel olarak da İran ve Suriye´ye yönelik, İsrail´in caydırıcılık kapasitesini arttırmanın” bir yolu olarak görülüyor. (Bkz. Michel Chossudovsky,"Triple Alliance": The US, Turkey, Israel and the War on Lebanon, 6 Ağustos 2006)


Silahlı isyancıların Türkiye ve Ürdün üzerinden üstü örtülü bir şekilde desteklenmesi, hiç şüphesiz İsrail-Türkiye askeri-istihbarat anlaşması altında koordine edilmektedir.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eski İsrail başbakanı Ariel Sharon´la (2004)



Tehlikeli kavşak: Genişletilmiş Ortadoğu Savaşı

İsrail ve NATO 2005´te etki alanı oldukça geniş bir askeri işbirliği anlaşmasına imza attılar. Bu anlaşmayla birlikte İsrail NATO´nun de facto (fiili) üyesi niteliğini kazandı.

Suriye´ye karşı bir operasyon söz konusu olursa, İsrail´in (NATO-İsrail anlaşması çerçevesinde) NATO güçlerinin yanında görevler üstlenmesi büyük bir ihtimal olarak karşımızda duruyor.


Suriye´ye sahte insani gerekçelerle yapılacak olan askeri bir müdahale, Kuzey Afrika ve Ortadoğu´dan Orta Asya´ya, Doğu Akdeniz´den Çin´in Afganistan ve Pakistan ile batı sınırına uzanan geniş bir bölgede, ABD-NATO öncülüğündeki savaşta bir tırmanmaya neden olacaktır.


Bu durum ayrıca Lübnan´ın, Ürdün´ün ve Filistin´in politik olarak istikrarsızlaştırılması sürecine de katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda, İran ile bir çatışma için de sahneyi kuracaktır.

Michel Chossudovsky - 08 Ağustos 2011
[Global Research´teki İngilizce orijinalinden 5deniz (Sendika.Org) tarafından çevrilmiştir]
  

Duran Kalkan: Bütünlüklü Mücadele İle Çözümü Dayatacağız!

Tüm saldırılara karşı hem ideolojik alanda ve propaganda alanında, hem de siyasi alanda serhildanla, demokratik siyasetle direneceğiz. Gerilla direnişi ile serhildanı iç içe geçireceğimiz süreç olacak. Böyle bütünlüklü bir mücadeleyle kazanacağız.

Ortadoğu’da yeniden yapılanma süreci, değişim süreci başladı. Kürdistan’daki mücadelede yaşanan dengelerdeki değişim süreci, Ortadoğu’da var olan statüko ve o temelde süren mücadele içerisinde yaşanan değişim süreci. Tunus’tan, Mısır’dan başlayan Arap halkının isyan durumu Arap toplumunun çelişkilerinin en çok yoğunlaştığı merkezlerden birisi olan Suriye’de odaklandı. Arap alemi için en problemli yer kuşkusuz Irak’tır. Arap toplumu açısından çözüm üretmeye muktedir yer de Mısır’dır. Fakat Irak’taki, Mısır’daki sorunların çözülmesini belirleyen yer her zaman Şam’dır. Suriye, Arap toplumunun sorunlarıyla bölgenin diğer toplumlarının sorunlarını çözmeyi birleştirildiği bir odak nokta oluyor.
 
Bu konuda da Kürdistan, Kürt sorunu, Kürtlerin durumu birinci planda geliyor. Arap alemi içerisindeki o isyan, çelişkili durum geldi Şam’da bir çözüm arayışına girdi. Kürt sorununa çözüm arayışı da bir yerde Suriye’de çözüm arar noktaya geldi.

Çözümün adresi Kuzey Kürdistan

 
Bu noktada bizim mücadeleyi yoğunlaştırdığımız, çözüm arayışlarını somutlaştırdığımız alan Kuzey Kürdistan’dır. Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’de hem Kürdistan’a, hem de Ortadoğu’ya ilişkin sorunları çözmek istiyoruz. Türkiye çözümünün bütün Ortadoğu’yu daha yoğun, daha hızlı etkileyeceğini düşünüyoruz. Suriye ya da Kürdistan’ın diğer parçalarında çözümün kalıcı hale gelmesi Türkiye’deki sonuca bağlı oluyor. Ortadoğu’da kalıcı rejimlerin oluşup istikrar kazanmaları Anadolu’da aldığı biçimle oluyor. Irak’tan, Mısır’dan, Arabistan’ın derinliklerinden yeni gelişmeler olsa da, bu durum Şam’da çözüm siyasetini yaratsa da, kalıcı sistemlerin kuruluşunda da Anadolu, yukarı Mezopotamya etkili bir coğrafya olmaktadır. 

 
Dolayısıyla mevcut ulus-devlet statükosunun parçalanıp demokratik yeni bir Ortadoğu yaratılmasında Türkiye’nin demokratik ulus çözümü ekseninde sorunlarını çözmesi belirleyici oluyor. Bu durum Ortadoğu’yu da etkileyecek, belirleyecek bir özellik taşıyor. Dolayısıyla bölgesel düzeyde mücadelenin Türkiye’de odaklandırılması önemlidir. 

 
Tabi bu Kürt sorununu çözme açısından da böyledir. Kürdistan’ın coğrafi olarak, nüfus olarak, stratejik konum olarak mevcut bölünmüşlük içerisinden çıkmasında belirleyici olan Türkiye’nin egemenliği altındaki Kürdistan parçasının özgürleşmesi oluyor. Kürdistan açısından da kalıcı, belirleyici olacak çözümün bu parçada gelişeceği geçen yüzyıl mücadelesinin tecrübeleri sonucunda net olarak ortaya çıkıyor.

AKP hep tasfiyeyi amaçladı

 
Türkiye’de son üç yılda üç tane büyük seçim oldu. Bu nedenle halkın nabzı tutulmaya, Kürt halkının eğiliminin ne olduğu, isteğinin nelerden oluştuğu anlaşılmaya çalışıldı. Bu süreçte sorun kendisini siyaset zeminine dayattı. Kürt Özgürlük Hareketi de, Önder Apo’nun yürüttüğü siyasi çözüm stratejisine bağlı olarak siyasi çözümü daha kapsamlı ve derinlikli olarak dayattı. Buna karşı AKP Hükümeti’nin de ‘demokratik açılım’ adı altında çok yönlü bir manevra stratejisi uyguladığı ortada. Oluşmuş siyasi çözüm zeminini eritebilmek, hile ve oyunlara dayalı yöntemlerle bir imha ve tasfiye zeminine dönüştürmek için çok yoğun bir çaba içerisinde oldu. Bir taraftan baskıyı tehdidi, askeri operasyonları, polis terörünü; bir taraftan ise hukuk terörünü kullandı. Siyasi soykırım operasyonları temelinde mevcut demokratik siyaseti ve zemini yok edebilmek için çok kapsamlı saldırı operasyonları yürüttü. Fakat biliniyor, her üç seçimi de Kürt Özgürlük Hareketinin karşısında kaybetti. 

 
Her kaybettiği seçimden sonra ortaya çıkan siyasal zemini Kürt sorununu çözmenin ve demokratikleşmenin zemini değil de tasfiye etme arayışı içine girdi. 12 Haziran genel seçimlerinden sonra da siyasi alanda yaşadığı hezimetin sonuçlarını yok edebilmek için siyasi iradeyi kırmayı öngören kapsamlı saldırılar içinde oldu. Mevcut meclis krizi, meclisi boykot etme durumu buradan ortaya çıktı. Kürt Halk Önderi AKP’nin bu yaklaşımlarını, amaçlarını teşhir etti. Milletvekilleri meclisi boykot ettiler. Siyasi ve askeri alandaki operasyonlara karşı halk ve gerilla belli bir direniş içine girdi. Bu yönlü gelişen mücadeleyi daha da boyutlandırmak üzere 2011 yılını Kürt sorununun çözüm yılı yapabilmek için bu dayatmayı daha da kapsamlı ve derin hale getirmeyi öngördük.
 

2011 çözüm için kader yılı

 
Bu süreç 2009’da başladı. 2010 iyi bir yıldı. 2011 mutlaka sonuç alınması gereken bir yıl konumunda. Tabi 2012 geç kalmış olacak. Demokratik çözümü gerçekleştirebilmek, Kürt sorununu çözebilmek, Kürdistan’da ve Ortadoğu’da demokrasi mücadelesi veren bir güç olarak kalabilmek için bu kesinlikle gereklidir. Burada yapılması gereken, hamle sağlanacak gelişmelerdeki başarılara bağlıdır. Bu bakımdan da 2011’i kader yılı olarak çok doğru ve haklı olarak tanımladık. Bunun gereğine göre de adım atmaya çalışıyoruz. Şöyle bir durum stratejik olarak yaşanır hale geldi: Ne olursa olsun mevcut süreçte çözüm gelişmesi gerektiğini dayatan, varlığı buraya bağlı olan bir hareket haline geldik. 

 
Tabi AKP ve soykırım rejimi açısından da bugünlerin, stratejik sonuç alınmadan, oyalamayla geçiştirilmesi gerekiyor. AKP’nin demokratik açılım siyaseti böyle bir oyalama ve siyasi gündemi erteletme, boşa çıkartma siyaseti oluyor.  Bizim de buna tahammülümüz yok. Ne olacaksa 2011 yazında olacak yaklaşımıyla tüm imkânlarımızı seferber ederek Kürt sorununun çözümü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesini dayatmamız gerekiyor. Nitekim taraflar siyasetlerinde net; birbirlerini anlıyorlar da. Çünkü işler açık yürüyor. Hileli desek de işin gizli kapaklı yanı kalmamıştır.

Demokratik Özerklik hamlesi

 
14 Temmuz’da Demokratik Özerklik ilan edildi. Demokratik Özerklik ilanıyla AKP’nin oyalama, zaman kazanma, irade kırarak Özgürlük Hareketimizi zayıflatmaya dönük politikalarına karşı Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümünün gerçekleşmesini dayatma hamlesi olmuştur. 

 
Gerilla ve halk da buna göre bir direniş konumu içine girdi. Saldırılar karşısında daha aktif direnen, daha iradeli, inisiyatifli, serbest hareket edebilen bir konumda olmuştur. Dolayısıyla operasyonlar gerillada karşılık bulmuştur. Taraflar arasında bir çatışma düzeyi ortaya çıkarmıştır. Bu da bahar sürecindeki durumu tersine çevirdi. O zaman deyim yerindeyse taşlar bağlanmış, köpekler salınmıştı. Gerilla durdurulmuş ordu, polis istediği gibi katliam yapmak üzere serbest bırakılmıştı. Fakat son dönemde önceki süreçlerdeki sonuçlardan farklı sonuçların askeri operasyonlarda, çatışmalarda ortaya çıkması devleti, hükümeti biraz daha zorlayan, kaygılandıran bir durumu ortaya çıkardı.
Kısaca bir ucu Suriye de odaklaşan çatışma durumu olurken esas olarak çözümün Kuzey’de, Türkiye’de gerçekleşmesi için dayatmada bulunuyoruz. Çünkü bölgeyi içine alacak kalıcı çözüm kesinlikle Türkiye’de gelişecek. Türkiye’nin demokratikleşme oranı, Ortadoğu’nun demokratikleşme oranını belirleyecek. Türkiye’deki Kürt sorununu çözüm durumu Ortadoğu düzeyinde Kürt sorununun çözümünü belirleyecek.

 
Sömürgeci, soykırımcı rejim dışarıda ABD’nin, Avrupa’nın, Arap aleminin desteğini almaya çalışıyor. İçeride Türkiye kamuoyunun desteğini almaya çalışıyorlar. Bazı işbirlikçi Kürtleri çok kötü kullanıyorlar. Bölüp parçalamaya çalışıyorlar. Demokratik Özerklik’in ilanı stratejik bir hamleyi ifade ediyor. Dördüncü stratejik dönem hamlesidir. Bu stratejik hamleyi başarısız kılabilmek için her türlü hileye, oyuna, demagojiye başvuruyorlar.

 
Artık mevcut durumun devam etmesi mümkün değil. Bu nedenle hep şunu söyledik. Çözümü gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa onu yapmalıyız. Bu konuda asla oyalamaya, oyuna gelmemeliyiz. Gerekirse devrimci halk savaşı temelinde en büyük çatışma içerisine girmeliyiz. Ama mutlaka çözümü gerçekleştirmeyi öngörebilmeliyiz. Çünkü bölgedeki durum, Suriye’deki odaklanma, Türkiye’deki durum, ABD ve Avrupa’nın duruşları ortada. Çözümün en elverişli, imkan dahilinde olduğu ve AKP ile devletin en zayıf konumda olduğu süreç bu süreçtir. Dolayısıyla bu süreçte sonuç almak için mutlaka sonuç alıcı hamleler yapılabilmelidir. Ona göre de hazırlıklar yapılmıştır. 

 
Şöyle bir durum ortaya çıktı; aslında yeni bir çatışma alanı olarak 2011 yılında Suriye odağı ortaya çıktı. O dengededir. Sistem AKP’ye destek veriyor. AKP o gücü kullanıyor. Bizim güçlü bir halk desteğimiz var. Biz o gücü kullanıyoruz. Orada karşılıklı bir birbirini yoklama ve hazırlık süreci yaşanıyor. Çözümün orada olması yerine çözümü, mücadeleyi en çok geliştirdiğimiz ve stratejiye en uygun olan Türkiye, Kuzey Kürdistan’da siyasi ve askeri mücadele olarak dayattık. 14 Temmuz ilanı bunu ifade etti.

‘Üçüncü cephe İran’dan açıldı’

 
Kuzey’de Kürt sorununun çözümünü dayatan bir tutum, siyaset izleyince; bu konuda etkinliğimiz, başarımız ortaya çıkacağı görülünce karşı taraf da İran üzerinden hamle yapmayı öngördü. 14 Temmuz Demokratik Özerklik hamlemiz İran’dan gelen saldırıyla karşılandı. Böyle bir saldırıyı sömürgeci soykırım sistemi uygun buldu. Dikkat edilirse çözümü biz Kuzey’den dayatırken onlar da bizim çözülmemizi, darbelenmemizi sağlayacak saldırıları İran üzerinden geliştirmeyi öngördüler, dayattılar. Şimdi Kandil’de yaşananların böyle bir tanımı var.

 
Yığınaklar vardı, biliyorduk. İran her şeyi yapabilirdi, belliydi. Mevcut çatışma Kürdistan üzerindeki sömürgeci soykırım egemenliğinin bir operasyonu olarak gelişiyor. İnkar ve imha sisteminin içinde olan tüm güçler bu saldırının içinde varlar. Amerika’sından Avrupa’sına, İran’ından Suriye’sine, YNK’sinden Irak’taki yönetime kadar şu veya bu düzeyde herkesin bu işin içinde parmağı var. PKK’ye karşı İran-Suriye-Türkiye ittifakı oluşmuştu. Bir de Türkiye-Irak-ABD ittifakı vardı. Sistemin yönlendirdiği ittifak bu ikincisiydi. Bölgenin yönlendirdiği statükoysa birincisiydi. Bölgede son yüz yıl içerisinde soykırımı dayatan, uygulayan, bu soykırımı geliştiren bölge sistemiydi, statükosuydu. Fakat son gelişmeler tabi Suriye’yi kendi işiyle uğraşır, kendi derdine düşer hale getirdi. O bakımdan Suriye’nin bu son şeylerde etkisi fazla olamaz. Gücü yok. Mevcut saldırıyı esas olarak Türkiye ve İran yürütüyor.


Tabi İran’ın kendine göre amaçları var. İran’ın en az Türkiye kadar Kürt gerçeğini inkar eden, Kürt soykırımından yana olan bir gerçeği var. AKP siyasetini baştan beri İran yürütüyordu. “AKP’de Kürt sorununda değişiklik yaptı, şu kadar açılım yaptı” dediler, geldiği nokta İran siyasetini uygulamak oldu. Tayip Erdoğan yönetimiyle, AKP çizgisiyle İran İslami çizgisi arasında fark yoktur. Özellikle de Kürt sorununda hiç fark yoktur. Kürt diyerek Kürt’ü yok edeceksin. Var gösterip, irade tanıyormuş gibi görüp, aslında gerçekteyse iradesiz kılmak, yok etmek istiyor. Bunu İran baştan beri uyguluyor. Dikkat edilirse uluslararası komplodan sonra da PKK’ye saldıran güç İran oldu.
‘Kandil saldırısı stratejiktir’

 
Kandil’de olanları öyle taktik bir olay, PJAK’ın varlığı nedeniyle olan geçici taktik bir durum olarak görmemek gerekiyor. Sadece İran’ın yürüttüğü bir saldırı olarak da görmemek gerekli. Tam tersine, Kürt sorununun çözümünü dayatmamıza karşılık Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı gelişen bir imha saldırısı oluyor. Kürt sorunu çözülsün, inkar ve imha sistemi çözülsün, demokrasi ve özgürlük gelsin diye bir stratejik dayatmada bulunuyoruz; onlar da PKK imha olsun diye bir stratejik saldırıda bulunuyorlar. Bu tümüyle bizi imha etmeyi öngören bir stratejik saldırıdır. Kuzeyde, Türkiye’de AKP hükümetine dayattığımız stratejik çözüme karşı bize verilen karşı stratejik saldırı, stratejik dayatma oluyor. Bunu görmek lazım. 

 
Bizim stratejik duruşumuza ve stratejik çözüm dayatmamıza göre bize stratejik imha saldırısı dayatılıyor. İşin esası budur. Türkiye’nin askeri olarak saldırma gücü yok, sistem olarak siyasi-askeri yapı saldırı gücüne ulaşmadı, o nedenle bunu İran üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Yani aslında ihale İran’ın üzerine yıkıldı. PKK’ye karşı stratejik askeri saldırı yapma ihalesini İran devralmış oluyor. Türkiye ihaleyi oraya verdi.

 
İran en az Türkiye kadar Kürt düşmanıdır. İnkar ve imhacıdır. Kürt demesine bakmayın, bu siyaset AKP siyasetinden öteye geçmiyor. Aslında AKP siyasetinin yaratıcısı, mimarı, yıllardır uygulayıcısı İran’dır. AKP İran’dan devraldı, Türkiye PKK’ye karşı mücadeleyi İran’dan devralmış durumda. İran onlardan devralmıyor. Öncü İran’dır bu anlamda. Mevcut tarzdaki soykırım saldırıları uygulamanın mimarı, öncüsü, yürütücüsü İran’dır. Bu anlamda Kürt direnişini kesinlikle bastırmak, ezmek ve Kürtleri tam tahakküm altına almayı öngörüyor. 

 
İran, uluslararası komplonun en faal aktörlerinden biri oldu hep. Önderliğizin Suriye’den çıkartılmasında da önemli rol oynadı. ABD ajanı olarak birinci planda Hüsnü Mübarek rol oynadıysa, ikinci planda rol oynayan Ankara ile bu işi örgütleyen güç de İran’dı. Mübarek kadar, o zamanın İran Dışişleri Bakanı da faaldi. Yine Avrupa’da, Önderliğin Roma’dan çıkartılması, denetim altında tutulmasında İran aktif rol oynadı, çaba harcadı. Komplo ardından YNK’yi PKK üzerine saldırtan İran’dı. Bu konuda hiç kimsenin tereddüdü olmasın.

 
Bir de İran süreç açısından, yani Ortadoğu’daki gelişmeler açısından da bunu kendisi için gerekli görüyor. İşin İran açısından şöyle bir boyutu da var: Ortadoğu’daki halk hareketi mücadelesi geldi Suriye’ye dayandı. Suriye’nin ne olacağı belli değil. Çatışmaların yoğunlaştığı yer orasıdır. Suriye’deki rejim gitti, gidecek. Eğer Suriye’deki mevcut rejim düşerse, onun ardından küresel sistem İran’a dayanacak. İran bunun farkındadır. Bunun için güvenlik çemberi oluşturmaya çalışıyor.

ABD ve AB’den Türkiye’ye destek

 
ABD’nin mevcut saldırılar karşısındaki duruşu şöyle: ABD, PKK’nin zayıflatılmasından yana. O anlamda Türkiye-İran saldırı ittifakına onay vermiştir. Amerikanın Dışişleri Bakanı Türkiye’ye geldi ve bu saldırı ondan sonra gelişti. Dolayısıyla onlar da bu işin içindeler ve kontrol altında tutuyorlar. Fakat Amerika politikasına göre PKK zayıflatılmalı, ama İran da güçlenmemelidir. İran’ın güçlenmesi de ABD’nin aleyhinedir. Bu anlamda Türkiye ile Amerika politikası aynı değil. 

 
Avrupa ise, PKK’nin zayıflaması için Türkiye ile anlaşma yaptı. PKK’yi zayıflatacağız diye güvence verdiler. Herhalde televizyonu kapattıracaklar. Tayyip Erdoğan’ın sözlerinden de o çıkıyordu. Dernekleri basacaklar, biraz daha fazla tutuklama yaptıracaklar. Şimdiye kadar Avrupa’daki bütün saldırıları Amerika yaptırdı. Şimdi de özerklik hamlesine karşı Avrupa da Türkiye’ye bu çatışma süreci içinde böylesi bir destek verecektir.

‘Saldırılara karşı direneceğiz’

 
Yeni bir sürece girildi. Yeni dengeler ortaya çıkacak, mevcut durum değişecek. Ne kadar değişecek, nasıl bir çatışmayla olacak, kim ilerleyecek, kim gerileyecek, mevcut hakimiyet durumları ne biçimde değişiklik yaşayacak, nerelere kayacak, bunu bu mücadelenin sonucu belirleyecek. Böyle sert bir mücadele içine girmiş durumdayız. Dikkat edelim, bütün Kürdistan mücadele içerisinde. Bütün Ortadoğu savaş halinde aslında. Ortadoğu’da bir çatışma ve devrim durumu böyle yaşanıyor. Kürdistan’ın bütün parçalarındaki çatışma demek; Ortadoğu’nun genelinde bir çatışma anlamına geliyor. Zaten Ortadoğu’yu bu düzeyde etkiliyor, ilgilendiriyor. Bu bakımdan bizim için bir tesadüf de değil, öyle öngörmediğimiz bir durum da değil. Öngördüğümüz bir mücadeleydi, önemli olarak buna hazırlık da yaptık. Şimdi bu hazırlıklarımızı çok aktif ve etkin bir biçimde devreye koyacağız.

 
Özgürlük Hareketi olarak bütün bu saldırılara karşı direneceğiz. Her alanda bir mücadele var. En yaygın mücadele konumuna ulaştık. Dört parçada mücadele ediyoruz. Mücadelenin merkezinde direniş var, şiddet, gerilla savaşı var. Bazı alanlarda, örneğin Batı’da ve Güney’in bazı kısımlarında sınırlı olsa da, Kuzey ve Doğu’daki kesinlikle böyledir. Dolayısıyla belirleyici olan da bu iki alandaki mücadeledir. O bakımdan da yeni bir savaş sürecine girdik. Devrimci Halk Savaşı böyle başlıyor ve gelişiyor. 


Şimdi Demokratik Özerklik’e saldırı bu biçimde gündeme geldi. Biz de bu saldırılara karşı hem ideolojik alanda, propaganda alanında, hem siyasi alanda serhildanla, demokratik siyasetle direneceğiz. Fakat en büyük direniş askeri alanda olacak. Gerilla direnişi ile serhildanı iç içe geçireceğimiz süreç olacak. Bunu Kuzey’de yürüttüğümüz gibi, Medya Savunma Alanları’nda da yürüteceğiz. Doğu’da bu duruma gelmek istemedik. Cephenin bu kadar büyümesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Böylece Kürdistan’daki mücadele bütünleşmiş oluyor. Kürdistan bütünlüğü de ortaya çıkıyor. Bu nedenle de kazanacaksak böyle bütünlüklü bir mücadeleyle kazanacağız.

DURAN KALKAN

Sultan 1.Recep


Cemil Çiçek Kimdir?


Cemil Çiçek, Yozgat’a 21 kilometre mesafede olan Musabeyli köyünde15 Kasım 1946'da doğdu. Babası Hacı Ahmet, annesi Meliha’dır. Babası aynı zamanda köyün imamıdır.

Cemil Çiçek, Yozgat’a 21 kilometre mesafede olan Musabeyli köyünde15 Kasım 1946'da doğdu. Babası Hacı Ahmet, annesi Meliha’dır. Babası aynı zamanda köyün imamıdır. Cemil Çiçek, 11 kardeşin en büyüğüdür. İlkokulu o bölgede bulunan Köy Enstitüsünde okudu. Birer askeri kışla görünümünde olan Yatılı Köy Enstitüleri, kurulduğu günden itibaren Türk ırkçılığı temelinde eğitim yapıyordu. Tek dil, tek kültür; Türkleştirme modeline uygun olarak düzenlendi. “Tekleştirme” politikasının uygulamaya konduğu asimilasyon politikasının kurumlaştırıldığı önemli bir merkez haline geldi. Köy Enstitüsünde Türkçülük eğitimi alan Cemil Çiçek, Ortaokul’u Yozgat’ta, tamamladı. Liseyi de İmam Hatip’te okudu.

Cemil Çiçek’in liseyi okuduğu dönemlerde Demokrat parti iktidardadır. Kürdistan’da Kürtler, Karadeniz’de Lazlar, Orta Anadolu’da Türkmenler, Demokrat partinin ‘Türkleştirme programı’ ile tek dilli, tek kültürlü, tek kimlikli ve tek inançlı bir ‘milli Türk devleti’, yani Türklerden oluşan bir ‘ulus-devlet’ yaratmak amacıyla Türkleştiriliyordu.

Yozgat, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde;  Celali, Baba Zünnûn ve Babai Türkmen isyanlarının merkezi durumunda olmuştur. 1920’lerde ise Yozgat, Çapanoğlu isyanıyla Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ismini duyurmuştur. Çapanoğlu isyanını bastırmak üzere İsmet İnönü tarafından Yozgat’a gönderilen Kuvvayi Seyyare ve başındaki Çerkez Ethem, birkaç gün içerisinde Yozgat’ı ele geçirir. İsyana katıldıkları iddiasıyla binlerce köylüyü kurşuna dizer. Köylülerin bütün malına-mülküne el koyar. Çapanoğullarına ait konakların hepsini yakıp bütün mallarını Ankara’ya götürür. Kuvvayi Seyyare’nin şehri yağmalamasına izin verir. İsyana öncülük eden Edip, Celal ve Halit Çapanoğullarından 12 kişiyi hemen oracıkta idam eder. Çerkez Ethem’in isyanı bastırmak adına yaptığı katliamları başarı olarak gören, İttihat Terakki’nin kontrolündeki Ankara hükümeti, Çerkez Ethem’i yaptıklarından dolayı kutlar.

Çapanoğlu isyanından sonra İttihat Terakki hükümeti(CHP), tıpkı Dersim gibi Yozgat için de özel kanun ve yasalar çıkarmıştır. Yozgat, en son isyan nedeniyle Türk devleti tarafından 50-60 yıl boyunca cezalandırılmış, devlet eliyle hiçbir yatırım yapılmamış, tek bir taş bile konmamıştır. Ama bunun yanında Yozgat’a yönelik ‘Türkleştirme programı’ çerçevesinde özel bir asimilasyon politikası uygulanmıştır. Yatılı bölge okulları ve Köy Enstitüleri üzerinden yoğun bir Türkleştirme çalışmaları yürütülmüştür. Yıllar sonra Yozgat, Türkleştirme programının en sonuç aldığı yerlerden biri haline gelmiştir. Geçmişte halk isyanlarının merkezi olan Yozgat, bugün faşizmin-Türk ırkçılığının önemli merkezlerinden biri haline getirilmiştir.

