13 Aralık 2010 Pazartesi

Yumurtacı Ogrenciler Ankara Yolunda -Öğrenci Kolektifleri ile söyleşi

Abdullah Gül, Cumhubaşkanı olduktan sonra YÖK Başkanlığına ve rektörlüklere AKP’nin adaylarını atadı. Daha önce sistem içi en ciddi muhalefet odaklarından biri olarak AKP’nin eleştirilerine hedef olan YÖK ve rektörlükler ele geçirildikten sonra AKP için mesele kalmadı. Üniversite tam gaz gerici liberal bir yapılanmaya girdi. Baskılar şiddetlendi. Son türban kararı da tüm bunların üstüne tüy dikti. AKP’nin saldırıları karşısında ulusalcıların süngüsü düştü ama sol inadına direniyor. AKP’nin ve YÖK’ünün gerici, liberal, baskıcı siyaseti karşısında sıkı bir mücadele yürüten ve 6 Kasım’da Ankara’da buluşup AKP’ye meydan okumaya hazırlanan Öğrenci Kolektifleri’nden Nida Karabağ ve Can Mesut’la üniversitede süren mücadeleyi konuştuk
***


Maksat kadınların eğitim hakkı mücadelesini vermekse, neden üniversitelerde bunun mücadelesini, türbana hayır diyen afişlere saldıran erkekler veriyor


Neden mi yumurta? Biz akıllı olduğumuz için... Sonuçta bugün egemenlerin karizmasını büyük ölçüde zedeleyen hatta kimi zaman yok eden bir araç

***



Kolektifler 6 Kasım'da YÖK’ü protesto etmek için Ankara'ya gidiyor? Neden Ankara? Neyi protesto edeceksiniz?


Nida Karabağ:
Özellikle referandum sonrasında üniversitelere yönelik saldırıların arttığı bir süreci yaşıyoruz. Ankara ise bu saldırıyı yöneten siyasal iktidarın bulunduğu kent. Türkiye’nin dört bir yanından üniversitelilerin bir araya gelip, seslerini güçlü bir şekilde iktidara duyurabileceği bir alan.

Can Mesut:
Biz bu 6 Kasım’da binlerce üniversiteliyle iddialı bir şekilde Ankara meydanlarına çıkıyoruz. AKP’ye meydan okumaya gidiyoruz. Hedefimiz doğrudan hükümet olduğu için, bu meydan okumanın gerçekleştirilebileceği en doğru yerin Ankara olduğunu ve fiili bir öğrenci mitinginin önemli bir yankı uyandıracağını düşünüyoruz.
Ankara’ya üniversitelerimizde hızla tırmanan gericiliğe, paralı eğitime ve tüm bunların mimarı YÖK’e “Hayır!” diyerek üniversitelilerin tarafını göstermeye gidiyoruz.


Bugün YÖK sizin için ne ifade ediyor? Eskimiş bir darbe kurumu mu, üniversite üzerinde hükümetten hükümete değişen bir iktidar aygıtı mı?


Can Mesut:
Kısaca ifade etmek gerekirse, 12 Eylül faşist darbesinin üniversiteler üzerinde kurmayı amaçladığı hegemonyanın en önemli aracı.

Aynı zamanda, AKP döneminde çok açık gördüğümüz gibi, siyasal iktidarın üniversitelerde kadrolaşmak gibi amaçlarla da kendi fikirleri çevrevesinde kullandığı bir kurum.


AKP, Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde atanan Erdoğan Teziç başkanlık yaparken YÖK’e karşıydı. Ama AKP’nin YÖK’e karşı muhalefeti Abdullah Gül’ün YÖK Başkanı olarak Yusuf Ziya Özcan’ı atamasıyla sona erdi. AKP artık YÖK’e karşı söz söyletmiyor.


Nida Karabağ:
Ayrıca gericiliğin ciddi bir ivme kazandığını görüyoruz. Düşünebiliyor musunuz, Hacettepe Üniversitesi’ne atanan rektör okula tamamen cinsiyetçi yaklaşımlar içeren bildiri astırabiliyor.

Bir bildiride şöyle yazıyor mesela; “Kızlar yanında erkek olmadan sokağa çıkmasın.” AKP’nin üniversitelere atadığı rektörlerle gerici faaliyetlerin önü açılmakla birlikte, ilerici öğrencilerin etkinliklerine ÖGB (özel güvenlik birimleri), polis saldırıyor. Üniversitelerde özgürlüğü türban serbestliğiyle sınırlandırıp, baskıları sürdürüyor.



Yusuf Ziya Özcan başkanlığındaki YÖK'ün farkı ne?


Can Mesut:
Yusuf Ziya Özcan, YÖK başkanlığına atanmadan önce ODTÜ’de gerici kimliği ile tanınan bir akademisyendi. AKP’nin üniversitelerde yaratmaya çalıştığı gerici ve piyasacı dönüşümün temel aracı olan YÖK’ü bu hedefe göre şekillendirebilecek uygun bir kişiydi.

Keza YÖK başkanlığına atandığında ilk açıklamaları türbanın serbest kalması ve üniversitelerin de paralı olması doğrultusundaydı.


Yusuf Ziya Özcan döneminin farkı YÖK’ün baskıcı karakterinin daha da öne çıkmış olması. Yalnızca öğrenciler üzerinde değil, akademisyenler üzerinde de ciddi bir baskı mekanizmasının işletildiği görülüyor.


Artık üniversitelerimizde kendimizi ifade ettiğimiz afişleri asmamız dahi başlı başına bir soruşturma ve ceza gerekçesi olarak kabul ediliyor. Açılış dönemlerinde her sene yapmış olduğumuz kayıt çalışmaları kapsamında yeni gelen üniversiteli arkadaşlarımız için açtığımız bilgilendirme masaları bugünkü YÖK için sorun teşkil ediyor.




Üniversitelerde yıllardır süren soruşturma ve disiplin cezası furyası konusunda ne düşünüyorsunuz? O kadar ceza alıyorsunuz, neden pes etmiyorsunuz?


Nida Karabağ:
Sonuçta Türkiye’nin en dinamik muhalefet hareketlerinin üniversitelerden çıktığını biliyoruz.

Bunun yanı sıra üniversite toplumsal anlamda pek çok zaman ilerici kimliğiyle öne çıkmıştır. Önemli bir muhalefet odağıdır. Doğal olarak egemenlerin hep hedef tahtasında yer almıştır. Bunun için de başta YÖK olmak üzere çeşitli baskı mekanizmalarını devreye sokmuştur. Bunların önümüze getirdiği sonuçtur soruşturmalar ve cezalar.


Bu soruşturma ve ceza furyası AKP’nin YÖK’ü ile beraber daha da şiddetlendi. Bunun sebebi de açık. AKP üniversiteleri zaptettiğini sanarken hala o muhalif sesin yükseldiğini görüyor ve bu, iktidarda bir korku yaratıyor.


Can Mesut:
Neden pes etmiyoruz? Niye edelim ki arkadaş! Sonuçta üniversiteliyiz. Üniversiteli olmanın bilinci toplumsal duyarlılık taşımaktır.

Şimdi bakıyorsun, harç parasını ödemek için çalışan arkadaslarımız ölüyor. Biz açıkçası mücadelemizin meşruluğuna ve gerekliliğine inanıyoruz, dolayısıyla cezalar bizi yıldırmıyor. Aksine daha çok güçleniyoruz.



Pek çok üniversitede ulaşım ve kayıt paraları ile ilgili eylemleriniz var. Çalışmalarınızı biraz anlatır mısınız? Ne için mücadele ediyorsunuz?


Nida Karabağ:
Türkiye’nin birçok üniversitesinde üniversitelilerin ihtiyaçlarına yönelik her türlü ücretlendirme, zam gibi uygulamalara karşı refleksif ve yaratıcı eylemler yapılıyor.

Sadece ses yükseltmek değil; aynı zamanda kararlılığımızla kazanımlar elde ediyoruz.


Üniversite yaşamı içerisinde yurt ve harç paralarına yapılan zamların geri çektirilmesinden ulaşım ve kantin zamlarının geri çektirilmesine kadar kazanımlarımız mevcut.



Üniversite gençliği gündelik sorunları ile siyaset arasında bağ kurabiliyor mu?


Can Mesut:
Aslında kuramıyor diyebiliriz. Sonuçta yukarıdan yürüyen bir siyaset var Türkiye’de ve üniversiteli buna müdahil olma noktasında sıkıntılar yaşayabiliyor. Oysa, geleceğimizi ilgilendiren siyasi konular oluyor. Daha doğrusu bizi ilgilendiren gelişmeler ülke siyasetine tabi olarak yaşanıyor.

Burada özellikle belirtmek gerekir ki sorun üniversitelilerde değil. Toplumsal misyonundan uzaklaştırılmış üniversite gerçeği ister istemez arkadaşlarımızın gündelik sorunların siyaset ile bağ kuramamasına sebep olabiliyor.


Nida Karabağ:
Rekabetçi bir eğitim sistemi var üniversitelerde. Üniversiteler iş bulmak için geçilmesi gereken bir yol olarak görülüyor. Bu durum üniversite gençliğini kendi sorunlarını fark edemez hale getiriyor.


YÖK’ün üniversitelerde türban yasağını fiilen kaldıran yeni uygulaması konusunda ne düşünüyorsunuz? Üniversitelerde türbanın serbest bıraklımasına hayır dediniz, siz özgürlükçü değil misiniz?


Nida Karabağ:
Açıkçası söylenecek çok şey var. Yani öyle ki, bir söyleşi yetmez bu tartışma için. Derin bir tartışma sonuçta ama kısa ve net bir şekilde anlatmaya çalışalım. İktidar türbanı serbest bırakma propagandasını çoğunlukla eğitim hakkı üzerinden yürütüyor. Fakat eğitim hakkı elinden alınanlar, üniversite kapılarında kalanlar sadece türbanlılar mı?

Paralı eğitim yüzünden, harç parasını ödeyemediğinden, üniversite yaşımının yemek, ulaşım gibi temel gereksinimlerini karşılayamadıkları için eğitimini yarıda kesmek ya da çalışmak zorunda kalan üniversitelilerin eğitim hakkı, AKP’nin diline doladığı hak kavramının neresinde.


Bir başka örnek verelim. Düşüncelerini afiş asarak, etkinlik yaparak ifade ettikleri için, muhalif oldukları için disiplin cezalarına çarptırılarak eğitim hayatları yarıda kesilen üniversitelilerin eğitim alma hakkı, AKP’nin hak kavramının neresinde?


Ayrıca bir çelişki de üniversitede özgürlük tanımının yalnızca türban serbestliğiyle yapılmasıdır. Bugün üniversitelerimizde gerçek bir özgürlük ortamı olduğundan söz edemiyoruz.


Yakın zamanda YÖK’ün yayımladığı “güvenli ve özgür üniversite raporu”nda neredeyse sınıf başına bir tane olmak üzere sivil polis kontenjanının arttırılması talep ediliyor.


Okullarımızın her tarafına kamera sistemleri yerleştiriliyor. Bu nasıl bir özgürlük? Eğer maksat özünde kadınların eğitim alma hakkının mücadelesini vermekse politik atılımları neden Tayyip tarafından yapılıyor?


Neden üniversitelerde bunun mücadelesini, “türbana hayır” diyenlerin afişlerine saldıran erkekler veriyor?


Şunu anlıyoruz. Ne üniversitelerin özgürlüğünü ne de kadının eğitim alma hakkını savunan bir zihniyet var. Açıkça görülüyor ki AKP’nin özgürlük kisvesiyle üniversitelere sokmaya çalıştığı türban, siyasal İslam’ın üniversitelerde örgütlenmesinin önünü açmak için kullanacağı bir araçtır.


Son olarak belirtmek istediğim bir nokta türban ile yani dini bir simge ile üniversite-bilim ilişkisinin zedeleneceğidir. Yani dogmatizmin hakimiyetinde üniversite eğitiminin bilimselliğinin zedeleneceğidir.



Bir de siz hep yumurtalı protesto eylemleriyle gündeme geliyorsunuz? Neden yumurta? Siz neden akıllı uslu çocuklar olmuyorsunuz?


Nida Karabağ:
Biz akıllı olduğumuz için yumurta. Sonuçta bugün egemenlerin karizmasını büyük ölçüde zedeleyen, hatta yok eden bir araç.

Ha, yumurtaları çok isabetli atabildiğimiz söylenemese de isabet ettirdiklerimiz oluyor. Artık şemsiyeleri ıle geliyorlar üniversitelerimize.


