13 Aralık 2010 Pazartesi

KCK Davası ve Kürtçe-2

KCK Davası’nın önemli yönü, tutukluların, duruşmalarda Kürtçe konuşmalarıdır. Gerek tutuklular, gerek tutuklu avukatları savunmaların Kürtçe yapılması konusunda mahkemeden isteklerde bulunmaktadır. Mahkeme ise bu istekleri kabul etmemekte, Kürtçe konuşmaları, savunmaları “anlaşılmayan bir dil”, “belli olmayan bir dil” olarak zapta geçirmektedir. Tutuklular, tutuklu avukatları, Kürtçe konuştuklarını, Kürtçe savunma yaptıklarını söylemekte, mahkeme ise, bunları, “anlaşılmayan bir dil”, “belli olmayan bir dil” diye kayıt yapmaktadır. Mahkemenin Kürtçe sözcüğünü kullanmamaya özen göstermesi dikkate değer bir durumdur. Bunun, Kürtleri ve Kürtçe’yi aşağılayan, horlayan, küçümseyen bir tutum olduğu açıktır. Bunun bile bile yapıldığı da besbellidir. Çünkü konuşulan dilin Kürtçe olduğunu tutuklular da avukatlar da ısrarla belirtmektedirler.


Mahkeme, yargıçlar, eğer İngilizce bilmiyorlarsa, İngilizce konuşmaları, savunmaları anlamamaları da doğaldır. O zaman duruşmalara usulüne göre tercüman çağrılmaktadır. Tercüman, savcının, yargıçların sözlerini tutuklulara, tutukluların sözlerini savcıya, yargıçlara tercüme etmektedir. KCK Davası’ndaysa, tercüman, savcı için, yargıçlar için gereklidir.


Yargı Yetkisinin Türk milletli Adına Kullanılması


Mahkeme, yargı yetkisini Türk milleti adına kullanmaktadır.1982 Anayasası’nın 9. maddesi, mahkemelerin yargı yetkisini Türk milleti adına kullandıklarını belirtmektedir. Bu hüküm 1961 Anayasası’nın 7. maddesinde yer almaktadır. Mahkemeler, gerekçeli kararlarına, “Türk milleti adına yargı yetkisinin kullanan mahkememiz…” diye başlamaktadır. Mahkemelerin tutumunu bu anayasa hükmü doğrultusunda değerlendirdiğimiz zaman, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan mahkeme, Türk milleti adına, Kürt halkının dilinin kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Türk milleti adına yargılama yapan mahkeme, Kürt diline, “bilinmeyen bir dil”, “anlaşılmayan bir dil” demektedir. Bütün bunlar, yargı organlarının, hala, inkarcı ve imhacı resmi görüşü savunduğu anlamına gelmektedir. Bunun hiçbir toplumsal meşruiyeti yoktur. Bu tutumlardan adalet çıkmayacağı besbellidir.


Son 25-26 yılda, Kürt toplumunda ve Türk toplumunda çok önemli değişmeler oldu. 1960’larda, 1970’lerde ve daha sonraları, Diyarbakır, Bitlis, Muş, Bingöl, Van, Siirt, Mardin, Doğubeyazıt, Malazgirt, Nusaybin, Kızıltepe gibi şehirlerde oturan Kürtler, genel olarak, Kürt olduklarını kabul etmezlerdi. Onlara göre Kürtler köylülerdi. Şehirlerde oturanlar onlara, Kurmanç derdi ve Kurmançlar şehirlerde oturanlar tarafından horlanır, aşağılanır ve küçümsenirlerdi. Kürt şehirlerinde oturanların kendilerini Kürt kabul etmelerinin şüphesiz başka nedenleri de vardı. Örneğin, Ermeni sorunuyla, tehcirle, soykırımla ilgili nedenler de vardı. Günümüzdeyse, şehirlerde oturan Kürtler de artık kendilerini Kürt kabul ediyorlar.

Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını, örneğin, anadille eğitim hakkını onlar da talep ediyorlar. Bunun, 1950’lere, 1960’lara, 70’lere göre çok önemli bir dönüşüm olduğu açıktır. Kürt şehirlerinde oturan Kürtlerin yeni nesilleri artık, Kürt milli taleplerini daha yoğun bir şekilde talep ediyorlar. Bunun bütün aileyi mücadelenin içine kattığı açıktır.

Son 25-26 yıllık mücadele sürecinde, kadınların, toplumsal yaşamda görünür hale geldikleri, siyasal mücadelede önemli bir rol aldıkları yine izlenen, gözlenen bir gerçekliktir.

1989 da Paris Kürt Enstitüsü’nün girişimiyle Paris’te toplanan uluslararası bir Kürt konferansına katıldılar diye yedi milletvekili partilerinden ihraç edilmişlerdi. Bu milletvekilleri Ahmet Türk, Mahmut Alınak, Adnan Ekmen, İbrahim Aksoy, Mehmet Ali Eren, Salih Sumer ve İsmail Hakkı Önal’dı. Bugün, Avrupa Birliği’nde, “AB, Türkiye, Kürtler” konulu, uluslar arası konferanslar düzenleniyor. Bu sene konferansların yedincisi düzenlendi. Bu konferanslara, milletvekilleri, yazarlar, gazeteciler herkes katılıyor. Bunun da, Kürt mücadelesinde ve Türk siyasal hayatında çok önemli bir gelişme olduğu çok açıktır.


