13 Aralık 2010 Pazartesi

Alçaklığın ve katilliğin iktidarı

Cumartesi yaşanan ve bir genç kızın, polis tekmeleriyle bebeğini düşürmesi olayı, kimileri için, klişe, “sözün bittiği yer” cümleciği ile tarif edilebilir. Ancak, söz bitmez, bitmemeli. Demokritos'un dediği gibi, “Söz, eylemin gölgesidir.” Eylem var oldukça, söz hep söylenecek; söz söylendikçe, eylem sürecektir.

“Turgut Özal'ın kışkırtmasıyla, yavaş yavaş Amerika, Silahlı Kuvvetler'den ürkmeye başladı. Bir alternatif yapmaya kalktılar. Silahlı Kuvvetler'in karşısına polisi dikmeye kalkıştılar. Bu, rahmetli Özal'ın projesiydi. Amerika ile beraber yaptıkları projeydi. Ben o zaman uyardım. Bakın sarımsağın karşısına soğanı dikiyorlar. Fethullah Hoca'yı da onun içine yerleştirdiler. 20-30 tane de Fethullahçı öğrenciyi Amerika'ya gönderip eğitim yaptırıp Polis Akademisi'nin içine hoca olarak sürdüler.”
ANAP'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan'ın, Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz'le görüşmesinde söylediği ve Ergenekon davasının ekleri arasına da konulan bu sözler, Nedim Şener'in, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat kitabında yer alıyor. Bu, bize, Emniyet’teki F-tipi yapılanmanın geçmişinin epeyce eskiye dayandığını ve “bugünlere kolay gelinmediğini” gösteriyor. Süreci, andığımız kitap, ayrıca Necip Hablemitoğlu'nun ve son olarak, Hanefi Avcı'nın yazdıkları sayesinde, kapsamlı biçimde öğrenmiş bulunuyoruz. Özal döneminden itibaren, Polis teşkilatının içinde, bu kadrolaşmaya direnen, Fethullahçıları deşifre ve tasfiye etmek isteyen, ve fakat, bunda muvaffak olamamak bir yana, kendi konumunu da kaybeden, birçok görevlinin olduğunu da, biliyoruz. Bunu, şunun için belirtme gereği duydum: Polis, artık, herhangi bir; içerisinde, dincinin, milliyetçinin, ulusalcının bulunduğu, devlet kurumu değil, ABD ve Cemaat işbirliği ile, yeniden yapılandırılan, sadece TSK'ye değil, “eski rejim”i temsil eden ve “başka türlü bir rejim” için mücadele veren her kesime karşıt bir “vurucu güç”tür. Yakın tarihte, bu durumu, Recep Bey somutlamış, “Polis, rejimin bekçisidir” diyerek, her şeyi özetlemişti. Hangi rejimin; elbette, dinciliğin ve piyasacılığın, tartışılmaz belirleyen olduğu, halkın, gericiliğe ve sömürüye mahkûm edildiği, buna en ufak bir itirazda bulunan herkesin, faşizmin gereğince, katlinin vacip sayıldığı bir rejim!

Bahsettiğim ve 12 Eylül'deki referandumla, hukuki dayanakları güçlendirilen, önümüzdeki seçimlerdeki olası bir zaferle de nihayet bulacak bu “yeni rejim”in inşası, son yıllarda, işin “öz”ünü kavrayamamış da olsalar, ulusalcılarca; ve işin “öz”ünü sadece bir bölümünün kavradığı sosyalistlerce üretilen, en azından nitelik anlamında, bizce önemi büyük bir muhalefetle karşılaştı. Bu vesile ile, AKP, niceliksel olarak geriletilememiş olsa da, toplumsal ve vicdani meşruiyetini yitirmiştir. Bu, bizim için, mücadelenin sürdürülmesi açısından, umut verici ve de teşvik edicidir. İşin, üniversiteler ve de gençlik ile ilgili kısmı ise, ayrıca önemlidir. Zira bizim ülkemiz, devrimci mücadelesinin en kitlesel ve meşru dönemine, tüm dünyayla birlikte, üniversitelilerin kavgamıza kazandırdığı ivme sayesinde tanık olmuştur; 60'ların sonlarından faşist darbeye dek. Bu, tesadüf değil, bu topraklara özgü bir durumun da, siyasete yansımasıdır. 1. Meşrutiyet'ten bu yana, elbette tüm tarihimizi kaplar; fakat, modern dönemden bahsediyorum, gençlik ayaktadır. İşte bu, son süreçte, soruşturmalar, gözaltılar, okuldan atmalar, işkenceler, tutuklamalar ile; sindirilmeye, geriletilmeye çalışılan öğrenci hareketinin; AKP'yi ürkütmesinin sebebidir. AKP, bu “tehlike”ye karşı, önlem olarak, okullardaki güvenlik görevlilerinin sayısını sürekli artırıyor, yandaş öğretim elemanlarını usulsüzce rektörlüğe atıyor, -sonuçta Gül de AKP'li- türbanı, eğitim-öğretimin bir parçası haline getirmeye çalışıyor, gericiliği kurumsallaştırıyor ve yasallaştırıyor, Fethullahçı polisleri de, gözetçi olarak öğrencilerin peşine takıyor. Ve fakat, görüldüğü üzere, yine de olmuyor; insanın olduğu her yerde, isyan da her daim yaşanıyor ve iktidarın tüm bu “oyun”unu bozmaya aday, memleketin her yerinden devrimci üniversiteliler, durmadan yola devam ediyor. İnsanın olduğu yerde, isyan da vardır dedik; fakat, ekleyelim, isyanla birlikte de, faşizm vardır. Bunu, pratik tezahürü ile söylüyorum, faşizm, sermayenin ve herhangi bir inanç sisteminin, bir sonucu veya biçimi değil, onların, varlıklarının yapısal özelliğidir.


Geçtiğimiz cumartesi günü, Recep Bey'in, Dolmabahçe Sarayı'nda, rektörler ile yapacağı toplantıyı protesto için, İstanbul'dan ve başka illerden, o alana ulaşmaya çabalayan öğrenciler, “yeni rejim”in polislerince üretilen, adeta bir linç girişimine maruz kaldılar. Ve dikkat edilirse, bu, sadece o güne özgü bir durum da değil. Evet, polis her zaman acımasızdır; fakat, bu Fethullahçı polisler, yapmaya zorunlu oldukları bir görevi yerine getirir gibi değil de, sanki, hayatlarındaki en değerli şeye zarar veren bir hırsıza, bir katile, bir tecavüzcüye vurur gibi vuruyorlar eylemcilere. Şimdi, birileri ulusalcılık eleştirisi falan çıkartmasın ama, sanki, Yunan askeri ile savaşıyor gibiler. İlk paragraftaki alıntı da, bunu anlatmak içindi aslında. Polisin bu kadar vahşileşmesinde, Cemaat şakirtliğinin etkisi hiç de az değil!


Olayların en trajik tarafı da, hepimizin tanık olduğu gibi, 19 yaşındaki bir eylemcinin, bebeğini kaybetmesi oldu. Yere düşen, kasıklarına tekmeler inerken, hamile olduğunu söyleyen; ancak, tepesindeki Allahsız, kitapsız polislerin insanlığa dair hiçbir olumlu özelliğe sahip olmadığından habersiz, burjuva yasalarınca bile tanınmış protesto hakkını kullanmak için orada bulunan, kelimenin öz anlamıyla, tamamen masum bir genç kızdan bahsediyoruz. Duyduğum günden beri elim, ayağım titriyor. Hani, hep “katil polis” diye slogan atarız ya, polisin katilliğini bir kez daha ispatlaması, bize her şeyden çok daha fazla acı veriyor. O güzel kardeşimin, yoldaşımın kasığına inen tekmeler, adeta kalbimde, yüzlerce kat çoğalarak patlıyor... Bu nasıl bir iştir? Parkta oturan gençleri, gözaltına aldığınız eylemcileri, sokak ortasında, ev baskınlarında militanları; çok öldürdünüz, biliyoruz, acıları hala yüreğimizde, hiç silinmedi. Ve fakat, bir bebek katilliğiniz kalmıştı; onu da yaptınız! Helal olsun size! Şunu da söyleyeyim: “Hamileyim, vurmayın” sözlerini duyduktan sonra, o polislerin, daha sert, daha çok tekme salladıklarından eminim; evet, fazlasıyla eminim!


Özellikle bu olay, günlerdir, burjuva medyasının gündeminde. Tüm köşeciler, tüm kadrolu tartışmacılar; hep bundan bahsediyorlar. Ancak, bir tanesinin bile, yaşananları konuşurken sesi titremiyor, gözleri dolmuyor. Katil polislerden zerrece farkları yok. Onlar için, ne de olsa, akılsız, deli bir solcu kızın bebeği ölen; annesi gibi solcu olurdu belki, fena mı, bir müstakbel devrim neferi, doğmadan öldü! Fikri Akyüz isimli, peş peşe mantıklı üç tane cümle kuramayan yazar müsveddesi, yumurtanın göze gelmesi durumunda, kör edebileceğinden bahsediyor, Ahmet Hakan'ın programında, iyi mi? Gözün çıksın senin!.. Recep Bey'in, AKP vekillerinin ne diyeceğini bekliyordu, olaya dair yorum yapmak için, yandaş medyanın elemanları. Daha kaşarları bunların, onların ne diyeceklerini bildikleri için, erkenden başladılar konuşmaya. Ve şimdi de susmuyorlar, kepazelikte yarışıyorlar birbirleriyle. Grup toplantısında, ne dedi Recep Bey, “Biz sizi çağırdık mı ki, geliyorsunuz? Eli taşlı, sopalı, molotoflu, yumurtalı; toplantıyı basmaya gelen gençlerle konuşmayız biz.” Biz bunlara boşuna Allahsız demiyoruz, hangi dinde yalan söylemek günah değil; o gün, kimin elinde vardı, o sayılan şeyler? İşte, kılavuzu Tayyip olanın, burnu b.ktan çıkmaz; bir göz atalım, Recep Bey'den önce ve sonra, kim ne demiş, kim, yağdanlık bonuslarını daha çok toplamış?


12 Eylül öncesinin katil faşist ülkücüleriyle beraber olan, Hatırla Sevgili'de, elinin kanını yıkamaya çalışan, karısını AKP'den vekil seçtiren, çakma liberal, Said Nursi hayranı, “patoloji uzmanı” Mümtaz'er Türköne diyor ki:
“Kimse duygu sömürüsü yapmasın. Bebeğini kaybeden genç hanım, polis dayağına maruz kalan gençler bizim çocuklarımız. Laf anlatamadığımız, söz dinletemediğimiz evlatlarımız. Zaten bu yüzden hadiseye bir patoloji olarak yaklaşmanız, sabırlı ve şefkatli davranmanız gerekiyor. Şiddet, vandalizm şeklinde sadistçe karşınıza çıktığı zaman sizi korkuya sevk edebilir. Veya mazoşizm şeklinde tezahür edip acıma duygularınızı harekete geçirebilir. Akıl sahiplerine düşen görev, o gençlerin yediği dayaktan sonra kimlerinin zafer duygusu yaşadığını ve benzer dramları tezgâhladığını fark etmek.” Emeğine, ekmeğine, ülkesine sahip çıkan bizler sadist, mazoşist, vandalist, patolojik; siz aklı başında, fikir sahibi, şefkatli adamlar, öyle mi? Bu şahsın tipini görmek bile yetiyor, nasıl bir patolojik kişiliğe sahip olduğunu anlamaya; şu cümlelere bakın hele, nasıl da çok önemli bir rol biçmiş kendine, pes!
Tüccar yazar Elif Şafak’ın kocası, Fethullah Gülen’den icazetli, yıllardır Soros’un vakfının ülkemizdeki şubesinin danışmanı, solcu değilim ama sol gazete çıkarıyorum diyen dengesiz, Eyüp Can: “Bildiri okumak, gösteri yapmak, protesto etmek en doğal demokratik hak. Peki ama yol kapatmak, arabalara saldırmak, camları indirmek, Başbakanlık Çalışma Ofisi’ni basmaya kalkışmak yasal ve demokratik bir hak mı?” Ne yiyip ne içiyor acaba bu adam, yoksa karısının anlattığı mistik saçmalıklarla mı kafa yapıyor; cumartesi günü hangisi yaşandı bu olayların, Yunanistan kanalı mı seyrediyorsun sen, foncu Fethullahçı!