Can Mesut:
Bu konu çok konuşuluyor, sizin de belirttiğiniz gibi. Yumurta bugün bizim isyanımızı temsil ediyor.

Üzerimizde oynanan siyasetle hayatlarımız karartılıyor, insanlar ölüyor, paralı eğitim can alıyor, üniversitelerde en ufak bir hak arama eylemi cezalar ile bastırılıyor ve eğitim hakkımız elimizden alınıyor. Daha buna benzer onlarca şey sayabiliriz.


Şimdi tüm bu saldırılar karşısında bizim kendimizi ifade edebilme olanaklarımız da yok ediliyor. Kürsülerde bize söz hakkı tanınmıyor. Ya da mikrofon bize bir türlü gelmiyor. Konuşan konuşuyor, bir şeyler diyor ve gidiyor, biz buna karşı geliyoruz.


Dikkatleri üzerimize çekme çabası olarak algılanabilir belki. Evet, bunu da düşünüyoruz ama asıl olarak öfkemiz ile beraber kullandığımız bir özgürlük aracıdır yumurta.


Bizi kandırmaya çalışanların, susturmak isteyenlerin, hayatlarımızı çalanların karizmasını çizdiğimiz, üniversitelerde yerlerinin olmadığını belirttiğimiz bir araçtır.


Bu yüzden buradan bir kere daha belirtelim üniversitelerimize AKP’nin gerici piyasacı zihniyetini temsilen kim gelirse gelsin yumurtalarımızın hedefindedir.


Onların paraları var, medyaları var, iktidarları var; bizim gücümüz sokakta. Sesimizi duymak istemiyorlarsa yumurtamızın tadına bakmak zorundalar.

İnananın Yeri Soldur

ÖDP'nin imam-hatipli lideri Alper Taş: İçten inananın yeri sosyalistlerin yanıdır. Sol, İslam'la değil, siyasal bir hareket olan siyasal İslam'la mücadele etmelidir

Radikal yazarı Koray Çalışkan, ÖDP lideri Alper Taş’la konuştu. İmam hatip tedrisatından geçen Alper Taş, solun siyasal İslam’la halkın İslamı’nı birbirinden ayırması gerektiğini düşünüyor.


Sosyalist bir partinin genel başkanının siyasi İslamcı bir ideolojiden beslenen bir partinin yöneticisi olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyalizm dini söyleme sahip olmadan insanlar arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlar. Kapitalizmin ve onun insanlığa dayattığı her türlü baskının kaldırılmasını savunur. Kolektif mülkiyet-kolektif yaşam anlayışına dayanır. Sosyalizmi bu bütünlük içinde ele alan herhangi bir sosyalistin başka bir yere gitmesi doğru bir tutum değil.

Siz İslami bir ortaöğrenim gören bir sosyalistsiniz. Lise sonu da okusaydınız imam olabilirdiniz. Sizce inançlı bir sosyalist olabilir mi?

Sosyalistler insanları ‘inançlılar ve inançsızlar’ diye ikiye ayırmaz. ‘Ezenler ve ezilenler’ , ‘sömürenler ve sömürülenler’ diye ayrılır. Ezilenlerden yana olan birinin dini inancı kendini ilgilendirir. İçten inananların yeri sosyalistlerin yanıdır.

Din kitlelerin afyonu mu?

Din tarih boyunca egemenlerin elinde bir araç olarak kullanıldı. Dinin bu ‘afyon’ hali bugün de egemen durumda. Vatikan’ın zihniyetine ve İslamcı cemaatlerin siyasetlerine bakarsak, dünyayı yöneten-sömüren güçlerle uyum ve işbirliği içinde olduklarını görürüz.
İnsanlık büyük bir maddi ve manevi yıkım, acı ve anlamsızlık içinde. Bunu yaratan emperyalizm ve kapitalizmdir. Din buna karşı en basit, geleneksel anlam arayışıdır. Sosyalistsek, dini, toplumsal mücadelelerin belirleyebileceğine, ona yön verebileceğine de inanmalıyız.

Biliyoruz ki dini referanslı hareketler tarih boyunca yürürlükteki sömürüyü ve baskıyı meşrulaştırmak için toplumsal muhalefet güçleri karşısında ‘gerici’ bir güç olarak devreye girebileceği gibi, sömürüye ve baskıya karşı halkın kendi örgütlenmelerinin yaratılabilmesine de yardım edebilir. Güney Amerika’daki hareketler buna iyi örnek.


Solun İslam’la ilişkisi ne olmalı?

Sol, İslam’la değil siyasal bir hareketle yani siyasal İslamla mücadele etmeli; halkın İslamı’yla siyasal İslami biribirinden ayırmalı. Sol, halkın inancına saygı göstermeli, üretim ilişkilerinde ezilen-sömürülen, yani nesnel anlamda solda duran ama salt inancından dolayı sağ-sermaye siyasetlerinin yanında yer alan emekçilerle nasıl bir anlayışla, tarzla, dille buluşacağına dair düşünsel, politik-pratik çabalar geliştirmeli. Diğer yandan sol, gündelik yaşamın ve devletin dini hükümler etrafında örülmesini savunan dini sömürü, halkı uyutma, istismar aracı haline getiren, siyasal İslamcı kesimlere karşı tavizsiz bir mücadele yürütmelidir.

Latin Amerika’daki Hıristiyan Sosyalistlerle AKP ve HAS Parti’deki sosyalistlerin durumu benzer mi?

Hıristiyan Sosyalistler, dün de bugün de sosyalist. Sosyalistliklerinden vazgeçmiş değiller. Sosyalist devrimci bir mücadeleye kendilerini adamışlar. Kurtuluş Teolojisi adıyla Marksizm’den etkilenen bir hareket inşa etmişler. Tanrıya inanan devrimciler olarak, inanmayanlarla kader birliği içinde yeni sömürgeciliğe karşı savaşıyorlar. Uluslararası sermayenin ve yerli sömürücü sınıfların çıkarları uyarınca siyaset yapan AKP’de herhangi bir sosyalistin ne işi olabilir ki? Zaten şu an AKP’de olanlar eski sosyalist bile değil eski solcu. HAS Parti bugün zenginlerin İslamı’nı temsil eden AKP’ye karşı yoksulların İslamı’nı temsil etmeyi amaçlıyor. Ahlaklı kapitalizmden yana tutum alıyor. Ama kapitalizmin ahlakı ya da ahlaklısı olmaz. O yüzden bir sosyalistin tercihi ahlaklı kapitalizmden yana olamaz.

Kaynak: Radikal

NATO: Hedef Asya

NATO zirvesinden dünyanın ve özel olarak Türkiye’nin payına ne düştü? Rick Rozoff’un zirveden bir gün önce Global Research’te yayımlanan bu makalesi; “Demokratik uluslar birliği”, “ortak tartışmalarla biçimlenen kararlar”, “Türkiye’nin ağırlığını koyması” gibi mavallarla gürültüye getirilen bu zirvenin gerçek biçim ve içeriğine dair önemli veriler sunuyor...

Birinci küresel imparatorluğun sonuncu imparatoru Barack Obama; Kuzey Atlantik Paktı’nın (NATO) 27 üyesinin alkışlarını ve Afganistan’daki savaştan kıtalar arası füze kalkanı sistemine, Amerika’nın Avrupadaki taktik nükleer silahlarının devam eden mevzilenişinden Pantagon’un siber savaş planlarına ve gezegenin güneyinde ve doğusunda yayılmakta olan askeri görevlere katılmaya kadar bir dizi konuda sadakat beyanlarını almak için 19 Kasım’da Lizbon’da olacak.


NATO’nun “Avrupa ve Kuzey Amerika’daki demokratik devletlerin askeri ittifakı” olduğu mavalını sürdürmek için, önemsiz ayrıntılar üzerine yürütülecek üstünkörü ve şekli tartışmaları bir kenara bırakırsak; 26 Avrupa ulusunun, Kanada’nın ve Afganistan görevi için askeri katkıda bulunan çok sayıda diğer ülkenin bayrak ve flamaları, dünya gücü liderinin huzurlarında dalgalanacak.


Avrupa’yı kim birleştirdi?

En az 38 Avrupa ulusu, Afganistan-Pakistan’daki savaşı desteklemek için askeri eğitim sahaları ve aktarma merkezleri sağlamanın yanı sıra, savaşa NATO kapsamında birlikler yolladı. Avrupa, barışçıl ya da barışçıl olmayan yollarla en az bir yüzyıldır tasarlandığı gibi, birleşti. Ama bu Avrupa Birliği sayesinde olduğundan çok NATO bayrağı altında ve Afganistan’ın ölüm tarlalarında gerçekleşti. Avrupa’ya şimdi de yayılma öncesi eğitim sahası ve Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki askeri harekatlar için ileri operasyon üssü olma rolü verilmiş durumda.

Avrupa, Obama’nın ve bir bütün olarak emperyal metropoldeki yönetici elitin zaten kıta dışından yeni askeri partnerler aramakta olduğunu dikkate alarak hiç eleştirmeden ve sorgulamadan itaat edeceğini ortaya koydu. NATO Beşlisi’nin ABD dışındaki ülkeleri -Britanya, Almanya, Fransa ve İtalya (Britanya diğerlerinden daha çok, İtalya da az olmak üzere)- hariç, İttifak’ın ortakları Puerto Rico, Guam ve Kuzey Mariana Adaları gibi Amerikan toprakları ile aynı statüde tanınmakta ve aynı fonksiyonları üstlenmektedir: Canlı atış askeri eğitim ve askeri birlik, savaş uçağı ve savaş gemisi konuşlandırma için jeopolitik olarak uygun mekanlar.


Pax Romana değil Bellum Americanum

İki bin yıl önce Augustus’un Pax Romana’sı işgal edilmiş topraklara yollar ve limanlar, su kemerleri ve arklar, amfi-tiyatrolar ve kütüphaneler ve Aristo’dan Eshilo’ya Yunan yazarlarını taşımıştı. Bellum Americanum (Amerikan Savaşı) ise kölelerine ve haraçgüzarlarına askeri üsler, füze kalkanı bataryaları, Mc Donald’s’lar ve Lady Gaga yolluyor.

Obama, Lizbon’da NATO’sunu ve NATO ortaklığındaki yadımcılarını ve
foederatilerini*, küresel hakimiyetinden doğan bir ayrıcalığı ve adeti olduğu üzere ve selefi George W. Bush’un yakın zamanda yaptığı gibi, Afganistan’daki savaş için daha fazla para ve kan dökmek konusunda cimri davrandıkları için eleştirecek. Ama egemen kişiliğine yakışır biçimde yüce gönüllülük de göstererek, Avrupalı satraplarının** eğik başlarını okşayacak ve şöyle diyecektir: “Aferin, iyi ve sadık uşaklar. Bazı konularda sadakata gösterdiniz; ben de size birçok sorumluluklar vereceğim.”

NATO’nun çok halkalı Aşil kalkanları, ABD nükleer silahları, bir füze önleme sistemi ve bir siber savaş komutanlığı altına güvenle yerleştirilen Avrupa kıtasıyla birlikte, Washington henüz bütünüyle fethedilmemiş diyarlara doğru hareket ediyor.


Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Asya…

Afrika üç yaşındaki ABD Afrika Komutanlığı’na (AFRICOM) havale edildi ve kıtanın 54 ulusundan belki de yalnızca beşi (Eritre, Libya, Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti, Sudan ve Zimbabwe) Pentagon’la ikili askeri bağlar ve buna eşlik eden ABD-öncülüğündeki askeri tatbikatlar ve konuşlanmalar tuzağına düşmekten kaçındılar.

ABD aynı zamanda, Irak, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn, Amman, Katar ve Yemen’deki faaliyetleri ile Ortadoğu’daki askeri varlığını genişletti.


Washington iki yıl önce de Karayip Denizi, Orta ve Güney Amerika’ye yönelik faaliyetler yürüten Dördüncü Filo’yu yeniden aktifleştirdi. Buna ek olarak geçen yıl Honduras’ta gerçekleşen darbe ve bu Eylül’de Ekvador’da gündeme gelen darbe girişimi, ABD’nin Latin Amerika’daki gelişmelerin kendi doğal akışı içinde gitmesine izin vermeyeceğinin kanıtlarıdır.


ABD Asya-Pasifik bölgesinde askeri ittifakları ve konuşlanmaları ilerletme ve genişletmeye yönelik çabalarını yoğunlaştırdı, ancak hâlâ bir elin parmakları kadar da olsa Amerika’nın jeostratejik tasarımlarında bağımlı bir rolü kabullenmek istemeyen ülkeler var. Bu özelliği değişik derecelerde ve farklı bağlamlarda sergileyen ülkeler şunlar: Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore ve Burma (Myanmar). 2007’den beri, eski Sovyet cumhuriyetlerinde uygulanan “renkli devrim” modelini Burma ve İran’da uygulama girişimleri başarısız oldu, Kuzey Kore’ye yönelik “rejim değişikliği” planları da öyle; ve ne Çin ne de Rusya’da, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Moldova’daki bu sözde Gül, Turuncu, Lale ve Twitter devrimlerinin hemen uygulanabilmesi mümkün görünüyor. Rusya’ya karşı şu an uygulanmakta olan öncelikli teknik içerme yöntemi. Ancak Rusya sınırlarındaki ABD ve NATO askeri yığınağı azaltılmadan varlığını koruduğundan bunun da bir garantisi yok.


Asya’yı askerileştirmek

Geriye kalan askeri çaredir. ABD dış politikasının başındaki dörtlü (Başkan Obama, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Savunma Bakanı Robert Gates ve Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen) Kasım’ın ilk yarısında Asya-Pasifik bölgesini turladılar. On ülkeyi ziyaret ettiler: Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Vietnam, Kamboçya, Malezya, Avustralya, Yeni Zelanda, Papua Yeni Gine ve Tonga.
Clinton ve Gates farklı zamanlarda Malezya’dalardı ve her ikisi de 8 Kasım’da yıllık Avustralya-Birleşik Devletler Bakanlar Toplantısı (AUSMIN) için Melbourn’de Mullen’le buluştular. ABD genelkurmay başkanı bu toplantıda 21. yüzyılın “Pasifik yüzyılı” olacağını söyledi.[1]

Hindistan’da, Obama, Yeni Amerika Vakfı Silahlar ve Güvenlik İnisiyatifi Direktörü William Hartung’un ABD tarihindeki en büyük altıncı silah anlaşması olduğunu hesapladığı anlaşmayı ayarladı.[2]


Avustralya’da Gates ve Mullen, ABD askeri güçlerinin bazı Avustralya üslerine geçişine yönelik bir perde arkası sözleşmesi kotardı.


Bu arada Yeni Zelanda’da, Clinton, ev sahibi ülke nazarında 24 yıllık bir aradan sonra, tam bir üç taraflı müşterek savunma paktı olarak Avustralya, Yeni Zelanda, Birleşik Devletler (ANZUS) Güvenlik Paktı’nı yeniledi.


Japonya ABD’yi çağırıyor

13 Kasım’da Japon Başbakanı Naoto Kan, “Rusya ve Çin’le Tokyo arasındaki bir dizi uyuşmazlıkta kendilerini desteklediği için… Birleşik Devletlere teşekkür etti.”[3] Kan ‘destek’ derken, Clinton’un 27 Ekim’de, Senkaku/Diayou adaları konusunda Çin’le arasındaki uyuşmazlık karşısında ABD’nin Tokyo’ya askeri destek taahhüdünde bulunmaktan gurur duyacağı yönündeki açıklamasını ve beş gün sonra Clinton’un sözcüsü Philip Crowley’in Japonya toprağı olarak tanımladığı Kuril Adaları ile ilgili olarak Rusya’ya hakaret edişini ima ediyordu.

Japon devlet başkanı, Yokohama’daki Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi öncesindeki bir özel görüşmede “ABD Başkanı Barack Obama’dan Asya-Pasifik bölgesinde savunma teminatı istedi,” çünkü “Tokyo’nun Çin ve Rusya’yla teritoryal gerilimleri, Obama’ya bir çevirmen vasıtasıyla ‘ABD askeri varlığı yalnızca daha da önem kazanıyor’ diyen Kan açısından yüksek öncelikler haline geliyordu.”[5]


Kan, harfi harfine şunları söyledi:


“Japonya ve Birleşik Devletler olarak, pan-Pasifik ülkelerinin, APEC’in bu toplantısında, işbirliğimizi kuvvetlendirmeliyiz. Pekala bunu yapmak konusunda anlaştık. Japonya’nın Çin’le ve Rusya’yla olan ilişkilerinde, yakın zamanda bazı sorunlarla karşılaştık ve Birleşik Devletler Japonya’yı destekledi, bu nedenle de ona bu desteğinden dolayı takdirimi sundum.


“Bölge ülkelerinin güvenliği ve barış için, Birleşik Devletler’in varlığı ve ABD ordusunun varlığı, inanıyorum ki yalnızca giderek artan bir öneme sahip olmaktadır.”[6]


Obama da yanıt olarak, “Japonya’ya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi haline gelmesi için destek açıkladı ve ABD-Japonya günvelik ittifakını yeniden teyit etti.”


Obama aynı zamanda Kan’a ABD-Japonya ittifakının “Amerika’nın Asya Pasifik’teki stratejik yükümlülüğünün köşetaşı” olduğuna ve “Birleşik Devletlerin Japonya’nın savunması için taahhüdünün sarsılmaz” olduğuna dair söz verdi.


Bir ABD silahlı kuvvetler yayınına göre, “Obama’nın güvenlik ittifakının devamına yönelik desteği sürpriz olmazken, tam da Çin’in… Doğu Çin ve Güney Çin denizleri topraklara ilişkin iddiaları üzerine Japonya’da oluşan gerilimin üstüne denk geldi.”[7]


Pentagon Asya Pasifik’te

Beş aydan kısa bir süre içinde Pentagon Asya Pasifik sahası boyunca askeri varlığını hissedilir hale getirdi:

ABD Deniz Piyadeleri ve Donanması Doğu Timor’da 19-26 Haziran tarihlerinde Crocodile 10 Tatbikatı’na katıldı. Bu tatbikat, “silah ateşleme becerilerini, amfibi taarruz serilerini, cangıl eğitimini, uçuş operasyonlarını ve terk edilmiş bir hapishaneye yönelik helikopter baskınını” sergiledi ve “karmaşık bir askeri tatbikatın planlaması ve yürütülmesinde birlikte çalışmak için çokuluslu güçlere için bir olanak” sağladı.[8]


Ekim 2009’da Doğu Timor’da gerçekleştirilen askeri tatbikata 2500 ABD ve Avustralya askeri katıldı. Bu, ABD-Doğu Timor’un ilk birleşik askeri talimiydi.


Bu Temmuz’da ABD Komboçya’da Amerikan güçleriyle ve ev sahibi ülkeden, Britanya’dan, Fransa’dan, Almanya’dan, İtalya’dan, Avustralya’dan, Hindistan’dan, Endonezya’dan, Japonya’dan, Moğolistan’dan ve Filipinler’den birliklerle askeri talimler gerçekleştiren çokuluslu Angkor Sentinel 2010 kuvvetlerini yönetti.


Haziran sonu ve Temmuz’u kapsayan 40 gün boyunca, ABD, Pasifik Okyanusu’nda Hawaii çevresinde 32 gemi, beş denizaltı, 170’ten fazla uçak ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin dört dalının hepsinden ve Avustralya’dan, Kanada’dan, Şili’den, Kolombiya’dan, Fransa’dan, Endonezya’dan, Japonya’dan, Malezya’dan, Hollanda’dan, Peru’dan, Güney Kore’den, Singapur’dan ve Tayland’dan 20 bin askerin katıldığı Paisifik Ağzı (RIMPAC) 2010 savaş oyunlarını yönetti.


ABD 25-28 Temmuz tarihleri arasında da Güney Kore ile Japon Denizi / Doğu Denizi’nde nükleer balistik füze taşıyıcısı USS George Washington’ın da aralarında bulunduğu 20 savaş gemisinin, F22 Raptor hayalet uçaklarının da aralarında olduğu 200 savaş uçağının ve 8 bin askerin katıldığı savaş oyunlarını yönetti.


Bir sonraki ay ABD Pasifik Komutası ve ABD Pasifik Ordusu, Moğolistan’daki Han Macerası 2010 askeri tatbikatına nezaret etti. Aynı ay içinde Amerikan ve Britanya askerleri Kazakistan’daki Bozkır Kartalı 2010 NATO Barış Ortaklığı tatbikatını yönettiler.


Ağustos’un başında, USS George Washington ve USS John S. McCain destroyeri, Güney Çin Denizi’nde deniz manevralarını da içeren tarihin ilk ABD-Vietnam ortak askeri tatbikatını yönetti.


Bir haftadan daha kısa bir süre sonra ABD ve Güney Kore, Güney Kore topraklarında 30 bin ABD ve 50 bin Güney Kore askerinin katılımıyla bu yılki Ulchi Freedom Guardian askeri tatbikatına başladı.[9]


Eylül başında Washington ve Seul, Sarı Deniz’de bir anti-denizaltı savaş tatbikatı gerçekleştirdi.



Eylül sonunda da Hindistan askerleri, Habu Nag 2010 kod adıyla Doğu Çin Denizi’ndeki Okinawa adası kıyılarında gerçekleşen beşinci yıllık iki taraflı AD-Hindistan amfibi eğitim tatbikatı için ABD deniz kuvvetlerine ve denizcilerine katıldı.


Ekim’de ise en az 3 bin ABD askeri, Filipinler’deki dokuz günlük Amfibi Çıkarma Tatbikatı 2011’e katıldı. “Filipinler Silahlı Kuvvetleri ile birlikte yönetilen, iki taraflı eğitim tatbikatı, birlikte işlerliği geliştirmek, hazırlık derecesini yükseltmek ve iki ülke arasında profesyonel ilişkiler kurmaya devam etmek için tasarlandı.”[10]


Aynı ayın başlarında, ABD savaş gemileri ve askerleri, kuzeydoğu Avustralya’da, yerel basın tarafından “devasa savaş oyunları” diye tanımlanan Hamel Tatbikatı için 6 bin Avustralya askeri ve Yeni Zelanda’dan emsallerine katıldılar.[11]


Ekim ayında ayrıca, Güney Kore ilk kez olarak, ABD tarafından oluşturulan Nükleer Silahların Yayılmasına Karşı Güvenlik İnisiyatifi’nin 14 üyesiyle birlikte, ABD, Kanada, Fransa, Avustralya ve Japonya’dan gemilerin ve askeri personelin katıldığı bir çokuluslu askeri tatbikata ev sahipliği yaptı.


ABD deniz kuvvetleri 6 Kasım’da Singapur’da “kentsel eğitim tatbikatları yürüttü.” Bir ABD deniz piyade teğmeni “bir savaş ortamında tehlikeli alanları tanımlama üzerine kısa bir ders verdi” ve “buraları nişangahla ya da süpresif ateşle yalıtmak ve düşman topraklarında güvenli yerler ele geçirmenin önemi üzerine konuştu.”[2]


14 Kasım’da ABD ve Hindistan orduları Alaska’daki 14 günlük Yudh Abhyas 2010 askeri tatbikatını tamamladılar. Geçen yılın Yudh Abhyas’ı gelmiş geçmiş en büyük ABD-Hindistan askeri tatbikatı olarak nitelenmişti.


Amerika’dan 100 bin ve diğer NATO ülkelerinden de 50 bin asker Afganistan’daki on yıllık kolektif savaşlarında savaşıyor. ABD insansız hava araçlarıyla düzenlediği ölümcül füze saldırılarını tımandırıyor ve NATO da Pakistan’daki savaş helikopteri akınlarına hız veriyor.


Pentagon gerçekten de bu yüzyılın adını Asya-Pasifik yüzyılı koydu.


Çevirenin notu:

* Foderati: Roma döneminde, sınırları düşman saldırılarına karşı savunma koşuluyla yerleşmelerine izin verilen ve savaşlarda kendi liderlerinin komutası altında Roma ordusuna katılan kavimlere verilen ad.
** Satrap: Pers İmparatorluğu’nun ele geçirdiği topraklarda kurduğu, satraplık adı verilen eyaletlere atadığı valiler.

Dipnotlar:

1) ABD Savunma Bakanlığı, 7 Kasım 2010
2) Business Insider, 6 Kasım 2010
http://www.businessinsider.com/top-10-us-arms-deals-in-history-2010-11
....
Obama, Gates And Clinton In Asia: U.S. Expands Military Build-Up In The
East
Stop NATO, November 7, 2010
http://rickrozoff.wordpress.com/2010/11/07/obama-gates-and-clinton-in-asia-u-s-expands-military-build-up-in-the-east
3) Rusya Haber Ajansı Novosti, 13 Kasım 2010
4) ABD Ada Gerilimleri Üzerinden Japonya’yı Destekliyor, Çin’le ve Rusya’yla Karşı Karşıya geliyor (U.S. Supports Japan, Confronts China And Russia Over Island Disputes)
Stop NATO, 4 Kasım 2010
http://rickrozoff.wordpress.com/2010/11/04/u-s-supports-japan-confronts-china-and-russia-over-island-disputes
5) Deutsche Presse-Agentur, 13 Kasım 2010
6) Beyaz Saray, 13 Kasım 2010
Remarks by President Obama and Prime Minister Kan of Japan in
Statements to the Press in Yokohama, Japan
http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2010/11/13/remarks-president-obama-and-prime-minister-kan-japan-statements-press-yo
7) Stars and Stripes, 14 Kasım 2010
8) Avustralya Hükümeti Savunma Bakanlığı
24 Haziran 2010
9) ABD Çin Krizi: İhtilaf Sözlerinin Ötesinde (U.S.-China Crisis: Beyond Words To Confrontation)
Stop NATO, 17 Ağustos 2010
http://rickrozoff.wordpress.com/2010/08/17/part-ii-u-s-china-crisis-beyond-words-toward-confrontation
10) U.S. Marine Corps, 22 Ekim 2010
11) Australian Broadcasting Company, 4 Ekim 2010
12) U.S. Marine Corps, 9 Kasım 2010

[Globalresearch.ca adresindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]

Alçaklığın ve katilliğin iktidarı

Cumartesi yaşanan ve bir genç kızın, polis tekmeleriyle bebeğini düşürmesi olayı, kimileri için, klişe, “sözün bittiği yer” cümleciği ile tarif edilebilir. Ancak, söz bitmez, bitmemeli. Demokritos'un dediği gibi, “Söz, eylemin gölgesidir.” Eylem var oldukça, söz hep söylenecek; söz söylendikçe, eylem sürecektir.

“Turgut Özal'ın kışkırtmasıyla, yavaş yavaş Amerika, Silahlı Kuvvetler'den ürkmeye başladı. Bir alternatif yapmaya kalktılar. Silahlı Kuvvetler'in karşısına polisi dikmeye kalkıştılar. Bu, rahmetli Özal'ın projesiydi. Amerika ile beraber yaptıkları projeydi. Ben o zaman uyardım. Bakın sarımsağın karşısına soğanı dikiyorlar. Fethullah Hoca'yı da onun içine yerleştirdiler. 20-30 tane de Fethullahçı öğrenciyi Amerika'ya gönderip eğitim yaptırıp Polis Akademisi'nin içine hoca olarak sürdüler.”
ANAP'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan'ın, Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz'le görüşmesinde söylediği ve Ergenekon davasının ekleri arasına da konulan bu sözler, Nedim Şener'in, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat kitabında yer alıyor. Bu, bize, Emniyet’teki F-tipi yapılanmanın geçmişinin epeyce eskiye dayandığını ve “bugünlere kolay gelinmediğini” gösteriyor. Süreci, andığımız kitap, ayrıca Necip Hablemitoğlu'nun ve son olarak, Hanefi Avcı'nın yazdıkları sayesinde, kapsamlı biçimde öğrenmiş bulunuyoruz. Özal döneminden itibaren, Polis teşkilatının içinde, bu kadrolaşmaya direnen, Fethullahçıları deşifre ve tasfiye etmek isteyen, ve fakat, bunda muvaffak olamamak bir yana, kendi konumunu da kaybeden, birçok görevlinin olduğunu da, biliyoruz. Bunu, şunun için belirtme gereği duydum: Polis, artık, herhangi bir; içerisinde, dincinin, milliyetçinin, ulusalcının bulunduğu, devlet kurumu değil, ABD ve Cemaat işbirliği ile, yeniden yapılandırılan, sadece TSK'ye değil, “eski rejim”i temsil eden ve “başka türlü bir rejim” için mücadele veren her kesime karşıt bir “vurucu güç”tür. Yakın tarihte, bu durumu, Recep Bey somutlamış, “Polis, rejimin bekçisidir” diyerek, her şeyi özetlemişti. Hangi rejimin; elbette, dinciliğin ve piyasacılığın, tartışılmaz belirleyen olduğu, halkın, gericiliğe ve sömürüye mahkûm edildiği, buna en ufak bir itirazda bulunan herkesin, faşizmin gereğince, katlinin vacip sayıldığı bir rejim!

Bahsettiğim ve 12 Eylül'deki referandumla, hukuki dayanakları güçlendirilen, önümüzdeki seçimlerdeki olası bir zaferle de nihayet bulacak bu “yeni rejim”in inşası, son yıllarda, işin “öz”ünü kavrayamamış da olsalar, ulusalcılarca; ve işin “öz”ünü sadece bir bölümünün kavradığı sosyalistlerce üretilen, en azından nitelik anlamında, bizce önemi büyük bir muhalefetle karşılaştı. Bu vesile ile, AKP, niceliksel olarak geriletilememiş olsa da, toplumsal ve vicdani meşruiyetini yitirmiştir. Bu, bizim için, mücadelenin sürdürülmesi açısından, umut verici ve de teşvik edicidir. İşin, üniversiteler ve de gençlik ile ilgili kısmı ise, ayrıca önemlidir. Zira bizim ülkemiz, devrimci mücadelesinin en kitlesel ve meşru dönemine, tüm dünyayla birlikte, üniversitelilerin kavgamıza kazandırdığı ivme sayesinde tanık olmuştur; 60'ların sonlarından faşist darbeye dek. Bu, tesadüf değil, bu topraklara özgü bir durumun da, siyasete yansımasıdır. 1. Meşrutiyet'ten bu yana, elbette tüm tarihimizi kaplar; fakat, modern dönemden bahsediyorum, gençlik ayaktadır. İşte bu, son süreçte, soruşturmalar, gözaltılar, okuldan atmalar, işkenceler, tutuklamalar ile; sindirilmeye, geriletilmeye çalışılan öğrenci hareketinin; AKP'yi ürkütmesinin sebebidir. AKP, bu “tehlike”ye karşı, önlem olarak, okullardaki güvenlik görevlilerinin sayısını sürekli artırıyor, yandaş öğretim elemanlarını usulsüzce rektörlüğe atıyor, -sonuçta Gül de AKP'li- türbanı, eğitim-öğretimin bir parçası haline getirmeye çalışıyor, gericiliği kurumsallaştırıyor ve yasallaştırıyor, Fethullahçı polisleri de, gözetçi olarak öğrencilerin peşine takıyor. Ve fakat, görüldüğü üzere, yine de olmuyor; insanın olduğu her yerde, isyan da her daim yaşanıyor ve iktidarın tüm bu “oyun”unu bozmaya aday, memleketin her yerinden devrimci üniversiteliler, durmadan yola devam ediyor. İnsanın olduğu yerde, isyan da vardır dedik; fakat, ekleyelim, isyanla birlikte de, faşizm vardır. Bunu, pratik tezahürü ile söylüyorum, faşizm, sermayenin ve herhangi bir inanç sisteminin, bir sonucu veya biçimi değil, onların, varlıklarının yapısal özelliğidir.


Geçtiğimiz cumartesi günü, Recep Bey'in, Dolmabahçe Sarayı'nda, rektörler ile yapacağı toplantıyı protesto için, İstanbul'dan ve başka illerden, o alana ulaşmaya çabalayan öğrenciler, “yeni rejim”in polislerince üretilen, adeta bir linç girişimine maruz kaldılar. Ve dikkat edilirse, bu, sadece o güne özgü bir durum da değil. Evet, polis her zaman acımasızdır; fakat, bu Fethullahçı polisler, yapmaya zorunlu oldukları bir görevi yerine getirir gibi değil de, sanki, hayatlarındaki en değerli şeye zarar veren bir hırsıza, bir katile, bir tecavüzcüye vurur gibi vuruyorlar eylemcilere. Şimdi, birileri ulusalcılık eleştirisi falan çıkartmasın ama, sanki, Yunan askeri ile savaşıyor gibiler. İlk paragraftaki alıntı da, bunu anlatmak içindi aslında. Polisin bu kadar vahşileşmesinde, Cemaat şakirtliğinin etkisi hiç de az değil!


Olayların en trajik tarafı da, hepimizin tanık olduğu gibi, 19 yaşındaki bir eylemcinin, bebeğini kaybetmesi oldu. Yere düşen, kasıklarına tekmeler inerken, hamile olduğunu söyleyen; ancak, tepesindeki Allahsız, kitapsız polislerin insanlığa dair hiçbir olumlu özelliğe sahip olmadığından habersiz, burjuva yasalarınca bile tanınmış protesto hakkını kullanmak için orada bulunan, kelimenin öz anlamıyla, tamamen masum bir genç kızdan bahsediyoruz. Duyduğum günden beri elim, ayağım titriyor. Hani, hep “katil polis” diye slogan atarız ya, polisin katilliğini bir kez daha ispatlaması, bize her şeyden çok daha fazla acı veriyor. O güzel kardeşimin, yoldaşımın kasığına inen tekmeler, adeta kalbimde, yüzlerce kat çoğalarak patlıyor... Bu nasıl bir iştir? Parkta oturan gençleri, gözaltına aldığınız eylemcileri, sokak ortasında, ev baskınlarında militanları; çok öldürdünüz, biliyoruz, acıları hala yüreğimizde, hiç silinmedi. Ve fakat, bir bebek katilliğiniz kalmıştı; onu da yaptınız! Helal olsun size! Şunu da söyleyeyim: “Hamileyim, vurmayın” sözlerini duyduktan sonra, o polislerin, daha sert, daha çok tekme salladıklarından eminim; evet, fazlasıyla eminim!


Özellikle bu olay, günlerdir, burjuva medyasının gündeminde. Tüm köşeciler, tüm kadrolu tartışmacılar; hep bundan bahsediyorlar. Ancak, bir tanesinin bile, yaşananları konuşurken sesi titremiyor, gözleri dolmuyor. Katil polislerden zerrece farkları yok. Onlar için, ne de olsa, akılsız, deli bir solcu kızın bebeği ölen; annesi gibi solcu olurdu belki, fena mı, bir müstakbel devrim neferi, doğmadan öldü! Fikri Akyüz isimli, peş peşe mantıklı üç tane cümle kuramayan yazar müsveddesi, yumurtanın göze gelmesi durumunda, kör edebileceğinden bahsediyor, Ahmet Hakan'ın programında, iyi mi? Gözün çıksın senin!.. Recep Bey'in, AKP vekillerinin ne diyeceğini bekliyordu, olaya dair yorum yapmak için, yandaş medyanın elemanları. Daha kaşarları bunların, onların ne diyeceklerini bildikleri için, erkenden başladılar konuşmaya. Ve şimdi de susmuyorlar, kepazelikte yarışıyorlar birbirleriyle. Grup toplantısında, ne dedi Recep Bey, “Biz sizi çağırdık mı ki, geliyorsunuz? Eli taşlı, sopalı, molotoflu, yumurtalı; toplantıyı basmaya gelen gençlerle konuşmayız biz.” Biz bunlara boşuna Allahsız demiyoruz, hangi dinde yalan söylemek günah değil; o gün, kimin elinde vardı, o sayılan şeyler? İşte, kılavuzu Tayyip olanın, burnu b.ktan çıkmaz; bir göz atalım, Recep Bey'den önce ve sonra, kim ne demiş, kim, yağdanlık bonuslarını daha çok toplamış?


12 Eylül öncesinin katil faşist ülkücüleriyle beraber olan, Hatırla Sevgili'de, elinin kanını yıkamaya çalışan, karısını AKP'den vekil seçtiren, çakma liberal, Said Nursi hayranı, “patoloji uzmanı” Mümtaz'er Türköne diyor ki:
“Kimse duygu sömürüsü yapmasın. Bebeğini kaybeden genç hanım, polis dayağına maruz kalan gençler bizim çocuklarımız. Laf anlatamadığımız, söz dinletemediğimiz evlatlarımız. Zaten bu yüzden hadiseye bir patoloji olarak yaklaşmanız, sabırlı ve şefkatli davranmanız gerekiyor. Şiddet, vandalizm şeklinde sadistçe karşınıza çıktığı zaman sizi korkuya sevk edebilir. Veya mazoşizm şeklinde tezahür edip acıma duygularınızı harekete geçirebilir. Akıl sahiplerine düşen görev, o gençlerin yediği dayaktan sonra kimlerinin zafer duygusu yaşadığını ve benzer dramları tezgâhladığını fark etmek.” Emeğine, ekmeğine, ülkesine sahip çıkan bizler sadist, mazoşist, vandalist, patolojik; siz aklı başında, fikir sahibi, şefkatli adamlar, öyle mi? Bu şahsın tipini görmek bile yetiyor, nasıl bir patolojik kişiliğe sahip olduğunu anlamaya; şu cümlelere bakın hele, nasıl da çok önemli bir rol biçmiş kendine, pes!
Tüccar yazar Elif Şafak’ın kocası, Fethullah Gülen’den icazetli, yıllardır Soros’un vakfının ülkemizdeki şubesinin danışmanı, solcu değilim ama sol gazete çıkarıyorum diyen dengesiz, Eyüp Can: “Bildiri okumak, gösteri yapmak, protesto etmek en doğal demokratik hak. Peki ama yol kapatmak, arabalara saldırmak, camları indirmek, Başbakanlık Çalışma Ofisi’ni basmaya kalkışmak yasal ve demokratik bir hak mı?” Ne yiyip ne içiyor acaba bu adam, yoksa karısının anlattığı mistik saçmalıklarla mı kafa yapıyor; cumartesi günü hangisi yaşandı bu olayların, Yunanistan kanalı mı seyrediyorsun sen, foncu Fethullahçı!

Akif Beki’yi insan yerine koymuyor, Emre Aköz’e geçiyorum:
“Hamileydim, çocuğumu kaybettim, şeklindeki duygu sömürüsünü kimse yutmasın. Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada? Polis fiske dahi vurmasa... Slogan atmak, koşmak, yere düşme riski, yoğun adrenalin salgılamak bebek için yeteri kadar sakıncalı değil mi?” Doğru, karnında bebek taşıyan bir kadın, dikkatli olmalı, sağlığına çok önem göstermeli; ancak bu, senin gibilerin anlayabileceği bir şey değil ki! Niye o halde eyleme katılıyor bahsi geçen kardeşim; sizin iktidarınızda doğan bebekleri, yaşam değil ölüm bekliyor olduğu için! O bebeklerin sizler gibi onursuz olmaması için!

Evet, bu ülkenin basını budur. Abdullah Öcalan'dan ne zaman bahsetseler, bebek katili sıfatını kullananların, işte şimdi, bebekleri, çocukları, insanları ne kadar önemsedikleri, ortaya çıkmıştır; biz önemsemediklerini zaten biliyoruz da, bu kez bunu, kendileri, itiraf etmiştir. Buyurun, bebek katili, sizin Fethullahçı polislerinizdir, polisini savunan Emniyet yöneticileridir, o polisi “rejimin bekçisi” yapan başbakanınızdır, tüm üyeleri ile AKP'dir. Evet, polisten daha çok, bu sıfatı AKP hak etmektedir. Katil, öldürene, ölüme sebebiyet verene denir. Ama günümüzde, bu sıfat, sadece kan dökene değil, hayatı yaşanılır olmaktan çıkaranlar, insanların yaşamlarını çalanlar için de gayet uygundur. Yıllarca süren işsizlik nedeni ile, buna daha fazla dayanamayıp, intihar eden genç eğitimcilerin katili AKP değil mi? TEKEL eylemleri sürecinde, Ankara'da, trafik kazasında ölen Hamdullah Uysal'ın; üç kuruşa, taşerona çalışan ve göçüklerde hayata veda eden maden işçilerinin; yazları, harç ücretini ödemek için inşaatta çalışırken düşüp yaşamını yitiren Ömer Çetin'in; Metris'te işkence sonucu katledilen Engin Çeber'in; faşistlerin suikastına uğrayan Hrant Dink'in katili AKP değil mi?..
“Bile bile en kötü, en ahlaksızca davranışlarda bulunan, aşağılık, soysuz, namert, rezil, hain.” Anlamı bunlarla karşılanan sözcük, alçak. Peki, anlattığım katillik düzenine toz kondurmamak, onu sabah akşam kutsamak; bu sözcüğü kullanmayı zaruri hale getirmiyor mu? Burjuva medyasının, yukarıda andığımız veya anmadığımız yazarlarını, en iyi bu sıfat nitelemiyor mu?..

Biz, AKP'nin “yeni rejim”ine dair, onu açıklamak, kavramsallaştırmak için ciddi çabalar harcıyoruz, ve fakat, aslında, bu, bu kadardır. İçinde yaşamamız emredilen “yeni rejim”, alçaklık ve katillikten müteşekkildir. Bunun kısaltması da “AK”tır. Bu “AK”ın partisi, iktidarı, medyası; her bir şeyi vardır. Bunla ilgili, daha fazla söyleyecek şeyse, yoktur.


Cumartesi yaşanan ve bir genç kızın, polis tekmeleriyle bebeğini düşürmesi olayı, kimileri için, klişe, “sözün bittiği yer” cümleciği ile tarif edilebilir. Ancak, söz bitmez, bitmemeli. Demokritos'un dediği gibi, “Söz, eylemin gölgesidir.” Eylem var oldukça, söz hep söylenecek; söz söylendikçe, eylem sürecektir. Ol sebepten, son söz: Zafere kadar, daima!


alpererdik@mynet.com

AKP'nin yumurtayla imtihanı

“Yeter, çok konuştunuz! TV ekranlarını, billboardları, yüksek katlı çirkin binalarınızla kentlerimizi işgal ettiniz! Şimdi de üniversiteyi işgale geldiniz! Ama yeter! Burada sen susacaksın, biz konuşacağız! Nasıl konuşacağımıza da biz karar vereceğiz! Biz yumurtayla konuşmaya karar verdik! Sizinle sizin anladığınız dilden konuşmaya karar verdik! Üniversite sınırlarında bizim kurallarımıza göre oynayacaksın! Geliyorsan yumurtayı kafana yemeyi göze a-la-cak-sın! Sonra da tıpış tıpış gi-de-cek-sin!”

Onların derdi yumurta değil. Birilerinin karşı çıkmasına tahammül edemiyorlar. Konuşmaya çalışanın ağzını kapat, başını kaldıranı copla, çok yazarsa hapse at! AKP’nin “ileri demokrasi”sine hoş geldiniz! O kadar kudretlidir ki bu insanlar bir anda seni sahneden silip atacaklarına inanırlar ve inandırırlar. Yumurtayı biz keşfetmedik. 1700’lerden beri ezilenler, beğenmediği yöneticilere karşı kullanırlar. Bir nevi “ezilenlerin dili”dir yumurta. Ama biz AKP’nin o kudretli görünümünün arkasındaki zavallılığı “yumurta”nın nasıl da gözler önüne serdiğini keşfettik! Artık yumurta AKP’ye karşı üniversitesini savunan gençlerin “dili” olmuştur.


Kalem tutan eller, artık diğer elinde yumurta tutuyor. Güneşli havada şemsiyeyle dolaşmak zorunda bırakıyor AKP’lileri. Gülünçler değil mi? Sen ki bir ülkenin en üst kademe yöneticisisin ama yanında şemsiyeli korumalarla gezecek kadar da zavallısın!


Egemenleri bir korkudur sardı. Burhan Kuzu’yu protestoyu destekleyeninden karşı çıkanına kadar hepsi “yumurta atmayı” eleştirdi. Demokratik protestolarda yumurta kullanılmazmış diye buyurdu efendiler.


Orada bir dakika duracaklar! Nasıl protesto edeceğimizi onlardan öğrenmeyeceğiz! Amacımız da protesto etmek değil, amfilerden kovmak! Amacımız AKP’yi önce amfilerden, sonra bu ülkenin her bir köşesinden temizlemek. Kirlettiler her tarafı! Dillerinde ağızlarına yakışmayan “demokrasi”, “özgürlük” laflarıyla pis işlerinin üstünü örtmeye çalışırken kandırdıkları da oldu! Cemaatlerin kucağına attığı yoksullar da… Ama bizi kandıramadılar!


Korkuttukları, sindirdikleri oldu. Korkudan sessizce küfretti insanlar yıllarca. Dişini sıktı. Haksızlıkları gördükçe susmaya alıştı. Koca bir ülkeyi “onursuzlaştırmaya” giriştiler! Onlarca soruşturma, ceza ve dayakla sindirdiler. Ama bizi korkutamadılar!


Bu ülkenin onurlu genç erkek ve kadınlarını kandırmaya “ileri zeka”ları yetmedi. Bizi sindirmeye “İleri demokrasi” leri yetmedi. Gaflet içinde geldikleri SBF’de hak ettikleri karşılamayı kendilerine hazırladık. Yumurta şenliğimizin özel konuğu Burhan efendiydi. Faşizmin anayasasını “demokrasi” diye yutturmaya kalkan şarlatan “akademisyen”!


Daha vahşice saldırdıkları günlerin öfkesi geçmeden utanmadan geldi! Sırıtarak girdiği amfi hınca hınç doluydu. 500 kişi aynı anda yuhaladı önce. Sonra konfetiler patladı ve şenlik başladı. Yumurtanın sarısı kafasından akarken Kuzu’nun, canlı yayında izleyen milyonlarca insanın içinin yağları eridi. Milyonların sesi olduk. Dereleri satılan köylülerin, evleri yıkılan yoksulların, üniversiteye alınmayan yoksul gençlerin, saatlerce çalıştırılan güvencesiz işçilerin, okulları muhbir yuvasına dönen liselilerin, yok sayılan Kürtlerin, iki defa ezilen kadınların ve piyasanın kucağına terk edilmiş üniversitelerin öğrencilerinin! Ezilenlerin öfkesinin nerden çıkacağı belli olmuyor işte. Bir bakmışsın bir üniversitenin amfisinde patlayıveriyor halk düşmanlarının suratına!


4 Aralık’ta İstanbul’dan kovmaya çalıştıkları üniversitelileri karşısında görünce Burhan Kuzu’nun gözündeki korkuyu gördük.


Yumurtalar atılırkenki çaresizliğini gördük.


Şemsiyelerin arkasına sığınmış konuşmaya çalışırkenki acizliğini gördük.


Kuzu kuzu geldiği üniversiteden apar topar kaçışını gördük.


Bize benzemiyordu gidişi! İl sınırından kovmaya çalıştıkları üniversitelinin onurlu direnişine bakın, bir de Burhan Kuzu’nun kaçışına! Korkakça!


İnsanların evlerini alabilirsiniz. İnsanların cebindeki son kuruşu alabilirsiniz. İnsanların işini elinden alabilirsiniz. Ama insanların umutlarını yok etmeye çalışırsanız… İşte o zaman öfkesini katlarsınız! Eminiz ki 15 dakika içinde yok edilmeye çalışılan umutlar yeniden yeşerdi.


“Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” diyorlar. Bu birliği bozmaya çalışan gençler ilan ediliyoruz bir anda. Sizle değil ama bizim, bu ülkenin ezilenlerinin ihtiyaç duyduğu “birlik ve beraberlik” in esintisi bile tir tir titretiyor sizi korkudan. İftiralar art arda geliyor ama inandırıcı değiller! Bu ülke gençliğini, egemenlerin siyasetinin pisliğine zerre bulaşmamış gençliğini yaftalamaya çalışırken iyice saçmalıyorlar, kah “bölücü” ilan ediliyoruz, kah “darbeci”… Biz ilan edelim kendimizi :


Biz kolektifçiyiz! Üniversitesini, ülkesini AKP’ye bırakmamaya söz vermiş üniversitelileriz! Bugün sizi korkudan titreten, yarın sizi hak ettiğiniz yere, tarihin çöplüğüne gönderecek olan halkın haklı mücadelesinin en ön safında yer alan gençleriz.


Bir yumurtayla ülke sarsılır mı? Neden korkuyorlar bu kadar? Biz söyleyelim : Bir yumurta ülkeyi sarsmaz ama sarsılabilirliğini gösterir! Umudunu yitiren binlerce insana umut olur. Kafasını kuma gömenlerin gözlerini açar.


Şartlarımızı söyledik, yerine getirirlerse atmayacağız yumurta :


1)Tayyip efendi özür dileyecek üniversitelilerden!


2)Harçlar kaldırılacak!


Ama merak etmesinler, talepler gerçekleşinceye kadar daha atacak çok yumurtamız, tertipleyeceğimiz çok şenlik var! 


Öğrenci Kolektifleri 

Kurdistan Sendromu

Türkler Kurdistan’a neden Kurdistan demez?



Çocuğunuza sürekli yoğurtun siyah renkte olduğunu söylerseniz büyüyüp toplum içine çıktığında renk bulanımı yaşar. Aylar, yıllar boyunca siyah olan bir şeyin birdenbire nasıl beyaz oluverdiğine kafa çatlatır ve kafası şişer.


Şuan Türklerin yaşadığı biraz da bu; sıradan Türk insanı “Güneydoğu”nun birdenbire “Kurdistan” olmasına şaşırıp kalmış. Kavram bulanımı içinde devinip duruyor.


Mürekkep yalamamış, evine ekmek götürmekten başka eylemi olmamış sade Türk insanının durumu böyle. Onların yaşadığı hiçbir suçları olmadan bulaştırıldıkları psikolojik hastalıktır.


Bir de mürekkep yalayanlar, her şeyi bilenler var ya. Üstelik yarım yamalak demokrat olanlar. Ne işse onların da ağzından Kurdistan kelimesi çıkmıyor. Onların yaşadığı ise, laf aramızda, “Kurdistan sendromu”dur.


Çok boyutludur Kurdistan sendromu. Kamili bir tür etkiler, cahili başka tür.


“Türk demokratlığı” çizgisinden bir adım dışarı atıp sadece adam gibi demokrat olma sınırına yaklaşmış Türk aydınlarının ağırlıklı kesimi “desem mi, demesem mi” ikilemi içinde bocalanıp dururlar. Oysa aydınlığın, demokratlığın, bilim adamı olmanın tek ölçütü Galileo gibi idam öncesi “Bu yer küresi dönüyor ya” diyebilmektir. Ve de bir halk ozanının söylediği “Desem öldürürler, demesem ölürüm” mısrasına uyup sözünü söyleyerek ölmemeyi yeğlemek, öldürülmeye hazır olmaktır.


Nerede?...


Bir zamanlar yazıları ile beni kandıran Ahmet Altan’ı kastediyorum mesela. Başkaları da var. Beşikçi Hocamızın taş koyduğu yerlere baş koymasa da ayağının ucunu koyar diye düşünmüştüm bir aralar, yalanı yok. “Türk demokratlığı” sınırını aşma potansiyeli taşıdığına inanmıştım. Arkın suyu başka yerden gelirmiş meğerse.


Kimse, bin düzine Türk faşisti, yobazı, Kürd yalakası durup dururken sen de “namuslu bir Türk insanı” olmaya çalışan A.Altana’a taktın demesin, lütfen. Faşisti, yobazı, yalakayı Tanrıya havale ettik.

“Dostlarımızla” kendimiz baş etmeye çalışmalıyız. Ekmeği kulağına yiyen “kuyruklu Kürdler” faslı kapanalı yıllar oldu ama halen fil kulağında yattığımız zannediliyor.


“Kürd dostu olmak” öyle kolay mıdır? “TC yetmiş yıl boyunca Kürdleri ezmiştir” dedin mi, anında Kürd dostu oluyorsun? Ezmemiş midir? Bunu söylemekle insan olduğunu ispatlayabilirsin sadece, demokrat olduğunu, üstelik “Kurd dostu” olduğunu değil. On yıllar öncesi Kurdistan’ın sömürgeden öte bir statüye sokulduğunu basbas bağıran Beşikçi Hocamız ömrünün yarısını zindan parmaklıkları arasından gördüğü bir parça gökyüzünün maviliklerinde hakikat arayarak geçirdi.


Öyle bedavadan Kürd dostu olunmaz.


“PKK tehdidine” karşı Kürd Miroğlu’nu “savunmakla” da Kürdlerin yürekleri fethedilmez. Belki de kendini bilmez bir PKK’li Miroğlu’nu tehdit etmiştir. “Belki” diyorum çünkü Kürd ve Türk camiasında geliştirilen topyekûn “Miroğlu savunması” “belki”yi gerekli kılıyor… İnsan halidir, her gün milyonlarca insan birbirini tehdit eder. Bendeniz de birkaç kez PKK’liler tarafından tehdit edilmiştir. Ancak ben bunu basına yansıtmadım. Ne yaptım biliyor musunuz; beni tehdit edenleri tehdit ettim ve mesele bitti.

Belki de Miroğlu tehdit edilmiştir. Bu, “belki”dir ama “Miroğlu mağduriyeti” üzerinden PKK’ye ve de Kürdlere karşı psikolojik bir savaş yürütüldüğü ve bunun başını da “Taraf”ın çektiği aşikardır. Ve ne hazindir ki, bu savaşa kimi Kürd yurtseverlerini alet etmeyi de başardılar. Böyle Kürd dostluğu olmaz. Kürd dostları Kürdleri parçalamaya değil, bütünleştirmeye çalışmalıdır.


Kürd dostluğu öyle kolay olsaydı Beşikçi Hoca ömrünü zindanlarda geçirmezi. Sözlerimizden Kürd dostu olmak için illa da zindan yatmak gerekir anlamı çıkarılmasın. Kürd dostu olmak isteyen bir Türk aydını Beşikçi Hocayı sollamayı hedeflemelidir. Kürd dostu olmak için Kürdleri sevmek gerekir ve de Kürdlerin sevdiklerini. Kürdlerin arzularını arzulamak şarttır (!) Kürd dostu olmak için.


Kürdler Kurdistan istiyor mesela. En azından şimdilik Türk kardeşleri, dostları tarafından ülkelerine Kurdistan denilmesini istiyor!


Diye biliyorlar mı? Demek istiyorlar mı?


Mesela, Türkiye’nin baş demokratlarından A.Altan neden Kurdistan’a Kurdistan demiyor? Kurdistan, Kurdistan değil midir? Onlar ki, gerçeklerin peşinde. Kurdistan gerçeği, “ordu vesayeti” gerçeğinden basit midir? Onlar ki, Kürdlere yol gösterme telaşına girmiş “Kurd dostları”. Onlar ki, Kurdlerin nasıl davranması gerektiğini hiç çekinmeden vaaz eden Türk demokratları.


Önce ülkemin adını söyleyeceksiniz! Ve doğru söyleyeceksiniz; Kürdistan değil, Kurdistan. Bizler size kendi dilimizdeki gibi “Tirk”, ülkenize “Tirkiye” demiyoruz ki. Türk ve Türkiye diyoruz ve öyle yazıyoruz.


Bir de dost geçiniyorsunuz. Ülkemin adını bile talaffuz edemiyorsunuz.


Yanınıza üç beş sofra artığı ile besleneni alıp hep bizlere akıl öğretmeye, ders vermeye çalıştınız.


Öyleyse, eşitlikse, kardeşlikse sizler de bizden bir ders alın dostluk, kardeşlik hatırına. Birinci dersimiz şu olsun; KURDİSTAN. Bir kelimelik kolay bir ders. Beş on defa tekrarlarsanız, aklinize perçinlenir.


Bir de Kürdler tahsilsiz, yeteneksiz diyorsunuz. Baksanıza, bir dersi sadece bir kelime ile anlatabiliyoruz.

Derse ekler:

Google arama programında Türkçe, Kurdçe, İngilizce ve Rusça “Kurdistan” ve “Türkiye” sözlerinin istatistiği şöyledir:

Türkçe “Türkiye”: 64 500 000
Türkçe “Kürdistan”: 7 180 000

Kürdçe “Tirkiye”: 442 000
Kürdçe “Kurdistan: 6 830 000

İngilizce “Türkey” 364 000 000
İngilzce “Kurdistan” 7 180 000

Rusça “Турция”: 407 000 000
Rusça “Курдистан”: 1 030 000


Rakamlardan çıkan bazı Sonuçlar:

Türkiye bir devletin ismidir, BM tarafından kabul görmüş bir Kürdistan devleti yoktur. Üstelik Türkler “Kürdistan” kelimesini kullanmaktan ısrarla kaçmakta, birçok Kürd ise kendi ülkesinin adını telaffuz etmekten çekinmekte, korkmaktadır. Buna rağmen, Google’de 64 milyon “Türkiye” karşılığında 7 milyon “Kurdistan”ı görebiliyoruz.


En fazla “Türkiye” sözünü kullanan Ruslardır. Rus dilliler İnternet’te (Google istatistiğine göre) “Türkiye” sözünü Türk dillilerden 342 milyon defa fazla kullanmış. Türklerin kendileri “Türkiye” sözünü 64 milyon defa kullanmış sadece. “Türkiye” kelimesi geçen beş on Rus sitesini açıp bakıyorum; sevgi yok. İstihza, güvensizlik, aşağılama var genelde. “Kurdistan”ı hasıraltı edip başı kuma sokmakla değil. Bizim dışımızdakiler bizi görüyorlar.

Ve google bir de şunu anlatıyor; Kurdistan’ın adı Kurdistan’dır. Bölge-mölge değil, Güneydoğu-muneydoğu hiç değil.

Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

KCK Davası ve Kürtçe-2

KCK Davası’nın önemli yönü, tutukluların, duruşmalarda Kürtçe konuşmalarıdır. Gerek tutuklular, gerek tutuklu avukatları savunmaların Kürtçe yapılması konusunda mahkemeden isteklerde bulunmaktadır. Mahkeme ise bu istekleri kabul etmemekte, Kürtçe konuşmaları, savunmaları “anlaşılmayan bir dil”, “belli olmayan bir dil” olarak zapta geçirmektedir. Tutuklular, tutuklu avukatları, Kürtçe konuştuklarını, Kürtçe savunma yaptıklarını söylemekte, mahkeme ise, bunları, “anlaşılmayan bir dil”, “belli olmayan bir dil” diye kayıt yapmaktadır. Mahkemenin Kürtçe sözcüğünü kullanmamaya özen göstermesi dikkate değer bir durumdur. Bunun, Kürtleri ve Kürtçe’yi aşağılayan, horlayan, küçümseyen bir tutum olduğu açıktır. Bunun bile bile yapıldığı da besbellidir. Çünkü konuşulan dilin Kürtçe olduğunu tutuklular da avukatlar da ısrarla belirtmektedirler.


Mahkeme, yargıçlar, eğer İngilizce bilmiyorlarsa, İngilizce konuşmaları, savunmaları anlamamaları da doğaldır. O zaman duruşmalara usulüne göre tercüman çağrılmaktadır. Tercüman, savcının, yargıçların sözlerini tutuklulara, tutukluların sözlerini savcıya, yargıçlara tercüme etmektedir. KCK Davası’ndaysa, tercüman, savcı için, yargıçlar için gereklidir.


Yargı Yetkisinin Türk milletli Adına Kullanılması


Mahkeme, yargı yetkisini Türk milleti adına kullanmaktadır.1982 Anayasası’nın 9. maddesi, mahkemelerin yargı yetkisini Türk milleti adına kullandıklarını belirtmektedir. Bu hüküm 1961 Anayasası’nın 7. maddesinde yer almaktadır. Mahkemeler, gerekçeli kararlarına, “Türk milleti adına yargı yetkisinin kullanan mahkememiz…” diye başlamaktadır. Mahkemelerin tutumunu bu anayasa hükmü doğrultusunda değerlendirdiğimiz zaman, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan mahkeme, Türk milleti adına, Kürt halkının dilinin kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Türk milleti adına yargılama yapan mahkeme, Kürt diline, “bilinmeyen bir dil”, “anlaşılmayan bir dil” demektedir. Bütün bunlar, yargı organlarının, hala, inkarcı ve imhacı resmi görüşü savunduğu anlamına gelmektedir. Bunun hiçbir toplumsal meşruiyeti yoktur. Bu tutumlardan adalet çıkmayacağı besbellidir.


Son 25-26 yılda, Kürt toplumunda ve Türk toplumunda çok önemli değişmeler oldu. 1960’larda, 1970’lerde ve daha sonraları, Diyarbakır, Bitlis, Muş, Bingöl, Van, Siirt, Mardin, Doğubeyazıt, Malazgirt, Nusaybin, Kızıltepe gibi şehirlerde oturan Kürtler, genel olarak, Kürt olduklarını kabul etmezlerdi. Onlara göre Kürtler köylülerdi. Şehirlerde oturanlar onlara, Kurmanç derdi ve Kurmançlar şehirlerde oturanlar tarafından horlanır, aşağılanır ve küçümsenirlerdi. Kürt şehirlerinde oturanların kendilerini Kürt kabul etmelerinin şüphesiz başka nedenleri de vardı. Örneğin, Ermeni sorunuyla, tehcirle, soykırımla ilgili nedenler de vardı. Günümüzdeyse, şehirlerde oturan Kürtler de artık kendilerini Kürt kabul ediyorlar.

Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını, örneğin, anadille eğitim hakkını onlar da talep ediyorlar. Bunun, 1950’lere, 1960’lara, 70’lere göre çok önemli bir dönüşüm olduğu açıktır. Kürt şehirlerinde oturan Kürtlerin yeni nesilleri artık, Kürt milli taleplerini daha yoğun bir şekilde talep ediyorlar. Bunun bütün aileyi mücadelenin içine kattığı açıktır.

Son 25-26 yıllık mücadele sürecinde, kadınların, toplumsal yaşamda görünür hale geldikleri, siyasal mücadelede önemli bir rol aldıkları yine izlenen, gözlenen bir gerçekliktir.

1989 da Paris Kürt Enstitüsü’nün girişimiyle Paris’te toplanan uluslararası bir Kürt konferansına katıldılar diye yedi milletvekili partilerinden ihraç edilmişlerdi. Bu milletvekilleri Ahmet Türk, Mahmut Alınak, Adnan Ekmen, İbrahim Aksoy, Mehmet Ali Eren, Salih Sumer ve İsmail Hakkı Önal’dı. Bugün, Avrupa Birliği’nde, “AB, Türkiye, Kürtler” konulu, uluslar arası konferanslar düzenleniyor. Bu sene konferansların yedincisi düzenlendi. Bu konferanslara, milletvekilleri, yazarlar, gazeteciler herkes katılıyor. Bunun da, Kürt mücadelesinde ve Türk siyasal hayatında çok önemli bir gelişme olduğu çok açıktır.


1950’lerde, 1960’larda, 70’lerde, çok yoğun bir inkar vardı. İnkar düşüncesi ve anlayışı imhayı da içeriyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den, Kürdistan’dan söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordu. Kürt diye bir halk, Kürtçe diye bir dil kabul edilmiyordu. Kürtlerin aslının Türk, Kürtçe’nin aslının Türkçe olduğu vurgulanıyordu. Günümüzde artık bu tür söylemler çok geride kaldı. Mücadele sürecinde Kürtler de Kürtçe de fiili olarak kabul görüyor. Bu durum somut ilişkilerin kendini dayatması sonucu gerçekleşti. Ayrıca günde 24 saat yayın yapan Kürtçe TV, TV-Şeş var. Bütün bu gelişmelere rağmen, mahkemeler tarafından, Kürtçe için, “bilinmez bir dil”, ”anlaşılmayan bir dil” denmesi, Kürtçe denmemesi, inkarcı anlayışta direnilmesi dikkate değer bir durumdur. Yargıçlar, örneğin, Diyarbakır’da, çarşı-Pazar dolaşırken bile halkın, esnafın Kürtçe konuştuğunu fark eder. Bunlara rağmen inkarcı anlayışta diretmek insanı şaşırtıyor.


Toplumsal Meşruiyet


Toplumsal ve siyasal olaylarda, toplumsal meşruiyet elbette önemlidir. Yasalar, bir dilin konuşulmasını, yazılmasını, adının anılmasını yasaklayabilir. Beş general de 500 milletvekili de böyle bir yasağı yasalaştırabilir. Ama, bunun toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyeti yoktur. Çünkü bu yasaklar, ancak baskıyla, zorla kabul ettirilmeye çalışılır.


Kars’ta görülen ve 94 kişinin yargılandığı KCK davası’nda da durum aynıdır. Orada da tutuklular, Kürtçe konuşmuşlar ama, bu, tutanaklara Türkçe diye geçmiştir. Tutukluların ve avukatlarının itirazı üzerine de, “anlamadığımız bir dil” olarak geçmiştir. Burada ilgi çekici olan üzerinde düşünülmesi gereken durum şudur: Yargıçlar, anlamadıkları bir dili neden Türkçe diye zabıtlara geçiriyorlar? (www.rizgarionline, 25 Ekim 2010, Mahmut Alınak: Sözün hükmü kalmamıştır.)


Toplumsal meşruiyeti dikkate almak çok önemlidir. Ama, mahkemelerin toplumsal meşruiyeti hiçe saydıkları görülmektedir. Tutuklular, Kürt olduklarını, savunmalarını Kürtçe yapacaklarını söylüyorlar. Türk milleti adına yargılama yaptığının vurgulayam mahkemeler de, tutukluların, Kürtçe savunma yapamayacaklarını, Türkçe bildiklerini, Türkçe savunma yapmaları gerektiğini bildiriyor. Bu, ne anlama geliyor?



Hindistan İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar İngiliz sömürgesiydi. Hindistan 15 Ağustos 1947 de bağımsızlık kazandı..İngiliz sömürge yönetimi döneminde Hindistan’da adalet işleri nasıl yürütülüyordu? İngiliz sömürge yönetimi Hind diliyle savunmayı yasaklıyor muydu? Fransızlar Cezayir’de, Senegal’de, Portekiz’in, Gine Bissau, Angola ve Mozambik gibi sömürgelerinde, benzer bir yasak uygulanıyor muydu? İsrail Filistinli gerillaları yargılarken, İsrail milleri adına mı yargılıyor? Arap dilinin mahkemelerde konuşulmasını, bu dille savunma yapılmasını yasaklıyor mu?


Bir kişinin ve bir ulusun kimliğini belirleyen çeşitli unsurlar vardır. Ama bunlardan biri baskın özellikler taşır. Kimliğin baskı altında tutulan, baskılarla karşılaşan yönü, kimliği belirleyen esas yönü olmaktadır. Kürt olayında bu, şüphesiz dildir. Bu, hem Kürt bireyleri, hem de Kürt halkı için böyledir.


Burada Kürtçe konuşma, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan bir hakkıdır. Bu, İnsan olmanın insan olarak varolmanın gereği olan bir durumdur. Bu, İnsanın ruhsal ve bedensel varlığının bütünlüğüyle ilgilidir. Doğal bir durum, doğal bir haktır. “Türkçe biliyorlar, Türkçe konuşsunlar” dayatması, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını kabul etmemek anlamına gelir. Türk milletinin, Türk milleti adına yargılama yetkisi kullanan mahkemenin böyle bir hakkı, yetkisi var mıdır?

İsmail Beşikçi

KCK Davası ve Kürtçe-1

18 Ekim 2010 tarihinden itibaren, Diyarbakır’da, Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir dava görülmektedir. KCK/TM (Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi) davası. Bu davada, duruşmalarda, tutuklular, Kürtçe konuşmaya, Kürtçe savunma yapmaya çalışmakta, mahkeme de Kürtçe savunmaları kabul etmemektedir. Tutukluların, Kürtçe savunmada ısrarlı olmalarından, mahkemenin de bunu kabul etmemesinden dava tıkanmıştır. Tutuklular tarafından üst mahkemeye itiraz da yapılmıştır. Bu itirazda da mahkemenin Kürtçe savunmayı engelleme tutumu doğru bulunmuştur. Duruşma 13 Ocak 2011 tarihine ertelenmiştir.


Mahkemenin Kürtçe’yi bilinmeyen bir dil olarak algılaması, Kürtçe’yi tutanaklara böyle bir ifadeyle geçirmesi tutukluları, giderek bütün Kürtleri öfkelendirmiştir. Tutuklular, Kürtler, bu tutumu Kürtlere, Kürtçe’ye bilerek yapılan bir hakaret olarak değerlendirmekte, bu da mahkemeye güveni iyice sarsmakta, bu tutumdan adalet çıkmayacağı vurgulanmaktadır.


Duruşmalarda Kütçe konuşulması, Kürtçe savunma yapılması, Kürtçe savunmada ısrarlı olunması, bunun sivil itaatsızlık çerçevesinde değerlendirilmesi şüphesiz çok iyi bir gelişmedir. Ama tutukluların, “biz duruşmalarda Kürtçe savunma yapmak istiyoruz” diyerek mahkemeden izin istemesi kanımca doğru değil. Böyle Türkçe bir bildirimde bulunmadan Kürtçe savunma yapmak, Kürtçe konuşmak çok daha doğrudur. Bu konuda Vedat Aydın’ın tutumu çok daha ciddidir. Vedat Aydın, 1990 yılı sonlarında, Ankara’da toplanan İnsan Hakları Derneği Kongresi’nde şunları söylemişti. “Ben üniversite bitirdim. Türkçe’yi çok iyi biliyorum. Üstelik Türkçe öğretmeniyim. Ama ben bu insan hakları kongresinde anadilim Kürtçe’yle konuşacağım” Vedat Aydın bunları Kürtçe ifade etmiş, konuşmasını Kürtçe sürdürmüştü. Av. Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Av. Mustafa Özel, konuşmaları Türkçe’ye tercüme etmişti.

İkinci olarak, tutuklular, duruşmalarda, Kürtçe konuşma, Kürtçe savunma yapma hakkının Lozan Barış Anlaşması’ndan doğduğunu belirtmekte, buna dayandıklarını vurgulamaktadırlar. Bu tutumun çok daha büyük bir yanlış olduğunu düşünüyorum.


Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923 de imzalanmıştır. Antlaşma Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan bir antlaşmadır. 29 Ekim 1923 de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Lozan Barış Antlaşması’nın çok önemli bir yönü, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Lozan Barış Antlaşması, bölünmeyi, parçalanmayı ve paylaşılmayı garanti altına almıştır. Bu garanti, uluslar arası bir garantidir. Buysa Kürtlerin başına gelen çok büyük bir felakettir. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi beyninin dağılması gibi etki yaratan bir olaydır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde meydana gelen bu durumu çok yoğun bir şekilde eleştirmek gerekir. Kürtlerin, Kürtler için böylesine bölücü olan bu antlaşmayı eleştirecekleri yerde, bu antlaşmaya dayanarak hak talep etmeleri çok yanlıştır. Bu, o antlaşmaya meşruiyet vermek anlamına gelir. Kaldı ki mahkemelerde Kürtçe konuşmayı hak olarak algılamak da doğru değildir.


Kürtler, Kürtçe konuşmada elbette ısrarlı olmalı ama bu tutumlarını Lozan Barış Antlaşması’na dayanarak değil, toplumsal meşruiyeti dile getirerek sürdürmelidir. Devletin, Lozan Barış Antlaşmasını da zaten çiğnediğini söylemek, ancak, bu çerçevede ifade edildiği zaman bir anlam ifade edebilir. Bunun dışında, belki bunun kadar önemli olan bir durum daha var. Bu antlaşmanın 39/5 maddesinde, duruşmalarda Kürtçe konuşma hakkının verildiği, Kürtçe olarak yazılı savunma yapmanın, Kürtçe dilekçe verme hakkının olmadığı söyleniyor.


Prof. Dr. Baskın Oran, tutukluların ve tutuklu avukatlarının isteği üzerine hazırladığı bilimsel mütalaada bu durumu belirtmektedir. Baskın Hoca, “kendi dilini kullanma hakkı”, maddeye göre yalnızca sözlü olarak geçerlidir, yazılı olarak mümkün değildir, demektedir. 10 Ağustos 1920 tarihli, kadük olan Sevr Barış Antlaşması’ndaysa, md. 145/4 “ister yazılı ister sözlü olsun” denerek, mahkemede,”kendi dili”ni yazılı olarak da kullanmanın mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu bilimsel mütalaa, Kurtuluş Tayiz’in, ön açıklamasıyla, 3 Kasım 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanmıştır. (s. 9) Bu bilimsel mütalaa Taraf’ta, “Kürtçe’ye Lozan Kanıtları” başlığı altında yer almıştır.


“Hiçbir Türk vatandaşına, özel ilişkilerinde, ticarette, dinde, basında ya da her türlü yayında veya halka açık toplantılarda istediği dili serbestçe kullanmasını engelleyecek herhangi bir kısıtlama koyulmayacaktır…” Bu hüküm de Lozan Barış Antlaşması’nı 39. maddesinde yer almaktadır. Kürtlerin, çarşıda-pazarda Kürtçe konuştukları zaman, kelime başına üç-beş kuruş para cezasına çarptırıldıkları, bu cezanın anında tahsil edildiği 1930’larda, Lozan Barış Antlaşması’nın bu hükmü de yürürlükteydi. Daha doğrusu Lozan Barış Antlaşması’nın bu hükmüne rağmen Kürtler, Kürt köylüleri böylesine cezalarla karşılaşıyordu. Bu olgu bile bu barışın kimler için barış, kimler için esaret olduğunu göstermeye yeterlidir.


Resmi ideolojinin ürettiği bir bilgi var. “Yedi düvele karşı savaştık.” Dünyanın büyük devletleri bize düşmandı. Onlarla savaştık. Onları yendik. Bu bilgi doğru değil. Büyük Britanya’dan, Sovyetler Birliği’ne, Fransa’dan İtalya’ya bütün büyük devletler, Türkiye’den yanadır. Ama, “yedi düvel” in Kürtlere karşı olduğu çok açık bir gerçekliktir. Bu da karartılmış bir bilgidir, aydınlığa kavuşması hiç istenmeyen bir bilgidir. Bilimde doğruluğun ölçütü olgulardır. Türk Milli Mücadelesi döneminde, Kuvvayı Milliye’nin İngilizlerle, Fransızlarla, İtalyanlarla savaştıkları hiç görülmemiştir. Savaş Doğu’da Ermenilerle, Batı’da Yunanlılarla yapılan bir savaştır. “Ben Kürdistan kralıyım, beni Kürdistan kralı olarak tanı” diye İngilizlerle savaşan Şeyh Mahmud Berzenci’dir, Kürtlerdir. Bu emperyal güçlerle savaşan Kürtlere küçücük bir yardım yapmayan, yardım taleplerini duymazlıktan gelen, bu mektuplara cevap bile vermeyen Sovyetler Birliği yöneticileridir. Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması “yedi düvel”ün Kürt karşıtlığının en önemli göstergesidir. Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletler bu ilişkileri karanlıkta bırakmaya özen göstermektedirler. Bu ilişkileri aydınlığa kavuşturmak önemli bir görev olmalıdır..


Lozan Barış Antlaşması’nda bir tarafta Türkiye, karşı taraftaysa, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Yugoslavya vardı. Sovyetler Birliği, Ukrayna ve Gürcistan Boğazlar sorunu görüşülürken davet edilmişlerdi. Bulgaristan’ın temsilci gönderdiği konferansa ABD de gözlemci olarak katılmıştı.


Yukarıda, çarşıda-pazarda, ticarette, Kürt dilinin konuşulabileceğini, kullanılabileceğini belirten, Lozan Barış Konferansı’nın bir hükmünden söz edildi. Kürtler ve Kürtçe inkar edilirken, imha edilirken, Kürtçe konuşanlardan, konuştukları kelime başına para cezası alınırken, Konferansa taraf olan devletlerden hangisi Türkiye’yi eleştirdi, Kürtlerin doğal haklarını hatırlattı? Kaldı ki bunlar antlaşmanın tarafı olan devletlerdi, antlaşmanın garantör devletleriydi İç işlerine karışma endişesi olmadan, Kürtlerin doğal hakları konusunda hatırlatma da bulunabilirlerdi.


KCK/TM davası, önemli bir davadır. Böyle önemli bir davada, tutukluların, tutuklu avukatlarının sık sık tahliye talep etmeleri, kanımca doğru değildir. Tutukluların, tutuklu avukatlarının, devletin, hükümetin ve mahkemenin bu haksız tutumuna karşı tahliye talebinde bulunmayarak direnç göstermesi çok daha anlamlıdır.


Sivil İtaatsızlık



25 yıllık savaş sürecinde, köyler yakıldı, yıkıldı, temel geçim kaynakları tahrip edildi. Aileler yerlerini yurtlarını terke zorlandılar. Milyonlarca Kürt yerinden edildi. Ormanlar yakıldı. Hayvanlar, koyun sürüleri telef edildi. İnsanlar kaçırıldı, katledildi. Binlerce “faili meçhul” denen cinayet gerçekleşti. Bu sistematik cinayetlerin, faillerinin devlet olduğu, bizzat yetkililer tarafından da ifade edildi. Son 25 yılda bütün bu olaylar sistematik olarak yaşandı. Böyle bir ortamda, bazı Kürt şehirlerinin isimleri anılarak, “falanca şehrin kurtuluş günü kutlandı/ kutlanıyor…” haberleri neyi ifade ediyor? Diyelim, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kürt bölgeleri, yabancı güçlerin işgali altına girdi. Acaba, bu yabancı güç, Kürtlere karşı bu kadar, “faili meçhul” cinayet işler miydi? Bu kadar Kürt kırımı yapar mıydı? Bu yabancı güç, binlerce Kürt köyünü yakar-yıkar mıydı? Temel geçim kaynaklarını tahrip eder miydi? Milyonlarca Kürdü yerini-yurdunu, evini-barkını terke zorlar mıydı? Bütün bunların ötesinde, Kürtlerin dilini-kültürünü, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını inkar eder yasaklar mıydı?
O zaman bu “kurtuluş” günleri neyi ifade ediyor? Bu “kurtuluş” günlerine Kürtlerin de katılması neyi ifade ediyor? Burada kutlanacak bir durum var mı? Sivil itaatsızlık eylemlerinin bu konularda da gösterilmesi gerekmez mi? Ayrıca, şu da önemli bir konu değil midir? 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi Türk milli bayramları Kürtler için de bayram mıdır? Bu bayramlarda sergilenen silahların Kürtler için anlamı nedir? Newroz kutlamalarını devlet neden engellemeye çalışıyor? Sivil itaatsızlık eylemlerini çoğaltmak, demokratik mücadelenin önemli bir yöntemi olabilir.


Kürtlerde Milli Duygu…


KCK/TM davasında, tutukluların, mahkemede Kürtçe savunma yaptıklarını bu tutumlarını ısrarla sürdürdüklerini belirtmiştik. Barış ve Demokrasi Partisi bu tutumu geliştiren kararlar da aldı. BDP Kürtçe konuşmayı, Kürtçe’yi kullanmayı hayatın her alanına yaygınlaştırmalıyız, diyor. Örneğin, emniyetde, karakollarda, savcılıkta Kürtçe konuşacağız, diyor. Kişi olarak bunun da demokratik mücadeleyi geliştirecek bir tutum olduğunu düşünüyorum. Bu tutumun, Kürtlerde milli duyguyu geliştirecek bir tutum olduğu açıktır. Ama bugünlere kadar, Kürtlerde milli duygunun neden cılız kaldığının, bunun ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığının da dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Kürtlerde milli duygunu cılız kalmasının önemli bir nedeni, Kürtlerin, Kürt sorununu Türklerin aklıyla düşünüyor olmalarıdır.


Milli duygu derken neyi anlıyorum? Şöyle anlatabiliriz. Madame Curie’nin hayatını anlatan bir kitap var. Kitabı kızı Eva Curie hazırlamış. Madame Curie’ (1867-1934) nin ülkesi Lehistan (Polonya) tarihin belirli, dönemlerinde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış. 1795 yılında, Lehistan yine bir bölünmeyle parçalanmayla, paylaşılmayla karşılaşmış. Rus İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya (Alman İmparatorluğu) aralarında yaptıkları bir antlaşmayla, Lehistan Devleti’nin varlığını ortadan kaldırmışlar ve ülkeyi üçe bölmüşler… Madame Curie’nin doğup büyüdüğü şehir, Rus işgal bölgesi içinde kalmış. Madame Curie çocukluk yıllarını, 1870’lerin ortalarını ve sonlarını şöyle anlatıyor.


“Ruslar Lehçe dilimizi yasaklamışlardı. Derslerimiz Rusça’ydı. Rus subayları Lehçe yasaklarını denetlemek için okuldan eksik olmazlardı. Lehçe konuşmalarımız tesbit edildiği zaman çeşitli cezalara maruz kalırdık. Ama, çantalarımızın bir köşesinde, Lehçe kitaplarımız, Lehçe çalıştığımız defterlerimiz de olurdu. Bunları her zaman gizlemeye çalışırdık. Dersler arasında teneffüs verildiği zaman, öğretmen dersaneden çıktığı zaman, hemen Lehçe kitaplarımızı ve defterlerimizi açar onları çalışırdık. Bu sırada bütün arkadaşlar, o gece kendi evlerinde, kendi mahallelerinde, sokaklarında, komşularında olup bitenleri arkadaşlara anlatırlardı. Bu konuşmalar, tabii olarak kendi dilimizle yapılırdı. Dersanenin kapısında bir nöbetçi arkadaş olurdu. Öğretmenin dersaneye doğru geldiğini haber verdiğinde, Lehçe kitaplarımızı, defterlerimiz hemen toparlar, çantalarımızdaki, gizlemeye çalıştığımız yerlerine koyardık. Sabahleyin okula gelirken, okuldan eve dönerken, yolda her zaman Lehçe konuşurduk. Kendi dilimizden hiçbir zaman kopmadık. Hiçbir zaman Rusça’yı, isteyerek, zevkle konuşmadık.”


Eva Curie, annesinin çocukluk yıllarını,1870’leri, ailelerin, mahallelerin, sokakların Rus işgalcilerle ilişkisini, etraflı bir şekilde anlatıyor.


Milli duygudan anladığım budur. Kendi diline, kültürüne bağlılık, Kendi diline, kültürüne yapılan baskılara karşı durma. Kararlı bir şekilde, kendi dilini ve kültürünü yaşayarak bu baskıları geriletmeye çalışma… “Her türlü milliyetçilik kötüdür” diyerek Türk milliyetçiliğiyle Kürt milliyetçiliğini aynı kefeye koyanların tutumu insanı şaşırtıyor. Bu da herhalde, Türk milliyetçiliğine hizmet etmenin. Kürtlerin kafasını bulandırmanın değişik bir yolu olmalı. Kaldı ki Kürtler söz konusu olduğunda dile getirilen Türk milliyetçiliğine, milliyetçilik demek de doğru değildir. Bu, düpedüz ırkçılıktır, ayrımcılıktır.


Son bir-iki yılda önemli bir gelişme kaydetse de Kürtlerdeki milli duygunun cılız olduğunu belirtmek gerekir. Bir taraftan internasyonalizm, diğer taraftan ümmetçi internasyonalizm, Kürtleri bu en değerli salahtan mahrum bırakmıştır. Bu, Kürtlerin en büyük kaybıdır. Yeri doldurulamayacak bir kayıp…Kür aydınlarının, Kürt okumuşlarının bazı anlatımlarından bu zaafı izlemek mümkündür..


Kürt okumuşları, aydınları, önce, tek kelime Türkçe bilmeden, okula başladıklarını anlatıyorlar. Daha sonra, okulda, Kürtçe konuştukları zaman, Kürtçe bir söz sarfettikleri zaman, öğretmenin çeşitli cezalar verdiğini vurguluyorlar. Bu sırada, Kürtçe konuşan ailelerin, nasıl itilip kakalandığını, Kürtlerin, Kürtçe’nin nasıl horlandığını, aşağılandığını da anlatıyorlar. Daha sonra da konuşmasının, yazısının, söyleşisinin ileri bir bölümünde, bir muhabirin, “eserlerinizi neden Kürtçe yazmıyorsunuz ?”sorusuna karşılık, “Ben kardeş Türk halkının diline Türkçe’ye hayranım” diyorlar. Bu ifadeler, bu anlatımlar insanı şaşırtıyor. Bu kadar horlanmadan, aşağılanmadan, cezalardan sonra bu “hayranlık” nasıl oluşabiliyor?


Savaş dönemini hatırlayalım. Güvenlik güçleri köye baskın yapıyor. Kadın-erkek, çoluk-çocuk herkesi meydanda topluyor. “üç saate kadar/üç güne kadar köyü terk edin. Aksi halde evlerinizi, ahırlarınızı, ambarlarınızı içindekilerle birlikte yakacağız…” Sövgü ve aşağılama dolu, tehdit dolu sözler, cümleler de kullanıyor. Kürt kadınlarının, Kürt çocuklarının, duydukları ilk Türkçe sözcükler, belki de tehdit dolu, aşağılama ve horlama dolu bu cümleler, bu sözcükler oluyor. Böyle bir durumdan, bu tür ilişkilerden “hayranlık” nasıl üretilebiliyor? Burada bir zaaf var. Türk gibi olma, Türk’e yaranma zaafı… Bu tutumların eleştirisi gerekir. Bu eleştiriler Kürtlere güç katacaktır.


Bu aşamadan sonra, Kürtlerde milli duyguların daha çok gelişeceği kanısındayım. Kürtleri artık din duygularını geliştirerek irşad heyetleri yollayarak oyalamak, irşad heyetleriyle Kürtlerin aklını çelmek kolay olmayacaktır. Kürtlerin aklını artık, internasyonalizmle, ümmetçi internasyonalizmle bulandırmak da mümkün, kolay ve rahat olmayacaktır. Bu ilişkiler ağında, KCK/TM davası önemli bir dönüm noktası olabilir.


İsmail Beşikçi