1950’lerde, 1960’larda, 70’lerde, çok yoğun bir inkar vardı. İnkar düşüncesi ve anlayışı imhayı da içeriyordu. Kürtlerden, Kürtçe’den, Kürdistan’dan söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordu. Kürt diye bir halk, Kürtçe diye bir dil kabul edilmiyordu. Kürtlerin aslının Türk, Kürtçe’nin aslının Türkçe olduğu vurgulanıyordu. Günümüzde artık bu tür söylemler çok geride kaldı. Mücadele sürecinde Kürtler de Kürtçe de fiili olarak kabul görüyor. Bu durum somut ilişkilerin kendini dayatması sonucu gerçekleşti. Ayrıca günde 24 saat yayın yapan Kürtçe TV, TV-Şeş var. Bütün bu gelişmelere rağmen, mahkemeler tarafından, Kürtçe için, “bilinmez bir dil”, ”anlaşılmayan bir dil” denmesi, Kürtçe denmemesi, inkarcı anlayışta direnilmesi dikkate değer bir durumdur. Yargıçlar, örneğin, Diyarbakır’da, çarşı-Pazar dolaşırken bile halkın, esnafın Kürtçe konuştuğunu fark eder. Bunlara rağmen inkarcı anlayışta diretmek insanı şaşırtıyor.


Toplumsal Meşruiyet


Toplumsal ve siyasal olaylarda, toplumsal meşruiyet elbette önemlidir. Yasalar, bir dilin konuşulmasını, yazılmasını, adının anılmasını yasaklayabilir. Beş general de 500 milletvekili de böyle bir yasağı yasalaştırabilir. Ama, bunun toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyeti yoktur. Çünkü bu yasaklar, ancak baskıyla, zorla kabul ettirilmeye çalışılır.


Kars’ta görülen ve 94 kişinin yargılandığı KCK davası’nda da durum aynıdır. Orada da tutuklular, Kürtçe konuşmuşlar ama, bu, tutanaklara Türkçe diye geçmiştir. Tutukluların ve avukatlarının itirazı üzerine de, “anlamadığımız bir dil” olarak geçmiştir. Burada ilgi çekici olan üzerinde düşünülmesi gereken durum şudur: Yargıçlar, anlamadıkları bir dili neden Türkçe diye zabıtlara geçiriyorlar? (www.rizgarionline, 25 Ekim 2010, Mahmut Alınak: Sözün hükmü kalmamıştır.)


Toplumsal meşruiyeti dikkate almak çok önemlidir. Ama, mahkemelerin toplumsal meşruiyeti hiçe saydıkları görülmektedir. Tutuklular, Kürt olduklarını, savunmalarını Kürtçe yapacaklarını söylüyorlar. Türk milleti adına yargılama yaptığının vurgulayam mahkemeler de, tutukluların, Kürtçe savunma yapamayacaklarını, Türkçe bildiklerini, Türkçe savunma yapmaları gerektiğini bildiriyor. Bu, ne anlama geliyor?



Hindistan İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar İngiliz sömürgesiydi. Hindistan 15 Ağustos 1947 de bağımsızlık kazandı..İngiliz sömürge yönetimi döneminde Hindistan’da adalet işleri nasıl yürütülüyordu? İngiliz sömürge yönetimi Hind diliyle savunmayı yasaklıyor muydu? Fransızlar Cezayir’de, Senegal’de, Portekiz’in, Gine Bissau, Angola ve Mozambik gibi sömürgelerinde, benzer bir yasak uygulanıyor muydu? İsrail Filistinli gerillaları yargılarken, İsrail milleri adına mı yargılıyor? Arap dilinin mahkemelerde konuşulmasını, bu dille savunma yapılmasını yasaklıyor mu?


Bir kişinin ve bir ulusun kimliğini belirleyen çeşitli unsurlar vardır. Ama bunlardan biri baskın özellikler taşır. Kimliğin baskı altında tutulan, baskılarla karşılaşan yönü, kimliği belirleyen esas yönü olmaktadır. Kürt olayında bu, şüphesiz dildir. Bu, hem Kürt bireyleri, hem de Kürt halkı için böyledir.


Burada Kürtçe konuşma, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan bir hakkıdır. Bu, İnsan olmanın insan olarak varolmanın gereği olan bir durumdur. Bu, İnsanın ruhsal ve bedensel varlığının bütünlüğüyle ilgilidir. Doğal bir durum, doğal bir haktır. “Türkçe biliyorlar, Türkçe konuşsunlar” dayatması, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını kabul etmemek anlamına gelir. Türk milletinin, Türk milleti adına yargılama yetkisi kullanan mahkemenin böyle bir hakkı, yetkisi var mıdır?

İsmail Beşikçi

Hiç yorum yok: