22 Şubat 2011 Salı

ABD’nin Yeni Ortadoğu Seferi mi?

Yeni_Özgür_Politika Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan gelişmeleri sadece halkın otoriter yönetimler altında ezilmesi, fakirlik, işsizlik ve adaletsizlik gibi önemli iç faktörlere bağlamak doğru değil. Bu gelişmelere en az iç faktörler kadar küreselleşmenin dinamikleri, Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yürütülen çalışmalar da etkide bulunmuştur.
Arap halkları için açlık, sefalet, yoksulluk anlamına gelen diktatörlüklerin, Tunus ve Mısır halkının isyanı şahsında parçalabileceği görüldü. Günlerdir tüm dünya bu coğrafyaya kilitlenmiş durumda. Ortadoğu bu duruma nasıl geldi? Halkın otoriter yönetimler altında ezilmesi, fakirlik, işsizlik ve adaletsizlik önemli nedenler arasında sıralanabilir. Ancak sadece bu nedenler mi halkı ayaklanmalara sevk etti? Halk nasıl örgütlendi ve harekete geçebildi? Halkın iletişim imkanları, Facebook ve Twitter gibi sosyal haberleşme sitelerini kullanmaları örgütlenme ve harekete geçmek için yeterli mi?

Tunus’ta yanan ateş daha sonra Cezayir ve kısa bir zaman sonra Mısır’a ulaştı. Bu yangın kendi içinde yeniden yeniden alevlendi ve bölgeye yayıldı. Suudi Arabistan’da sarsıntılara yol açtı. Böylelikle Tunus’ta yaşanan halk isyanı, Arap halkları için öncü bir misyon oynadı. Halkın kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığı çıplak bir biçimde görüldü. Kendilerini namluların üzerine korkusuzca yürürken bulan onbinler; onyılların diktatörlüğü altında ezilen onurlarını bayrak yapıp bedenlerine sarmış gibiydiler. Yakın komşularına, uzaktan izleyen halklara umut olan Tunus isyanı, kaybedecek bir şeyi olmayanların gücünün görülmesine vesile oldu. 140 milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir coğrafyada bunların yaşanması elbette doğaldı. Dünya petrolünün yüzde 58’i, doğalgazın ise yüzde 45’i Arap ülkelerinde olmasına rağmen, işsizlik oranı yüzde 25’lerde gözüküyor. Eğitimden sağlığa birçok alandan yoksun olan yoksul halkların açlık sınırında yaşadığı coğrafyada, açlıkla bilenen öfke sonuçlarını sokakta verdi. Tüm yaşananlara bakıldığında halkın yeterince sebebi, isyanı biriktirecek bütün nüveler mevcuttu. Peki yaşananları sadece bunlara bağlamak ya da sadece halkın sokağa dökülen öfkesi olarak değerlendirmek mümkün mü? Tunus’ta işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği ve yolsuzluk gibi sorunlar altında ezilen halkın isyan ederek, otoriter Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin istifasını istemesi ile başlayan gelişmeler, Bin Ali’nin ülkeden kaçışı ile sonuçlanması sadece isyan eden halkın gücüyle açıklanabilir mi?

Rolleri biten rejimler!
Halkın özgürlük talebini dillendirmesi, sokağa çıkması, bir halk hareketi ortaya çıkması bütün bunlar muhtemeldir. Yarım yüzyıldır otoriter rejimlerin baskısı altında birikmiş bir öfke var. Ama bu öfkeyi yönlendirecek, mevcut rejimleri tümden yıkmayı hedefleyecek örgütlenmeler ise sınırlı bir güce sahipti düne kadar. Yani Tunus’ta bir devrimi örgütleyecek güçlü bir öncü güçten ya da Ortadoğu’da diğer otoriter yönetimlerin temellerini sarsan halk hareketlerini yönlendiren devrimci bir güçten bahsetmemiz mümkün değil. İşin özü Mısır ve Yemen olmak üzere diğer ülkelerdeki otoriter yönetimlerin tedirginlik yaratan iki unsur var; evet bunların başında belki güçlü öncülere sahip olmasa da bir halk hareketinin kendini sokakta mayalayarak büyümesiydi, ikincisi ise bugüne kadar Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki mevcut rejimleri yaratan güçlerin mevcut rejimlerle işinin bitmesi gerçeğiydi. Sarsılan Bin Ali değildi, sarsılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki emperyalist güç dengelerinin yeniden rejimleri inşa harekatıydı. 
Bugüne kadar birçok değerlendirmede „halkın zaferi, Ortadoğu’da devrim rüzgarı“ vb. ifadeler kullanıldı. Ama bugün gerçek anlamda bir devrimden bahsedemeyeceğimizi görmek için biraz yakın geçmişe bakmak yeterli olur kanısındayız. Çünkü bu günü anlamak ve geleceği öngörebilmek için tarih bize önemli ipuçları vermektedir. Yakın geçmişe bakıldığında, „Soğuk Savaş“ olarak tanımlanan dönemin bitiminden itibaren uluslararası emperyalist güçlerin üzerinde yoğunlaştığı üç unsura bakmakta fayda var: „Küreselleşme“, „Yeni Dünya Düzeni“ ve „Büyük Orta Doğu Projesi.“ Bu kavramların bugünkü gelişmelere etkileri var mıdır? Elbette vardır.

Sermayenin önünün düzlenmesi!
Küreselleşme olgusunu en genel anlamıyla tanımladığımızda siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda emperyalist değerlerin ulusal sınırları aşarak dünya geneline yayılması şeklinde tarif edebiliriz. Küreselleşmenin siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel olmak üzere üç farklı dinamiği vardır. Bugüne kadar Afganistan, Irak vb. emperyalizmin seferlerinde görülen küreselleşmenin siyasal dinamikleriydi. Yani bu argüman kullanılarak aslında Yeni Dünya Düzeni inşaa ediliyordu. Neydi bunun literatürdeki karşılığı; özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü. Bu argümanlar işgallerin, savaşların yegane nedeni olarak önce ulaştırma, iletişim ve bilişim teknolojilerinden istifade edilerek bütün dünyaya yayılıyor, ardından seferlere çıkılıyordu. ABD şahsında gelişen yakın tarihteki müdahalelelere bakıldığında bu çok net görülecektir. Bu ülkelerde öncelikle ekonomik dinamikler; serbest piyasa ekonomisi ve uluslararası ticaretin yörüngesine sokmak için işgaller gerçekleştirildi. Bunun sonucu olarak uluslararası şirketlerin ve sermaye akışının bölgede kolayca dolaşımı sağlandı. Ama bu fiili müdahaleleri gerçekleştirmenin, ABD ve diğer emperyalist güçler tarafından tasarladıkları kadar kolay olmadığı Irak şahsında görüldü. Bu seferlerde hesaplanamayan sonuçlar sosyo-kültürel dinamikler kullanılarak, bertaraf edilmeye çalışılıyor. Bugün Kuzey Afrika, Ortadoğu başta olmak üzere emperyalistler batı tarzı yaşam ve tüketim alışkanlıklarının bütün bölgeye yayılması için öncelikle sivil toplum kurumlarını ön plana çıkararak yol almaya çalışıyor. Böylelikle iş siyasal gelişmelere, bölge halklarını, kurumları kullanarak etki yaratmaya çalışıyor. SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra yaşanan tüm gelişmelere bakıldığında ülkelerde yaşanan isyanlar, kimi eylemler, yaşam tarzındaki hızlı çözülmeler vb. tüm bunlar sermaye akışının bu ülkelere doğru sefere çıktığını görmekteyiz. Bunun literatürdeki adı ABD ve diğer emperyalist güçlerin yeni bir dünya düzeninin inşaası için yürüttükleri seferlerin kendisidir. Son gelişmeler, Tunus ve diğer ülkeleri saran rüzgarı bir de bu pencereden değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır.

Kukla hükümetler projesi!

ABD emperyalizminin 21. yüzyılda nasıl bir dünya düzeni hedeflediği, Aralık 1999’da yönetim tarafından yayımlanan „Yeni Bir Yüzyılda Ulusal Güvenlik Stratejisi“ olarak adlandırılan belgede açıklanmıştır. ABD, „Engagement and Enlargement - Angajman ve Genişleme“ olarak tanımla- nan bu stratejide, emperyalizmin çıkarlarının ve değerlerinin geliştirilebileceği hedeflere seçici şekilde angaje olma yolunu benimsemiştir. ABD emperyalizminin çıkarlarının yoğunlaştığı ve angaje olduğu bölgeler; Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasından sonra güç boşluğu oluşan Orta ve Güneydoğu Avrupa, Orta Asya ve Ortadoğu’dur. Dolayısıyla, „Soğuk Savaş“ dönemindeki çevrelemenin yerini genişleme almış durumdadır ve „hürriyet, insan hakları, demokrasi“ şeklinde gelişen çığırtkanlığın özü, serbest piyasa ekonomisinin bölgeye yayılmasıdır. ABD emperyalizmi için bölgede bulunan ülkeler açık pazarlar haline getirilmiş ve ABD’nin dünyadaki etkinliğini genişletmek için her türlü yöntem kullanılmıştır. Bu yöntemlerin başında; bölgede serbest piyasa ekonomisini uygulamak adı aldında önce totaliter veya otoriter ülkelerde transformasyonun sağlanması hedeflenmiştir. Sorun oluşturan ülkelerde insan hakları ve demokrasi maskesi kullanılarak ve serbest piyasa ekonomisinin hakimiyetini sağlama yolundaki engellerin kaldırılması. Böylelikle ABD emperyalizmi yine emperyalist güç tarafından belirlenen sözde demokrasi yöntemiyle seçilen hükümetleri kendi kuklaları haline getirebilecek, diğer taraftan askeri bir güce başvurmadan bölgedeki siyasi ve ekonomik ilişkileri şekillendirmeyi ve yön vermeyi hedeflemektedir. Bu sadece ABD’nin hedefi değil elbet. Ama bölgedeki gelişmelere bakıldığında pazardaki genişleme payının büyük dilimi hiç şüphesiz ABD emperyalizmine aittir.

Büyük Ortadoğu Projesi!
Son on yıldır yaşanan gelişmelere baktığımızda pasta payının genişletilmesi yönündeki girişimleri daha iyi anlayabileceğiz. Örneğin; ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi, 8 Nisan 2004’de, Büyük Ortadoğu ve Orta Asya’da ekonomik ve siyasi kalkınmayı sağlayacak programlara yetki ve 3 yeni kuruma destek vermek için, „2004 Yılı Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Kalkınma Kanunu“ olarak adlandırılan yasayı kabul etti. Kanunun amacı şöyle tanımlanıyordu: „Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’da siyasal özgürlüğün geliştirilmesi ve ekonomik kalkınmanın sağlanmasıdır. Kongre bu maksatla üç yeni tüzel kişilik olan „Demokrasi Vakfı, Kalkınma Vakfı ve Kalkınma Bankası“ katkı ve katılımlarını da içeren yardım programı için yetki vermiştir. Kanunda yardım programının uygulanacağı bölge; „Büyük Orta Doğu ve Orta Asya“ bölgesi; Arap Birliği’nin 22 ülkesi (Cezayir, Bahreyn, Komoros, Cibuti, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Moritanya, Fas, Umman, Filistin Otoritesi, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen), Afganistan, İran, İsrail, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Tacikis- tan, Türkiye, Türkmenistan ve Özbekistan ülkelerini kapsamaktadır. Kanun herhangi bir hüküm olmasa dahi ABD Başkanı’na, siyasi ve ekonomik özgürlüklerin, serbest ticaret ve özel sektörün kalkınmasını sağlamak amacıyla, Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’ya yardım sağlama yetkisi verilmiştir. Başkan, özel sektörün kalkınmasını, ticaretin geliştirilmesini ve yatırımların artırılmasını sağlamak amacıyla, Büyük Orta Doğu ve Orta Asya Bankası’nı kurmak, diğer bağış yapan devletlerle ve Büyük Ort Doğu ve Orta Asya’dan temsilcilerle birlikte çalışmak için yetkilidir. Başkan, bağış yapan devletlerle ve Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’dan temsilcilerle birlikte, siyasi partileri, kamu ve özel sektörü, KOBİ’leri ve sivil toplum kuruluşlarını destekleyecek olan çok taraflı Büyük Orta Doğu ve Orta Asya Kalkınma Vakfı’nı kurmak için çalışmaya yetkilidir. Başkan, bağış yapan devletler ve Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’dan özel sektör ve sivil toplum kuruluşları liderleriyle birlikte, bölgede sivil toplumun ve siyasi partilerin gelişmesini, demokratik reformları, iyi idare pratiğini ve hukukun üstünlüğünü desteklemek için çok taraflı, kamu-özel Demokrasi Vakfı’nı kurmak için yetkilidir. Özel vakıflar, bu vakfa katılmaları için teşvik edileceklerdir. Amerika Dışişleri Bakanı, Büyük Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik yardım için bir koordinatör atamaktadır. Bakanlık, bu kanunun yürütülmesini sağlamak için 2005’den 2009’a kadar her mali yıl için bir milyar Dolar ödenek ayırmaya yetkilidir. Başkan, daha açık bir siyasi ve ekonomik sistemin gelişmesi ve Birleşik Devletler yardımının bu gelişmelerdeki etkisi, Büyük Orta Doğu ve Orta Asya Kalkınma Bankası, Kalkınma Vakfı ve Demokrasi Vakfı’ndaki ilerlemeler konusunda 31 Ocak 2005 tarihinden başlamak üzere her yıl kongreye bir rapor sunacaktır.“

Ortadoğu’dan Kafkaslara...
Yukarıda hedefleri ve görevleri çok net tanımlanan BODP, kapsamını sadece Ortadoğu ve Orta Asya ile sınırlamadı. Bir süre sonra kapsamına Kafkasya, Orta Asya ve Kuzey Afrika da dahil edilmiştir. Bugüne kadar Büyük Orta Doğu Projesi’nin alt yapısıyla ilgili üç yapılanma oluşturuldu. Bunlar Demokrasi Vakfı, Kalkınma Vakfı ve Kalkınma Bankası’dır. Bu teşkilatlar bu projelerin finansman ve organizasyonunu gerçekleştirmektedirler. ABD, Ortadoğu’ya yönelik böylesine önemli bir projeyi neden hayata geçirmiştir? Elbette bölge halklarına özgürlük ve demokrasi götürmek için değil. Asıl olarak bölgedeki zenginliklerin ABD sermayesi için iştah kabartan boyutu, sermaye akışının bölgedeki dolaşımı önündeki engellerin bir bir ortadan kaldılırması için bütün bu plan ve projeler hayata geçirilmiştir. Gelişmelere baktığımızda dünya arenasında, Afganistan ve Irak savaşları bunun ilk etabını oluşturuyordu. Şimdi ise, Suriye, Libya ve İran’a karşı silahlı güç kullanma tehditleri; Gürcistan, Ukrayna, Lübnan, Kırgızistan, Tunus ve Mısır devrimleri gibi olaylar yaşanmaktadır. Buna paralel olarak Türkiye’de ise siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda keskin iniş çıkışların yaşandığı görülüyor. Acaba yaşanan bu iç ve dış gelişmeler birbirinden bağımsız mıdır? Yoksa neden-sonuç açısından birbiriyle ilintili midir?

ABD devrimleri!

Büyük Orta Doğu Projesi dört platformda uygulanmaktadır. Birinci platformda, emperyalist devletlerin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen ülkeler yani despotik ve „terör destekçisi“ diye adlandırılan ülkeler yer almaktadır. Afganistan ve Irak savaşları bu açıdan değerlendirilmelidir. Sorunun ana merkezi olarak görülen bu iki ülkeye, ABD bizzat güç kullanarak projeyi uygulamaya çalışmıştır. İkincisi ise, yine otoriter ve ABD’ye kafa tutar gibi görünen İran, Suriye ve Libya’dır. ABD emperyalizmi, bu ülkelere karşı da kuvvet kullanma tehtidinde bulunmakta ve bu ülkeleri proje doğrultusunda değişime zorlamaktadır. Libya ve Suriye, ABD karşısında diz çökmüş gibi görünürken; İran nükleer silah denemeleri yaparak aynı pozisyonunu korumaktadır. BODP’nin diğer uygulanmak istediği alan ise Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu ülkeleridir. Bu bölgelerin özelliği SSCB ve Varşova Paktı dağıldıktan sonra büyük bir güç boşluğunun oluşmasıdır. Kafkaslarda sırasıyla Gürcistan’da Kadife Devrim, Ukrayna’da Turuncu Devrim olmuştur. Bunun yanı sıra Lübnan’da da Sedir Devrimi uygulamaya konmuştur. Orta Asya’da ise ilk devrim Kırgızistan’da gerçekleşmiştir. Son olarak Tunus’ta Yasemin Devrimi gerçekleşmiş, Mısır’da da Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek görevden uzaklaştırılmış, ordu, parlamento lağvederek ‘geçiş süreci’ adı altında yönetimi ele almıştır. Bu ülkelerde halk Demokrasi ve Kalkınma Vakıfları aracılığıyla örgütlenmektedir. Örgütlenen muhalefet; fakirlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yolsuzluk, seçimlere hile karıştırılması gibi halkı rahatsız eden ve tetikleyen gelişmeleri ön plana çıkararak, ‘demokratik’ açılımlar sağlamak amacıyla ABD patentli devrim yapmıştır.

Sonuç olarak; Tunus’ta ve Mısır’da yaşanan gelişmeleri sadece halkın otoriter yönetimler altında ezilmesi, fakirlik, işsizlik ve adaletsizlik gibi önemli iç faktörlere bağlamak doğru değildir. Bu gelişmelere en az iç faktörler kadar küreselleşmenin dinamikleri, Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında yürütülen çalışmalar da etkide bulunmuştur. Çünkü ne ABD’nin ne de Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki rejimlerin bugünkü şekillenişlerine ihtiyaçları kalmamıştır. Artık bugüne kadar emperyalistlerin kuklalığını yapmış bu rejimler tarihsel misyonunu tamamlamış, ABD ve diğer emperyalistler bölgede kendi ihtiyaçlarına uygun yeni düzenler oluşturmanın telaşı içindedirler. Halkın biriken öfkesinin sokağa yansıması, yaşanan isyanlar ise güçlü, gerçek anlamda devrimci hedefler içeren örgütlülüklerin yokluğu nedeniyle sonuç alıcı ve kalıcı sonuçlar elde etmekten uzak hareketlenmelerdir. Her şeye rağmen Ortadoğu halklarının bu kalkışması halkın kendi iradesiyle neler yapabileceğini de tüm dünya halklarına göstermiştir.

SELMA AKKAYA
Kaynaklar: Doç. Dr. Sandıklı’nın Ortadoğu’daki Gelişmeleri Anlamak adlı çalışması
BBC
Le Monde gazetesi Tunus isyanı değerlendirmeleri
Humanite gazetesi Tunus ve Ortadoğu değerxlendirmeleri...

Postal ve Patik


Postal ve Patik, bir 12 Eylül anı kitabı. Ancak özgün bir yanı var: Kitapta, gözaltına alınıp tutuklandığında hamile olan bir kadının, Metris Cezaevi koşullarıyla birlikte annelik duygusunu okuyoruz. Postalların bütün düşleri, umutları darmadağın ettiği o günlerde, patikte simgelenen umut, bir bebeğin dünyaya gelişi anlatılıyor Postal ve Patik’te. O günleri yaşayan herkesin hikâyesi belki de!

“Geldik bebeğim. Yeni ‘yuva’mıza geldik. Bakalım neler yaşayacağız seninle burada, neler öğreneceğiz.” “Bebeğim, seni öpüp koklamama az kaldı. Bakalım, nerede, nasıl olacak ilk karşılaşmamız”. “Arkadaşlarım sevinç çığlıklarıyla karşılıyor bizi. Metris’in ilk bebeği Eren, bu koğuşta!” “Son kez. Son kez… Deyip bir daha, sonra bir daha emziriyorum oğlumu.”

Postal ve Patik’ten bu sözler. Bebeğini, 12 Eylül’ün o kara günlerinde Metris Cezaevi’nde doğurmak zorunda kalan bir annenin, Ayşen Göreleli’nin kitabı Postal ve Patik. Okurla buluşturan ise İlya Yayınevi.

Ayşen Göreli, darbenin tüm ağırlığıyla gece ve gündüze çöktüğü o günlerde soğuk bir Mart günü gözaltına alındığında hamileydi. Sıkıyönetim hukuku düşünüldüğünde bebeğini cezaevinde doğuracaktı. Öyle de oldu.

Çocuklar, koğuşların neşesi olur hep. Sevinç çığlıklarıyla karşılanır. Eren bebek de öyle karşılandı; ablaların, teyzelerin neşe kaynağı olurken, tüm koğuş yaşamı, Eren’in ihtiyaçlarına göre düzenlendi. İlk haftalarını Metris’te geçiren Eren, daha sonra akrabaların yanına gönderildi. O günlerin, annesi babası tutsak binlerce çocuğu gibi akrabaların yanında büyüdü.

Postal ve Patik, hamile bir annenin o günlerde neler yaşadığını, neler hissettiğini anlatıyor tüm samimiyeti, yalınlığı ve açıklığıyla.

HERKESİN HİKÂYESİ ASLINDA

Bir iç dökme. Belki de anımsatma ya da yüzleşme. Bu ‘belki’lerin yanında net olan ise; sadece Ayşen ile Eren’in hikâyesi değil, 12 Eylül’ün mağdur ettiği binlerin, on binlerin öyküsü bu.

Göreleli de, yaşadığı deneyimin ortak bir tarihin parçası olduğunu düşünerek yazmaya karar veriyor: “12 Eylülden sonra bir araya gelip 12 Eylül sürecini ve cezaevi sürecini konuşmaya başladı. Anlatırken, arkadaşlarım, ‘sen bütün ayrıntıları hatırlıyorsun, yazsana bunları’ dedi. Yazmak bana eskiden beni haz veren bir şeydi. Sonra küçük notlar halinde yazmaya başladım, yayınlamak için değil, cezaevinde doğan oğlumun çeyiz sandığına koymak için yazmaya başladım. Nerede nasıl koşullarda doğduğunu bilmesini istedim. Sonra yazdıkça fark ettim ki, bu sadece ben ve oğlumun kişisel tarihi değil. Ortak bir tarihin parçası. O zaman bunu paylaşmak istedim.”

BAHAR HAVASINDA BİR KİTAP


Yazma süreci sancılı olmuş. “Zaman zaman ağladım, güldüm, hüzünlendim” diyor. Çünkü bu süreç aynı zamanda insanın kendi geçmişiyle, kendisiyle de yüzleşme süreci. Ayrıca, o günleri birlikte geçirdiği arkadaşlarından biri kanser hastalığı nedeniyle kaybetmiş Ayşe. Bir de hala arayıp bulamadığı arkadaşları var. Sonunda yazma isteği ağır basmış ve yazmış.

Kitabın üst başlığı, Metris’te Her Mevsim Kış. Ancak kitabın içinde ise daha çok bahar rüzgârı var. Neden bu üst başlık? Yanıtı şöyle: “Metriste her mevsim kış… ilk başlangıçta dosyaya koyduğum attı. Dosya oluştuktan sonra baktım ki, ben sadece kışı anlatmamışım, baharları da anlatmışım. öyle de yaşadık zaten, biz ah ne zor şeyler yaşadık diyen bir kuşak değiliz zaten. Kitabı okuyanlar da bilir, çok güldük biz o acıların yanında, hüznün yanında umut ve neşe var zaten. Bu yüzden postal ve patiği, patiğin umudu, yeniği, bir doğumu simgelemesi açısından bunu uygun gördüm. İlya yayınevinden arkadaşım, metriste her mevsim kış ille de olsun deyince o da üst başlık olarak kaldı”

Eren’in kitap karşısındaki tutumu nasıl oldu? Ayşen Göreleli, bu soruya şu yanıtı veriyor: “Eren belli bir yaşa geldikten sonra, zaman zaman nerede doğduğunu, kim olduğumuzu biraz anlatmıştım ama ayrıntıları bilmiyordu. Yazma sürecinde de yanımda değildi. Kitabın basıldığının ertesi günü İstanbul Kitap Fuarı’na gittim, orada kitabı gördüğünde ve daha sonra okuduğunda, bana dediği, ‘seninle gurur duyuyorum anne’ oldu.”

İŞLERİNİ YOLUNA KOYMAK BİRKAÇ ON YILI ALDI


12 Eylül darbesinin üzerinden 31 yıl geçti. Göreli, o günlerde 22 yaşındaydı. Son beş yıldır yazıyor. Bu kadar geç yazmasının da temel nedeni 12 Eylül darbesi: “Kadınlar genel olarak geç yazmaya başlıyor. Ancak benim bu kadar gecikmemin nedeni, 12 Eylül o kadar darmadağın etti ki bizi, öyle zor koşullarda var olmaya çalıştık ki kendimize gelmemiz uzun zaman aldı. Okullarımızdan atılmıştık, ailelerimizle bağımız kopmuştu, işimiz yoktu, diplomamız yoktu, paramız yoktu, evimiz yoktu. Önce bunları oluşturmaya çalıştık. Bu arada yüzleşmeler, yüzleşmeler, yüzleşmeler… Ancak işleri yoluna koyabildik, bu da birkaç on yılımızı aldı, artık sıra yazmaya geldi dedik, beş on yıldır yazmaya çalışıyoruz.”

Postal ve Patik, Göreleli’nin ilk çalışması. Daha önce ortak bir çalışmada öyküleri yer almış. Dergilerde de öykü ve yazıları yayınlanmış. Önümüzdeki günlerde ise öykülerden oluşan bir kitap yayınlamayı planlıyor ve “İşin başındayım ama bundan sonra yazmaya devam edeceğim” diyor.

Resmi Belgede Gayrı Resmi TKP Tarihi

TBMM çatısı altında hangi gizli oturumda, hangi kararlar alınmış ve bunların ne kadarı bu topraklarda yaşayan halkların çıkarına olmuştur bunu kimseler bilmez. Gene onaylanmak üzere Çankaya Köşkü'ne çıkarılan hükümet listelerinden hangi isimler ne gerekçelerle silinmiş, silinen isimlerin yerine kimler hangi gerekçelerle yazılmıştır bu da hiçbir biçimde sorgulanmaz. Bu demokrasisiz cumhuriyetin teemmüllerindendir.

Meclis’te yapılan gizli görüşmeler 50 yılını doldurduktan sonra üzerlerindeki gizlilik hükmü kalkıyor. Bu esasa göre son olarak 11 Kasım 1951’de yapılan Meclis gizli oturumunun tutanakları açıklandı.

Meclis Başkanvekili Kayseri Milletvekili Fikri Apaydın’ın başkanlık ettiği oturumda, Kayseri Milletvekili İbrahim Kirazoğlu ile Isparta Milletvekili Sait Bilgiç de katip üye olarak divanda yer almış. Saat 15:14'te başlayan genel kurul gizli olarak toplanmış.

ABD öncülüğündeki anti-komünist hareketin NATO’nun nüfuz alanını genişletmesi ile doğru orantılı bir biçimde geliştiği günlerde yapılan gizli oturum, daha sonra Türk hukukunun yüz karası olacak 141 ve 142’nci maddelerin yasalaşmasını amaçlıyordu. Adnan Menderes hükümeti adına Askeri Yargıç Şevki Mutlugil’in meclisi bilgilendirdiği celsede, DP’li milletvekilleri de komünizm karşıtı söylevlerde bulunuyor. Türkiye tarihinin önemli aydın yazar ve şairlerinin de adlarının sık sık geçtiği gizli oturumda Menderes de başbakan sıfatıyla söz alarak Köy Enstitüleri’nin içine düştüğü duruma ilişkin görüşlerini dile getiriyor.

1951'in sonunda gerçekleşen bu gizli oturumun hemen ardından 1952’de Menderes, hükümetinin NATO’ya girme kararı alması dikkat çekicidir.

Meclise bilgi veren askeri yargıç Mutlugil, Türkiye Komünist Partisi’nin programından söz ederken TKP’nin Kürtler ve Lazlar için kendi kaderlerini tayin hakkını savunduğuna da ayrıca vurgu yapıyor.

Kaldırıldığı 1991 yılına kadar binlerce kişinin yargılanarak hüküm giydiği 141 ve 142’nci maddelere ilişkin gizli oturumda yargıç Şevki Mutlugil konuşmasına şöyle başlıyor, ”hal böyle olunca, komünizmin bugün hürriyet ve masuniyetlerimizi ve millet olarak istiklalimizi çok yakından tehdit eden büyük bir tehlikenin ta kendisi olduğunu kabul etmek ve aramızda teşkilatlanmaya çalışan bu yolun bedbaht yolcularını birer vatan haini olarak görmek mecburiyetindeyiz.”

Yargıca göre, aslında komünistlere karşı bir yasaya da gerek yoktur, o tüm komünistlerin vatan haini olduğunun peşinen kabulünü istemektedir.

TKP programında yer alan, ”Kürt sorunu ve ordunun demokratikleşmesi” taleplerine dikkat çeken yargıç Mutlugil, önce programdan şu alıntıyı yapıyor, ” Amele ve (köylü Hükümeti; kesif halk kütlesi halinde yasayan Millî azınlıklara (Kürtler ve Lazlar) mukadderatlarını serbestçe 'tayin etmek ve arzu ederlerse Devletten ayrılma hakkını bahşeder…”

Ardından da ekliyor Mutlugil, ” Orduyu demokratlaştırma, ayrılmak istedikleri takdirde azınlıklara bu imkânı vermek, dış politikayı münhasıran Rusya ile beraber yürütmek gibi hususlardaki kafi ifade bu direktifin gayelerini açıkça göstermektedir. Aşağıda Komünist Partisinin değişmeyen programını ele aldığımız vakit, bu partinin devletimize vermek istediği şekli ve devleti parçalamak hedef ve gayesini açıkça huzurunuza sermiş bulunacağız.”

Nazım Hikmet’in şiirlerini de kendince ”deşifre” eden Mutlugil’in şiir ”analizi” de oldukça ilgi çekici.

''Şimdi Nazım Hikmet'in İngilizce ve Fransızcaya çevrilerek dünyaya yayılan şiirinden şu satırları dikkatle gözden geçirelim:

Kalbimin yarısı burada ise Doktor

Diğer yarısı da Çindedir.

Ordular Sarı Irmağa iniyor

Ve sonra bütün sabahlar Doktor

Her sabahlar şafakta

Kalbim vurulmuştur Yunanistan'da

Çok uzakta bir yıldızla kalbim atıyor

(Yani Rusya ile)

Nazım Hikmet ise; kalbinin uzakta bir yıldızla beraber vurduğunu, yani Moskova ile beraber olduğunu ifade ettikten sonra, bütün varlık ve hislerinin Çin'de ve Yunanistan'daki mücadelelerle beraber olduğunu söylüyor. İşte orduyu demokratlaştırıp nizam ve disiplininden mahrum etmek isteyen direktif bu suretle kalıbı bizde, fakat kalbi bizimle beraber olmayan insan yığınları tasavvur ediyor.”

Şefik Hüsnü’nün tutuklanması...

Baştan sona okunduğunda gerçek anlamda, ”resmi belgedeki gayrı resmi TKP tarihi” sayılabilecek gizli oturum tutanakları, bugün ancak üzerinde usta yazar Vedat Türkali’nin değerlendirme yapabileceği iddiaları da barındırıyor.

Bütün anlatımlarını TKP soruşturmalarında ele geçen belge, mektup ve diğer parti içi yazışmalara dayandıran yargıç Mutlugil, Doktor Şefik Hüsnü’nün bir yakalanmasına ilişkin olarak şu bilgiyi aktarıyor:

”1927 yılında yeni bir kadro ile gizli olarak faaliyetine devam eden bu parti üzerinde durulmuş ve umumî kâtipliğini yapan Vedat Nedim Tör yakalanıp ifadesi alındığı zaman, kaçak olan Doktor Şefik Hüsnü'nün sakallı ve bıyıklı olarak gizli yollardan İstanbul'a geldiğini ifşa etmiş ve Şekerci Löbon'da yapacağı buluşma gün ve saatini de bildirdiğinden alınan tertibat ile Doktor Sefik Hüsnü Lenin'in sakal ve bıyığı gibi bir sima ile yakayı ele vermiştir. İlk önemli tevkifat bu tarihten başlamaktadır.”

Komünistler neden birleşemiyor?

Uzun konuşması sırasında komünizmin dünya ve Türkiye’yi ele geçirme planlarına değinen Mutlugil, zaman zaman TKP içi çelişkileri de detaylı bir biçimde aktarıyor milletvekillerine.

''Burada şunu da açıklamak yerinde olur ki, Türkiye Komünist Partisi -bugün de olduğu gibi- esas itibariyle emekçi sınıfını ele almış, münevver kitleyi ve okulları oldukça ihmal etmekte idi. Emekçi yanında münevver kitle ve okulları da ele almak fikrinin mücahidi Nazım Hikmet olmuştur. Doktor Şefik Hüsnü ile aralarının ilk defa seker renk olmasa da bu arzu ve ısrarından ileri gelmiştir.

Nazım Hikmet bu rolünü şiiriyle tatbik sahasına koymuş ve hakikaten (Edebiyatta yeni bir inkilâp) parolası ve komünist partisinin propagandasıyla edebiyatçılar ve bilhassa örgenciler ve öğretmenler arasında onun şiirleri sevilmeye ve elden ele dolaştırılarak okunmaya başlanmıştır. Aşağı yukarı 1930 yılında başlayan bu faaliyet hızını gaip etmemiş ve her sene artarak daha geniş bir muhit bularak bugüne kadar devam ede gelmiştir.

1933 - 1938 yılına kadar muntazaman gizli broşürler yazılmış, basılmış, dağıtılmış ve komünistler için bayram günleri olan günlerde de beyannameler dağıtılmış yakalanabilen failleri mahkemelere verilerek mahkûm edilmişlerdir.

1938 ve 1939 yıllarında Nazım Hikmet Harp Okulu ve donanma içindeki faaliyetiyle dikkati çekmiştir. Yakalanmış ve askerî mahkemeye verilmiş ve Yüksek Meclisçe de bilinen şekilde 28 sene ağır hapis cezasına mahkûm olmuştur…

Müsaade buyurulur ise burada buna muvazi olan çok mühim bir olayı arz edeceğim, bu Süleyman Nuri vakasıdır.

Şu halde ayni gayeyle çalışan bu iki parti niçin birleşemiyor? Gizli programları ve gayeleri bir olduğu halde, aradaki ikiliğin ve zıddiyetin sebebi; sırf şefler arasındaki anlaşmazlık ve çekememezlik olduğu tereddütsüz söylenebilir; çok iyi biliyoruz ki bu anlaşmazlık ve çekememezlik yalnız Esat Adil ile Şefik Hüsnü arasında değildir. Bunlara bağlı zümreler arasında, eski ve yeni nesil komünistler arasında; Nazım Hikmet ve onun etrafında bulunanlarla diğerleri arasında da ezelî ve ebedî ihtilâflar öteden beri sürüp gitmektedir; bu geçimsizliğin ve anlaşmazlığın da bir tarihçesi vardır; Türkiye komünist partisi içindeki ilk fırtına, millî mücadele yıllarında ve onu takip eden senelerde kopmuştur; Parti Viyana'da ikinci kongresini akdederken, Doktor Şefik Hüsnü ile Nazım Hikmet arasında ihtilâf baş göstermiş, parti içinde muvafakat ve muhalefet grupları meydana gelmiştir; hatırı sayılır nüfuzlu idarecilerden bir kısmı Nazım Hikmet tarafını tutmuştur; bunların arasında şimdi Moskova'da (Erdem) iğreti adıyla yorumculuk ve spikerlik yapmakta olduğu rivayet edilen (Laz İsmail); Moskova Şark Enstitüsü yetiştirmelerinden (Hamd'i Samilof) ve (Sari Mustafa - Mustafa Börtlüce) gibi elemanlar da vardır.

Doktor Sefik Hüsnü tarafını tutanlarla, Nazım Hikmet'i iltizam edenler arasındaki çekişme, o tarihten beri devam edip gelmektedir. Meselâ Mustafa Börtlüce hâlâ Şefik Hüsnü'ye muhalif bulunmakta. Nazım Hikmet âdeta tapınmakta ve Esat Adil' in partisi-içinde çalışmakta. Hamdi Samilof; Nazım Hikmet ve onunla birlikte hapisten çıkan eski komünistler grubu içinde bulunmaktadır.

İlk mücadelede Şefik Hüsnü galip geldi. Rakiplerini ve hatta o zaman kendi tarafını tutmuş olan şeflerden bazılarını sonradan komünterne şikâyet etti. Moskova Şefik Hüsnü'yü iltizam ettiği için, mevkiini kuvvetlendirmiş oldu.”

Yargıç Mutlugil bu iddialarını, Abidin Nesimi’nin Alaaddin Hakküder’e yazdığı bir mektuba dayandırıyor. Mektuba göre, bu ayrışma ciddi bir sıkıntı kaynağıdır ve giderilmesi için komünistler bir çıkış aramaktadır:

Partinin kurulması gecikecek olursa bu takdirde hapiste ve sürgünde bulunan Nazım Hikmet, Kerim Sadi, Hamdi Samilof, Doktor Hikmet ilh. serbest kalacaklardı. Böyle bir merkezi siyasî partinin, yani içine Nazım Hikmet'i, Kerim Sadi'yi, Şefik Hüsnü'yü, Hamdi Samilof'u alacak bir partinin o zaman kurulmasına maddeten imkân yoktu. Zira Nazım Hikmet, Hamdi Samilof, Mustafa Börtlüce, Hüsamettin Özdoğu ilh. arkadaşların partiden çıkarılmaları vaktiyle Doktor Şefik Hüsnü Beyin bunları sırasıyla (Balkan Partisine) ve komünterne, bunlardan bir kısmının Stalin'e muhalif olan Birkelimmof Grubu ile ve diğer bir kısmının Türkiye Polisi ile işbirliği ettiklerine dair sunduğu rapordur.

İşte bu sebeplerden ötürü aziz kardeşim, Nazım Hikmet'le, Şefik Hüsnü'nün aynı arabada koşulmalarına imkân yoktur. Halbuki parti daha evvel kurulur ve merkezî bir hüviyet kazanır ve parti başında Şefik Hüsnü değil de meselâ, Cami Bey görülecek olursa öyle sanıyorum ki bu dargın arkadaşları birleştiren çimento vazifesini, Cami Bey görebilir.”

Şefik Hüsnü DP’yi destekledi mi?

Askeri yargıca ve dolayısıyla verdiği bilgilere güvenilir mi bilinmez ama bugün ortaya çıkan tutanaklardaki iddiaların tartışılmaya değer nitelikte oldukları kesin. Yine aynı mektuba göre süreci değerlendiren Doktor Şefik Hüsnü, siyasal konjonktüre göre Demokrat Parti’nin desteklenmesini savunmaktadır:

Şefik Hüsnü'nün sari defterindeki (intihabattan sonra ihtimalat) diye yazdığı notlar dikkate şayandır. Bu notlar 1946 intihabatindan sekiz gün sonra kaleme alınmıştır. Müsaade buyurularsa kısaca okuyalım.

Doktor Şefik Hüsnü'nün (Seçimlerden sonra sınıf mücadelesinin gösterdiği manzara) başlığı altında 29 Temmuz 1946 günü yazdığı on maddelik bu yazının ikinci maddesinde (Bu mücadeleye örtülü şekillerde ve bilhassa Mareşala taraftarlık nikabı altında ordu da karışmış ve ordu kadrolarında -bir ekseriyet değilse bile- ekseriyete yakın büyük bir ekalliyetin bugünkü inhisarcı rejimden hoşnut olmadığı ve muhalefeti desteklemek azminde bulunduğu belli olmuştur.

Bu vakıanın, iktidar kavgasının gelecekteki gelişmelerinde çok mühim bir rol oynayacağı anlaşılmaktadır) dedikten sonra siyasî partilerin teşekkülünü ve halk arasında mevcut mücadeleleri tetkik ederek beş ihtimalin bulunduğunu yazan Şefik Hüsnü, birinci ihtimal olarak (Demokrat muhalefet ve Mareşal

Mecliste seçimlerin meşruiyetini tanımadıklarını ve millî iradenin kendini göstermediğini ilan ve toptan istifa ederek mücadeleyi halk arasına intikal ettirirler).

Veya ikinci ihtimal olarak da (Bu takdirde ya Halk Partisi bu husumet ilanına aynı sertlikle cevap verir ve meclisi devam ettirerek memlekette yeniden bir teşhis nizamı yaşatarak tek partili bir Millet Meclisi yaşatmaya uğraşır) demektedir.

Yazının sekizinci maddesinde ise (Bu ihtimallerden en mühim olanı birincisidir. Bu şekilde mücadele halk arasına ve köylere intikal ettirildiği takdirde bizim bütün gücümüzle ona katılmamız, Mareşal ve Demokrat Partiyi desteklememiz, bütün teşkilatımızı ve faaliyetlerimizi bu mücadelenin icaplarına göre ayarlamamız icap eder. Dikkat edeceğimiz nokta Demokrat Partinin idarecileri olmaya namzet olanları mümkün olduğu kadar sosyalist demokrasiye doğru çekmeye gayret etmek ve bu içtimai bünye değişikliğinin gerçekleştirilmesine bizzat iştirak edebilmemizi saklamaya uğraşmaktır. Bu vadide bir çok başarılar elde edebileceğimizden katiyen şüphe edilemez.

canerdem2126@gmail.com

Mübarek sonrası Mısır üzerine düşünceler

Toplumların hareketlendiği bazı dönemlerde zaman öylesine hızlanır ki, değil yazılanların, söylenenlerin dahi ömrü dakikalarla ölçülür olur. Mısır’daki kalkışma bunun en güzel örneği. Hüsnü Mübarek’in Kahire’yi terk ettiğini duyup, bu yazıyı kaleme almaya başladığımda tam da bunu düşünürken, ajanslardan Mübarek’in istifa ettiği haberlerini okudum.
Mısır halkının onur abidesi hâline gelen Tahrir Meydanı’ndan yayın yapan televiyoncular, insanların sevinç içinde olduklarını ve »halkın rejimi alaşağı ettiğini« bildiriyorlardı. Doğru, insanlar nasıl sevinmesinler ki, bir despot daha gitti, ama kanımca »rejimin alaşağı edildiğini« şu an için söylemek yanlış olur. Burada daha çok ordu yönetiminin yeni bir hükümete geçiş sürecini kendi kontrolüne aldığından bahsetmek gerektiği düşüncesindeyim.
Mısır’daki gelişmelerin Ortadoğu’yu bütünüyle etkileyeceği kesin. Bir kere despotlara karşı koyulamaz düşüncesinin psikolojik engeli ortadan kaldırıldı – halkın bizzat kendisi tarafından. Ancak bundan sonraki sürecin salt ülke içi dinamiklere değil, uluslararası güçlerin etkisine de bağlı olacağını görmek gerekiyor. Çünkü halkın daha radikal talepler çerçevesinde harekete devam edip etmeyeceği belli değil. Ama gene de gelinen aşamada Mübarek sonrası Mısır’ın nasıl olabileceğine dair fikir yürütmek olanaklı.
Öncelikle genelinde Arap dünyasının, özelde Mısır halkının kısa bir zaman içinde bir kalkışmayla, hem de şiddete başvurmadan ve Batı’nın desteğini almadan, uzun yıllar egemen olan despotları yerlerinden edebileceklerinin kanıtlandığının altı çizilmelidir. Arap dünyasında eşine ender rastlanan bir halk hareketi yaratan Mısırlılar, bilhassa Ortadoğu halklarına benzer girişimler için bir motivasyon kaynağı olacaklardır. 18 günlük direniş, milyonları harekete geçirmiş ve egemenlere geri adım attırılmıştır. Mısır halkı ne kadar kutlansa, o kadar yeridir.
Diğer yandan Mısır’daki kalkışma, hem emperyalist güçlerin içerisinde düştükleri yönetim krizini, hem de beklenmedik bir şekilde siyasal islamın etki alanlarının azalmakta olduğunu göstermiştir. Gerek Tahrir Meydanı’nda toplanan kalabalıktan, gerekse de Batı televizyonlarına demeç veren şahsiyetlerden, »Batı işimize karışmasın, Mübarek’i desteklemesin yeter« sözleri ifade ediliyordu. Avrupa’nın yaygın medyasındaki yorumlarda da, »tereddütlü davranan Batı, fırsatlarını kaçırıyor« tespitleri yapılıyordu.
Bununla birlikte, kalkışmaya ancak üçüncü gününde katılan Müslüman Kardeşler’in çekingen tavırlarını ve öne çıkamayışlarını, siyasal islamın daha önceki yıllarda işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk v. d. sosyal sorunlara sahip çıkmamaları nedeniyle halk kitleleri tarafından kendilerine kesilen bir fatura olarak değerlendirmek gerekiyor. Sonuç itibariyle, Mısır’daki siyasal islamın halkın gerçek taleplerini sahiplenmediğinden, önümüzdeki dönemde, tabanları geniş olmasına rağmen bir kriz içerisine düşerek, gerileyeceğini öngörmek olanaklıdır diye düşünüyorum. Bu, siyasal islamın etkin olduğu diğer coğrafyalarda da söz konusu olabilir.
Mısır’daki kalkışma, spontane halk hareketlerinin hem gücünü, hem de handikaplarını ortaya çıkarmıştır. Tahrir Meydanı’nda baskın olanlar genellikle örgütsüz genç insanlar. Haberlere ve yapılan yorumlara göre de, çoğunluğu yüksek öğrenimli ve modern yaşam stiline sahip. Bilgisayar ve internet teknolojilerini kullanan, bunları örgütlenme aracı yapan, en az Ingilizce bilen ve dünyadaki gelişmeleri takip eden insanlar. Aynı şekilde diğer orta katmanların da harekete bir dinamizm kattığını tespit edebiliriz.
Gerek Mısır sendikal hareketi, gerekse de Müslüman Kardeşler hareketin öncüsü olamadılar. Aynısı liberal kesimlerin ve Mısır burjuvazisinin temsilcisi olan Muhammed El Baradei veya Arap Ligi başkanı Amr Musa gibi tanınmış isimler için de geçerli. Kalkışmaya katılanları birleştiren, Mübarek’in gitmesi talebiydi. Bu gerçekleşti, şimdi ise öncü bir gücün olmaması, ordunun elini güçlendirecektir. Çünkü halka karşı yumuşak davranan ordu, halk arasında sempatisini kaybetmedi.
Peki, bu durumda nasıl bir süreç gelişecektir? Bana kalırsa süreci belirleyecek olanlar en başta generaller olacak. Mübarek’ten görevi devralan Askerî Konsey, en kısa zamanda anayasal değişikliklerin yapılıp, seçimlere gidileceğini açıkladı. Gerek bu açıklama ve muhtemelen 30 yıllık olağanüstü hâl durumunun kaldırılması, gerekse de yeni yönetimin vereceği kısmî tavizler, »kaynayan suyu« ateşten alabilir, halk hareketinin dinamiğinin azalmasına neden olabilir. Zaten Askerî Konsey’in, »artık her şey düzelecek, evinize, işinize dönün« çağrısı da bunu gerçekleştirmeye yöneliktir.
Ordu yönetimi, devlet içerisindeki siyasî, hukukî ve ekonomik imtiyazlarını korumak isteyecektir. Halkla karşı karşıya gelmek istemeyişlerinin en temel nedeni bence buydu. Generaller diğer taraftan, her yıl 1,3 milyar Dolar hibe aldıkları ABD yönetiminin de Mısır ordusundan vazgeçemeyeceğini biliyorlar. ABD’den her ne kadar »gerekirse verilen yardımları keseriz« tehditi gelse de, Obama hükümeti, Israil ile yapılan barış antlaşmasının garantörünün Mısır ordusu olduğunu unutmayacaktır.
Israil, Batı’nın Ortadoğu ile ilgili planları için en stratejik, ama aynı zamanda en zayıf halkasıdır. Alman şansölyesi Angela Merkel’in, Mübarek istifa ettikten hemen sonra basının karşısına çıkıp, »Mısır halkını kutluyoruz, elimizden gelen yardımı yapacağız, ama yeni yönetim Israil ile yapılan barış antlaşmasına sahip çıkmalıdır« demesi bundandır. Kısacası Mısırlı generaller rahat bir konumdalar. Hem halkın, hem de Batı’nın desteğine sahipler. Yapılacak bazı değişikliklerden sonra, bu yıl içerisinde demokratik bir seçime olanak tanısalar da, muhalefetin örgütsüz olması nedeniyle, rejimin anahtar mevkiîlerinde duran güçler değişmeyecektir. Yani halk, aynen Tunus’da olduğu gibi, elde edilenle yetindiği sürece, değişen sadece hükümet olacaktır.
Daha Perşembe gecesi Mısırlılar Mübarek’e ateş püskürürlerken, Israil Gazze Şeridi’ne yeni bir saldırıda bulundu. Sekiz Filistinli yaralandı, bazı evler yıkıldı – gene! Arap dünyası, Mısır heyecanını yaşarken, Israil devlet terörüne devam etti ve Tahrir Meydanı’nda buna tepki gösterenlerin sayısı hayli azdı.
Görünen köy klavuz istemez: Arap dünyasındaki kalkışmalar salt ulusal devlet sınırları içerisinde sınırlı kaldığı ve Filistin Davası’na sahip çıkmadıkları sürece, halklar kısmî iyileştirmelerle yetinmek zorunda kalacaklardır. Bence bugün Ortadoğu halklarının özgürleşmesinin tek anahtarının, Filistin’in özgürlüğü olduğu yeniden kanıtlandı.

"Unutulan" Adam

Levon Ekmekciyan2010 Ekim başında bir kitap fuarına katılmak amacıyla Yerevan'ı ziyaret eden değerli insan Ragıp Zarakolu bana Belge Yayınlarınca yayınlanmış epeyi kitap ulaştırma nezaketinde bulunmuştu. Eh politik tutukluya da mahpusanede ne gerek, KİTAP tabii ve ben de bilgi susuzluğumu giderebilmek için, nice uykusuz geceler ağartmakla bana ulaşan tüm kitapları birkaç hafta içerisinde biri biri ardına devirdim gitti işte!
Tüm kitaplar benim de bizzat yaşamış olduğum pek hareketli 1970'li yıllarla, 12 Eylül 1980 sonrası dönemi anlatan yaşam ve anıları içeren nitelikte olup, bazılarında inançları uğruna düğüne gider gibi ölümü kucaklamış ve doğduğum şehirde şahsen tanımış olduğum Ali Aktaş, Veysel Güney gibi yiğit insanlarla yeniden buluşup, unutulmaz anıları önünde saygıyla eğilme olanağını da yarattılar. Bunun için başta yayıncı dost insan Ragıp Zarakolu olmak
üzere tüm o kitap yazarlarına derin bir şükran borcum var.



***



Onlarca kitaptan biri "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" başlıklı olup, yazarı Sayın Hayri Argav'ın kalemine ait cümlelerle "Kitap, 12 Eylül faşizmi ve onun devamındaki süreçte gerçekleşen siyasi idamları anlatmaktadır. 12 Eylül askeri faşizm yıllarında ve 24 Ekim 1984 yılında ANAP hükümeti döneminde toplam 49 kişi salben idam edildiler. Bu yıllar arasında idam edilenlerin 17'sini sol, 9'unu sağ, geri kalanlarını ise adli suçlular oluşturuyordu" diye yazılıydı. Sayın Argav değerli çalışmasını, gerçekleştirilen en son idamdan da tam 1O yıl sonra, yani 1994 Aralık ayında tamamlamış olduğu halde sanki bir 'hafıza-i beşer' kaybına uğramış olmalı ki, söz konusu dönemdeki idamların gerçekte 49 değil, 50 insanın canına kıyılmış olunan bir tarih kesitine istinat ettiğini 443 sayfalık kitabında,
anlaşılmaz bir şekilde görmezden gelmişti. O kitabın ne önsöz, ne sonsöz ve ne de salt sayısal, istatistik bilgilendirme bölümünde bile "unuttuğu" idam edilmiş tek insanoğlu Levon Ekmekçiyan adlı bir Ermeniydi. O, ne sol, ne sağ görüşlüler ve hatta ne de adli suçlular diye adlandırılanların listesine bile alınmayacak kadar "unutulmuştu" !



***



İçimi cız ettiren bu 'unutma' beni mahpusane hücremden alıp taa 1978'li yıllara götürüp, epeyidir bünyesinde aktif çalışmalar yaparak bulunduğum sol örgüte üye oluşumda yaşadığım beklenmedik bir hayal kırıklığının kızgınlık-kırgınlık anlarını hemen aynı tazelikle, aynı acı ve kederi hatırlayıp hissederek, tekrardan yaşamama sebep oldu. Boğaz köprüsünün Ortaköy'deki ayaklarından birinin hemen altındaki çay bahçesinde, güzel bir bahar sabahının henüz sokaklarda inle-cinin top oynadığı pek erken saatinde sadece
3 kişinin katıldığı bu 'gizli tören' esnasında bana uygun görülmüş olan örgüt kod adının bir Türk adı olması konusunda bana görüşümü bile sorma ihtiyacının duyulmaması nedeniyle, yukarıdan aşağıya indirilen emrivaki karara "fakat ben bir Ermeniyim, niçin bir Türk adı taşımak zorunda olayım, siz neden Hagop yoldaş olmuyorsunuz ki" diye karşı gelerek isyan ettiğim o "hey gidi" gençlik yıllarının sırf şeklen yaygınlaştırılan içi kof "Bütün halklar kardeştir" söylem-sloganını da anımsamak zorunda kaldım. Reaksiyonum üzerine beni örgütlemekle görevli "Ahmet yoldaş"ın yüzünün coğrafyasının nasıl değiştiğini ve bir anda doğada bulunan tüm renklere nasıl girip-çıktığını görmeye nasip olduğum o günü hiç unutamadım. Hatta o gün vuku bulan bu olayın, oluşmakta olan kişiliğimin bence daha doğru inşasında önemli bir köşe taşı değeri taşımaya
dönüşmesiyle,
yaşamımda önemli bir rol oynadığına memnun kaldığımı bile söyleyebilirim.
Bu toprakların en eski ve asıl yerlisi olan Ermeni insanının, her nedense komünizm aşkıyla yananlarca bile "Dört nala gelip uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim" türü ırkçı-yalan söylemlerle 'beslenerek', ona, kan ve ateşle, zalimce soykırımlar uygulayarak, zorbalıkla sahip olmuş halkların bugünkü nesillerinin kendini "hak, hukuk, insanlık, adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, devrim, sosyalizm" vesaire yanlısıymış gibi gösteren, varlıklarını böylesi hümanist değerlere adanmışlık uğruna anlamlı kılabilme çabasında bulunma iddiasındaki evlatlarınca bile "unutulması" normal görülemez.



Günümüzde "% 99'u Müslüman olan toplumlardan oluşan" bu topraklar üzerinde var olmuş Türk ve Kürt politik hareketlerinin SOL yelpazesinde yerini almış tüm insanların örgütleri tarafından Ermenilerin yok sayılması, hiç hatırlanmayan bir unsur görülmesi kayda değerdir. Ben, Ermenilerin söz konusu kesime ait olanlarca hep ama hep "unutulmuş" konumda oluşları, gölgede bırakılışları, hasıraltı edilme hallerinin, onlara bu davranışı uygun bulanların 'bilinçaltı' hanesindeki ittihatçı-kemalist ulusçuluğun yattığı kanaatindeyim. Zulmün iktidarına karşı aynı amaçlar için başkaldırma cesaretini gösteren tüm bu insanların inançla, yiğitçe, fedakârca, canları pahasına vermiş oldukları bütün mücadelelerde kendileriyle omuz omuza dövüşmüş olan Ermeni insanların salt etnik aidiyeti nedeniyle, zalimin katbekat katmerli hakaret, ezgi ve baskılarına maruz kalmış olduğu reddedilmez gerçekken, 'Ahmet ya da Şoreş yoldaşların', Krikor ya da Garbis yoldaşlarının mazlum halkının sorunları, özlemleri ve beklentilerini yok saymasının nedenlerinden bahsedip-konuşmayı, bu anormal durumun
eleştirisini yapmayı zaruri buluyorum.



***
Bu bağlamda, 1915 Haziranında Beyazıt meydanında 20 Ermeni devrimcisi için kurulmuş darağaçlarından tam 68 yıl sonra, 29.Ocak.1983 günü Ankara'da, yine darağacında idam edilerek öldürülen 'son' Ermeni Mohikan'ı Levon Ekmekçiyan hakkında "unutulanları" kamuya ulaştırmayı, onunla Sosyal-Demokrat Hınçak Partisi üyesi yiğit 20'ler arasında, 68 yıllık bir zaman dilimi dışında, amaç, mücadele ve yazgı açısından hiç bir farkın bulunmadığının "Ahmet ve Şoreş yoldaşlar" için öğrenilmesi gereken bir sözlü tarih dersi olduğunu sanıyor, önemli buluyorum. Yoldaş da, aynı yolun yolcusu anlamını taşıdığına göre, yol hakkında konuşmanın da tam zamanı olduğunu düşünüyorum.
Aynı insanlığa karşı işlenmiş olma özelliği "unutulan" soykırım suçunu görmezden gelenler örneğinde olduğu gibi, şimdi de 12 Eylül 1980
faşizminin idam ettiği Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu - ASALA üyesi tek Ermeni insanının, "resmi tarih tezlerine" alternatif olma niyetlisi her soy-boy ve renkten 'solcular' tarafından yeni-yeni yazılmaya yeltenilen tarih yazımı deneylerinin dahi dışında bırakılarak, hepten 'unutulmuş' olması, ondan hiç bahsedilmemeye çalışılması, şahidi olduğumuz yaşanılan "ortak" tarihimizin yazılmasına yön veren, damgasını vuran olaylarına, 'solcu' geçinen o çevrelerin ne kadar gayrıciddi yanaştığını ve hiç de adil olmayan bir davranış sergilediğinin çok açık ve net olarak görülmesine parmak basmak istiyorum. Bunun mutlaka mahkûm edilmesi gereken bir davranış olmasından hareketle de, 'sol' kültürde yerini bu haliyle almaya aday tavır ve duruşların neredeyse kötü bir geleneğe dönüşme tehlikesini fark etmekten duyduğum rahatsızlıkla, çok haksız bulduğum bu olguların karşısında
durmak, özellikle "o" çevrelerin yanlışlarına parmak basarak, düşündürücü olmasını dilediğim bazı eleştirilerde bulunmak istiyorum.

ÖNCE ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA 

Son yıllarda aydın ve demokrat olmanın neredeyse "olmazsa olmaz" kıstası haline gelen ve hemen herkesin ağzında pek gözde bir sakıza dönüştürülen Ermeni davası ve 1915-1923 soykırımı konusunu, unutulmaya yüz tutan tozlu raflardan zorla çekip-indirerek, yaşadığımız dünyanın çözülmemiş sorunlar gündemine yeniden taşıyan gücün, 1885'ten günümüze dek varlığını koruyarak sürdüren 4 Ermeni politik partilerinden sırasıyla Armenagan-Ramgavar (sağ liberal), Sosyal-Demokrat Hınçak (sosyalist), Devrimci Federasyonu Taşnak (sosyalist) ve Komünist Partileri değil, tüm dünyada yükselen ulusal kurtuluş savaşlarından esinlenerek, uzun yıllar boyu Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesinde (askersel araç-gereç
kullanımı, silah eğitimleri, şehir gerillası saldırı-savunma biçimleri ve eylemlerinde teknik, lojistik alanlarda uzmanlaşma vb. gibi) çok aktif rol oynamış bir grup marxist genç insan tarafından 1975'te kurulan Ermeni örgütü ASALA olduğunu not etmek gerekmektedir.
Paul ELUARD'ın güzel bir sözü var, "Açıklamak, değiştirmek için dünyayı, birlik, umut, kavga gerek insanlara" der. ASALA, sadece 10 yıl gibi kısa bir zaman zarfında işte tam da bu sözlerin yaşama geçirilmesini gerçekleştirmiş ve hedeflediği amaçların en önemlilerinden, o tarihe kadar <> diye düşünülen iki alanda "olağanüstü" başarılar kaydetmiştir. Bunlardan ilki, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti dışında yaşayan, anayurdundan sökülüp dünyanın dört bir yanına savrulmuş ve bulunduğu ülkelerde de yok olmanın bir diğer adı olan "beyaz soykırım"- asimilasyona uğratılarak ulusal kimlik
kaybı tehlikesiyle karşı karşıya kalan milyonlarca Ermeni insanında ulusal bilinç karakterli bir yeniden uyanışın sağlanması, ikincisi ise değişik ülkelerde demokratik sivil kitle örgütlerinin yaratılmasında çok önemli bir rol oynayarak, "unutulduğu" sanılan soykırım sonucu işgal edilmiş Batı Ermenistan gerçeğini kendi halkıyla beraber tüm dünya halklarının bilincine bir daha asla silinmezcesine kazımayı başarmakla olmuştur. Bir anlamda faşist Adolf Hitler'in "Şimdi artık kim Ermenileri hatırlıyor ki ?" acı sözlerinin geciken bir yanıtının verilmesini de sağlayan ASALA, böylece hem dünyanın Ermeni davasıyla 'tanışmasını' sağlamış, hem de o zamana dek görülmemiş barbarlıkta bir vahşete uğratılan, 20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanı edilmiş Ermenilerin adalet arayışlarının haklı bir istem olduğunun uluslararası alanda kabul ve destek görmesine de öncülük
etmiştir.
Yani dünyayla tam da kendi anladığı tek dil olan şiddet ve güç diliyle konuşmayı becerebilmiş ve bunun beklenen neticelerini de görmüş tek güç olma özelliğine sahip bir Ermeni örgütüdür. ASALA ve "T.C." Gizli Ermeni örgütü tarafından hedef olarak seçilen "T.C." devletini temsil eden resmi odaklara karşı yaklaşık 10 yıl süren savaş sırasında, yaygınlaştırılmaya çalışılan faşist devlet propagandasının söylemlerinin aksine sadece bir taraftan değil, her iki taraftan da can kaybı olmuştur. Hatta askeri eylemlerde canını yitiren ASALA üyelerinin Ermeniliğin bilincine soykırım kurbanlarına eklenen yeni kayıplar olarak işlenmiş olması gerçeğinin göz önünde bulundurulmasından hareketle, Ermeni kayıplarının çok daha farklı bir ahlâk anlayışıyla anılıp-adlandırılmasından da söz edilebilir. Burada ŞEHİT diye isimlendirilen kelimenin içerdiği tüm anlamları bir arada kapsayan nitelikte, belki de tek bir kelimenin açıklayamayacağı farklı bir özellikten söz etmek pek yerindedir. ASALA'nın vermiş olduğu can kayıpları, dünyada o zamana kadar hiç benzeri olmayan bir olgu, henüz adlandırılmamış bir durumun var olası tüm özelliklerini taşıdığı için de, bilinen klasik ŞEHİT anlamının çok ötesindedir. Dünya adlı gezegenin tüm insanları, Filistin, İrlanda, Bask, Korsika, Tamil, Timor, Kaledon, Kürt ve buna benzer daha birçok halk tarafından yaratılmış örgütler tarafından verilen ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerine şahit olmuştur da, tarihte bir İLK olma özelliğiyle; sadece duymuş olduğu, hiç ama hiç görmediği, havasını teneffüs edip, suyunu bile içmediği bir yurt uğruna, bile bile ölüme gönüllü koşan, gencecik insanlar da olabileceğini Ermeni ASALA örgütü sayesinde öğrenmiştir.
Anayurdundan zorla koparılıp atılan Ermeni halkının bu üçüncü nesline ait gencecik evlatlarının yaptığı herhalde bilinen şarkı sözlerinin "Yiğitlik yolunda üstüme yoktur" dizelerindeki anlatıma bire-bir uymasıyla birlikte, "Eşkıya dünyaya hükûmdar olmaz" gerçeğinin doğruluk ve haklılığının da ispatıdır! ABD, Kanada, Fransa, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Kıbrıs veya Yunanistan'da doğmak zorunda bırakılmış Ermenilerin üçüncü nesline ait bu genç insanların evlerinde yaşlı nene-dedelerinden sürekli duydukları, ama yerini sadece duvarda asılı haritalarda görebildikleri Ararat (Ağrı), Kars, Garin (Erzurum), Bingöl, Van, Muş, Pağeş (Bitlis), Yerzınga (Erzincan), Kharperd (Elazığ) için, San Fransisco, Los Angeles, Ottawa, Paris, Berlin, Viyana, Roma, Madrid, Lizbon, Atina, Tahran,
hatta İstanbul ve Ankara'da askeri eylemlere gönüllü olarak katılması, -bazı insanlar tarafından kabul edilmezse de-
intihar komandosu vasfıyla bilinçli olarak ölümü göze alması, büyük bir saygıya layıktır ve sırf bu özelliğin varoluşu bile insanları bu olguyla ilgili etraflıca düşündürmeye itmelidir. Öyleki, bu anlam ve içeriğiyle, 5.inci yüzyılda yaşamış Ermeni tarihçi Yeğişe'ye ait "Bilinçsiz ölüm ölümdür de, bilinçli ölüm ölümsüzlüktür" sözleri ASALA şehitleri olgusunu olabildiğince doğru açıkladığından, Ermeni halkı sadece bedenini yitirdiği bu insanlarını haklı ve adil bir davanın yiğit savunucuları olarak yüreğine kazımış, işgalci "T.C." faşizmine karşı mücadele meşalesini yeniden yakmış bu evlatlarını "ölümsüz direniş şehitleri" diye adlandırmıştır !...

BİLİNMEYEN GERÇEKLER

Genelde ASALA'nın tüm eylemleriyle ilgili olduğu gibi, özellikle de 7.Ağustos.1982 günü Ankara ESENBOĞA havaalanı eylemiyle ilgili olarak, ne sözüm ona herkesçe bilinen
sansürlü "T.C." ve ne de dışarılarda "sansürsüz" yayınlanabilen sağ ya da 'sol' basın-yayın organlarından hiçbirinde ne acıdır ki gerçeği yansıtan tek bir satır bile yazılıp, yayınlanmamıştır. Ancak o yıllarda değişik ülkelerde, Ermenice, Arapça, Farsça, Türkçe, Yunanca, Fransızca, İngilizce, Almanca dillerinde yayınlanan birçok Ermeni gazete ve dergilerinde yayınlanmış birçok makalelerde Esenboğa eylemi olabildiğince ayrıntılı yayınlanmış olduğundan, var olan o kaynaklarda olayın anlatımıyla çok yıllar sonra gecikmeli bile olsa tanışmak pek doğru olur. Aşağıdaki anlatım belki de Türkçe diliyle bunun ilk denemesi olup, özetle o günün gerçek yanını gösterme amacına hizmet etmek için derlenmiştir.



***
[ "ASALA tarafından Ankara'da gerçekleştirilmesi planlanan askeri eylemin sadece tek bir hedefi vardı ve bu hedef askeri faşist cuntanın o dönemde kukla
başbakanı, kendisi de “T.C.” ordusunun emekli generallerinden biri olan Bülent Ulusu'dan başkası değildi. Eylem, Etimesgut askeri havaalanına inecek olan uçaktan şehre gidilecek yol güzergâhında mevzilenen 2 ayrı birim tarafından otomobil konvoyuna saldırı gerçekleştirmek üzere planlandığı halde, hiç hesapta olmayan bir nedenle son dakikada zorunlu bir değişikliğe uğramıştı. B.Ulusu'nun uçağının Etimesgut yerine Esenboğa'ya ineceğiyle ilgili bilgiyi geç edinenler, acilen oraya hareket etmiş, ama Esenboğa'ya vardıklarında, B.Ulusu'nun havaalanından uzaklaşmış olduğuyla ilgili bilgiden yoksun kalmışlar. İki gruptan biri havalimanının otoyol araçları çıkışında beklemekteyken, diğer birimdekiler hiç tanımadıkları havaalanında uçak pistine giden yönü aramaya çalışırlarken, onlardan birinin havaalanı güvenlik görevlilerince, omuzladığı içi silah dolu ağır çantasının şüphe uyandırması üzerine kontrole tabi tutulmak istendiğini gören diğer arkadaşının silahını çekip havaya ateşlemesiyle, yakınlarındaki yolcu salonuna doğru koşup kalabalığa karışmışlar. Bulundukları salonun iki girişine yakın durup olası saldırıya karşı mevzilenebilmek için de birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar.
Levon EKMEKÇİYAN'ın üyesi olduğu tugayın sorumlu komutanı Zohrab SARKİSYAN adlı Türkçe ve Kürtçeyi çok iyi bilen bir marxistmiş ve yolcu salonunda bulunan yüzlerce insana yönelttiği sözlerinde "Biz sizin ASALA olarak duyduğunuz Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu'nun neferleriyiz. Politik amaçlı askeri bir eylemde bulunmak için Ankara'da bulunuyoruz ve az sonra burayı kuşatma altına alarak, kan gölüne çevirmeye hazırlanan asker ve polis güçleriyle son kurşunumuza kadar çarpışarak şehit olmaya adayız. Ancak, hükümetleriniz tarafından size sunulduğu gibi gözü dönmüş caniler olmadığımızı bilmenizi istiyoruz. Biz, memleketi işgal altında bulunan bir halkın çocuklarıyız ve hedefimiz sadece Türk devletini temsil eden odaklara düzenlediğimiz saldırılarla, dünya ve insanlığın çığlığımızı duymasını istiyoruz. Batı Ermenistan'ı işgal eden Türk devleti düşmanımızdır, ama bu topraklarda yaşayan halklara karşı kesinlikle kin gütmüyoruz. Şu an, yanımızda burayı patlatıp, yok etmeye yetecek kadar cephane olduğu halde, masum halktan tek bir insana dahi zarar gelmesini istemediğimizin şahidi olacaksınız. Sizleri rehin alarak buradan özgürce uzaklaşmak için pazarlık malzemesi yapmayı bile düşünmediğimiz halde, canlarınızın vatandaşı olduğunuz devlet tarafından hiçbir kıymete değer bulunmadığını birazdan anlayacaksınız. O nedenle de burayı acilen terk edin ki kör kurşuna kurban giderek, devletinizin ASALA hakkında anlattığı yalanlara alet edilmeyesiniz. Biz askeriz ve sadece askere karşı dövüşmeyi biliriz" demiş. Dışarıdan açılan yaylım ateş yağmuruna cevap vermek niyetiyle bekleme salonunun oturaklarını siper edip mevzilendiği sıradaysa, Levon'un elindeki otomatik silahıyla havaya ateş ederek kendisine doğru koşarken vurulup yere düştüğünü görmüş. Paniğe kapılan insanların korku içinde düşe-kalka salonun sağ tarafındaki çıkış kapısına doğru kaçmaya çalıştığını gördüğünden, bir taraftan havaya ateş açarken, diğer taraftan da "bırakın insanlar dışarı çıksın, onların bizim aramızdaki hesapla ilgileri yok" diye bağırıyormuş. Birkaç yönden çapraz ateş altına alınan vücudu delik deşik edilerek cansızlaşana kadar, asker ve polislerle çok uzun dakikalar çarpışan Zohrab, yanı başındaki onlarca el bombasından tek bir tanesini bile, olur da masum insanlar zarar görebilir düşüncesiyle bilinçli olarak kullanmamış. Çatışmanın daha ilk anlarında yaralanıp yere düşen arkadaşlarının ölmemiş olduğundan habersiz ASALA'nın diğer birimi havaalanını terk edip güvenli bir yere ulaştığı saatlerde askeri hastanede o zamana dek görülmemiş güvenlik önlemleri altında ağır yaralı Levon ameliyat ediliyormuş. Adı "devlet güvenlik güçleri" olanların 3, TRT tarafından olay yerine ulaşan 2 ayrı gazeteci ekibinin 2 kamerası, yani toplam 5 kamerayla baştanbaşa filme alınmış olan 7.ağustos.1982'de Ankara Esenboğa havaalanında olanların gerçek yüzü buymuş işte ! ]
***
Ağır yaralı olarak esir düşen Levon Ekmekçiyan, "T.C."nin eline canlı geçen ilk ve son ASALA üyesiydi. Ermeni ulusal kurtuluş mücadelesinin gururu, Mihran, Serop, Hrayr, Kevork, Murad, Antranik gibi yiğit fedayiler döneminden kalma bir geleneğe göre düşmanın eline canlı geçmemek için yiğitlerin son kurşunu kendilerine sıkması geniş halk yığınları tarafından kabul görmekte ve hatta bu adım, ölümden korkusuzluğun bir ifadesi olarak yüceltiliyormuş da !...
Ermeni fedayiler, savundukları davayla evli, isimlerinden de anlaşıldığı gibi kendi yaşamlarını halklarının özgürlüğü için gönüllü olarak FEDA eden, ama kavgalarında masum insanlara karşı silah kullanmama yemini de olan, toplumları tarafından kutsal kabul edilen, sıradan sayılmayan insanlardı.
Levon Ekmekçiyan, bu geleneğin sadık mirasçılarından olduğunu, "ölmek var, dönmek yok" kararlılığıyla Ankara'ya geldiği an zaten layıkıyla ispat etmiş ve ölüme "hoş geldin, sefa geldin" diyebilme yürekliliğini göstermişti göstermesine de, o gün kader namert kurşunların öylesi bir yiğide layık olanı yapmaya gücünün yetmediğini de tarihe not düşmüştü. Sorgulanmasını faşist cuntanın başı Kenan Evren’in damadı MİT'in yüksek dereceli memuru Erkan Gürvit üslenmişti. Bu kişi, 12 Eylül günlerini anlatımlarında "Ayrıca ben Esenboğa’da yakalanan Levon Ekmekçiyan’ı, yaralı ele geçen ASALA militanını üç ay sorgulayan tek kişiyim" demenin ötesinde başka tek laf etmemiş olduğu halde, ABD'den getirildiği gizli tutulan 4 ayrı "sorgulama uzmanı" tarafından 2 ay boyunca günde 24 saat özel haplar ve damardan şırıngalanan değişik kimyasal ilaçların denenip-kullanıldığı insanlık dışı bir işkence laboratuarının iğrenç tezgâhından geçirilen Levon'un, sofistike elektronik aletler ve yalan makinesine bağlı halde bir kobay muamelesine maruz kalıp, ruhen fena halde hırpalandığı gerçeği çok gizli bir devlet sırrı olarak "Özel Harp Dairesi" dosyalarında bile, en "TOP SECRET" statüyle saklanmıştı.
"T.C."nin eline geçmiş ilk ve son ASALA esirinin "klasik olmayan" yöntemlerle yapılan işkenceler sonucu ‘'kendini idrak edebilmekten yoksunluk ve bilincini kontrol etmede yeterlilik hali" konusunda ciddi kuşkuları olduğunu belirten Avrupalı birkaç tıp uzmanının, onu ziyaret edip sağlık kontrolü
yapmalarına izin verilmesi için defalarca başvurdukları Ankara'dan red cevabı edinmeleri, pek doğal olarak var olan tüm şüphelerin doğrulanması anlamını taşıyordu. Buna, "T.C." tarihinde ilk defa uygulanan kanunen yasak kimyasal yöntemlerin denendiği sorgulamalara maruz kalan ilk insanoğlunun Levon Ekmekçiyan olduğunu da ekleyecek olursak tüm soru işaretlerinin kalkmasını sağlamış oluruz sanırım.
7 Ağustos1982 Esenboğa saldırısı sanığı Levon Ekmekçiyan tek celsede ölüm cezasına çarptırıldı ve mahkemeye yurtdışından herhangi bir yakını, gazeteci, hukukçu veya insan hakları savunuculuğu yapan gözlemcinin katılmasına izin verilmedi. "T.C." tarihinde TEK CELSELİ kaç tane mahkeme olmuştur sorusunu araştırmacılara bırakıp, 7 Ağustostan 29 Ocağa kadar topu topu 5,5 ay "canlı" kalmış bir insanın, 3 ay MİT, 2 ay da CIA sorgulama (siz buna işkence de diyebilirsiniz) uzmanları tarafından "yaşayan bir ölüye" çevrilmesi gerçeği, sanırım eşine rastlanan bir şey değildir.
Tercümanlığını yapan şahsın, çeyrek yüzyıldan beri MİT'e çalışan aşağılık bir aylıkçı olduğu cemaatte yediden yetmişe her Ermeni tarafından bilinen Dikran Kevorkyan olması ve onun da eline verilen rolü iyi ezberlemiş olduğunu "sahiplerine" gösterme
çabalarındaki kusursuzluk koşullarında sahnelenen bu "tek perdelik" oyunun ne kadar ilkel olduğunu belirtmeye gerek olmadığı açık ve anlaşılırdır. "Tek celselik" mahkemede olayla ilgili sunulan adli inceleme ve otopsi raporlarında, ASALA üyesi gençlerin kullandığı silahlardan kim ya da kimlerin zarar görmüş olduğuyla ilgili bilgilerin dahi kaydedilip, açıklanması gerektiğine bile gerek görmemiş olan hâkimler, daha önce yazılıp ellerine verilmiş olan idam kararını "oldu da bitti maşallah" usulü "devlet ve milletimize hayırlı olsun" hesabı, faşist cunta generallerine "emrinize amadeyiz" diye sadece okumakla yetinmiş ve böylece "T.C." hak ve hukukunun tüm gereklerini yerine getirmişlerdi.
Oysa basında "Esenboğa Katliamı" olarak adlandırılan olayın mağduru ölü ve yaralı tüm insanlar, 'devlet güvenlik güçleri' diye tanımlananların silahlarından çıkan kurşunlarla da kurşunlanmış, yani aynı "şanlı Türk ordusunda" katledilen binlerce genç insan gibi pekâlâ bir "eğitim zayiatına" da uğramış olabilirlerdi, değil mi?
Bu arada, Lübnan, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, İtalya, İsviçre, Fransa, İngiltere ve ABD'den onlarca gazeteci tarafından Levon'la Mamak'ta görüşerek söyleşi yapma istek ve başvuruları hiç görüşülmeksizin reddedilirken, faşist cuntanın övgüsünün yapıldığı gazetelerde kimlerin izni ve hangi koşullarda gerçekleştirildiği hep meçhul kalacak olan propaganda amaçlı foto röportajlar, söyleşiler yayınlanmış, kamuya "Made in Faşist Cunta" damgalı gerçek dışı bilgiler, yani dezenformasyon şırıngalamak istenmişti.



***
Söylenenin tam 28 yıl sonra yapılan bir itirafı olarak kabul edilmesi gereken bir örneği geçtiğimiz yıl elektronik basında yayınlanmıştı. Söz konusu makaleye imza atan Türk gazetecinin yazdıkları gerçeğin bilinmesine yardımcı olan elementler barındırdığından düşündürücüdür. "O yıllarda, Güneş Gazetesi’nin sıkıyönetim muhabiri olarak birçok kez röportaj yapmaya gittiğim Mamak Askeri
Cezaevi’ndeki tutukluların durumunu çok iyi biliyorum. Cüneyt abi( Arcayürek), Güneş Gazetesi’nin Ankara Temsilcisiydi. Esenboğa Havalimanı’nı bombalamaktan idama mahkûm edilen Ermeni kökenli Levon Ekmekçiyan’la gazetecilerin röportaj yapmalarına izin veriliyordu. Gazetelerde, Levon Ekmekçiyan’ın kendini idamdan kurtulmak için Kenan Evren’e yalvarıp yakaran küçültücü ifadelerine yer veriliyordu. Ben, röportajda, böyle ifadelere çanak tutan sorular sormadım. İki günlük röportajın ilk bölümü gazetede çıktı, ikincisi yayımlanmadı. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun, röportajı “fazla insani” bulmuştu. İkinci bölüm de yayınlanırsa beni gözaltına aldıracağını bildirmiş. Cüneyt abi, beni korumak için, haberim olmadan ikinci bölümü yayından çekmişti." O günlerde "fazla insani" bulunan öğeler bir Ermeni için çok görülüyordu ve böyle bir şeyin insanlara ulaştırılması sakıncalı olduğundan engelleniyordu da, söz konusu değerler, '12 Eylül idamları' hakkında çok yıllar sonra bile yazılıp-yayınlanmış kitaplarda dahi her nedense "unutuluyordu" işte !...
***



Levon'la ilgili "fazla insani" bir makale de, onunla aynı dönemde aynı mahpusanenin bir başka blokunda tutuklu
olarak bulunmuş Sevda KURAN-AKDAĞ adlı bir bayan 2010 Haziranında yazıvermiş. Bu yazıda "T.C."nin, özellikle de "solcu" insanların bilinçaltını ne kadar örselemiş olduğunu gösteren örneklerin çok olması nedeniyle, 'fark edilmeyen' bu olguların bilinç üstüne çıkarılmasına faydalı olmasını dilediğim söz konusu yazının önemli olduğunu sandığım bazı bölümlerinden alıntılar sunuyorum. Bana mahpusanede basılı olarak ulaştırılmış bu yazının nerede yayınlanmış olduğunu bilmediğim için de, eksik bilgiyi referans olarak sunamıyor, okuyanların affına sığınıyorum.



["İşkencenin ne olduğunu, aradan geçen iki yılın sonunda ülkenin başına bela olan 12 Eylül Faşizmi yaşatmıştı. Ülke baştan ayağa işkencehaneye çevrilirken ‘Mamak Askeri toplama Kamp’ı da bundan nasibini fazlasıyla almıştı. Havaladırmanın adı havalandırma! 24 saat dayağın, falakanın, kurt köpekleri eşliğinde sürdürülen zulmün şiddeti sayımlarda ve havalandırmada doruğa çıkardı. ERKEKLER KURALLARA UYDUKLARI İÇİN ZULÜM GÖRÜRLERDİ, A BLOK KIZLARI KURALLARA UYMADIKLARI İÇİN. Arada çok fazla bir fark yoktu. Onu havalandırmaya tek
başına çıkarırlardı. İşkence falan etmezlerdi. Hep koyu takım elbise ya da koyu pantolon üzerinde beyaz gömleği ile çıkardı. Belki de hep aynı pantolon, aynı ceket, aynı gömlekti giydikleri. Yakınlarının görüşüne geldiklerini, buna cesaret edebildiklerini sanmıyorum. Belki de o mahkemede nedamet getirip
pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum. Adı Levon Ekmekçiyan’dı. 12 Eylül Cunta´sı için bir hain Ermeni, bir idamlıkdı. Havalandırmaya yapayalnız çıkarılan Ekmekçiyan´ın saçları hep muntazam taralı, duruşu, yürüyüşü bir film yıldızı gibiydi. Çok yakışıklıydı. Öyle aman aman volta atmazdı. Bir iki yürür sonra havalandırma kapısına yakın bir yerde, duvarın dibinde, yüzü hafiften duvara dönük sigarasını içerdi. Boynu hep bükükdü. Başını öne eğdi mi utangaç, çocuk, mahçup Ekmekçiyan olurdu.
Sigarasından derin bir nefes çekip bu gökyüzü hariç her tarafının beton olduğu havalandırmada bir tek bulutlara ya da mavi gökyüzüne derin derin bakardı. Sanki onları, o sonsuzluğu içine çekerdi sigara dumanı ile birlikte. Sonra başını mahçup, hüzünle yere eğip üflerdi dumanı. Mahkemelerdeki nedametini, utancını, özürünü üfler gibi. O bir Ermeni dölü haindi. Bizler Türk, Kürt dölü hainlerdik. O bizim yaşadığımız zulüme tanıklık ederken, biz de onun mahçupluğuna, ‘giderayak‘ utancına tanıklık ediyorduk. Nihayetinde hepimiz o ya da bu şekilde, güçlü ve zalim elinde, aylar, yıllar, çağlar boyu örselenip yeniden yeniden başkaldıran insan çocuklarıydık. A-2’de nadiren yaşanan sessiz bir gecenin bitimine henüz varken telsiz sesleri, çok hafiften duyulan ayak sesleri ve zincir şakırtısı ile uyanıyoruz. Koğuş nöbetçi arkadaşımız parmağını dudaklarına götürüp sssttt diye sessiz olmamız icin uyarırken başını kapıya dayayıp koridordan gelen sesleri ayırdetmeye çalışıyor. Bütün koğuş ayaktadır şimdi. Dışarıdakilerin alabildiğine sessiz olmaya çalışmaları komik geliyor bana. Normalde ayaklarının ‘’rap rap’’larıyla ve ‘’her türk asker doğar’’, ‘’ yıldırımlar yaratan bir ırkın...‘’ haykırışlarıyla kulakları sağır edip terör estirirken şimdi iki arada bir derede suç işlercesine sessiz olmaya çalışmaları gerçekten traji-komikti. Ama boynu birazdan yağlı urgana teslim edilecek olan idamlığın zincirlerinin şakırtısına mani olamıyorlardı. Herhalde akıllarına onu kucaklarında taşımak gelmemişti. Kucakda ölüme taşımak... Az yapmadıkları bir iş miydi ki? Mamak’da idamlar farkedildiğinde tutsaklar hep protestolarla, sloganlarla, anma törenleri, şiirler ve marşlarla uğurlarlardı gideni. Ve sabah koğuş hoperlosundan verilen radyonun ilk haberi ona aitti. Sessiz ve tepkisiz karşıladık. Bunun nedeni onun mahkemelerde idam cezasından kurtulmak için habire cuntadan özür dileyip pişmanlığını anlatması mıydı yoksa uzak çok uzak bir halkın çocuğu olması mıydı bilmiyorum. Sabah haberi duyduğumda
değil ama gecenin 03.00’ünde zincir şakırtılarını duyduğumda o bulutlara sonsuz bakışlar gönderip sonra başını mahçup öne eğen A Blok ‘’idamlık’’ı geliyor aklıma. İşlenen suça karşılık kısasa kısasdı. İntikam acı ve ‘’yasal’’ olacaktı. Mamak’da bunun içindi. Ceza vermeye yönelik değildi. Bir nesilin İMHASI hedeflenmişti. Ama Ekmekçiyan bir başka hesaplaşmanın kurbanıydı. Gözlerimi kapatıyorum. Sonra sessizliğe, tepkisizliğe inat Ekmekçiyan’ı kırık boynu, soluksuz bedeni ile kucağıma alıp ağlıyorum." ]
Bayan Sevda KURAN-AKDAĞ'ın yazısında
"güler misin, ağlar mısın?" hali o kadar çok ki, aslında onu yorumsuz olarak sunmak da yeterli olabilirdi belki ama onun görsel şahitliğini duygusal denilecek bir anlatımla sunarken bilinçaltının rahatsız edici öznelliğinin farkında bile olmadığını gösterebilmek için pek kısa yorumlarda bulunmak gerekliliktir.
Hanımefendi, "İşkencenin ne olduğu" derken, yani bunu Mamak'ta yaşananlara endeksleyip temellendirirken, Levon'un daha küçücük bir çocukken ailesinin tüm üyeleri tarafından anlatılan bizzat yaşanmış işkencelerin enva-i türlü bin bir çeşidinin hikâyeleriyle henüz beşikteyken tanışmış ve "seferberlik türküleriyle büyümüş" biri olduğu-olabileceğinin hiç ama hiç düşünülmemiş olduğu besbelli ortadadır!
Akla getirilmediği görülen bir başka örnek de, "Mamak Askeri toplama Kampı da bundan nasibini almıştı" söyleminde fark ediliyor. Oysa Mamak'ın ne olduğundan bihaber olsa bile, her Ermeni'nin belleğinde bir değil, yüzlerce Mamak ve Mamak'tan çok ama çok daha beter toplama ve ölüm kampları bulunduğunun dahi hiç
düşünülmemiş olması doğal olabilir mi? Tabii değildir! Bunun için de, "ERKEKLER KURALLARA UYDUKLARI İÇİN ZULÜM GÖRÜRLERDİ, A BLOK KIZLARI KURALLARA UYMADIKLARI İÇİN. Arada çok fazla bir fark yoktu" anlatımının sahibine, 'Peki Levon'un kurallara uyup-uymaması, cinsiyeti vs.nin hiç bir önem arz etmeyişi ve sırf Ermeni olması nedeninin bile suç teşkil ettiği, öyle kabul edildiği, onunla geri kalan herkes arasında kelimelerle anlatılmaz 'çok ama çok büyük fark' olduğu reddedilmez bir gerçekken, "Ona işkence falan etmezlerdi" söylemini nasıl anlamalı? Onun maruz kaldığı acılar hakkında, çok istese bile bilgisi olamayacak birinin böyle bir şeyi 'falanlı' olarak ifade etmesini algılamak mümkün olmadığı gibi sayın bayana 'sen nereden biliyorsun peki ?' diye sormak gerekmez mi?
"Yakınlarının görüşüne geldiklerini, buna cesaret edebildiklerini sanmıyorum" deyişinde tam da söylemek istediğimi tüm çıplaklığıyla gösteren bir nevi itiraf bulduğumdan, "neden peki, herkesin yakınını ziyaret etmesi doğal görülürken onunla ilgili bu farklılığın anlatılması bir ihtiyaç değil mi ?' sorusunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
"Belki de o mahkemede nedamet getirip pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum" anlatımında manevi değerleri maddi değersizlik seviyesine indirgemekle, söylenene sapla-samanı karıştırmamak açısından dahi bakmayı denesek, muğlâk 'belki'nin anlamsız 'bilmiyorum'a dönüştürüldüğü bu anlatım tarzını aydın bir insan olduğunu tahmin ettiğim sayın bayana hiç yakıştıramadığımı ille belirtmek isterim. Ve hanımefendiyi eğer, Levon Ekmekçiyan, yani 'elbisenin içindeki' insan yerine, ilk insan için tek bir incir yaprağı olduğu zamandan bugüne herhangi bir anlam değişikliğine uğramadığını iddia ettiğim elbise meselesi ilgilendiriyor da, kafasını kurcalıyorsa, o idamlık Ermeni'nin giydiği 'takım elbisesinin' dönemin İstanbul Ermeni Patriği Sayın Şnorhk KALUSTYAN tarafından tedarik edildiğini, 29 yıl sonra bu yazıyla da olsa öğrenip, rahatlamasını diliyorum. 'Belki' ya da 'bilmiyorum'la da olsa, o insanın 'pişmanlık karşılığında hediyelik bir takım elbise edinerek giydiğini' düşünüp, ima etmek bile ne kadar manevidir? Sorum etrafında düşünülmesini de arzuluyorum. İnsan onuru bu kadar ucuzlatılabilir mi? Bunun başka bir örneği görülmüş müdür ?



"Boynu hep büküktü", "Mahkemelerdeki nedametini, utancını, özürünü üfler gibi sigara içiyordu", "O bizim yaşadığımız zulüme tanıklık ederken, biz de onun mahçupluğuna, ‘giderayak‘ utancına tanıklık ediyorduk" türü nesnel yakıştırma sıfatlı, küçültücü, rencide eden bu tür bir anlatım ne kadar ahlâki olabilir? Bunun hemen akabinde, "idamlar farkedildiğinde tutsaklar hep protestolarla,
sloganlarla, anma törenleri, şiirler ve marşlarla uğurlarlardı gideni... Ve sabah koğuş hoperlosundan verilen radyonun ilk haberi ona aitti. Sessiz ve tepkisiz karşıladık. Bunun nedeni onun mahkemelerde idam cezasından kurtulmak için habire cuntadan özür dileyip pişmanlığını anlatması mıydı yoksa uzak çok uzak bir halkın çocuğu olması mıydı bilmiyorum" anlatımındaki her kelimenin kendini 'solcu' tanımlayan bir Türk tarafından mutlaka anlaşılıp, kendi kendisini sorgulayabilme, medeni cesaret denen insani olguyla gün evvel tanışması gerekirken, pek uygunsuzca, tek celselik duruşmalı bir gerçeği "mahkemelerde" ve "habire" diye yansıtmaya kalkması çok ayıp olduğu halde, buna "İşlenen suça karşılık kısasa kısasdı. İntikam acı ve ‘’yasal’’ olacaktı" diye yargılamalarda bulunmayı da eklemesi, 'özrü kabahatinden büyük' denmeye layık bir davranış değil midir?
Bir ulusun tümden imhasının planlanıp, tarihte bir soykırımın ilk defa gerçekleştirildiği bu topraklarda yaşayan kimseler tarafından her nedense (?!) gündeme alınılmayan veya buna cesaret edil(e)meyen, adilliği-haklılığıyla, savunulduğu iddia edilen hiçbir davadan hiç de geri kalmayan, hatta geriye kalan diğer tüm davaların "göbekten bağlı olduğu" istense bile yadsınamaz olan, ERMENİ DAVASINI "T.C." başkenti Ankara'ya kadar omuzlayıp-getirmiş olan, Ermeni halkının yiğit evladı, mangal gibi yürek sahibi Adanalı Levon Ekmekçiyan'ı, "uzak çok uzak bir halkın çocuğu" olarak nitelemeye yeltenen, gerçeklerin öğrenilerek, hiç olmazsa o gerçeklere karşı dürüst bir tavır alma görevini bile yerine getirmekten aciz bu neslin çocuklarına ne demeli çok iyi biliyor ama söyleyeceklerim doğru anlaşılmayabilir diye 'söz gümüşse, sükût altındır"ı tercih ediyorum.
Mamak'ta yapılan uygulamaları 'zulüm' görüp, "Bir nesilin IMHASI hedeflenmişti" diye tasvir etmeye çalışan bir insanın, yaşanan katmerli acıların en acısının mağduru olarak dünyaya gelmiş olan Levon'un hangi "zulüm ve imhanın" eseri olduğunu düşünmekten bile yoksun olması ve kendisi gibilerle karşılaştırmaya kalkması ne kadar yersiz ise, biri diğerinin yanında 'devede kulak' bile olmayan bu çok acı dramın tüm ağırlığını, aynı İsa Mesih'in taşıdığı haç gibi yara-bere içinde, düşe-kalka taşıyarak Golgotha'ya çıkabilmiş ve sonuçta bilinçli olarak yürüdüğü yolun son durağına vararak, çarmıha gerilmiş bu yiğit Ermeni insanını okuyuculara nasıl-niçin-neden böyle anlattığı ise bence bayanın kendi vicdanına sorulması gereken bir sorudur.
Bayan Sevda KURAN-AKDAĞ yazısının son bölümünde, bir taraftan "Ama Ekmekçiyan bir başka hesaplaşmanın kurbanıydı" sözleriyle sanki asıl gerçeği sonunda
anlamış görünüyor olduğunu itiraf ediyorken, diğer taraftan da "Gözlerimi kapatıyorum. Sonra sessizliğe, tepkisizliğe inat Ekmekçiyan’ı kırık boynu, soluksuz bedeni ile kucağıma alıp ağlıyorum" diyerek samimi bir özeleştiri yapmayı, günah çıkarmayı da deniyor bence! En azından ben bunu böyle anlıyor ve onun bir gün Levon'un Ankara 'kimsesizler mezarlığı'ndaki sırf adı mezar olan, üzeri herhal yaban otlarıyla kaplı pek küçük bir toprak tümseğini ziyaret edip, kızıl bir karanfil koyma cesaretini gösterdikten sonra bir de "Yiğidim, aslanım burda yatıyor" başlıklı yeni bir yazı yazmasını diliyorum. İşte o zaman, onun "ağlıyorum"una inanacak ve 29 seneden beri ağladığım acımıza bu sefer başka bir anlam yükleyerek, onunla ağlayacak, gözyaşlarımızın karışmasına çalışacağıma söz veriyorum, biline !


Bu, "bir başka hesaplaşmanın" ne olduğuna gelince; onun, hakkında işte bu uzun eleştiri yazısını kaleme almamı provoke eden Hayri Argav'ın Belge Yayınları'nda çıkan "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" adlı kitabında tek "UNUTULAN ADAM" Levon Ekmekçiyan'ın üyesi olduğu ASALA'nın dünya ve insanlığın gündemine taşıdığı ERMENİ DAVASI'ndan başka bir şey olmadığını ve SORUNU "unutmaya" değil tanımaya çalışmanın bir insanlık görevi olduğunu yinelemekle yetiniyorum.



***
Bazen, askeriye terimle 'toprağım', sivil terimle 'hemşehrim', politik terimle 'yoldaşım' olan 'nur içinde yatsın' bacım Ayşe Nur ZARAKOLU'nun kurucusu olduğu "BELGE Yayınları keşke yayınladığı yüzlerce kitaplarla zenginleştirdiği dünyamızı, şimdiye kadar sadece "T.C." tarafından yayılmış asılsız ve kuyruklu yalanlarla 'tanınan' ASALA hakkında, güvenilir, doğru bilgiler barındıran bir kitabın Türkçe yayınlanmasıyla aydınlatmayı da başarsa ne kadar iyi olurdu" diye düşünüyorum. Bu önerinin ciddiliğinin özellikle de 1968 üniversiteli ilerici-devrimci öğrenci hareketi içerisinde bulunmuş insanlar tarafından anlaşılacağını umuyorum, çünkü onların yakından tanıdıkları yiğit insanlardan birçoğu (Ardaşenli bir Hemşin Ermenisi olan Cihan Alptekin, Yozgat'ın bir Ermeni köyünde, bir Ermeni evinde doğma Yusuf Aslan, ailesi bir Ermeni ailesiyle kirve olan Hüseyin İnan, ve daha çok başkalarının) 1969-1970 yıllarında eğitildikleri FKÖ'nün El Fetih kamplarına gidip-geldikleri dönemlerde onlara her konuda yardımcı olmuş epeyi insanın daha sonra ASALA'nın kurucuları arasında olması yazılı tarihe dönüştürülmelidir. Buna 1967 yılında kısa bir dönem için Fransa'da bulunurken Ermeni arkadaş çevresinde teorik bilgilerini arttırma olanağından yararlanabilen Mahir Çayan'ı da eklemek doğru olur düşüncesindeyim. 1978'lerden başlayıp 1985'e kadar süren dönemlerde de birçok devrimci Türk ve Kürt örgütlenmelerinde bulunmuş yüzlerce kişinin değişik Filistin kamplarında 'yoldaşlık' ettiği Ermeni örgütünün insanları hakkında da söyleyeceği çok şeyler olsa gerek! Zamanında, böyle bir çalışma var olabilseydi eğer, gazeteci bayan Sevda Kuran-Akdağ belki de 1980'li yıllarda üyesi olduğu devrimci örgütün Ankara'da yardımcı olmaya çalıştığı ASALA üyelerinin "çok ama çok uzak bir halkın çocukları" olduğunu kesinlikle düşünmeyecek, öyle yazmayacaktı !...
***
BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ



1980'de İspanya'nın başkenti Madrid'de ASALA tarafından gerçekleştirilen bombalı bir saldırıda tesadüfen orada bulunan, José Antonio GURRIARAN adlı masum bir insan ağır yaralanır. Mağduru olduğu olay ve gencecik insanları şiddete iten nedenlerin ne olduğu hakkında araştırmaya koyulur ve ASALA'nın Orta-Doğu ülkelerinden birindeki askeri eğitim
kamplarını ziyaret ederek, ona fiilen zarar vermiş olan eylemi gerçekleştiren genç insanlarla bizzat tanışır ve onları suçlu bulmadığını belirtir. Suçun susmak, suçluların da kayıtsız kalanlar arasında aranması gerektiğini düşündüğünden LA BOMBA adlı ilk kitabını yazar, ardından "UNUTULAN SOYKIRIM" kitabı yayınlanır. Yaşamını, ASALA'nın bombası sayesinde Ermeni davasına adayan bu tertemiz insan şimdi de kitaplar yazıyor, yayınlıyor ve tüm dünyanın adalet arayan Ermeni halkını anlamak zorunda olduğu fikrini, kalemiyle savunarak, doğru olanı yapıyor, adalet duvarına bir taş da kendi elleriyle koyup, binanın inşa edilmesine çalışıyor.
"T.C."de birgün bir Willy Brandt olabilmesi için, önce José Antonio GURRIARAN'lar olmalı, çoğalmalı, doğrular özgürce savunulmalıdır. Kim söylemiş bilmiyorum, ama "İnsanların alınyazılarını belirleyenler, her zaman silah taşıyanlardır" tezini doğrulayan ASALA'nın Ermeni sorununun dünyaya, insanlığa mal edilmesi için verilen haklı kavgada yeni bir çığır açtığı tartışılmaz bir gerçektir. Bugün tartışılan Ermeni Sorunu işte 1975 Ocağında atılan o 'deli' tohumların, o yürekli neslin vermiş olduğu kavganın eseridir.



***



Son söz yerine, şu an Almanya'da yerleşik yaşayan "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" adlı kitabın yazarı Hayri Argav'ın bir döneme damgasını vuran sanatçı Ahmet KAYA hakkında belgesel bir film çalışmasında bulunduğu ve fakat bu çalışmada da Ahmet Kaya'nın sanıldığı gibi Malatyalı bir Kürt değil, Adıyamanlı yarı Zaza, yarı 'dönme Ermeni' bir ailenin çocuğu olduğundan bahsetmeyi "unuttuğunu" öğrendiğimi de söylemek istiyorum. Unutmadan söylemek istediğim bir başka şey de, Dersim'in bir Ermeni köyünde doğma-büyüme Hayri Argav'ın Ermeni adının geçtiği bu kadar önemli verileri "unutmasının" sizi bilmem ama bana biraz fazla ve çok acayip geldiğidir.

Sarkis HATSPANIAN


"Vardaşen" mahpusanesi,
ERMENİSTAN
29.Ocak.2011

Fetullah Gülen’in Toplu Mezar Generali


Gün geçmiyor ki Kürdistan’da ve özellikle Bitlis’te bir toplu mezar haberi olmasın.
Bugünler de yine Bitlis yeni toplu mezar haberleriyle gündemde.
Peki, bu toplu mezarların mimarı kim?
Bu toplu mezarların mimarı Fethullahçı bir general.

Evet, yanlış duymadınız.
Yıllar 90’lı Yıllar...
 Yer Kürdistan...
 Bazen güpe gündüz halkın gözleri önünde çarşıda, sokakta, bazen de alacakaranlıkta basılan evlerden ve işyerlerinden gözaltına alınan Kürtler…
İnsanın düşünme sınırlarını aşan düzeyde bile işkenceden geçirilen Kürtler…
Kimileri bu işkenceler sonucunda katledildi, kimileri işkencelerden sonra katledildi.
Ve ardından Saddamvari bir yöntemle toplu mezarlara gömüldüler.
Bu toplu mezarlarda en çok ismi geçen bir kent var.
Bu kentin adı Bitlis.
Bu kentte 1992-1994 yıllarında görev yapan bir general vardı. Bu yıllarda Bitlis il askeri komutanıydı.
Bu generalin adı Korkmaz Tağma.
Kürdistan en kadim kentlerinden Bitlis’teki toplu mezarların mimarı bu general…
O general şimdi demokrat maskesini takmış bir Fethullahçı. 
Kürt çocuklarını açtığı okullar vasıtasıyla Türkleştiren Fethullah Gülen’e övgüler dizerken şunları belirtiyor. “Bu çağda Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin oralardaki okulları. 80 senede o ülkelerde Atatürk’ü ve Türklüğü tanıtmadık. Bunlar tanıttı”. 
Yaptığı katliamlarla Kürtleri fiziki soykırımdan geçiren ve toplu mezarlara gömen Fethullahçı general, Gülen’in kültürel soykırımına övgüyle bahsetmesi çelişki değildir.
Yazdığı kitaplarda Fethullahçıların yayınevi Timaş yayınlarından çıkıyor.
O’nun döneminde nice toplu katliamları gördü Bitlis.
Nice tek tek ve toplu halde katledilen genç, köylü, gazeteci,  siyasetçiye tanıklık etti bu kent…
Gazeteci Ferhat Tepe Özgür Gündem Gazetesi’nin muhabiriydi. Bitlis’te evinden kaçırıldığında tarih 28 Temmuz 1993’ü gösteriyordu. Kaçıranlar, Ferhat’ın babası İshak Tepe’ye telefon açmıştı. İshak Tepe telefondaki sesi tanımıştı. Bu telefon Fethullahçı General Korkmaz Tağma’nın sesi idi. Bu olaydan bir süre önce Tağma zorla topladığı Bitlisleri tehdit etmiş. “Gerillaya karşı kontrgerilla”  demişti. Bu sözü sık sık tekrarlamıştı. Korucu ve askerlerle yaptığı toplantılarda ise katledilecek her gerillanın başına para vereceğini ilan etmişti.
Daha sonra Ferhat Tepe’nin cesedi 8 Ağustos 1993 tarihinde Elazığ’da, Hazar Gölü’nün kenarında bulunuyordu.
Olayın üzerine giden Avukat Şevket Epözdemir’de 25 Kasım 1993 günü katledildi.
11Haziran 1992 tarihinde Bitlis’in Tatvan ilçesine bağlı Karukan köyünün yolunda 13 kişi minibüsten indirilerek katlediliyordu. Görgü tanıkları katliamı Tağma’nın talimatıyla Türk ordusu tarafından yapıldığını görmüşlerdi.
Çatışmalarda katledilen gerillalarda Fethullahçı Tağma’nın talimatıyla toplu olarak gömülüyordu. 
İşte Bitlis’te her gün bir yenisi ortaya çıkarılan toplu mezarların mimarı bu Fethullahçı General Korkmaz Tağma’dır.

Özgür Bilge

Neo-Firavunlar ve “Geçiş Süreci”


Ortadoğu’da yaşananlara “geçiş süreci” deniliyor. Eyvallah, öteden beri Ortadoğu’nun, özellikle yönetici elitizmin buna ihtiyacı vardı. Yine aynı şekilde bu durum Ortadoğulu toplumlar için de geçerliydi. 
Bu çağa ve döneme göre olmak zorundaydı Ortadoğu ve Ortadoğulular. 
Öyle ezoterik yanı, derin tarihi ve kültürel mirasları, yer altındaki “kara altın” denilen petrolleriyle, Ortadoğu bugün sistemi zorluyor ve tıkıyordu. Bunun aşılması adına bir “geçiş süreci” ortaya çıkartılmalıydı. 
Herkesin ağız birliği etmişçesine sarf ettiği bu iki kelime aslında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, vaziyet-i ifşa oluyordu. Ya da bir suç bildirisi… 
Günlerdir tüm dünya gündeminin en üst sıralarında yer alan Tahrir meydanındaki canlı yayın devriminde, dün önemli bir kırılma noktası yaşandı. Bu da sözü edilen değişimin gereği adına önemli bir gelişmeydi. 
18 gündür bütün Mısırlıların “defol” dediği adam, ordunun dayatmasıyla istifa etti. Her defasında yavaş yavaş battı ve en sonunda gardını daha fazla koruyamadan havlu atmak zorunda kaldı.
İşin ilginç tarafını ise; 
Bundan aşağı yukarı otuz yıl önce Enver Sedat’ın öldürülmesinin ardından iktidara gelen bu adamın yaptığı ilk açıklama da; “bu görevimi en fazla bir yıl sürdürebilirim. Bu geçiş süreci tamamlandıktan sonra benim siyasetle işim olmaz” demesi oluşturuyor. 
Yaptığı o açıklamanın üzerinden tam otuz yıl geçti ve ne yönetimi bıraktı, ne de siyasetten elini eteğini çekti. O açıklamasının kilit kelimeleri de geçiş süreciydi. 
Her ne kadar Hür Subaylar kuşağından gelmiş olsa da, ne Nasır gibi Arap milliyetçisi olmuştu, ne de Sedat gibi oryantalist. Herhalde bu özelliklerinden dolayı da bu kadar uzun ömürlü bir görev sahiplenmesi ortaya çıktı. 
Aslında burada ortaya konulanlar ve sözü edilen bu “geçiş süreçlerini” birkaç noktadan ele almanın ve öyle yorumlamanın faydaları var.
İfadesi edilen bu süreçlerin merkezinde; ABD-İsrail ve doğal olarak da “Model Ortaklık” projesi yer almakta. 
2009 yılından bu yana yani Davos zirvesinden bu yana “Gazze ablukası” ile yürütülen tartışmaların-didişmelerden de anlaşılıyordu ki; bölgede statükonun ciddi bir dizayna ihtiyacı vardı. Koşulların uyarlanması ve patlamanın ortaya çıkartılması karşısında, işte şu anda sözünü etmeye çalıştığımız gelişmelerin yaşanılması kaçınılmaz oldu. 
Bunların son yıllarda artan bir hıza kavuşması ve sonuçlandırılmak istenmesi; batı merkezli siyaset güdümünün ustaca devreye koyduğu bir çalışma olmaktadır. 
Masanın etrafında oturanlar bu durumu iyi bildiği için ara sıra blöf yapıyorlar ama hepsi o kadar! 
Bölge statükosunun dizaynında hissedilen bu zaruri değişikliğin temel nedenlerinden bir tanesi ise Orta Asya’nın giderek daha da önemli bir tehlike olarak, batının gözüne batıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Yani öyle Tahrir meydanında yaşanan her gelişmenin, Mısır’a ve Mısırlılara sükût-u hayal sunacağını beklemek biraz acemice olur. 
Şimdi Neo-firavunlar devrede ve bu oyundaki açılışlarının bedelini gittikçe arttırmak istiyor. Bundan dolayı da etrafta bir “geçiş süreci” tartışması almış başını gidiyor. Ortada zikredilen isimler de var; Ömer Süleyman, Amr Musa gibi! Bakalım!  
Önemli olan; geçmişte olduğu gibi bu yeni “geçiş sürecinin” ortaya çıkartacağı gelişmelerin içeriği ve karakteri nasıl olacaktır? İşte bu soruya da en güzel ve en doğru cevabı önümüzdeki dönem büyük ihtimalle Tahrir Meydanı verecektir… 

Toprak Cemgil