Cemil Çiçek’te, Yozgat merkezli yürütülen Türk ırkçılığı temelinde geliştirilen asimilasyon politikasının en yoğun uygulandığı, ırkçı-faşizan ideoloji ile şekillenmeye başlamıştı. Ortaokul ve lise dönemlerindeki, ırkçı-milliyetçi tavırlarıyla bütün öğretmenlerinin takdirini kazanıyordu. Okuldaki öğretmenlerinin tavsiyesi üzerine Ziya Gökalp’ın ‘Türkçülüğün Esasları’ kitabını okuyan Cemil Çiçek, bu kitap için “benim ikinci kuranım” dediği bu nedenle Ziya Gökalp’ı kendine örnek aldığı belirtilmektedir. Türk ırkçığı ve milliyetçiliği temelindeki bu ideolojik biçimleniş Cemil Çiçek’in bundan sonraki hayatına da yön verecektir.

 Cemil Çiçek’in Türkçülükle tanıştığı dönemlerde, Demokrat Partinin ‘Türkleştirme’ programını yetersiz bulan ordu, ABD’nin desteği ile 27 Mayıs 1960 tarihinde darbe yaparak DP iktidarını devirmişti. Milli Birlik Komitesi (MBK) adıyla kukla bir hükümet kurarak yönetime el koymuştu. Demokrat Partiden daha Türkçü-daha ırkçı olan MBK’nın iktidarı ele geçirmesi, Türkçülük ile ilgili açıklamaları Cemil Çiçek’i coşturuyordu. Bundan sonra iyi bir milliyetçi ve dinine bağlı biri olacaktı. Bunların karşısında olan herkes düşmanı olacaktı. Bu ırkçı düşünceleri nedeniyle kısa bir süre içinde okulda ve çevresinde aktif bir duruma gelmişti.

Nakşibendi-Milliyetçi ve İmam Hatip kimliği ile 1965 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Kısa bir süre içinde de Çiçek, Türkiye Gladio’su tarafından kurulan ve faşistlerin örgütlendiği Milli Türk Talebe Birliği içinde kendine yer bularak dernek içinde etkili olmaya başladı. Hukuk fakültesindeki arkadaşları arasında şimdi AKP hükümetinin kültür bakanı Ertuğrul Günay’da bulunuyordu.

Cemil Çiçek’in içinde yer aldığı Milli Türk Talebe Birliği içinde örgütlenen faşistler, Türkiye sol hareketlerine karşı Gladio tarafından harekete geçiriliyordu. Bu tarzda birbirine kırdırma taktiği Türk egemenlerinin geçmişten beri uyguladıkları bir yöntemdir. Anadolu’daki Türkmen isyanları başka halklardan devşirilmiş Yeniçerilerle-Çerkez Ethem’in ordusuyla; Egede bulunan Rumlar, , devşirilmiş Efelerle; Ermeniler Hamidiye alaylarıyla katliamdan geçirilmiştir.  Aynı yöntem bu seferde Türkiye Gladio'su bir taraftan MTTB ve daha sonra kurulan Türk Ocaklarıyla Türkiye sol hareketlerine karşı yapılıyordu.

Gladio, bünyesinde oluşturduğu MTTB’yi bu şekilde kullanırken diğer taraftan da milliyetçi düşüncelere sahip nitelikli-dini duyguları güçlü kişileri bir araya getirerek devletin yönetim kadrosu için hazırlıyordu. Bu amaçla ‘Yeniden Milli Mücadele Birliği’ adı altında şiddetten uzak ayrı bir örgütlenmeye gitti. YMMB’yi Derin Devletin kurduğunu Cemil Çiçek’in kendisi de itiraf etmiştir. Bir gazetede konuyla ilgili yayınlanan bir açıklamasında, “benimde içinde yer aldığım Yeniden Milli Mücadele Birliği devletin ilgisi ve bilgisi dahilinde kuruldu ve çalıştı” demiştir.

Derin devletin ilgilisi ve bilgisi dâhilinde Yeniden Milli Mücadele Birliği, 1967 yılında Konya’da kuruldu. Bir süre sonra da Cemil Çiçek, TMMB’den ayrılarak Yeniden Milli Mücadele Birliğine katıldı. Bu birliğin en önemli özelliği sağdaki en disiplinli teşkilat olmasıdır. Örgütlenme tarzı Masonik özellikler taşır. Bu nedenle YMM’Yİ İngilizlerin, Siyonistlerin finanse ettiği belirtilmiştir.

YMMB’nin adında yer alan ‘Milli’ kavramı sosyolojide, millete ait olan anlamına gelirken, millet denen sosyal olgu, bir merkeziyetçi hükümet demek olan modern devletin inşa edip çerçeveleyen anlamında kullanılırken Birlik’ ise, tek ilkeli, tek eksenli ve tek yönlü topluluk olarak değerlendirilmektedir. Nitekim YMMB’nin temsil ettiği-savunduğu ideoloji ile hareketin ismi bu anlamıyla paralellik taşımaktadır. YMMB’nin programında yer alan tek dilli, tek kültürlü, tek kimlikli ve tek inançlı bir ‘milli Türk devleti’, yani Türklerden oluşan bir ‘ulus-devlet’i savunmak ile davayı savunmak aynı düzlemde ele alınmaktadır. Derin Devletin derinliklerinin entelektüel aygıtı, derin-sağın okumuş çocuklarının örgütü olan YMMB’nin ideolojik kimliği ise, derin devletin ideolojisini oluşturan; ‘Millici,  Devletçi,  Osmanlıcı, İslamcı ve Antikomünist’ düşünceler çerçevesindedir.
 
TMMB, Türkiye’de yaşanan tüm sorunların Türk kimliğinden ve İslam’dan uzaklaşılmasından kaynağını aldığını, milleti buhrandan kurtaracak olanın da Türkçülük ve İslam’ın ‘Yeni Osmanlıcılıkta’ bir araya getirilmesiyle gerçekleşebileceğini belirtmektedir.  YMMB’de kullanılan “millilik” ve “millet ideolojisi” kavramları İslamiliği ifade ederken aynı zamanda Türkçülük düşüncesiyle resmi ideolojiye evirilmenin araçları da olmuştur. Onlara göre millet ideolojisi, İslam olabileceği gibi,  milliyetçilik de olabilmektedir.

Bugün AKP’de temsilini bulan Türkçü-İslamcı-Osmanlıcı çizgi, TMMB’nin savunduğu ideolojiyi temsil etmektedir. Cemil Çiçek’inde savunduğu Yeşil Türkçü, Yeşil İslamcı ve Yeşil Osmanlıcı hegomonyası AKP’nin kuruluş felsefesini oluşturmaktadır.  AKP’de temsili yetini bulan Yeşil Türkçü-İslamcı-Osmanlıcı hegemonyanın kaynağı ise İngiltere ve Amerika’ya dayanır, Anglo-Sakson’dur. AKP bugün de bu güçlerden desteğini almaktadır. Bu iki hegemonyanın faşizmi de kurumsaldır.  MHP ve CHP’nin çizgisi ulusal-faşist bir çizgidir, inkâr-imha ve asimilasyona dayalıdır. Türkiye’de 75 yıldır Beyaz Türk Faşizmi egemendi şimdi ise Yeşil Türkçü-İslamcı Faşizm her yönüyle örgütlenmiştir.

AKP’nin parti programında, AKP genel başkanı ve Cemil Çiçek gibi kurmaylarının basına yaptığı bütün açıklamalarda ‘milli, millet, milli birlik’ kavramları oldukça yoğun kullanılır. ‘Milli birlikten’ kastedilen ‘yeşil Türkçü-yeşil-İslamcı’ tek dilli, tek kültürlü, tek kimlikli ve tek inançlı bir milli Türk devleti ifade edilmektedir.

YMMB’nin üyeleri arasında Ali Müfit Gürtuna,  Hüseyin Gülerce(Zaman Gazetesi), Aykut Edibali, Atilla Yayla,  Melih Gökçek,  Ahmet Taşgetiren,  Mustafa Erdoğan gibi tanınmış kişiler bulunmaktadır. Kim nerede olursa olsun, ne yaparsa yapsın YMMB üyeleri bulundukları her yerde Mücadele Birliğinin ideolojisini temsil etmekle yükümlüdür.  YMMB üyelerinin çoğunluğu bugün AKP içinde daha fazla yer almaktadır. AKP başta olmak üzere diğer partilerde üstlendikleri önemli roller, İstanbul ve Ankara büyük şehir belediye başkanlıkları, bürokrasi kademelerinde, hükümetlerde bakanlık, başbakanlık danışmanlığı gibi önemli görevler üstlenmişlerdir.

Devlet görevleri nedeniyle yolları ayrılsa da birbirlerini tutmaya devam etmişlerdir. YMMB’deki bağı güçlendiren başka bağlarda mevcuttur. Nakşibendî, Menzil, Nurcu, Fetullahçı gibi temelinde tarikatların olduğu birliktelikler sıralanabilir. Bu şekilde bakıldığında AKP’nin tarikatlar koalisyonu olduğu görülecektir. AKP’deki milletvekili ve bakanların büyük bir çoğunluğu Nakşibendî, Nurcu ve Fetullahçı tarikat üyeleridir. Hükümet ve şuan da devlet tamamen tarikatların kontrolüne geçmiştir.

YMMB’de, derin devletin eğitmenlerinden devlet yönetme sanatı derslerini alan Cemil Çiçek, 20 Mayıs1983 kurulan Anavatan partisinin 37 kurucu üyesi içine yerleştirilerek, derin devletin Truva atı olarak sahneye sürüldü. Ardından 1984 yılında yapılan yerel seçimlerde de ANAP’tan Yozgat belediye başkanı seçtirildi.

Daha sonra ANAP’tan18. Dönem Yozgat, 20, 21, 22. dönem Ankara Milletvekili seçildi. Turgut Özal’ın, Kürt sorunun diyalogla çözülmesine yönelik çalışmalarına en sert tepkiyi gösterenler içinde yer aldı. Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürülmesi ardından kurulan savaş hükümetinde devlet bakanlığı yaptı. Her zaman iktidar partilerinin içinde yer alması sağlanan Cemil Çiçek, ANAP’ın marjinalleşmesi üzerine yakın bir zamanda iktidara gelecek olan Refah Partisi içine yerleştirildi. Girdiği iki partide de milliyetçi ve İslamcı kimliğini korudu. Fakat iktidara gelişi ardından Refah Partisinin İslam’ı esasa alan tek yönlü siyaseti Türkiye’de darbe zeminine neden oluyordu. Durdurulması gerekiyordu. 28 Şubat süreci başlatılarak Refah Partisi düşürüldü ve daha sonrada kapatma davası açıldı. Partinin Anayasa Mahkemesindeki savunma avukatlığı Cemil Çiçek’e verildi. Bu durum kuzuyu kurda teslim etmek gibi bir durumu yaratıyordu. Refah Partisinin avukatı Cemil Çiçek olunca, sonuçta RF’nin kapatılması kaçınılmaz oldu. Refah partisinin Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde olmadığına karar veren devletin derinlerindekiler, tıpkı Cemil Çiçek gibi RP’den İstanbul büyük şehir belediye başkanı olan Recep Tayip Erdoğan’ı sahneye sürdüler. Erdoğan’ın yıldızını parlatmak için de kısa süreli cezaevine attılar.

Cemil Çiçek’in yeni görev alanı Tayip Erdoğan’ın genel başkan olacağı yeni partinin kurucuları arasında yer almaktı. Refah Partisinin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisinden ayrılarak AKP’nin kurucular kurulunda yer aldı. 3 Kasım 2002'de yapılan milletvekili seçimlerinde tekrar milletvekili olan Çiçek, AKP’nin iktidarındaki 58 ve 59 hükümetinde Adalet Bakanı, 59. Hükümette hükümet sözcülüğü,  60. Hükümette ise devlet bakanı ve başbakan yardımcılığına getirildi.

Derin devletin sadık kadrolarından olan Cemil Çiçek, siyasete sokulduğu ilk günden itibaren iktidara gelen üç partinin içinde yer aldı ve her seçimde-her hükümette devlet bakanı yapıldı. AKP hükümeti iktidar olduğu günden beri Cemil Çiçek-Tayip Erdoğan, Abdullah Gül-Bülent Arınç dörtlüsü birlikte yürüyor. Abdullah Gül ve Tayip Erdoğan, Cemil Çiçek’e hükümette en etkin görevleri verdiler. AKP içinde Cemil Çiçek’in ismi “derin devlet” ile birlikte anılmaktadır. Cemil Çiçek her partide-her zaman “bir yerlerle ilişkili” olarak bilinmektedir. AKP’yi devletin “yeşil Türkçü-yeşil İslamcı-Osmanlıcı” çizgisinde tutan, AKP’nin projelerini devlet diline çeviren derin devletin yasal alandaki temsilcisidir. Bu nedenle bulunduğu kaba göre şekil alan esnek bir yapıya sahiptir.
 
AKP içinde, Cemil Çiçek’in önemli görevlerinden biri de Ordu ile AKP arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Cemil Çiçek, ayda iki defa olmak üzere Genelkurmay ikinci başkanı ile düzenli görüşmeler yapmaktadır. Tayip Erdoğan’ın Dolmabahçe görüşmelerinin hazırlığını Cemil Çiçek yapmış, Ergenekon operasyonlarının kapsamı, kimlerin bertaraf edileceği gibi birçok husus, Cemil Çiçek’inde hazır bulunduğu Dolmabahçe görüşmelerinde belirlenmişti.

Cemil Çiçek, AKP ve hükümet içinde her zaman etkin ve yetkin durumda olmuştur. Devletin iç ve dış politikasının hükümet tarafından uygulanmasında, ‘kutsal devlete’ yönelik iç tehditlerin ortadan kaldırılmasında belirleyici olmuştur. Cemil Çiçek’in hedef gösterdiği kişiler, toplumlar, örgütler, partiler ve diğer yapılar linç girişimlerine, saldırılara, polis ve yargı terörüne maruz kalmıştır.

Hrant Dink öldürülmeden bir yıl önce Cemil Çiçek, yaptığı açıklamada Hrant Dinki hedef göstererek, “arkadan hançerleniyoruz, bunun sonucunda neler olduğunu herkes çok iyi bilir” açıklamasından bir süre sonra Hrant Dink, iki MİT elemanı tarafından tehdit edilmişti. Bir yıl sonra da öldürülmüştü. AKP hükümeti yaşanan bütün olaylardan sonra ‘masum’ rolüne bürünmeye çalışsa da hiç bir şey AKP hükümetinin başbakanı ve yardımcılarının bilgisi ve onayı dışında yapılmamaktadır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın zehirlenmeye çalışılması, fiziki saldırılar, hücre cezaları, avukat görüşlerinin “hava muhalefeti ve koster bozuk” gerekçeleriyle engellenmesi, Kürdistan’da ve Türkiye şehirlerinde Kürtlere yönelik polis terörü ve linç girişimleri, Kürt çocuklarının asker ve polisler tarafından katledilmesi, cezaevlerine doldurulması, Medya savunma alanlarına yönelik hava ve topçu saldırıları; başbakan ve yardımcısı Cemil Çiçek’in onayıyla gerçekleşmiştir. Serhıldanlarda polise taş atan çocuklara verilen cezaları, “Onlar aslında çocuk değil. Resmiyette yaşları küçük ama aslında onlar çocuk değil teröristtir” ifadelerinin sahibi Cemil Çiçek, “çocukta olsa, kadın da olsa polise-devlete karşı gelen karşılığını mutlaka alır. Kimsenin yaptığı yanına kalmaz” diye başlayan Türk hükümetinin başbakanı Tayip Erdoğan’ın akıl hocası ve danışmanıdır.

29 Mart 2009 yerel seçimlerinde DTP’nin sağladığı başarı ve Iğdır belediyesini alması üzerine Cemil Çiçek yine sahneye çıkarak,  “DTP Ermenistan sınırına dayandı, buna karşı önlem almak gerekir” açıklamasından bir süre sonra DTP’ye yönelik 14 Nisan siyasi soykırım operasyonları başlatılmış, ardından hükümetin isteği üzerine Anayasa mahkemesi tarafından DTP kapatılmıştı.

“En öncelikli konumuz terörle mücadeledir. PKK’yi tasfiye için her türlü yöneteme başvuracağız”  diyen Cemil Çiçek, Suriye ve İran ile PKK’yi tasfiye etmek amacıyla birçok kirli anlaşmanın yapılmasında öncülük yaptı. İran’ın PJAK üyelerini idam etmesini, Suriye’nin PYD’ye yönelik toplu tutuklamalarını kutlayarak “sevindirici bir gelişme” olarak değerlendirdi.

Cemil Çiçek’in “PKK’yi tasfiye için her türlü yönteme başvuracağız” açıklaması yeni planların devreye konulacağının her zaman habercisi oldu. Plan, Hakkâri’de uygulamaya konuldu. Hakkâri halkı 12 Eylül referandumda sandığa gitmeyerek boykota tam katılım sağlamıştı. Cemil Çiçek’te özellikle Hakkâri’yi hedef göstererek, “Nijeryalılara Türkçe öğrettik ama Hakkârililere Türkçe öğretmedik” demişti. Bu açıklamaların devamında 8 Eylül 2009 tarihinde Hakkâri kırsal alanında eylemsizlik halinde bulunan HPG gerillalarına yönelik Türk ordusunun düzenlediği operasyonda 9 HPG gerillası yaşamını yitirdi. Saldırılar bununla da sınırlı kalmadı. 8 gün sonra yine aynı bölgede Peyanis köyüne ait yola, Türk devletinin kontraları tarafından döşenen mayının köy minibüsünde patlatılması üzerine, 9 kişi yaşamını yitirdi. Katliam ardından yarım saat geçmeden Türk hükümetinin başbakanı ve başbakan yardımcısı Cemil Çiçek aceleyle birer açıklama yaparak saldırının PKK tarafından yapıldığını söylemişlerdi.

Derin devletin AKP’deki Kürt karşıtı inkâr, asimilasyon ve katliam politikasının temsilcisi durumunda olan Cemil Çiçek’in AKP’deki konumlandırılışı ve varlığı Kürt inkârı temelindedir. Kürt sorunun çözülmesi, Cemil Çiçek gibi Kürt düşmanı olan devletin derin yapılarının da çözülmesi anlamına gelecektir. Cemil Çiçek’teki Kürt düşmanlığı bunun dışa vurumudur.

Ahmet Davutoğlu Kimdir?






1998–2002 yıllarında, “Silahlı Kuvvetler Akademisi” ve “Harp Akademileri”nde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi.

Ahmet Davutoğlu, 1959 yılında Konya/Taşkent'te doğdu. Ortaöğretimini İstanbul Erkek Lisesi'nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi bölümlerinden mezun oldu. Aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümü'nde yüksek lisans, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktorasını tamamladı.

1990-1995 yılları arasında Türkiye dışında görev yaptıktan sonra 1996-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi'nde çalıştı. 1993'te “doçent”, 1999'da “profesör” oldu. 1998–2002 yıllarında, “Silahlı Kuvvetler Akademisi” ve “Harp Akademileri”nde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. Beykent Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanlığını yürüttü. Büyükelçiliğe, 2003'te, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakanı Abdullah Gül'ün ortak kararıyla uygun görüldü.  

 
2002-2009 yılları arasında Erdoğan’ın Başdanışmanlığını yapan Davutoğlu, iktidarı boyunca AKP’ye akıl hocalığı yaptı. Davutoğlu, Erdoğan’ın 01 Mayıs 2009 günü açıkladığı yeni kabinede “Dışişleri Bakanı” olarak atandı. Milletvekili olmayan Davutoğlu, AKP hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk bakanı oldu.

“Alternative Paradigms”(Alternatif Paradigmalar) (Lanham: University Press Of America, 1994) ve “Civilizational Transformation and the Muslim World” başlıklı kitapları yayınlanmıştır. Civilizational Transformation and the Muslim World (Medeniyetin Dünüşümü ve İslam Dünyası) kitabının Amerika’da yayınlanması dikkat çekicidir. Bu kitap kendisine biçilen rolün tezi gibidir.

Davutoğlu'nun 2001 yılında "Stratejik Derinlik" adlı bir kitabı yayınlanmıştır. Bu kitabın önsözünde Davutoğlu şunları ifade etmektedir: "Türkiye'yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslar arası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye'nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.”

 
Davutoğlu bu kitabında öngördüğü dünyanın yeni dengeleri içerisinde Türkiye için “merkezi ve stratejik bir ülke” hayalini besliyor. Çoğu siyasi gözlemci Davutoğlu’nun bu hayalini “Neo Osmanlı” (Yeni Osmanlıcılık) olarak adlandırıyor. Gerçekten de Davutoğlu’nun ortaya koyduğu formülasyonlar tam da güncelleştirilmiş Osmanlı imparatorluğuna tekabül ediyor.
 
İşin özüne biraz daha inildiğinde ise “barış”,  “dostane uluslar arası ilişkiler”, “medeniyetler ittifakı” ve “iyi komşuluk ilişkileri” söylemleriyle sarıp sarmalanmış keskin bir ırkçılık ve yayılmacılık siyaseti karşımıza çıkmaktadır. Belki de bu keskinlik hemen hissedilmesin diye bunca sözüm ona “insani” sosa bandırılmaktadır.

Kendisine uluslar arası sistem güçleri tarafından “stratejik” misyon biçilerek pohpohlanan Davutoğlu, “görev” günlerininin büyük çoğunluğunu Türkiye dışında ve uçak yolculuklarında geçiriyor. Bazen bir günde birkaç ülkeyi dolaştığı da oluyor. Ama ortaya çıkan sonuç tam bir fiyaskoÇünkü bel bağladığı ve stratejik ilişkiler kurduğu Ortadoğu’nun tüm diktatörlükleri domino taşları misali art arda yerle bir oldular ve oluyorlar. 


Kaddafi,Mübarek ve sıradaki Esad ve daha birçok Arap ülkesi ile geliştirilen ilişkilerdeki ''büyük ve eski osmanlı dönemindeki güçlü ülke'' imajları ve onca reklamı yapılarak özellikle Türk Halkına şırınga edilen milliyetçi büyüklenmeler,komşularla sıfır problem propagandaları şimdi yerini Ortadoğu'nun saf gerçeklerine bırakıyor. 

Derin statükocu refleksleriyle ilkin bu değişim ve dönüşüme tepki gösteren TC, sonradan durumun ciddiyetini kavrayınca keskin U dönüşleri yapmaya başladı. Ticari çıkarları için Libya’ya NATO müdahalesine karşı çıktı ama kısa süre sonra İzmir’i müdahalenin merkezi yaptı. Suriye’de Beşar Esad’ı göklere çıkardı, şimdi ABD ile beraber onu devirmenin planlarını yapıyor. İran için arabulucu oldu, şimdi İran’a karşı en sinsi planların içerisinde. Kısacası ortaya çıkan “stratejik derinlik” değil; anlık U dönüşleri, en kaba, bayağı, ilkesiz ve kuralsız dış politika ve tam da TC/AKP’ye yaraşır bir pragmatizm oldu. 

Davutoğlu stratejisi; görünüşte milliyetçiliğe karşı olan ama özünde Türk ırkçılığının kendisine değil onun yayılmamasına duyulan tepki ve amansız çabanın kendisidir. Irçılık modernitesini yaratan ve kapitalist moderniteye angaje eden bu ırkçılık, aslında Kemalizm’in yarattığı ‘’TC’’  çitini çoktan aşmış bulunmaktadır. AKP, Gülen ya da kısacası “Siyasal Sermayeci İslam” bugün 100’ü aşkın ülkede milliyetçi salgın halindedir. Neo Osmanlıcı milliyetçilik salgını sözüm ona eğitim, sağlık vb adlar altında bugün Afrika’daki aç bedenlerin üzerinde bile parazit olarak yaşamakta ve tükenmekte olan kanlarını emmektedir.

“Uluslararası İlişkiler Profesörü”nün öncülüğünü yaptığı ve giderek AB’ye üyelik sürecinin dahi durdurulduğu Türkiye’de AKP gerçeğinin, koyu bir şovenizm ve ırkçılıkla “yetiştirilmiş” geniş kesimler tarafından hazmedilmesi biraz da bu ırkçı siyaset sayesindedir. Bu formülün ikna ve tatmin gücü ırkçılıktan gelmektedir.

Davutoğlu’nun Kürt formülasyonu ise daha da ırkçıdır. Buna göre Şii ve Sünni kemerlerinin yanında bir de “coğrafyası ve siyasi kimliği olmayan” ama hesaplamak zorunda olduğu ‘Kürtler’ vardır. Yani siyasal olarak Kürtler değil de, kültürel ve zoraki telaffuz edilen bir ifadeyle “etnik” olarak Kürtler vardır. Onlar da “geniş ve derin Türk kültürünün bir zenginliği”dir. Burada inkâr daha da inceltilmiş ve derinleştirilmiştir.

Ayrıca, “Stratejik Derinlik” adlı kitabında; ‘’Kürtlerin aşiret ve kabile geleneklerinin birbirlerine karşı küçük çatışmaları kazandıklarında kendilerini nihai zafer kazanmış hissettiklerini ve bu karakterin siyasal gruplara aynı şekilde yansıdığını’’ aktarmaktadır.

Kürtlerin siyasal karakterini ırkçılık manifestosuna yansıtırken en siyasal değerlendirdiği bölümde bile kendisine Kürtlerin “kendi kendilerine düşman” halini seçmektedir. Dolayısıyla bu, aynı zamanda Kürdün Kürde karşı yanını muhatap alan bir pozisyon. Günümüzde de somut olarak ilişki kurduğu gerek Kuzey Kürdistan gerekse de diğer parçalardaki Kürtlerin daha çok bu karakterde olması tesadüf değildir. Kürdün Kürde düşmanlığıyla stratejik ilişki içinde olan bu zihniyetin hiç bir esnekliği samimi olamaz. Bu yüzden AKP’nin Kürt sorununu her “kabullenişinde ayrı ve daha derin bir inkâr vardır. Buna rağmen bugün topyekûn bir savaşın önü kesiliyorsa bu, Kürdistan Halkı ve onun Özgürlük Hareketinin duyarlılığı ve insani duruşu sayesindedir.

Davutoğlu’nun ırkçılığı çoğu zaman “Dışişleri”nden “İçişleri”ne taşmaktadır! Görev alanı olmadığı halde bazen kendine hâkim olamamakta ve içeride Kürt siyasetçilerine ırkçı cevaplar verip tehdit etmektedir.

Özcesi Davutoğlu ve akıl verdiği partisi AKP, uluslar arası sistem güçleri tarafından uzun süre kullanılıp bir kenara atılan Kemalist ve İttihatçıların yerine ikame edildi. Ama Kürtler açısından durum değişmedi. Hatta Kürtler üzerindeki inkâr ve baskı daha da inceltilip derinleştirildi. Herkes bilir ki ince vuruşlar kaba vuruşlardan daha ölümcüldür. Dolayısıyla AKP’ye verilen görev Kürt halkını tasfiyedir. Başından beri gerçek niyetini gizleyen Erdoğan ve ekibi, iyice teşhir olunca, baklayı ağzından çıkardı ve “Kürt sorunu yoktur” dedi. Daha önce de “düşünmezseniz yoktur” demişti.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yapılan komplonun analizlerindeki temel yanılgılardan birisi de “ABD Öcalan’ı gerekçe yaparak Ortadoğu’ya müdahale etmek istedi” şeklindeydi. Oysa bu uluslar arası komplo, müdahalenin gerekçesi değil ta kendisiydi.  Ardından AKP’nin kurulması yine aynı müdahalenin Türkiye ayağıydı. Özünde AKP, sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya yaptığı “sivil (sahte Müslüman) darbe modeli”dir. Nitekim Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarından hemen sonra uluslar arası sistem güçleri hemen devreye girip halkların ödediği bedelleri kendi hanelerine yazma sinsiliği içerisine giriyorlar. Bunu da söz konusu ülkelerde “yerli AKP”ler kurdurarak nihayete erdirmeye çalışıyorlar.

Ve hala kimse şunu sormuyor: “Mağdur” Fetullah Gülen neden onlarca Müslüman ülkesinden birine gidip iltica etmedi de, ABD’nin Pensylvania eyaletine “çiftlik” kurdu?