Akif Beki’yi insan yerine koymuyor, Emre Aköz’e geçiyorum:
“Hamileydim, çocuğumu kaybettim, şeklindeki duygu sömürüsünü kimse yutmasın. Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada? Polis fiske dahi vurmasa... Slogan atmak, koşmak, yere düşme riski, yoğun adrenalin salgılamak bebek için yeteri kadar sakıncalı değil mi?” Doğru, karnında bebek taşıyan bir kadın, dikkatli olmalı, sağlığına çok önem göstermeli; ancak bu, senin gibilerin anlayabileceği bir şey değil ki! Niye o halde eyleme katılıyor bahsi geçen kardeşim; sizin iktidarınızda doğan bebekleri, yaşam değil ölüm bekliyor olduğu için! O bebeklerin sizler gibi onursuz olmaması için!

Evet, bu ülkenin basını budur. Abdullah Öcalan'dan ne zaman bahsetseler, bebek katili sıfatını kullananların, işte şimdi, bebekleri, çocukları, insanları ne kadar önemsedikleri, ortaya çıkmıştır; biz önemsemediklerini zaten biliyoruz da, bu kez bunu, kendileri, itiraf etmiştir. Buyurun, bebek katili, sizin Fethullahçı polislerinizdir, polisini savunan Emniyet yöneticileridir, o polisi “rejimin bekçisi” yapan başbakanınızdır, tüm üyeleri ile AKP'dir. Evet, polisten daha çok, bu sıfatı AKP hak etmektedir. Katil, öldürene, ölüme sebebiyet verene denir. Ama günümüzde, bu sıfat, sadece kan dökene değil, hayatı yaşanılır olmaktan çıkaranlar, insanların yaşamlarını çalanlar için de gayet uygundur. Yıllarca süren işsizlik nedeni ile, buna daha fazla dayanamayıp, intihar eden genç eğitimcilerin katili AKP değil mi? TEKEL eylemleri sürecinde, Ankara'da, trafik kazasında ölen Hamdullah Uysal'ın; üç kuruşa, taşerona çalışan ve göçüklerde hayata veda eden maden işçilerinin; yazları, harç ücretini ödemek için inşaatta çalışırken düşüp yaşamını yitiren Ömer Çetin'in; Metris'te işkence sonucu katledilen Engin Çeber'in; faşistlerin suikastına uğrayan Hrant Dink'in katili AKP değil mi?..
“Bile bile en kötü, en ahlaksızca davranışlarda bulunan, aşağılık, soysuz, namert, rezil, hain.” Anlamı bunlarla karşılanan sözcük, alçak. Peki, anlattığım katillik düzenine toz kondurmamak, onu sabah akşam kutsamak; bu sözcüğü kullanmayı zaruri hale getirmiyor mu? Burjuva medyasının, yukarıda andığımız veya anmadığımız yazarlarını, en iyi bu sıfat nitelemiyor mu?..

Biz, AKP'nin “yeni rejim”ine dair, onu açıklamak, kavramsallaştırmak için ciddi çabalar harcıyoruz, ve fakat, aslında, bu, bu kadardır. İçinde yaşamamız emredilen “yeni rejim”, alçaklık ve katillikten müteşekkildir. Bunun kısaltması da “AK”tır. Bu “AK”ın partisi, iktidarı, medyası; her bir şeyi vardır. Bunla ilgili, daha fazla söyleyecek şeyse, yoktur.


Cumartesi yaşanan ve bir genç kızın, polis tekmeleriyle bebeğini düşürmesi olayı, kimileri için, klişe, “sözün bittiği yer” cümleciği ile tarif edilebilir. Ancak, söz bitmez, bitmemeli. Demokritos'un dediği gibi, “Söz, eylemin gölgesidir.” Eylem var oldukça, söz hep söylenecek; söz söylendikçe, eylem sürecektir. Ol sebepten, son söz: Zafere kadar, daima!


alpererdik@mynet.com

Hiç yorum yok: