16 Aralık 2012 Pazar

Serêkaniyê’de Anlaşma Sağlandı

Serêkaniyê - Çeteci gruplarının Serêkaniyê’ye saldırması ardından çeteci gruplar ile YPG güçleri arasında yaşanan çatışmalar TEV-DEM ve bölge ileri gelenlerinin arabuluculuğunda anlaşmayla sonuçlandı. Buna göre, tüm silahlı güçler kenti terkedecek ve kentten, kurulacak olan sivil bir meclis sorumlu olacak. Sınır kapıları da söz konusu meclisin kontrolünde olacak.
Serêkaniyê’de çeteci grupların 11 Aralık günü bir fırına saldırmasına Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) müdahalesiyle başlayan çatışmalar üzerine bazı Kürt ve Arap ileri gelenler ile Batı Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi (TEV-DEM) harekete geçerek arabuluculuk yaptı. Bunun üzerine çatışmalar dururken YPG, çözüm için ‘kente tüm halklardan oluşacak bir meclisin kurulması’ ile ‘kent içindeki tüm askeri kontrol noktalarının kaldırılması’ şartlarını tekrarladı.

Girişimler ardından kurulan heyetler arasında dün müzakere görüşmeleri başladı. Görüşme heyetlerine yakın kaynaklardan edinilen bilgilere göre taraflar, bölgenin sivil bir meclise devredilmesi konusunda anlaştı. Söz konusu meclis kurulana kadar ise çalışmalar geçici bir komite tarafından yürütülecek.

Edinilen bilgilere göre tarafların üzerinde anlaştıkları maddeler söyle:

1. Tüm silahlı gruplar kenti terk edecek ve kentten kurulacak olan sivil meclis sorumlu olacak.

2. Meclis kurulana kadar geçici bir komite oluşturulacak. Bu komitenin görevi meclis kurulana kadar bölgenin işlerini yürütmek olacak. Komite ayrıca sınır kapısı sorunu ve diğer tüm sorunların takipçisi olacak.


Bununla birlikte, sınır kapısının kontrolü sivil meclisin elinde olacak, sınırdaki görevliler de söz konusu meclis tarafından belirlenecek.
Serêkaniyê’de 19 Kasım’da başlayan ve 24 Kasıma kadar devam eden çatışmalarda ağır kayıplar veren çeteci grupların talebi üzerine görüşmeler başladı. Görüşmeler devam ederken, sorunların çözümü için bölgedeki Kürt, Arap ve diğer çevre ileri gelenlerinden oluşan bir heyet oluşturuldu. Yine Özgür Suriye Ordusu’na bağlı muhalifler de bir heyet oluştururken, söz konusu heyetler arasında görüşme planları yapıldı. Ancak çeteci gruplar 11 Aralık günü yeniden saldırıda bulunmaları üzerine söz konusu görüşmeler gerçekleştirilemedi.

11 Aralıkta başlayan çatışmalarda da ağır kayıplar veren çeteci gruplar yeniden ateşkes ve görüşme çağrısında bulunmuş, YPG, bunun için şartlarını açıklamıştı. Bu kez anlaşma ile sonuçlanan görüşmelerin gerçekleşmesinde Batı Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi’nin (TEV-DEM) önemli derecede rol aldı. 


ANF

Salih Müslim: Davutoğlu Sınırlarını Bilmeli

PYD Eşbaşkanı Salih Müslim
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerine yanıt veren PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, “Suriye’de oluşacak bir parlamentonun özgür olup olmayacağı kararını Davutoğlu veremez. Kendi sınırını bilmesi lazım. Davutoğlu önce kendi parlamentosuna, kendi parlamenterlerine saygılı olmayı öğrenmeli” dedi.

PYD Eşbaşkanı Salih Müslim Serêkaniyê’deki son durum ve Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına ilişkin Nuçe Tv gece yayınında Amed Dicle'nin sorularını yanıtladı.

Serêkaniyê’de Kürtlere saldıran çetelerin Türkiye destekli olduğunun altını çizen Müslim, “amaç Batı Kürdistan’ı istikrarsızlaştırmak, işgal etmektir. Kasım’daki çatışmalardan sonra bölgedeki kanaat önderleri devreye girerek ateşkes sağlanmasını istedi. Ateşkesin temel şartı kenti terk etmeleriydi. Ancak verdikleri söze bağlı kalmadılar ve tekrar saldırdılar. Çünkü bunlar kendi başlarına hareket eden gruplar değildir. Ateşkesten sonra Türk yetkililer onlarla toplantı yaparak yeniden saldırmalarını istedidiye konuştu.

Türkiye’nin söz konusu gruplara “sizi bir amaç için gönderdik o amaca göre hareket etmezseniz sizi desteklemeyiz” şeklinde baskı uyguladığını kaydeden Salih Müslim, “Peki bu gruplar kentten çıkmazsa” sorusuna da, “çıkmazsalar YPG gereğini yapacak, zaten yapıyor da. Bu grupların orayı terk etmesi gerek” şeklinde yanıt verdi.

Salih Müslim, Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Suriye’de Kürtlere federasyon kararını özgür parlamento verirse saygı duyarız” yönündeki beyanlarına ilişkin ise, “bir kere Suriye’de oluşacak bir parlamentonun özgür olup olmayacağı kararını Davutoğlu veremez. Bu kararı Suriye halkları verir. Davutoğlu kendi sınırını bilmesi lazım. Biz bu sözleri daha önce bazı muhaliflerden de duyduk. Demek ki bu tür belirlemeler belirli merkezlerde kurgulanıyor. Ayrıca Davutoğlu önce kendi parlamentosuna, kendi parlamenterlerine saygılı olmayı öğrenmeli. Kendi parlamentosuna saygılı olmayı bilmeyenler başka ülkelerin parlamentosuna da saygılı olmayı bilmezler” dedi. 


ANF

HPG: Uyuşturucu Ticareti Bizzat Bölgedeki Askeri Komutanlar ve Emniyet Yetkililerinin Onayı ve Bilgisi Dahilinde Yapılmaktadır

HPG Anakarargah Komutanlığı, Diyarbakır Valiliğinin, Diyarbakır’ın Lice ilçesinde ele geçirilen uyuşturucunun PKK’ye ait olduğu yönündeki iddiaları yalanlayarak, “Hareketimiz üzerine yıkılmaya çalışılan uyuşturucu ticareti suçlamaları tümüyle yalan olup bu ticaret bizzat bölgedeki askeri komutanlar ve emniyet yetkililerinin onayı ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır” dedi.

HPG Anakarargah Komutanlığı, Diyarbakır Valiliğinin, Diyarbakır’ın Lice ilçesinde ele geçirildiği ileri sürülen uyuşturucu ve söz konusu uyuşturucunun "PKK’ye ait olduğu" yönündeki iddialarla ilgili açıklamada bulundu.

“14 Aralık günü Amed Valiliği tarafından Lice ve çevre köylerinde jandarma tarafından yapılan operasyonlarda 21 ton uyuşturucu madde ele geçirildiği iddia edilmiştir” denilen HPG Anakarargahı açıklamasında bu iddiaların tümüyle yalan olduğu belirtildi.

“Türk özel savaş karargahı, Amed’in Lice ilçesinde ele geçirildiği iddia edilen uyuşturucu maddelerle hareketimiz arasında bağlantı kurmaya çalışmakta, hareketimizin uyuşturucu ticaretinden fayda sağladığı yönlü propagandalar yapmaktadır” denilen açıklamada devamla şu ifadelere yer verildi:

“Hareket olarak, ideolojik çizgi, yaşam tarzı ve ahlaki değerlerimize bağlılığımızın bir gereği olarak uyuşturucu ve ticaretiyle ilişkilenmek bir yana, bu tür faaliyetler ve faaliyet sahipleriyle sürekli mücadele içinde bulunduğumuz başta Kürdistan halkı olmak üzere tüm kamuoyu tarafından iyi bilinmektedir.

Hareketimiz üzerine yıkılmaya çalışılan uyuşturucu ticareti suçlamaları tümüyle yalan olup bu ticaret bizzat bölgedeki askeri komutanlar ve emniyet yetkililerinin onayı ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır.”


2000'LERDE YENİDEN ÖZENDİRİLDİ

Bölgede yapılan uyuşturucu ticaretine ilişkin bilgi veren bölge halkı, birçok karakol ve askeri üssün uyuşturucu ekimi, üretimi ve ticaretinde aktif rol aldıklarını belirtiyor. Lice merkezli örgütlendirilen uyuşturucu ticaretinin 2000’lerde köylere dönüş projeleriyle birlikte başladığına dikkat çeken yerel kaynaklar, uyuşturucu ekiminin özendirildiğini belirtiyor.

ÖRGÜTLEME VE PAZARLAMAYI SUBAYLAR YAPIYOR

Uyuşturucu ekiminin örgütlenmesini ve pazarlamasını komutan ve subayların yaptığı, korucuların ise pratik örgütlemeden sorumluğu olduğunu ifade eden kaynaklar, ekonomik sıkıntı çeken bilinçsiz kesimlerin “kolay para kazanın” adı altında özendirildiği, bir kere işin içine çekilen kişilerin ise kameraya alınarak daha sonra kendisine “kabul etmez ve devam etmezsen yirmi sene yatarsın” denilerek şantaj yapıldığını kaydediyorlar.

UYUŞTURUCU PAZARINDA AKTİF ROL ALAN KARAKOLLAR


Lice ve Lice’ye bağlı bazı köylerle, Kulp, Dicle ve Bingöl’ün Genç ilçesinde örgütlendirilen uyuşturucu ekim ve pazarlamasında aktif olarak yer alan kimi karakol ve üslerin isimleri ise şöyle:

Lice Motorize Tank Taburu, Qaxkê, Laver, Hezan, Angul, Hedîk karakolları ve Bilbilk hareket üssü, Dicle ilçesinde bulunan Şingirik karakolu ve Bingöl’ün Genç ilçesinde bulunan Bawan karakolu.

Bu karakol ve üslerin çoğunlu ovalık alanda bulunup jandarmanın operasyon düzenlediği ve uyuşturucu maddeleri ele geçirdiğini iddia ettiği köy ve yerleşim yerlerinin tümü bu ismi geçen karakolların çevresinde veya denetimleri altında yer alıyor.


Daha önceki yıllarda, özellikle 1990'larda uyuşturucu ve eroin ticaretinin nasıl Türk Ordusu, Korucular ve Polis tarafından panzerler, helikopterler ve tüm devlet olanakları kullanılarak Kürdistan üzerinden Avrupa'ya taşındığı defalarca basına yansımış ama üzeri yine devlet tarafından kapatılmaya çalışılmıştı. Özellikle Susurluk süreci bu tür kanıtların ortalığa saçıldığı bir dönem oldu. Devletin Kontrgerilla, JİTEM, Korucu ve Polis Örgütü tarafından bizzat örgütlenen dev uyusturucu ticareti Kürdistan'daki Kirli Savaşın finanse edilmesinde kullanılıyor.

ANF

Kürdistan'da Boynu Bükük, Ama Kral Tacı!


PERWER YAŞ


Berlin - 11 Ekim 1848 gecesi İstanbul-Beyoğlu'nda çıkan yangın mahalledeki yüzlerce evin yanmasına neden oldu. Yangın, Mekteb-i Tıbbiye'ye yani günümüzdeki adıyla İstanbul Tıp Fakültesi binasına da sıçramış, burayı küle çevirmişti. Yangında yok olan tıbbiyedeki arşiv aslında Osmanlı'nın bilim hafızasıydı. Yangında doğa tarihi koleksiyonları, kitaplık ve laboratuarlar büyük ölçüde harap oldu.

En çok zarar gören ise bir yıl önce 1844 yılında kurulan Mekteb’in Botanik Bahçesi ve herbaryumdu. Kurutulmuş bitki örneklerinin preslenerek saklandığı herbaryum dolaplarında neler yoktu ki; Anadolu, Mezopotamya ve İran'a uzanan geniş bir coğrafyada çiçekler, güller, bin bir çeşit bitki örnekleri.

İstanbul'daki botanik bahçesi ve herbaryumun kurucusu ise Alman bilim insanı Friedrich Wilhelm Noë'ydi. 1789 Berlin doğumlu Wilhelm Noë aslında eczacıydı. Ama doğa ve çiçek merakı onu Osmanlı'nın en büyük toplayıcılarından biri yapacaktı. 1858'de İstanbul'da vefat eden Wilhelm Noë, Anadolu'yu dolaşarak çiçek örnekleri topluyor, onları familya-tür ismi, toplandığı yükseklik-yere göre koleksiyonuna kayıt ediyordu.

1847, VAN GÖLÜ...

Friedrich Wilhelm Noë'nin yolu Beyoğlu yangınından bir yıl önce 1847'de Kürdistan'a da uğramıştı. Van gölünün güneyinde dolaşırken gördüğü laleler Wilhelm Noë'nin dikkatini çekmiş, onları Kürt coğrafyasından toplandığını belirterek koleksiyonuna not etmişti. Ters bakan bu laleler, Van'dan başlayıp Hakkari, oradan da Zagros dağlarına uzanan geniş bir coğrafyada, ortalama 1500 metreyi geçen bütün yüksekliklerde yetişiyordu.

Wilhelm Noë, bu lalelerin örneklerini aynı yıllarda onun gibi botanik bilimine merak sarmış İsviçreli bilim insanı Pierre Edmond Boissier'e gönderdi. Wilhelm Noë'nin topladığı örnekler hala Avrupa'nın birçok herbaryumunda bulunuyor. Van'da topladığı lale ise onun ölümünden bir yıl sonra, 1859'da "Fritillaria Kurdica" adı ve bulan kişi; "Boiss. & Noë" şeklinde doğa bilim literatürüne geçti.

Boissier ise Wilhelm Noë'den daha şanslıydı. Güney Avrupa'dan Afrika'ya, oradan Kafkasya ve İran'a kadar gitmiş, 6 binden fazla çiçek türünü kategorize ederek, dünya botanik bilimine büyük katkı sunmuştu. 1847 yılında Moskova'dan başlayıp Hazar gölü kıyısında tamamladığı gezisini ise 1860 yılında bastığı "Transkafkasya ve İran gezisinde topladığım bitkiler" kitabında anlattı. O kitapta Boissier'in not ettiği Kürt çiçekleri şunlardı:

Althea kurdica: Hazar gölü kıyısında genelde de ormanlık yerlerde yetişiyor. (Kayıt tarihi; Ağustos 1847). Veronica kurdica: İran'ın kuzey batısında yer alan 4 bin metre yüksekliğindeki Sabalan dağında bulundu. (Kayıt tarihi; Haziran 1847)

Ayrıca Boiss'in 1899'da isim verdiği bir başka çiçek de "Merendera kurdica" adıyla bilim dünyasında geçiyor. Hakkari'nin Uludere ve Şemdinli ilçelerinden başlayıp Güney Kürdistan'ın Rewanduz bölgesine kadar uzan coğrafyada, 1800 metreden başlayan yüksekliklerde bu çiçeğe rastlamak mümkün.

Ancak ne gariptir ki toplayıcıların notlarına rağmen, günümüzün bilim dünyası bu çiceklerin anavatanının Kürdistan olduğundan söz etmiyor. Çiçeklerin coğrafyasına ilişkin verilen bilgilerin Kürdistan'ı tarif ettiğini anlamaksa hiç de zor değil; Türkiye'nin güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi ve İran'ın batısı...

Halbuki Avrupa'nın Kürdistan'da yetişen çiçeklerle tanışması çok eskilere dayanıyor. İnsanlığın "çiçek aşkı" 16. yüzyılda keşiflerle başlamıştı. 1585-1702 yılları arasındaki "Hollanda Altın Çağı"nın vitrini ise baha biçilmez lalelerdi. Hatta kimi tarihçilere göre "ilk ekonomik kriz ve piyasalardaki 'spekülatif balon' lalelerden" dolayı çıkmıştı. 1634-1637 yılları arasında, "Lale Çılgınlığı" adı verilen bu dönemde lale soğanları bir ev veya bir gemi fiyatından daha pahallıya satılıyordu.

BRUEGHEL'İN TABLOSUNDA 130 ÇİÇEĞİN KRALI!

19. Yüzyılın sonunda Boiss ve Noë'nin adını verdiği "Fritillaria kurdica" laleler İran'ın kuzeyinden Hollanda'ya getiriliyordu. Laleler Avrupa'da "Kralın Tacı" adıyla satılıyordu. Aynı dönemdeki Osmanlı kayıtlarında ise lalenin adı "Tuğ-u şah" olarak geçiyor. Dönemin Hollandalı ünlü ressamı Jan Brueghel ise 1606/1607 yılları arasında çizdiği bir vazonun ortasına bu laleyi yerleştirmişti.

Şu an Avusturya'nın başkenti Viyana'daki tarih müzesinde bulunan, 93x73 cm boyutundaki gölgesiz tabloda Brueghel, vazoda 130 değişik çiçeği birlikte resim etmiş. Müzedeki çiçek tablolarını "Sanatta çiçeklerin pırıltısı" adlı katalog kitapta anlatan Dainel Uchtmann'a göre ise ressam Brueghel, bu lalenin Mezopotamya'dan geldiğinden habersizdi.

O yıllarda bu lale soğanın günümüz ekonomisiyle 100 bin Euro değerinde satıldığı hatırlatan Uchtmann "Laleler o kadar pahallıydı ki Brueghel'in bile bu laleleri gördüğünü sanmıyorum. Büyük ihtimalle o başka çizimlere bakarak bu tabloyu yaptı" diyor. Müzenin sanat tarihçisi Dainel Uchtmann ile ayrılırken, kitabını bize "Umarım Kürdistan Kral Tacının izini bulursunuz" sözleriyle imzalıyor.

Doğanın mı, yoksa duygularımızın dili midir? Belki de ikisinin. Kimi zaman hüzünlerimizi, kimi zaman üzüntümüzü, kimi zaman da sevincimizi anlatır. Milattan Sonra birinci yüzyılda yaşayan doğa bilimci Gaius Plinius Secundus tarihin ilk ansiklopedisi "Doğa Tarihi"nde "Doğa çiçeklerle sanat resmini gösterir; her an kaybolmaya hazır zenginliğini ve taze yüzünü bize hatırlatır" demişti.

Ralp Waldo Emerson'a göre ise "Çiçekler, yeryüzünün gülümsemesidir". Ancak Kürdistan'daki bu laleler "Gulxwîn" (Kanlı Gül) ya da "Guldexwîn" (kan içindeki gül), "Gultewandî- stû/Gerdenxwar, Nikûnser" (boynu bükük gül) veya "Ağlayan Gelin" olarak biliniyor. Bunun sırrı kim bilir belki yetiştikleri topraklardadır, Kürdistan'dadır...

Kaynaklar;

1- İstanbul Florası Araştırmaları (155-1965), Prof. Turhan Baytop, Eren Yayınları, İstanbul, 2002

2- Osmanlı Bilimi Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi yayınları, Cilt 11, Sayı 1-2, (2009-2010).

3- "Aufzaehlung der auf einer Reise durch Transkaukasien und Persien gesammelten Pflanzen in Gemeinschaft", Pierre Edmond Boissier, Moskova, 1860.

4- İsviçreli botanik tarihçisi Martyn Rix'in derlediği ve "www.fritillariaicones.com" sitesinde yer alan bilgiler.

5- "Blumenpracht in der Kunst", Daniel Uchtmann, Brandstätter Yayınları, Viyana, 2011.


ANF

15 Aralık 2012 Cumartesi

Taraf’ın 'Derin Misyonu' ve Türk Aydınının Hayal Kırıklığı

VEYSİ SARISÖZEN

 
BRÜKSEL - Taraf Gazetesi’nin kurucuları Ahmet Altan ve Yasemin Çongar, yazarlardan Murat Belge, Neşe Düzel geçtiğimiz gün istifa ettiler. Daha önce de 1 Mayıs 1977 katliamı ile ilgili tartışma nedeniyle bir grup yazar gazeteden ayrılmıştı. Bu son ayrılıkla birlikte Taraf Gazetesi, gelecekte yayınını sürdürecek olsa bile, artık “Taraf” gazetesi olmayacak.

Türkiye medyasında kendine özgü bir misyona sahip olan ve yakın dönem siyasal gelişmelerinde çok önemli bir rol oynayan gazete, fiilen tarihe karıştı.

Gelişmeleri yakından izlemeyenler için şaşırtıcı bir gelişme gibi görünen bu “final”, aslında beklenen ve hatta gecikmiş bir final. Gazetenin kuruluş “misyonu” çoktan tamamlanmıştı.

PLAN VE MİSYON

Taraf’ın “misyonu” neydi?

Taraf’ın misyonunu anlamak için, Amerikan-Türk Ortak Planına kısaca bakmak gerekir. O dönemde ortaya konan bu plan özetle şöyleydi: Artık dönemini doldurmuş olan “askeri vesayet rejimine” son vermek, Türkiye’yi Afganistan, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da öngörülen gelişmelere (şimdi anlaşılıyor ki, ‘Arap Baharına’ ve İran’a karşı savaşa) hazırlamak, bu amaçla “İhvan” muadili AKP’nin “Türk-İslam sentezine” dayalı egemenliğini güçlendirmek ve aynı zamanda yine bu öngörüyle bağlı olarak, “ılımlı-işbirlikçi Kürt” alternatifini bölgede desteklemek amacıyla, Kuzey Kürdistan’daki “radikal Kürt hareketini” tasfiye etmekti.

Taraf Gazetesinin “doğrudan” bu planın bir gereği olarak kurulduğunu söylemek için yeterli somut veriler elimizde olmamakla birlikte, bu gazete hangi “niyetle” kurulmuş olursa olsun, bu planın sahipleri Taraf Gazetesi’ni, ona “özgün bir misyon” yükleyerek, bu “misyon” sona erene kadar büyük bir destek verdiler. Ve büyük olasılıkla Ahmet Altan gibi demokrat insanlar, geçici olarak bu “misyona” hizmet eder duruma getirildiler.

Sözünü ettiğimiz Amerikan-Türk planında Fethullah Gülen cemaatinin büyük bir rolü olduğu çok açık. Amerikan servisleriyle içli dışlı olan ve dünya çapında muazzam bir “istihbarat volan kayışı” rolü oynayan bu cemaate yakın unsurlar, Taraf gazetesine yerleştirildi. Onlar, gazeteyi adım adım bu planın “militan medya dayanağı” haline getirmeyi başardılar.

EKLEMLENMEYE YOL AÇAN HATA

Gerçekte Ahmet Altan, Murat Belge gibi isimler, Taraf Gazetesinde, AKP’nin Avrupa Birliğine üye olma ve askeri vesayete son verme programına samimi olarak güvenerek çalıştılar. Nitekim onların AKP’yi destekledikleri ilk dönemde, AB yönünde kimi olumlu reformlar yapılmıştı ve AKP özellikle 27 Nisan muhtırasına karşı takındığı tutumla ve 27 Nisan muhtırasından birkaç gün sonra Ümraniye’de ele geçen “bombalarla” ilgili tutuklamalarla “askeri vesayet”i sona erdiren süreci başlatmıştı.

Bugün istifa eden aydınların asıl hatası AKP’yi “AB hedefi ve askeri veyasete son verme amacı” nedeniyle desteklemek değildi. Eğer onlar, bu desteği, Kürt sorununda demokratik çözüm koşuluna bağlamış olsaydılar, elbette “devrimci” bir çizgi izlemiş olmazlardı, ama kesinlikle “demokrat ve adına layık liberal” bir yönelim almış olurlardı.

Böyle olmadı. Ahmet Altan’ı ve onunla dayanışma içinde olanları ABD-Türkiye, AKP-Cemaat “planlarına” eklemleyen ve onları bugün AKP’nin izlediği “muhafazakar otoriter” siyasette “pay” sahibi yapan hata, gazetedeki “planın” gerçek uygulayıcılarının dayattığı çizgiye teslim olmalarıydı. Bu çizgi, “askeri vesayete son verme hedefini, Kürt sorununda çözümsüzlük hedefinden” kopartmaları ve adım adım gazeteyi militan bir PKK düşmanı yayın organı haline getirmeleriydi.

İşte bu büyük yanlış, bugün yaşanan istifaları, daha o günden kaçınılmaz kılmıştır.

Onlar, “askeri vesayete son verme hedefinin” kendiliğinden “demokrasiye” yol açacağını sandılar. Buna o kadar inandılar ki, “askeri vesayete son verildiğinde” demokrasi gelecek diye, AKP’nin Kürt özgürlük hareketine karşı yürüttüğü imha ve inkar siyasetine açıkça destek verdiler. Öyle ki, Taraf Gazetesi bir süre sonra, “vesayete son verme” mücadelesini, “çözümsüzlüğe son verme” mücadelesiyle birleştirmek yerine, tam tersini yaptı. “Ergenekon’a karşı mücadeleyi PKK’ye karşı mücadeleyle” birleştirdi. Bu gazete, kirli bir propagandaya yöneldi ve “Ergenekon ile PKK” arasında “bağ” icat eden yazılarla dolup taştı. "Alternatif Kürt hareketi" yaratmak için en kirli isimler gazetenin sayfalarında yer aldı. Gazete “PKK iki halkın düşmanıdır” manşetini attığı zaman, Taraf Gazetesi’nin “askeri vaseyete” karşı mücadelesinin hiçbir demokratik içeriği kalmamış oldu. Bu aynı zamanda Ahmet Altan ve arkadaşlarını nesnel olarak Amerikan-Türk, AKP-Cemaat planlarının bir parçası haline getirdi.
"DARBEYİ" KİM ÖNLEMİŞTİ?

Neden “askeri vesayete son verme” hedefi, bu hedef gerçekleştiğinde kendiliğinden demokratik bir sonuç veremezdi? Bugün artık bu sorunun yanıtı, Ahmet Altan ve arkadaşlarının da ağır biçimde eleştirdikleri AKP uygulamalarından kolayca anlaşılıyor. Ama o dönemlerde konu bu kadar aydınlık değildi.

Kürt sorununda çözümsüzlüğe radikal bir şekilde son verme hedefiyle birleştirilmedikçe, askeri vesayete son verme mücadelesi, bütün anti-militarist ve anti-bürokratik içeriğinden boşalmış oluyordu. Çünkü askeri vesayet rejimi aslında ömrünü doldurmuş, işlevini ve misyonunu tamamlamıştı. Çünkü uluslar arası durum değişmiş, soğuk savaş sona ermiş, Avrupa’nın bütün ülkelerinde “gladio” tipi örgütlenmeler tasfiye edilmiş, “askeri vesayet”in vurucu gücü “Ergenekon”a ise, PKK’ye karşı yürütülen savaş yüzünden “göz yumulmuştu”…Kürt halkının yere serdiği Türk Gladiosunun cenaze namazını, ABD AKP'ye kıldırma kararı almıştı.

Ne var ki, Türk gladiosu, dolayısı ile “vesayet güçleri”, yalnız misyonlarını doldurmakla kalmamıştı, onlara “göz yummak” da giderek imkansız hale gelmişti. Ergenekon’a PKK ile 1990 başındaki kirli savaş yüzünden göz yumanlar, sonuçta bu gücün Kürt özgürlük hareketi karşısında tam bir başarısızlığa uğradığını gördüler. Göz yummanın anlamı yoktu. Yalnız başarısızlığa da uğramakla kalmamıştı. Bu güç savaş boyunca dejenere olmuş, suça bulaşmış, uyuşturucu, kaçakçılık, fuhuş alanında mafyayla iç içe geçmişti.

ABD, “Ergenekoncuları”, onların kışkırttığı “darbecileri” asıl 2002 yılında “cezalandırma” kararı verdi. ABD’nin Irak’ı işgal planı gereği 1 Mart tezkeresiyle ilgili gelişmelerden söz ediyorum. Ordu, aslında 1 Mart tezkeresinin meclisten geçmesini istiyordu. Çünkü ABD ile birlikte Irak’a girecek olan ordu, orada Kürtlerin “fiilen var olan federal” kazanımlarını yok edecekti. Buna karşılık ordu, bir Müslüman ülkeye, ABD ile birlikte girme “sorumluluğunu” kendi üstüne almamak, bunu AKP’ye yıkarak, Hükümeti daha işbaşına geldiği günlerde zayıf düşürmek, İslami cephede bölünme yaratmak amacıyla, Meclisin toplanmasından bir gün önce yapılan MGK toplantısında Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e rağmen generaller bu konuda Hükümete “yazılı” bir destek vermeyi kabul etmemişlerdi. Ordunun bu “oyununa” karşı, AKP içinde bir grup vekil 1 Mart tezkeresinin geçmesini önlemişti. Bütün bunlar olurken, ABD’nin binlerce askeri İskenderun açıklarında birkaç ay beklemişti. ABD, ordunun “cezalandırılmasına” bu nedenle karar verdi…(Şimdi bu ordu, ABD, Almanya ve Hollanda’nın beşer yüz kişilik askerleri eşliğinde Türkiye’de konuşlanacak olan Patriot rampalarının önünde ‘ceza nöbeti’ tutacak…)

Türk Silahlı Kuvvetlerini, bölgede büyük “hedefler” için güçlü bir dayanak olarak kullanmak isteyen ABD ve NATO açısından ordunun bu durumu “kabul edilemez” hale gelmişti. Böyle bir orduyla Amerikan savaş planları birbirine ters düşüyordu. İşte ABD ve NATO çevrelerinde “Ergenekon” tasfiyesi bu nedenle karar altına alındı. Hükümete gerekli güvenceler verildi.
NATO "KOMUTANININ" İHBARI

Ne var ki, Ergenekon tasfiye edileceğini anlayınca, milyarlarca dolarlık maddi çıkarlarını ve varlıklarını korumak amacıyla, ordu içinde AKP’ye karşı “darbe” kışkırtmasına girişti. Öyle ki, o ana kadar NATO’nun ve ABD’nin “emir komutası” altında, “Sovyet tehlikesine” karşı örgütlenen bu güç birden bire “anti-Amerikan” sloganlarla harekete geçti. Böylece, ordunun “Ergenekon”la özdeş olmayan kesimleri de, hızla bunların dümen suyunda “darbe” hazırlığına başladı.

İşte bu durumda, ABD düğmeye bastı. Ordu “darbe” yapamayacağını kısa zamanda anladı. O nedenle, şimdi yargı önünde olan “darbe planları” hayata geçirilmeden çöpe atıldı. AKP herhangi bir darbe girişimini önlememişti. Ortada “plan” dışında hiçbir “girişim” ya da “teşebbüs”, hatta “teşebbüse hazırlık” bile yoktu. Yapılan planlar yıllar öncesinde “kadük” olmuştu. Büyükanıt, ordunun ağzına “bal” çalan 27 Nisan muhtırasını verdikten hemen sonra, “iyi” bir NATO “komutanı” olarak, Dolmabahçe’de “darbe” olmayacağını Başbakan’a temin etmiş ve bunun kanıtı olarak da, muhtemelen Hükümet’in Ergenekon’a karşı harekete geçmesini sağlayan bilgileri Başbakan’la paylaşmıştı. Ve bu görüşmeden on gün kadar sonra Ümraniye’deki bombaların ele geçmesiyle birlikte, darbecilerin ve Ergenekoncuların tasfiye süreci de başlamıştı.

Eğer bu tasfiye süreci, o yıllarda Kürt sorununda çözümsüzlüğe son verme mücadelesiyle birleştirilseydi, bu gerçek bir demokrasiye yol açacaktı. Ama “planda”, askeri vesayete son vermek varken, Kürt sorununda çözümsüzlüğe son vermek yoktu.

VESAYETLE SAVAŞTA TARAF

Bu tasfiyede Taraf’ın rolü şuydu: Ergenekon ve darbe hazırlıkları ile ilgili kamuoyunun hazırlanmasında yeni bir yayın organına ihtiyaç vardı. Çünkü AKP yanlısı İslamcı medyanın, daha sonra Taraf’ta yayınlanan “belgeleri” yayınlaması kamuoyunda hiçbir inandırıcılık taşımayacaktı. Hatta böyle yapılsaydı, bu belgelerin yayınlanması tam tersine orduda büyük infiale neden olacak, böylece Ergenekon ve darbenin tasfiyesi için var olan zemini bile daraltacaktı. Orduya karşı operasyonları merkez medya, örneğin Hürriyet grubu ve Cumhuriyet gibi gazetelerin desteklemesi de düşünülemezdi. Çünkü onlar darbeyi desteklemekteydi. Geriye yeni bir yayın organına ihtiyaç vardı; bu öyle bir yayın olmalıydı ki, laik çevreleri de, solu da etkilemeliydi. En azından onları “demokrasi” adına “nötralize” edebilmeli, onların karşısında “inandırıcı” olabilmeliydi. İşte Ahmet Altan, Murat Belge gibi ve pek çok sosyalist isim böyle bir işlev gördü. “Laik cephe” kısa zamanda Taraf’ın yayınlarıyla birlikte paralize oldu.
Bunun bir başka sonucu da, demokrat, sol ve sol liberal geniş çevrelerin hızla Kürt özgürlük hareketiyle dayanışma yerine, ona karşı tutum almasıydı. Aralarında Avrupa Birliği çevreleriyle yakın ilişki içinde olan aydınların Taraf çizgisine gelmesi, AB ülkelerindeki sol ve yeşil çevrelerinin zorluk çekmeden PKK’ye karşı, AKP’den yana tutum almasına da yardım etmişti. Böylece en başta yazdığımız “plan”ın bütün hedefleri Taraf Gazetesi tarafından başarıyla savunuldu ve bu hedeflere katkıda bulundu.

Gazete, “Ergenekon”cular ve “darbeciler” tutuklandıktan ve BDP’ye karşı üç yıl önce başlayan kitlesel “KCK” tutuklamalarından sonra AKP ve Cemaat açısından “misyonunu” tamamladı. Hüseyin Gülerce’nin “Artık AKP’nin liberallere ihtiyacı kalmadı” fetvasından sonra Taraf gazetesinin de “sonu” görünmüştü.

BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI VE SONUÇ

Ahmet Altan ve arkadaşları, AKP’nin gerçek yüzünü gördükten sonra, gazetede büyük bir öfkeyle AKP karşıtı kampanya başlatıp ve Kürt sorununda giderek eski çizgilerinin yerine daha “makul” bir yönelim almaya kalkınca, bu isimlere karşı hem AKP yanlısı medyada, hem de bizzat gazetenin içinde yıkıcı bir karşı kampanya örgütlendi. Bu kampanyanın Orhan Miroğlu ile başlaması, gazetede “alternatif Kürt” yaratma hayallerinin yıkımı oldu. Sonuçta Cemaat’e yakın Yıldıray Oğur ve benzerleri Ahmet Altan ve arkadaşlarını tasfiye ederek gazeteye el koyma tertiplerinde başarılı oldular. Şimdiki istifalar yaşandı.

Taraf Gazetesinin kısa tarihi, Türk demokrat aydınının hayal kırıklığı tarihi oldu.

Bu kısa tarihten çıkan biricik ders şudur: Türkiye’nin somut tarihsel koşullarında, Kürt sorununda doğru tutum almadıkça, hiçbir demokratik hedefe ulaşılamaz.

Zaten Ahmet Altan ve arkadaşları bu tarihsel dersin farkına vardıkları için Taraf macerasına son vermiş olmalıdırlar. Hiç değilse ben böyle sanıyorum…Zaman zaman kırıcı olma pahasına bu sonucun kaçınılmazlığı hakkında uyardığım bütün bu değerli insanların, Türkiye’nin demokrasi mücadelesine bundan sonra, asıl katkıyı yapacaklarını düşünüyorum.


ANF

13 Aralık 2012 Perşembe

Yüzlerce Çete Mensubu Türkiye'den Giriş Yaptı, YKK'den Çağrı


Serêkaniyê - Batı Kürdistan’ın Serêkaniyê kentinde Türkiye destekli 20 çeteci gruba mensup yüzlerce silahlı kişi ile YPG güçleri arasındaki çatışmalar sürerken, Yüksek Kürt Konseyi (YKK) bu grupları kenti derhal terk etmeye çağırdı. YKK, halkın güvenliği için bütün imkanların seferber edileceğini bildirdi.

Serêkaniyê’de Çarşamba gününden beri devam eden çatışmalara ilişkin yazılı bir açıklama yapan YKK, 11 Aralık’ta Hama’ya bağlı Alevi köyü Ekreb’de 160 kişinin öldüğü katliamı, Halep’teki Kürt mahallesinde 5 Kürt çocuğunun katledildiği top atışlarını ve cenaze konvoyuna yapılan saldırıları şiddetle kınadı.

Serêkaniyê halkı için “tam destek” mesajı veren YKK, çatışmaların durması için anlaşma yapılmasına rağmen bu kentte savaş çıkartılmak istendiğine işaret etti. Serêkaniyê’deki saldırıyı şiddetle kınayan YKK, çeteci gruplara şu çağrıda bulundu: “Bu gruplar derhal kenti ve çevresini terk etmeli. Sukünetin geri gelmesi için kentin yönetimi halka bırakılmalı. Göç edenler de kente geri dönmeli.”

Serêkaniyê dolaylarındaki bütün çevrelere seslenerek, halklar arası kardeşliğe zarar veren bu yabancı güçlere karşı mücadele çağrısı yapan YKK, bölge halklarından güvenlik ve sükunet için güçlerini birleştirmesini istedi.

Açıklamada Katar’da kurulan Suriye Ulusal Koalisyonu ve Suriye muhalif güçlerine de, halkların kardeşliğine zarar veren bu çatışmalı duruma acilen müdahale çağrısında bulundu. YKK, Koalisyondan yaşanan saldırılar karşısında tavrını netleştirmesini istedi.

EN AZ 25 ÇETE MENSUBU ÖLDÜRÜLDÜ

Öte yandan Rudaw’a konuşan Yüksek Kürt Konseyi İlham Ahmed, yaklaşık 500 silahlı çete mensubunun bugün Türkiye üzerinden Serêkaniyê’ye girdiğini belirtirken, çatışmaların sürdüğü bilgisini verdi. Ehmed, en az 25 çete mensubunun öldürüldüğü ve bir YPG savaşçısının hayatını kaybettiğini belirtti.

Çarşamba günü saat 13.00’ten bu yana saldırılar nedeniyle çatışmalar yaşanıyor. Bugün sabah saatlerinde çatışmalar yeniden şiddetlendi. Alınan bilgilere göre saldırılara katılan çeteci gruplar şöyle:

Ketiba Enwar El Haq, Liwa Ehfad El Resul, Rakka Askeri Devrim Konseyi, Ketiba El Faruk, Ketiba Dire El Cezîre, Şeyh İslam El Tumeyme, Ketiba Ali Bin Abi Talib, Ketiba El Alahu Ekber, Tabura Mergada, Rakka Devrim Güvenliği Ofisi, Guraba El Şam, El Adiyat Taburu, El Ebrar Taburu, Şedadi Taburu, Ehrar Xwêran (Heran) Taburu, Cind El Heremeyn Tümeni, Dir El Şemal Taburu, Cindullah, Mendic ve Cerablus Kahramanları, Ehrar El Tewaif Taburu.

Çatışmaların Mehet ve Ebra mahalleleri ile Heseke yolu üzerinde yoğunlaştığı öğrenildi. Alınan bilgilere göre Haseke tarafından gelen gruplar, Til Ziyab Köyü’nün yardımı ile Eloka Rojhilat köyü ile Ezidi Kürtlerin yaşadığı Çapa köyüne geçti. Gruplar bu hatta üzerinden geldikten sonra Eloka Rojhilat köyü yakınındaki YPG kontrol noktasına saldırıda bulundu.

TÜRK BAYRAKLARI VE BİLGİSYARLAR ELE GEÇİRİLDİ

YPG güçleri Ehrar Heran ile Dera Zor isimli grubun Askeri Meclisi tarafından üs olarak kullandığı iki eve girdi. Kürt savaşçılar bu evlerde Türkiye bayrakları ve iki bilgisayar ele geçirdi. Tel Xelef (Tel Halaf) ile Türkiye tarafından da gruplara takviye yapıldığı ve Türkiye tarafından zaman zaman top atışları yapıldığı bildirildi.

YPG yaptığı açıklamada, Çarşamba günü bir ekmek fırını etrafında çatışmaların yaşandığını belirtirken dünkü çatışmalara ilişkin şu detayları verdi: “Güçlerimiz grubu uzaklaştırmak istedi. Ancak grup ateş açtı ve çatışmalar başladı. Bu noktadaki çatışmalarda 7 saldırgan öldürüldü. Çatışmalar kentin farklı noktalarında geç saatlere kadar sürdü. YPG üç koldan çeteci gruplara müdahalede bulundu. Hasekê Kavşağı’nda şiddetli çatışmalar yaşandı ve burada çeteci gruptan çok sayıda ölü ve yaralı oldu. Bu çatışmada 7 kaleşnikof YPG tarafından ele geçirildi. Şiddetli çatışmalar ardından gruplar ölü ve yaralılarını alarak geri çekildiler.”

YPG açıklamasında, çatışmalar sırasında bir kayıp verdiklerini bildirdi. Hayatını kaybeden savaşçının Goran Dêrik olduğu belirtilirken, bir Kürt savaşçının da yaralandığı kaydedildi. 


ANF

Serekaniye'den Çatışma Görüntüleri(VİDEO-Haber)



Serekaniye(Raselayn)'de, bazı silahlı gruplarla YPG arasında yaşanan çatışmalara ait olduğu iddia edilen bir video yayınlandı. Görüntülerde silahlı bir kişinin vurulduğu görülüyor.

Serêkaniyê - Batı Kürdistan’ın Serêkaniyê kentinde, Türkiye destekli grupların saldırıları Çarşamba gününden buyana sürüyor. Saldırılara tespit edilen 20 grup katılıyor. YPG silahlı grupların üs olarak kullandığı iki eve girdi. Burada Türk bayraklarının bulunması dikkat çekti.

Çarşamba günü saat 13.00’ten bu yana saldırılar nedeniyle çatışmalar yaşanıyor. Bugün sabah saatlerinde çatışmalar yeniden şiddetlendi. Alınan bilgilere göre saldırılara katılan çeteci gruplar şöyle:

Ketiba Enwar El Haq, Liwa Ehfad El Resul, Rakka Askeri Devrim Konseyi, Ketiba El Faruk, Ketiba Dire El Cezîre, Şeyh İslam El Tumeyme, Ketiba Ali Bin Abi Talib, Ketiba El Alahu Ekber, Tabura Mergada, Rakka Devrim Güvenliği Ofisi, Guraba El Şam, El Adiyat Taburu, El Ebrar Taburu, Şedadi Taburu, Ehrar Xwêran (Heran) Taburu, Cind El Heremeyn Tümeni, Dir El Şemal Taburu, Cindullah, Mendic ve Cerablus Kahramanları, Ehrar El Tewaif Taburu.

Çatışmaların Mehet ve Ebra mahalleleri ile Heseke yolu üzerinde yoğunlaştığı öğrenildi. Alınan bilgilere göre Haseke tarafından gelen gruplar, Til Ziyab Köyü’nün yardımı ile Eloka Rojhilat köyü ile Ezidi Kürtlerin yaşadığı Çapa köyüne geçti. Gruplar bu hatta üzerinden geldikten sonra Eloka Rojhilat köyü yakınındaki YPG kontrol noktasına saldırıda bulundu. Buradaki çatışmalar sürüyor.

TÜRK BAYRAKLARI VE BİLGİSYARLAR ELE GEÇİRİLDİ

YPG güçleri, Ehrar Heran ile Dera Zor isimli grubun Askeri Meclisi tarafından üs olarak kullandığı iki eve girdi. Kürt savaşçılar bu evlerde Türkiye bayrakları ve iki bilgisayar ele geçirdi. Tel Xelef (Tel Halaf) ile Türkiye tarafından da gruplara takviye yapıldığı ve Türkiye tarafından zaman zaman top atışları yapıldığı bildirildi.

Çatışmalar 12 Aralık günü yerel saatle 13.00 sıralarında başladı ve gece saatlerinde şiddeti azaldı. Ancak bu sabah saatlerinde yeniden şiddetlendi. YPG yaptığı açıklamada, Çarşamba günü bir ekmek fırını etrafında çatışmaların yaşandığını belirtirken şu detayları verdi: “Güçlerimiz grubu uzaklaştırmak istedi. Ancak grup ateş açtı ve çatışmalar başladı. Bu noktadaki çatışmalarda 7 saldırgan öldürüldü. Çatışmalar kentin farklı noktalarında geç saatlere kadar sürdü. YPG üç koldan çeteci gruplara müdahalede bulundu. Hasekê Kavşağı’nda şiddetli çatışmalar yaşandı ve burada çeteci gruptan çok sayıda ölü ve yaralı oldu. Bu çatışmada 7 kaleşnikof YPG tarafından ele geçirildi. Şiddetli çatışmalar ardından gruplar ölü ve yaralılarını alarak geri çekildiler.”

Yerel kaynaklar çatışmalarda en az 16 yaralının Türk ambulansları ile Ceylanpınar (Serêkaniyê’nin Kuzey Kürdistan’daki ikizi) ilçesindeki hastanelere sevk ettiğini bildirmişti. Burada da 2 saldırganın öldüğü belirtilirken, ölü sayısının en az 13 ölü olduğu bilgisine ulaşılmıştı. Hastaneye kaldırılan yaralılardan birinin daha bugün öldüğü bilgisi alındı.

YPG açıklamasında, çatışmalar sırasında bir kayıp verdiklerini bildirdi. Hayatını kaybeden savaşçının Goran Dêrik olduğu belirtilirken, bir Kürt savaşçının da yaralandığı kaydedildi. 
 
ANF

Selim Sadak: Belediyeler Siyasi Operasyonla Ele Geçirilmeye Çalışılıyor(VİDEO-Haber)



Gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Siirt Belediye Başkanı Sadak, AKP'nin seçimle alamadığı belediyeleri siyasi operasyonlarla ele geçirmeye çalıştığını söyledi.


Gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, Siirt'e dönüşünde yaptığı açıklamada, operasyonların hükümetin sindirme politikası doğrultusunda yapıldığını söyledi. Sadak, "Baskılara karşı yılmayacağız" dedi.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talimatıyla cumartesi günü (8 Aralık) Siirt'te düzenlenen operasyonda gözaltına alınan ve ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılan Sadak, dün akşam saatlerinde (12 Aralık) döndüğü Siirt'te operasyonlar ve gözaltına alınmasıyla ilgili açıklamalar yaptı. Siirt havaalanı kavşağında, aralarında Barış ve Demokrasi partisi (BDP) Parti Meclisi (PM) üyeleri Saadet Becerikli ve Faruk Sağlam, BDP il ve ilçe yöneticileri, Belediye Meclisi üyeleri ve belediye çalışanlarının da olduğu vatandaşlar tarafından karşılanan Sadak, daha sonra onlarca araçlık konvoyla Siirt Belediyesi'ne geldi.

Sadak, burada yaptığı açıklamada, operasyonların amacının Kürt siyasetçileri halktan uzaklaştırmak olduğunu ve belediyeler tarafından gerçekleştirilen hizmetlerin arka plana itilmeye çalışıldığını söyledi.

Hükümetin yasal yollardan, seçimle alamadığı belediyeleri, siyasi operasyonlarla ele geçirmek için çok sayıda belediye başkanı, yöneticisi ve meclis üyesini tutukladığını belirten Sadak, polisin kendisini her yerde izlediğini, en son Batman'da gittiği bir lokantada bile kameralarla izlendiğini, bunun insanlık suçu olduğunu vurguladı. Sadak,  yılmayacaklarını, hiçbir gücün kendilerini mücadelelerinden vazgeçiremeyeceğini ifade etti.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit

Panopticon (her şeyi gören) sadece mimari bir biçim olmayıp, aynı zamanda bir yönetim biçimidir. Zihinler üzerinde iktidarı uygulama şeklidir. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediğini asla bilmezken, hep şüphe duyar. Böylece gözlenenler gözleyenin ne zaman kendilerini gözlediklerini bilmedikleri için her an gözetleniyormuş kanısına kapılırlar. 
 
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaştırılmış tecrit 500 günü bulurken, İmralı sistemi ve bir işkence yöntemi olarak tecrit tartışılmaya devam ediliyor. Siyasi kimliği ve benliği yok etme modeli olarak, egemenlerce hayata geçirilen “tecrit” İnsan Hakları Haftası’nın da önemi bir gündemidir.


Fransız düşünür Michel Foucault’a göre on dokuzuncu yüzyılda batı toplumlarında hapishanenin yaygın bir biçimde benimsenmesi iktidar alanlarındaki çok önemli bir geçiş dönemine işaret ettiğini belirtir… Dolayısıyla Foucault tarafından kullanıldığı biçimiyle Panoptizm, on sekizinci yüzyıldan itibaren Batı toplumlarında artan gözetim ve kontrol mekanizmaları ve bu bağlamda bireylerin sosyal uyarlığını tarif eder. Toplumu, yaşamın bütün alanlarında değişik kurum ve organizasyonlarla kontrol eden Panoptizm ayrıca ‘iktidarın mikro fiziğini’ ayarlar. Panoptizmin etkisi ise, bir bireyin sürekli gözetleniyor olma ihtimali yönündeki bilinçte saklıdır. Birey, gerçekten gözetleniyor olup olmadığından bağımsız olarak, kendini var olan normlara göre disipline eder.


Foucault, Yunanca panoptes = ‘her şeyi gören’ kelimesinden türeyen Panoptizm kavramını geliştirirken, Panopticon isimli hapishane modelinden esinlenir. Bu modelin yaratıcısı ise İngiliz hukukçu ve sosyal reformcu Jeremy Bentham’dır (1748-1832).
Klasik ütilitarizmin kurucusu sayılan ve sistematik hukuk pozitivizmin ilk savunucularından olan Bentham, İngiltere’de ceza hukuku ile ilgili tartışmalara aktif bir şekilde katılır. ‘Psikolojik baskı teorisi’ni benimseyen Bentham’e göre önemli olan suçun cezalandırılması değil, önlenmesidir. Ceza ise, potansiyel suçlunun suç işlemesini önleyecek bir faktör olarak değerlendirilmeli. Ceza infaz sisteminde reformların yapılmasını savunan Bentham, bu çerçevede tamamen gözetime dayalı bir hapishane olan Panopticon modelini geliştirir.

Panopticon modeli



Jeremy Bentham, geliştirdiği modeli mimari bir taslağa da kavuşturur. 1791 yılında hazırladığı taslakta cezaevinin kendisi halka biçimli bir binadır. Ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule vardır. Halka hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük hücrelerin her birinde bir mahkum vardır. Merkezi kulede ise gözetleyici gardiyan vardır. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından, gardiyanın bakışı tüm hücreyi kat edebilir. Hiçbir karanlık nokta yoktur ve sonuç olarak, bireyin yaptığı her şey gardiyanın bakışına açıktır. Bu gardiyan kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde panjurlar, yarı açık bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur. 


Sonuç olarak, çok sayıda mahkum tek gardiyan tarafından sürekli gözetlenebiliyor. J.Bentham bu model ile, bütün mahkumların sürekli olarak kurallara uygun hareket etmesini sağlamak istedi. Çünkü kurallara uymadığında cezalandırılacak olan mahkumun gözetlenirken kural çiğnemeyeceğini düşünüyordu.

İktidarı zihinle uygulama yöntemi


Panopticon sadece mimari bir biçim olmayıp, aynı zamanda (özelde) bir yönetim biçimidir. İnsanların zihinleri üzerinde zihinle iktidar uygulama şeklidir. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediğini asla bilmezken, hep şüphe duyar. Böylece gözlenenler gözleyenin ne zaman kendilerini gözlediklerini bilmedikleri için davranışlarını sınırlamak ve sanki her an gözetleniyormuş kanısına kapıldıklarından, Panopticon disiplinini içselleştirirler. Bentham’in doğrudan angaje olmasıyla birlikte on dokuzuncu yüzyılın başında böylesi bir hapishanenin inşa edilmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu proje, 1811 yılında tamamlanmadan durduruldu. Ancak Panopticon modeli sonraki yıllarda özellikle Batı toplumlarında uygulanan bir hapishane modeli oldu. Model, sonraki yıllarda teknik, fiziksel ve psikolojik olarak geliştirilip yaygınlaştırıldı.

Sürekli gözetim ve tecrit



Bunlardan biri, ABD’nin Philadelphia kentinde bulunan Eastern State Penitentiary Cezaevi. 1822-1829 yılları arasında inşa edilen bu cezaevi yıldız şekline sahip. Bu cezaevi iki temel amaca göre inşa edilmişti. Bunlar; sürekli gözetim ve tecrit. 6 tane uzun yapı kanadının tam ortasında bulunan kuleden bütün cezaevi gözetlenebiliyordu. Tek kişilik hücrelerde kalan mahkumları ne kendi aralarında, ne de dış dünyası ile iletişim kurma olanağına sahiptiler. 


‘Sürekli gözetim-sürekli tecrit’ mantığı üzerinde geliştirilen bu ve benzeri hücre tipi cezaevleri günümüz Avrupa kıtasında dalga dalga yayıldı. Fransa, Amerika, Avustralya, İspanya, Portekiz gibi ülkeler bu modelleri sömürge ülke ve toplumlara götürmeye başlamasıyla hücre tipi cezaevleri Doğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinde yaygınlaşmaya başladı. 


Philadelphia’daki Eastern State Penitentiary Cezaevi daha sonra birçok cezaevi için model niteliğindeydi. İngiltere’nin başkenti Londra’da 1842 yılında inşa edilen Pentonville Hapishanesi ile Kuzey İrlanda’da yapımı 1819’da tamamlanan Armagh Gaol Cezaevi bunların arasında yer alıyor. Ancak bütün bu panoptikum cezaevleri arasında, Bentham’in modeline en yakın olan, Küba’daki Presidio Modelo hapishanesidir. 


‘Model Cezaevi’ anlamına gelen bu hapishane, vaktinde Latin Amerika’daki en güvenlikli cezaevi idi. 1926-1931 yılları arasında diktatör Machado tarafından Nueva Gerona yakınlarında inşa ettirildi. Presidio Modelo toplam 4 binadan oluşuyor. Daire şeklindeki her bina 5 kata sahip. Her binada 93 hücre bulunuyor. Ayrıca her binanın ortasında yüksek bir gözetim kulesi bulunuyor. Böylece bütün mahkumlar 24 saat gözetim altında tutulabiliyordu. Denebilir ki, bu ‘model’ cezaevinde aynı zamanda mahkumlar üzerinde oluşturulan ve oluşturulmak istenilen tüm psikolojik sistemler uygulandı. Buradaki sonuçlar birçok cezaevi yönetimine el kitabı olarak gönderildi. Günümüzde artık müze olarak kullanılan bu cezaevinin en ünlü mahkumları, 1953’te başarısız bir darbenin ardından tutuklanan Fidel Castro ve Che Guevara oldu.

Tarih boyunca tecrit


Tecrit ilkin kilise hukukunca benimsenmiş ve ilk hapishaneler manastırlarda kiliseyi eleştiren kişiler için ehlileştirme amacı ile 7-8 yüzyıllarda kurulmuştur. Topluma dönük ilk cezaevlerinin kurulmasına 12. yüzyılda İngiltere’de rastlanır. İngiltere’de sanıklar krallık mahkemesince yargılanana kadar hücrelerinde tecrit altında tutulurlardı. 1166’da Kral İkinci Hanry’nin her ilde bu amaç için bir kurum oluşturulmasını emretmesi ile özel olarak cezaevlerinde tek kişilik hücrelerin yapımına başlanmıştır. Tabii yine amaç esas cezanın infazına kadar ‘suçlu’yu tecrit altındaki hücresinde muhafaza etmekti! Daha bu süreçte bile hücre en elverişli yöntem olarak krallık hapishanelerinin temel biçimi idi. 


Koşullar son derece gayri insani ve vahşiydi. Yeni bir sınıf olarak burjuvazinin gelişmesi ve iktidarlaşmasını sağlayan koşullar olgunlaştıkça bu konuda da yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle ceza düşüncesinde aydınlanma çağına doğru farklı yaklaşımlar iyice hissedilir hale gelmişti. Toplumsal yapıdaki değişiklere ve gelişmelere paralel olarak tecrit, esas cezanın uygulanmasına kadar sanıkların alıkonulmasına dönük bir yöntem olmaktan çıkıp, mahkumlara uygulanan bir ceza durumuna geldi.

Hafif suçlar için ıslahevleri 


16-18. yüzyıllar arasında; 1596’da Amsterdam’da, 1704’te Roma’da, 1773’te Gent’te hafif suçlar için birçok ıslahevi ve atölye kurulmuştu fakat, buralarda bile kurallara uymayanlar için özel hücreler yapılmıştı. Daha kuruluşunda ıslah amaçladığı için hapishane değil, ıslahevi olarak adlandırılıyordu. Buralarda azap çektirilmekten çok ıslah etme esas alınarak sıkı disiplin ve ağır çalışma bu amaçla bir ıslah yöntemi olarak kullanılıyordu.
1596’da Amsterdam’da kurulan Rasphois, ilk hapishane olarak kabul edilir. Burada tecrit, zorunlu çalışma ve sıkı disiplinden oluşan bir sistem bulunuyordu. Hücre daha bu ilk cezaevinin bel kemiğini oluşturuyordu. Tecride alınan mahkumun ruhunda ve beyninde oluşan boşluk ruhani metinler okuyarak doldurulmaya çalışılıyordu. Mahkumun ıslahı ne pahasına olursa olsun hedeflendiğinden mahkumun boşaltılması ve yeniden proğramlanması için en uygun yöntem, biçim ve teknikler araştırılıyor, yeni sistemler birbirini kovalıyordu. Flaman modeli olarak bilinen Amsterdam Rasphois’i ‘İngiliz Modeli Hapishane’ izledi. İngiliz modeli hapsetme Flaman modelinden farklı olarak ağır çalışmanın yanında tecrit yönteminin yoğunca kullanılması ile ayrılıyordu. Ve bunu ıslah etmenin temel koşulu olarak ele alıyordu. 1775 tarihinde Hanway tarafından meşrulaştırılan bu sisteme göre tecrit mahkumu “kötülüklerden kurtularak kendine geri dönebileceği ve bilincin derinliklerinden iyinin sesini duyabileceği müthiş bir şok oluşturmaktaydı.”


Hıristiyan manastırcılığın tekniği olan ve yalnızca Katolik ülkelerde sürmekte olan hücre; çalışma zorunluluğunun ortaya çıkardığı meslek kazandırma ve iş gücünü kullanarak yaşama alışkanlığının yanında hakim ideolojinin yeniden oluşturulmasının da aracı oluyordu. Bu yönteme maruz kalan mahkumun dışarıya çıkmasıyla iflas ediyordu. Öyle ki mahkumları ehlileştirdiklerini düşünen yöneticiler bir süre sonra dışarıda mahkumların hedefi haline geliyordu. Buna rağmen bu sistemle beraber ‘ruhun ve tavırların dönüşümü’ amacı ile bir ceza olarak yasalara girmeye başlıyordu ve hücre uygulaması yeni işlevler kazanan hapishanede etkin olarak öne plana çıkıyordu.

Her iktidara lazım 


Siyasi kimliği yok etme modeli olarak Amerikan sisteminin siyasal yenileşme çabalarına bağlı olarak gelişen bu model öncekiler gibi kısa ömürlü olmadı. 1850’lilerde ortaya çıkan cezaevleri Islahat Hareketine kadar yeniden ele alınarak geliştirildi. 1790 yılında Philedelphia kentinde kurulan Valnut Street Hapishanesi’nde uygulanmaya başlanan model, atölyelerde zorunlu çalışma, mahkumların sürekli meşgul edilmesi, hapishanenin mahkumların çalışması ile finansmanı, mahkumları tahliye edildikleri zaman vermek kaydıyla bir ücret verilmesi, yaşamı mutlaklıktan ve sürekli gözetim altında tutarak zamanın ayrıntılı plan dahilinde kullanımı gibi uygulamaları içeriyordu. Bu modelde mahkumun hapis süresi hal ve gidişine göre değişiyordu. Bu yüzden mahkumlar hakkında ayrıntılı dosyalar tutuluyor, bilimlerden yararlanılıyordu. Artık ceza öç almak- acı çektirmekten çok “ıslahı” hedefliyor ve mahkumun bedeninden ziyade, ruhu, düşünceleri hedef alınıyordu. 1829 yılında hücre uygulamasını daha etkin kullanmayı esas alan hapishane sistemi yine Philedelphia’da kurulan Doğu Eyalet cezaevinde başlatıldı. 


Burada mahkumlar hücrelerinde zorunlu çalışmaya tabi tutuluyor, görevliler ve ara sıra gelen ziyaretçiler dışında kimseyle görüştürülmüyordu. “Ayırma Sistemi” adı verilen bu yöntem, 19.yüzyıl boyunca Batı’da en yaygın cezaevi sistemi olarak kullanıldı. 1840’da Avustralya’nın doğusunda bir İngiliz ceza kolonisi olan Norfolk adasında yüzbaşı Alexsander Maconochie “Not sistemi” diye bilinen yeni bir sistem geliştirdi. Bu sistem mahkumların önceden belirlenmiş cezalarını yatmaları yerine not toplamalarını dayatıyordu; “iyi davranış” sıkı çalışma not kazandırırken, “itaatsizlik ve çalışmama” notları siliyordu.
Bu sistem cezanın suça uygun olması kuralının yerine bireyleri hegemonya altına almayı esas alıyordu. İngiliz sömürgeciliğine direnenleri ve sosyalistleri hedef alan bu uygulama 1900’lerde yerini yine bir uygulama olan “İrlanda Sistemine” bıraktı. Bu yöntem üç aşamaya ayrılmıştı. İlk aşamada mutlak yalıtmaya dayalı bir hücre hapsi uygulanıyordu. Burada sonuç alırsa diğer mahkumlarla birlikte çeşitli işlerde çalışmaya izin veriliyor, üçüncü aşamada ise epey hizaya sokulmuş mahkum denemeye tabi tutuluyordu. Mahkum tam boyun eğdiğini ve istenilen tipe ulaştığını ispatlamazsa tekrar hücreye kapatılıyordu. Bu sistemde de önceden belirlenmiş ceza süresi yoktu. Salıverme kayıtsız –şartsız teslimiyete ve dönüşüme bağlıydı. 19.yüzyıl sonlarında Amerika’da hükümlülerin suç türlerine göre sınıflandırılarak birbirinden ayrılmasını, zorunlu çalışmayı, önceden belirlenmiş ceza sürelerinin iyi davranışa, ödüllendirme ve koşullu salıvermeyi savunan ‘ıslah evleri hareketi’ diye bir akım doğmuştur. Bu akımla birlikte hücre uygulaması artık tüm suçluları değil, esas olarak siyasal suçlulara nadiren adli suçlulara yönelik uygulamaya dönüştü. 20.yüzyılda Avrupa ve Amerika’da yaygınlaşan bu akım cezaevlerindeki uygulamaların siyasi ve adli mahkumlara farklı uygulanması esasına dayanıyor.

İlk laboratuarı Kore’de...


Bundan sonra hücre siyasi mahkumlara yönelik bir uygulama olarak öne çıkıyordu. Siyasal kimliği yok etmeye yönelik olan hücre ve tecrit uygulamasının mahkumda yarattığı fiziksel sonuçlar ise: İştahsızlık, baygınlık, kalp hastalığı, aşırı terleme, aşırı baş ağrısı, tansiyon, görme problemi, kilo kaybı, tansiyon, mide ülseri, işitme sorunu, halüsinasyon, depresyon, sinirlilik, aşırı gerilim, konsantrasyon bozukluğu, hafıza kaybı, yapısal bozukluk ve konuşma zorluğu olarak tespit edilmiştir.  


ABD, muhalifleri cezaevlerinde tecrit ederek yalnızlaştırmak, bu yolla kişiliklerini yok ederek itaate zorlamak için ilk büyük laboratuarı Kore’de kurdu. Psikiyatrist doktor Edgar Schein burada asker psikolog olarak görev yaparken daha sonra hava kuvvetlerine ve CIA’ya aktaracağı deneyimler edinmişti. Bu deneyimleri cezaevlerinde de kullanılmış ve Schein, 24 maddelik özel bir program hazırlamıştı. Bu programa göre karakter zayıflatılması için teknikler uygulanmalı, sert cezaevi yöntemleriyle arada bir düzenli olarak işkence yapılmalıydı. 1965’lere kadar devam eden bu yöntem, CIA’nın psikolojik baskı teknikleriyle zenginleştirilmişti. Nikaragua’da gizli olarak kurulan hücreler, adeta CIA’nın spikolojik teknik labaratuarları olmuştu. Özellikle siyasi mahkumlar üzerinde uygulanan tekniklerde kişinin hiçselleşmesini sağlayan metodlar geliştiriliyordu.   

Hitler’den iktidarlara miras 


Almanya’da 1940’lı yıllarda Hitler’in psikolog ve sosyologları, toplama kamplarını ve hücreleri keşfetmişti. Bu yalnızlaştırma laboratuarında itaat ve korku Harlow’un deneyimlerindeki gibi maymunlara değil, insanlara öğretiliyordu. Hitler’in akıl hocası olarakta tarif edilen Alfred Rosenberg ve Dietrich Eckart, psikologlarda edindiği bilgiler doğrultusunda üç, dört mahkumun bir arada kalmasından ziyade önemi yüksek mahkumların tek hücrelerde tutulmasını ve yemek ihtiyacı dışında hiçbir ihtiyacın karşılanmaması ve mahkumun hiç bir şekilde kimseyle iletişim kurmamasını uygun bularak yürürlüğe koymuştu ama, bu yeterli gelmiyordu. Kişi üzerinde uygulanacak psikolojik baskıların ve fiziksel tahribatların daha fazla ve bilimsel olarak geliştirilmesi gerekiyordu. Hitler’in talimatıyla Almanya ve Avusturya’da toplanarak Berlin’de bir araya getirilen psikologlar da mahkumlar üzerinde uygulanacak psikolojik ve fiziksel etkilerin geliştirilmesi istendi.


Nazi Almanyası’nda toplama kamplarında inşa edilen özel odalarda deneyler yapıldı. Mekanının dizaynı, odanın ısı derecesi, iç mekanda kullanılan renkler, banyo ve tuvalet ihtiyacının nasıl giderileceği, gardiyan mahkum ilişkisi gibi bir dizi uygulamalar psikolog ve sosyologların denetimi ve gözetimi altında gerçekleşiyordu. Günlük olarak tutulan tutanaklar daha sonra psikologlar arasında tartışılıyor ve mahkumun eğilimlerine göre yeni psikolojik tebdirler getiriliyordu. Hücre de kişinin tek başına tecrit altında tutulması her ne kadar 1700’lerin başında başlamışsa da tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını hedefleyen yöntemler, Hitler döneminde bilimselliğe kavuşturularak ağırlaştırılmaya başlanmıştı. Geliştirilen psikolojik tebdirler iki bölüme ayrıştırılmıştı. Birinci bölümde mahkumun psikolojisi hedeflenirken ikinci bölümde mahkumun dışarıdaki çevresi üzerinde geliştirilmesi esas alınmıştı. 

İki teori bir yöntem olarak tecrit modeli

Tecrit, sadece içeride mahkum üzerinde devam etmiyordu, dışarıdaki çevresi üzerinde de uygulanıyordu. İçeride mahkuma psikolojik baskı yapılırken dışarıda mahkumun manipüle edilmesine ilişkin metodlar geliştirilip basın-yayın aracılığıyla yığınsal kitleler etki altına alınıyor.

Tecridin tarihine yolculuk ederken, dünkü yazımızda “Hitler’den iktidarlara miras” alt başlığıyla “mahkumun psikolojisi” ve “mahkumun dışarıdaki çevresinin etki altına alınması”na vurgu yapmıştık. Bugünkü bölümde de, Hitler döneminden alınan yöntemlerin daha sonra nasıl geliştirilmek istendiği üzerinde duracağız.

Hitler’in iki yönlü programı, ABD’nin Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) tarafında daha sonraki yıllarda bilimsel teknikler üzerinde yükselmeye başlanmıştı. Almanya, tecrit uygulamaları konusunda boş durmuyordu. Denenen ve sınanan yöntemlerin üzerinde farklı ve değişik deneyler üst üste ekleniyor yeni metodlar keşfedilmeye çalışılıyordu. 80’li yılların başında Hamburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi’nde bu konuda yeni deneyler yapıldı. Önce ses ve ışık yalıtımı olan, gündüzün ve gecenin fark edilmediği odalar yapıldı. Dışarıdan hiçbir etkinin giremediği bu odalar deney amacı ile insanlar kondu. Bu insanların bir bölümü Alman askerleriydi. Bu tecrit deneylerinin sonuçları, bilim insanlarınca değerlendirildi. Örneğin, içeriye giren insanların dayanma sınırı nedir? Ne zaman ağlamaya başlıyorlar ve yalvarıyorlar. İstemleri, arzuları, özlemleri, eğilimleri bir bir keşfedilerek bu istek ve arzuların nasıl bastırılacağı veya yok edileceği hesaplanıyordu. Hedef belliydi. Kişi sadece nefes alıp-verecekti. Bunun dışındaki yaşam belirtileri yok edilecekti. 

Tecrit dışarıdakilere de uygulanıyor

 Hitler’in esir kamplarında tecrit altında tutulan Dr. Lois Rosheim, tek başına iki yıl boyunca kaldığı hücresini şöyle tarif ediyordu: “Gece ve gündüz sürekli ışık yanıyordu. Bu nedenle gece ve gündüzü ayırt edemiyordum. İki yıl boyunca kimseyle konuşmadım. Hücremde sadece bir kazan kapağı büyüklüğünde havalandırma deliği vardı. SS subayları zaman zaman bana görünmeden Yahudilere nasıl işkenceler yaptıklarını, çocuklarıma nasıl tecavüz ettiklerini kendi aralarında yüksek sesle konuşuyorlardı. Uyumak istediğim de tavandaki hoparlörden tuhaf sesler vermeye başlıyorlardı. Zaman zaman gelen ve beni sınamaya çalışan psikologların tecridi test ettiklerini biliyordum. Benimle uzun uzun konuşup eğilimlerimi, duruşumu, zaaflarımı ve dış dünya hakkındaki görüşlerimi almaya çalışıyorlardı. Görme, ve duyma bozuklukları başta olmak üzere birçok fiziksel sorun yıllarca üzerimde silemediğim davranış bozukluklarını beraberinde getirdi. Bırakıldığımda yakın çevrem üzerindede bir psikolojik deneyin yapıldığına şahit oldum. Öyle ki, yakın çevrem benim bir Nazi ajanı olduğuma inanmıştı.” 

Tecrit, sadece içeride mahkum üzerinde devam etmiyordu aynı zamanda onun dışarıdaki çevresi üzerinde de uygulanıyordu. CIA, Dr. Lois Rosheim’in çevresi üzerinde uygulanan psikolojik yöntem taktiklerini 1970’lerin başında öylesine geliştirdi ki, bu yöntemi yalnız yakın çevre için değil basın-yayın aracılığıyla ulusal ve uluslararası alanlara taşıdı. İçeride mahkuma psikolojik baskı yapılırken dışarıda mahkumun manipüle edilmesine ilişkin metodlar geliştirilip basın-yayın aracılığıyla yığınsal kitleler etki altına alınmaya başlandı. 


Nikaragua’daki gizli özel hücrelerde çok düşük FM frekansında (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, renk körlüğü ve görme bozuklukları hatta panik duygusunu mahkum ve çevresinde yaymanın yöntemleri bile devreye sokulmuştu. Mahkumun itibarsızlaşması için her yola başvuruluyordu. Mahkumun tuvaletteki, banyodaki ve yataktaki duruşları fotoğraflandırılıp altına yalan yanlış spotlar düşürülüyordu. Aynı fotolar, önce mahkumun yakın çevresine mahkum adına gönderiliyor daha sonra basına dağıtılıyordu. 

Sessiz ölüm metodu olarak tecrit

 
Tecrit, duyusal algı yoksunluğu yoluyla, Lacan’ın üçlemesi içerisinde sembolik düzen olarak tarif ettiği düzlemi çökertmektedir. Bu durum birçok deneyle de tespit edilmiştir. Bu deneyler tıp alanında literatüre de girmiştir.
Bu deneylerin en bilinenleri: 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen algı yoksunluğu deneyleri, Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde gerçekleştirilen deneyler ve Jan Gross ve Ludvik Svab’ın gerçekleştirdiği deneylerdir. Gross ve Svab’ın, 1950’lerin başında gerçekleştirdikleri deneylerin ardından kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi” başlıklı yazılarında ulaştıkları en önemli sonucu şu cümlelerle özetlemişlerdi: “Bu bir işkence. Hiç delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara yok işkenceye dair. Hiçbir delil yok. Evet buna uzun ve sessiz bir ölüm diyebiliriz.”  


Yine 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından bir hapishanede gerçekleştirilen tecrit deneyi oldu. Gerek bu deney ve sonuçları, gerekse Mc Gill Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deneyler, Hitler’in toplama kamplarında kurduğu tecrit odalarında uygulanan deneylerde elde edilenlerin yeniden sınanmasıydı. 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde 12 psikolog tarafından gerçekleştirilen deneylerin sonucunda ise şu tespitlere yer verildi: “En küçük bir kesintinin ve müdahalenin olmadığı böyle bir yalnızlık, insanın dayanma gücünü aşmaktadır. Hiç durmadan ve acımasızca mahkumun içini oyar, ıslah etmez, öldürür. Bu deneye maruz kalanlar, öyle gözle görülür biçimde eriyip soldular ki, muhafızlar bile etkilendi bundan. 8 yıl içinde 136 mahkumdan 123’ü intahar girişiminde bulundu ve bunların 86’sı yaşamlarını kaybetti. Geriye kalanlar ise intiharı düşünemeyecek kadar kendilerinde uzaklaşmışlardı.”

Tecrit ve irade 

 
Hücrede tecrit altında tutulan siyasal kimliklere sahip mahkumlara ilişkin yapılan araştırma, deney ve metodlar ve burada sağlanan sonuçlar ilgili makamlara farklı başlıklar altında gönderilmişti.
Almanya’da Hamburg Üniversite Kliniği’nde 1971 yılında başlatılan ve oluşturulan “Camera Silens” adlı özel bir bölümde Jan Gross ve Ludvik Svab’ın 21 yıllık çalışmaların sonucunda kaleme aldıkları “Duyusal Mahrumiyet Deneylerinin Değerlendirmesi”, 1954 yılında Amerika’da Mc Gill Üniversitesi’nin Hebbs laboratuarında gerçekleştirilen “Algı Yoksunluğu” deneyleri, siyasal kimliklere sahip tecrit altında tutulan mahkumların psikolojik ve fiziksel sonuçlarını CIA’ya rapor eden Koreli Psikiyatrist doktor Edgar Schein ve yeni aynı kurum için Latin Amarika’da görev yapan psikolog Jordan Brooke’ın “Psikanaliz olarak politik kimliklerin” deney sonuçları şöyle özetleniyordu:
“Politik bir kimliğe sahip tecrit altında tutulan mahkumlar, üzerinde uygulanan psikolojik yöntemler, çoğu zaman mahkumun iradesine çarpıyor. Mekan, ortam, uygulanan yöntem ve psikolojik baskılara karşı mahkumun tüm bu uygulamaları bir hedefe yönelik gerçekleştirildiği bilinci her ne kadar psikolojik bir tahribat yaratmasa da fiziksel tahribatlara yol açtığı görülmüştür. Mahkumu çevreleyen toplumsal-politik yapı ya da toplumun mahkuma ilişkin edindiği ve benimsediği politik kimliksel yapı kırıldıkça tecridin mahkum ve toplumsal kimlik üzerindeki etkileri bir sonuç doğurabilir.” 


İspanyol Psikolog yazar Alejaudro Lazaro’nun ETA militanları için Uluslararası Cezaevleri Araştırma merkezi için hazırladığı raporda çarpıcı başlıklara yer verilmiş: “Militanlar uygulanan tecridi iç dünyalarına yansıtmamak için ciddi bir mücadele vererek psikolojik yöntemleri kendi leyhlerine çevirebiliyorlar. Bilinçaltı etkenleri kırmak, zayıflatmak veya yıpratmak için uygulanan tüm yöntemler, bu mahkum grubunda irade psikolojisine çarpmakta. Toplumsal psikoloji ve kendi kendine psikoanaliz güçler devreye girerek uygulamaları zayıflatmaktadır.”

Yavaş ve acılı bir ölüm

 8 yıl boyunca çeşitli ülkelerde hücre sistemini ve tecrit altında tutulan politik kimlikli mahkumlar üzerinde MOSSAD için araştırmalar yapan psikolog Prof. Levi Gad, “Tecridin dışsal (kamoyu) etkisi kırıldıkça mahkumda psikolojik kırılmalar daha hızlı başgösteriyor” belirlemesinde bulunuyor. Gad, tecridin yavaş ve acılı bir ölüm makinası olduğunu belirterek, “Tecrit politik kimlikli mahkumlara uygulanacak izolasyon politikaları mutlak anlamda çeşitli araç ve yöntemlerle dışarıyla eşgüdümlü sürdürülmeli” tespiti, tecrit politikalarına yeni bir boyut kazandırdığı bilinmektedir. 

Tecridin şüphesiz fiziksel yıpratma boyutu kaçınılmaz olarak mahkumları kısa süreli olmazsa da uzun vadeli ve kalıcı etkilediği bir gerçek. Konuyla ilgili araştırmalarda bulunan aynı deneyciler ve gözlemciler, “Fiziksel tahribatlar mezarda gelen çığlıklara benzer” tespiti, tecridin insan fiziği üzerinde bıraktığı korkunç taribatları tarif etmeye yetiyor. Yine tecrit üzerine yapılan araştırmalarda, “Fiziksel rahatsızlıkların da psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı bilinmesine rağmen aynı grup içinde yer alan mahkumlar, bu yansımaları bilinçli bir şekilde kontrol altında tutsa da uzun vadeli sonuçlara hükmetmekte zorluklar çektiği bilinmektedir” deniyor.  


İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi için araştırma yapan Mihriban Karakaya ise “Zindandan hapishaneye; cezaevi sisteminin gelişimi” başlıklı yazısında “Uzmanlar tarafından; bir işkence, insanlık suçu, insanın fiziksel doğasının inkarı olarak tanımlanan tecridin çağdışı bir infaz modeli olduğu bilinmesine rağmen, neden hala F tipi - D tipi ve İmralı Ada Tipi cezaevinde uygulandığını yüksek sesle sormalıyız. Tecridin mimarları eserlerine yenilerini eklemek ve insanlığın özgür - eşit sömürüsüz yarınlara dair özlem ve umutlarını yani geleceğini ‘rehin’ almak için çabalamaktadır” vurgusu yapıyor.

Almanya’dan ABD’ye: 40 yıl tecrit
 
Almanya’da 1970’li yılların başında hücre tipi uygulamalar, ilk olarak RAF üyelerine uygulandı. Tabutluktaki yok ediş gecikmedi. Önce Ulrike Meinhof, arkasından da dava arkadaşları Baader, Ensslin ve Raspe hücrelerinde ölü bulundu. Otopsi raporlarına göre RAF üyeleri öldürülmüştü. 


RAF üyelerinin öldürülmesiyle birlikte birçok devlet, Almanya’nın uyguladığı örnek tecrit politikalarının, yasalarında ne şekilde yer alacağına dair çalışmalara girişti. Laboratuarlarda teknolojinin de desteğiyle yöntemler daha fazla geliştirilmiş ve tecrit sistemi 70’li yıllarla birlikte birçok ülkenin yasalarında yer alarak, bütün dünyada yaygınlaşmıştı. İngiltere’de IRA’ya, Latin Amerika’da, ABD’de BLA’na, İtalya’da Kızıl Tugaylar’a, Kore’de, İspanya’da ve Vietnam’da kullanılacaktı. Almanya’da Stammheim Cezaevinde, İngiltere’de Özel Güvenlik Ünitelerinde, ABD’de H Bloklarında, Güney Amerika’da kaplan kafeslerinde bir çok insan hücrelerin sessizliğine bırakıldılar..


Sonuç: Tutuklu ve hükümlülerin beden ve ruh sağlıklarında ciddi ve onarılmaz taribatlar baş göstetermeye başladı. İktidarlar bu yöntemi çok sevmeye başlamışlardı. Öyle ki, bir çok tecrit uygulaması isteniler sonuçlar vermedikçe mahkum üzerindeki tecridin de zamanı bir o kadar uzayabiliyordu. Robert King, 29 yıl boyunca günün en az 23 saatini altı metrekareden daha küçük bir hücrede geçirdi. King, cezasının büyük bölümünü ABD’nin en büyük cezaevi olan Louisiana Cezaevi’nde tamamladı. Cezaevinin kurulu bulunduğu topraklar, yıllar önce Afrika’dan getirilen insanların köle olarak çalıştırıldığı bir plantasyon olduğundan buraya ‘Angola’ adı verilmiş. 


2001’de serbest bırakılan King, kendisini hala ‘Angola Üçlüsü’ olarak tanımlıyor. Bu üç kişi, uzun yıllar süren bir uluslararası adalet kampanyasının odağı olmuş. Üçünün aldığı tecrit cezasının toplamı 100 yılı buluyordu. Üçlünün diğer elemanları, Herman Wallace 70, Albert Woodfox ise 65 yaşında. Geçtiğimiz nisan ayında tecritte tam 40 yılını doldurdu. Üçü de işlemedikleri bir suçtan ötürü ve düpedüz hatalı yargılama sonucu hüküm giymişler. 70 yaşına dayanmış olan King, tecritte geçirdiği yıllara dair “Zamanından önce yaşlandırıp takatten düşürdüğünü” söylüyor. Bunun bir de psikolojik boyutu var. Kendisinin güçlü kaldığını ama insan iletişiminden yoksun kalmak nedeniyle tam bir yıkım içinde olduğunu belirterek “Bir ceza yöntemi değildi tam anlamıyla bir intikam yöntemiydi” diye ekliyor.

‘Sanki bitkisel hayattalar’

 
1960 ve 70’lerde ‘Angola’, hükümlüleri zorla çalıştırması, seks köleliği ve şiddetiyle meşhurdu. Fakat Robert King, tecridin bütün bunlardan daha kötü olduğunu söylüyor. ‘Angola Üçlüsü’nün diğer iki elemanı olan Herman Wallace ve Albert Woodfox’un avukatı Nick Trenticosta ise “23 yıl boyunca izolasyon altında kalmak bir ölünün tabutta kalkmasına benziyor. Sanki bitkisel hayattalar” diyordu. ABD’deki cezaevlerinde tecritte olanların sayısına ilişkin güvenilir bir rakam bulmak zor. Ancak son yıllarda bu sayının giderek arttığı biliniyor. Tecride karşı kampanya yürütenler, bu sayıyı 80 bin olarak ifade ediyor. Tecrit Gözlemcisi adlı kampanya grubundan Jean Casella ise daha çarpıcı bir ifadeyle, “Birkaç günü ya da haftayı aştığında tecrit artık işkence haline gelir” diyor.


Amaç kişiliği parçalamak

İspanya'da 16 yıl boyunca tek kişik hücrede kalan Basklı siyasetçi Tomax Carrera Juarros, "Tecritte tek duyduğun yüzünü bile görmediğin gardiyanların ayak sesleri ve kapıların kilit sesleri. Tecridin kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amaç ve hedefi yoktur " diyor. 

İspanya'da Basklı siyasetçi Tomax Carrera Juarros, 1979-1995 yılları arası 16 yıl boyunca tek kişik hücrede tecrit altında kaldı. Normal olarak her gün 23 saati hücrede geçiyor, 1 saat havalandırma ve banyo için ise sadece 6 dakikalık zaman tanınıyordu. 

Hücreden havalandırmaya ya da banyoya gittiğinde ve geldiğinde üstünün her seferinde tamamen soyularak arandığını söyleyen Tomax Carrera Juarros, "Haftada bir altı dakikalık banyo zamanı çoğu zaman gardiyanların keyfi uygulamasıyla yaptırılmıyordu" diyor. Juarros, cezaevinde yaşadıklarını şöyle özetliyor: "İspanya'da iki türlü tecrit var. Eski tip cezaevleri ve yeni tip cezaevleri. Eski tip cezaevlerinde diğer tutuklularla konuşmak daha mümkün, fakat konuşurken yakalanırsan hemen hücreye konuluyorsun. Modern olan cezaevlerinde ise diğerlerini görmek ve konuşmak imkansız. Tek insani ilişkin gardiyanlarladır, o da asla seninle konuşmuyorlar. Hücreler 3'e 5 metre çapında. Küçük bir penceresi var ama pencere küçük delikleri olan bir metal ızgara ile kaplı. İçeri ışık girse de buradan dışarısını görmek imkansız. Biz buna diskotek etkisi diyoruz. Pencereden süzülen ışık ve dışarıyı görememek bir süre sonra yavaş yavaş görme yeteneğinizi kaybetmenize yol açıyor. Nesneler arasındaki uzaklık ve yakınlık farkını algılayamıyorsunuz. Tecrit hücresindeyseniz, sahip olduğunuz eşyalar sınırlı verilir. Yazları 2 tişört, 2 iç çamaşırı, 2 çift çorap, 2 pantolon, kış ise 2 kazak yaz ise tek kazak. Diğer eşyalarınız başka bir bölümde alıkonulur. Kitaplarınız için izin alabilirseniz sadece iki tanesini hücrenize alabilirsiniz. Eğer başka kitap almak istiyorsanız mesela eğitim için birisini geri vermeniz gerekir" diye açıklıyor. 


Tecridin insan kişiliği üzerinde bıraktığı etkileri ise Juarros şöyle özetliyor: "Kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amaç ve hedefi yoktur tecridin. İçeride kendi tanık olduğum olaylar bunun kanıtı. İnsanların 15 gün tecritte kalarak nasıl konuşmayı unuttuklarını daha doğrusu konuşamadıklarını gördüm... Bunun bence iki nedeni var birincisi orada yalnızsın ve konuşabileceğin kimse yok, iletişim kurmanın olasılıkları ortadan kaldırılıyor, sessizlik sabit olan tek şey. İkincisi, tek duyduğun yüzünü bile görmediğin gardiyanların ayak sesleri ve kapıların kilit sesleri. Hiç görmüyorsun fakat hep aynı saatte o aynı sesleri duyuyorsun. Dünyadan ve hayattan koparılmışsın ama hala varolduğunu biliyorsun, biliyorsun ki hala sesin var ama senden alınmış, istesen de sesin çıkmıyor."

Guzman: Derin bir kuyudayım
 
Manuel Ruben Abimael Guzman Reynoso, eski felsefe profesörü… Peru'daki Aydınlık Yol hareketinin devrimci lideri. Yöneticisi olduğu siyasi hareket Peru'da, 1970'li yıllardan itibaren aktif oldu ve 17 Mayıs 1980 tarihinde itibaren hükümete karşı silahlı mücadele başlattı. Peru hükümeti tarafından terörizm ve vatana ihanet suçlarından aranan Guzman, 1992 yılında tutuklandı ve ömürboyu hapis cezasına mahkum oldu. Halen Lima yakınlarındaki Callao deniz üssünde tutulmaktadır. Aynı hapishanede Movimiento Revolucionario Tupac Amaru, MRTA lideri Victor Polay ve kaderin garip bir cilvesi olarak Fujimori döneminde hapishaneyi inşa ettiren eski istihbarat şefi Vladimiro Montesinos kalmaktadır.
400 sayfanın üzerindeki düşüncelerini "De puno y Letra" adındaki kitapta toplayan ve ve bunu dışarıya çıkarmıyı başaran Guzman, kitapta gerilla dönemindeki anıları, yakalandıktan sonra mahkemede yaptığı savunma ve geleceğe dönük düşünceleri yer almaktadır. Aynı kitapta tecrit koşullarına da dikkat çeken Guzman, sadece yazdıklarını okuduğu zaman sesini duyduğunu belirterek "Burası bir mezarlık ve derin karanlık bir kuyu gibi. Kimse konuşmuyor, nasıl acı çekerseniz çekin kimsenin umrunda değil. Beni ayakta tutan en önemli yanım yoldaşlarımı özlemek ve halkımın özgürlüğe kavuşmasını bilerek ve hissederek yaşamamdır' diyor. 


Guzman'nın avukatı ve ABD eski Hukukçular Birliği Başkanı Dr. Enrique Gonzalez, özellikle müvekili için basında çıkan provokatif ve manipüle içerikli asparagas haberlere dikkat çekerek "Bu bir gözde düşürme girişimidir" diyor. Reuter Haber Ajansı'na konuşan Gonzalez, Guzman'ın önemli biri olduğu için bu tür haberlerin yapıldığını tek kelime konuşma hakkı olmayan bir mahkuma ilişkin yapılanların aslında onun fikirlerinde ve gücünde korkmanın bir işareti olduğunu belirterek "Her manipüle ve asparagas haber yapıldığında ben Guzman'dan ne kadar korktuklarını düşünerek okuyorum" diyor. Gonzalez devamla "Tüm girişimlerin gözde düşürmek için yapıldığını ama bunun bir öfkeye yol açtığını artık bilmeyen yoktur" görüşüne yer verilmiş.

Möller: Üçlü tecrit yıkımı

 
RAF üyesi Irmgard Möller, 1972-1994 arasında 22 yıl tecritte kaldı. Ona ve RAF üyesi diğer arkadaşlarına farkılı bir tecrit yöntemi uygulandı. Hedef bu kez bir kişiden fazla bir gurubu psikolojik etkiler altında kırmaktı. Möller, bu yöntemi şöyle anlatıyor: "Ya tek başımaydım ya da Almanya'da küçük grup tecridi denilen tecridin bir türünü yaşadım. Bu tecritte 3 kişi bir araya konuyor ve birbirlerine uzun yıllar içerisinde zarar vermeleri bekleniyor. Tutsaklığımın son 14 yılında küçük grup tecridinde kaldım. Orada 3 kadın tutsaktık. Birbirimizden başka hiç kimseyi görmedik ve başka hiç kimse ile konuşma şansımız olmadı. Başka hiçbir tutsağı da görmedik. Havalandırmaya çıktığımızda da bizden başka sadece otomatik tüfekli gardiyanlar ardı. Sadece üçümüz vardık. Üçlünün kendi arasındaki ilişkilerin bir gün kıralacağı hesaplanıyordu. Bu kırılma kişi veya kişilerde tam anlamıyla bir yıkım olacaktı. 14 yıl böyle geçti."


Almanya bu deneyde kendisine özgü sonuçlar çıkarmıştı. Bu sonuçları yanlız RAF üyeleri üzerinde denemedi aynı zamanda hatta eş güdümle farklı mekanlarda deneyler yapıldı. Möller, bunun bilincindeydi, "Üç insan bir araya konulunca neler olacağı araştırıldı. Örneğin Atlantik Okyanusu'nda bir bot üzerinde kalan üç kazazedenin birbirleri ile ilişkileri araştırıldı. Bu araştırma sonuçları daha sonra bize uygulanan küçük grup tecridinde kullanıldı. 50'li yıllarda Amerika'da da bu konuyla ve sonuçları ile ilgili deneyler ve araştırmalar yapılmıştı. Sonuçta tecritte insanların varolan kişiliklerini kaybettikleri ve dışarıdan yeni kişiliklerin empoze edilmesinin mümkün olduğu ortaya çıkarıldı. Bu araştırmalar başarılı olunca bu sefer bizim üstümüzde denediler." 

 
Möller, yapılan deneylerin kendisi üzerinde bıraktığı etkileri ise şöyle tarif etmeye çalışıyordu, "...hatırladığım, tecritte kendi vücuduma bile yabancılaştığımdı. Bugün tekrar vücudumla ilgili normal duygulara sahibim. Örneğin dizimle kafam arasında inanılmaz bir mesafe varmış gibi geliyordu ya da bacağımın bana ait olmadığı hissine kapılıyordum. Bunun böyle olmasının sebebi sürekli olarak kapalı ve hiç bir değişikliğin olmadığı bir hücrede kalmamdı. Yapabileceğiniz en fazla şey hücre içinde üç adım ileri üç adım geri gitmekti."

Jim McVeigh: Dışarısı hissetmiyor

 
Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun (RAF) ilk grubunda tutuklanan Irmgard Möller, Bask halkı için direnişin sembolü olan Mitxel Zarazketa, neredeyse bütün yaşamı cezaevinde geçen Jim McVeigh, kendi ülkelerinin en önemli siyasi mahkumları olarak anılıyor. Çok uzun süre -ortalama 15-20 yıl tecride maruz kalmışlar. Hücrede geçirdikleri yıllar hakkında konuşurken ciddi anlamda zorlanıyorlar. Şu sıralar İrlanda Belfast Ulusal İşçiler Sendikası'nda görev yapan ve IRA'daki aktivitelerinden dolayı yaklaşık yirmi yıl cezaevi yatan Jim McVeigh, sekiz yıllık tek kişilik hüçresinin özetini "Bu gezegende yalnız siz yaşıyorsunuz hissi, çok güçlü bir şekilde bedeninizi sarıyor" diye tarif ediyor.  Jim McVeigh tecridin yığınsal deneyler sonucu elde edilen verilerle bilinçli, planlı ve organizeli bir şekilde gerçekleştirildiğini belirterek tecridi, "Bu sıradan bir hücre cezası değil. Kurgular üzerine oturmuş bir metottur. Kesinlikle sizi hiçselleştirmeye hedeflenmiş bir uygulamadır" şeklinde tarif ediyor. Bugün dışarıda olmasını ise yaşadığı tecritle şöyle kıyaslıyor: "İnsanlar mahkumun yaşadığı tecridin ağırlığını ve hedeflerini bilseydi hiçbir tecrit amacına ulaşmayacaktı."

Miyn Kyung: Tecrit tasarlanmış bir cinayettir

 
Kuzey Kore'nin Güney Pyongan Hapishanesi'nde 18 yıl boyunca tecrit altında tutulan siyasetçi Psikolog Miyn Kyung, Uluslararası Af Örgütü gözlemcilerine ilginç açıklamalarda bulunuyor. Kendisi üzerinde uygulanan psikolojik baskı yöntemlerinin ABD, İngiltere, Rusya ve Almanya'dan alındığını belirterek, "Burada uygulanan yöntemler, aslında yine bu ülkeler için bir deney merkezi niteliğindeydi" diyor. Bu sonuçların yine söz konusu ülkeler tarafında müttefik ülkelere verildiğini belirten Kyung, devamla "Tecridin kırılması, kesinlikle kamuoyunun duyarlılığına bağlı. Hiçbir manipüleye yer verilmeden tecridin hissedilmesi ve üzerine gidilmesi ve kamuoyunun denetim bilgisi altında olması şüphesiz tecridin açacağı olumsuz etkileri aşağıya çekelecektir" diye ekliyor. Tecride alıştırılmış bir topluluğun aslında en az mahkum kadar tecrit altında olacağını belirten Kyung, tecridin günümüz dünyasındaki yerini "Tasarlanmış, bilinçli ve koordineli bir cinayet" olarak tarif ediyor ve ekliyor: "Kamuoyu buna alıştıkça, alıştırıldıkça tecridin ağırlığı artıyor ve kişi hücresel bir bölünme, parçalanma yaşıyor."

Kürtler Öcalan'ın tecridini kırabilir

 
Görüşlerine başvurduğumuz Merkezi İngiltere'de bulunan Cezaevleri Araştırma Merkezi (ICPS) danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, tecridin hiçbir koşulda kabul edilemeyeceğini belirterek, "Bu bir ceza yöntemi olarak uygulanmıyor. Uygulanan tamamen bir intikam yöntemidir" dedi. 


Shelupanov, özellikle muhalif mahkumlar üzerinde uygulanan tecrit yönteminin birçok amacı içerdiğini belirterek, "Kişiyi gözden düşürme, kişiliğini parçalama, kamuoyu nezhinde itibarsızlaştırma, kişi üzerinde uygulanan psikolojik yöntemlerle mahkumu hiçleştirme, kişinin düşünce dünyasını parçalama ve düşünsel yeteneklerini yok etmeye yönelik" dedi.
Shelupanov, bunun bir ceza yöntemi ile ilgisinin olmayacağını belirterek "Tecrit altında tutulan mahkumlara yönelik gerçekleştirilmek istenen esas hedef, iktidarı eleştiren düşünceleri parçalamaktır" dedi. Hiçbir iktidarın kendisini eleştiren muhaliflere tahammül edemeyeceğinin altını çizen  Shelupanov, "Özellikle kitlelere veya kamoyuna mal olan muhalifler için tecrit tamamen intikam almaya yönelik gerçekleştirilir" dedi. Tecridin sadece mahkuma yönelik olmadığını da sözerine ekleyen Shelupanov bu uygulamanın aynı zamanda, tecrit edilen kişi üzerinde kamoyuna yönelikte gerçekleştirildiğini belirterek, "Hedeflenen kamoyunun tecridi içselleştirmesi, sıradanlaştırması ve alıştırılmasıdır. İkinci önemli hedefi ise tecrit altında tutulan kişiyi, kamuoyu nezhinde çeşitli araçlarla ve yöntemlerle manipüle etmesidir. En son noktada önemsizleştirilen bir muhalif mahkumun, artık düşünceleri ve fikirleride önemsizleşmiştir. Daha doğrusu o fikirler artık kamoyunu etkilemeyecektir hedefleri üzerinde çalışmalar yapılır" dedi.

Öcalan'a tecridin çok özel hedefleri var

 
Cezaevleri Araştırma Merkezi danışmanı Psikolog Anton Shelupanov, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin tamamen siyasi hedefler içerdiğini vurguladı ve devamla şunları söyledi: "Öcalan normal bir cezaevinde ve normal koşullarda kalmıyor. Tamamen özel ve ağır tecrit koşulları altında yaşıyor. Öcalan sonuçta siyasi bir muhalif ve geniş bir tabana hitap ediyor. Öcalan 30 yıllık silahlı bir örgüte hükmedebiliyor. Tecridi bunun dışında görmek mümkün olamaz."


Shelupanov, Öcalan üzerinde uygulanan özel koşulların, çok özel hedefleri olduğunu belirtti. Çok özel hedefler konusununun tamamen Kürt sorunu, PKK ve silahlı mücade olduğunu belirten  Shelupanov, "Öcalan üzerinde Kürt sorununu kırma, PKK'yi dizayn etme ve sorunun çözümünü mevcut devlet mantığı içinde elemek olabileceğini belirtebilirim" dedi.  


Shelupanov son olarak "Siyasi boyutları ve hedefi ne olursa olsun sonuç itibarıyla Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kabul edilemez. Yakın çevresi başta olmak üzere genel kamuoyu buna alışmamalı ve bilinmeli ki, tecridin panzehiri özgürlüktür" dedi.


Anket sonuçları ürkütücü boyutta


                                       İki yıl içindeki artış oranları%
Göz rahatsızlıkları:                                 18.5
Başağrısı:                                                33.5
Kas/iskelet ağrısı:                                  12.3
Mide rahatsızlıkları:                               9
Cilt hastalıkları:                                       11
Diş sorunları:                                          9
Kalprahatsızlıkları:                                 24.9
Böbrek/idrar yolları:                              4
Hemoroid:                                               5.5
Bedende uyuşma:                                 18.5
Faranjit/boğaz hast.:                             17.7
Ciğerde rahatsızlık:                                2.5
Tansiyon:                                                9.5
Ellerde egzama:                                      10
Alerji:                                                      8.1
Astım:                                                     3
Hepatit                                                    2.4
Tüberküloz:                                            23.6
İşitme kaybı:                                           8.7
Fistür:                                                      3
Şeker:                                                      1.8
Sedef:                                                      0
Kanser:                                                    09.1
Guatr: 0/1/1

PSİKOLOJİK SORUNLAR ANKETİ (yüzelli mahkum üzerinde)       

                                Teçrit öncesi kaç kişide           Teçrit içinde kaç kişide oluştu
Baş ağrısı:                                            21                               105
Unutkanlık:                                          7                                  94
Yoğunlaşamama:                                 11                               87
Işık ve sese karşı duyarlılık:               17                               84
Gerginlik:                                                33                              84
Kulak çınlaması:                                    27                               72
Kolay/ani sinirlenme:                            7                                 71
Sürekli yorgunluk hissi:                      14                                67
Kalp çarpıntısı/ritm bozukluğu:           5                                 51
Nefes darlığı:                                        23                                 49
Alınganlık:                                             9                                  47
Takıntılar ve tahammülsüzlük:            14                                44
Her şeye karşı isteksizlik:                     4                                  31
Boşluk duygusu:                                  14                                 31
Ortalığı dağıtma isteği:                         23                                 26
Kurgular:                                                19                                  26
Sakinleştirici ilaç kullananlar:              15                                  21


ALİ ONGAN


Yeni Özgür Politika Gazetesi