2010 Ekim başında bir kitap fuarına katılmak amacıyla Yerevan'ı ziyaret eden değerli insan Ragıp Zarakolu bana Belge Yayınlarınca yayınlanmış epeyi kitap ulaştırma nezaketinde bulunmuştu. Eh politik tutukluya da mahpusanede ne gerek, KİTAP tabii ve ben de bilgi susuzluğumu giderebilmek için, nice uykusuz geceler ağartmakla bana ulaşan tüm kitapları birkaç hafta içerisinde biri biri ardına devirdim gitti işte!
Tüm kitaplar benim de bizzat yaşamış olduğum pek hareketli 1970'li yıllarla, 12 Eylül 1980 sonrası dönemi anlatan yaşam ve anıları içeren nitelikte olup, bazılarında inançları uğruna düğüne gider gibi ölümü kucaklamış ve doğduğum şehirde şahsen tanımış olduğum Ali Aktaş, Veysel Güney gibi yiğit insanlarla yeniden buluşup, unutulmaz anıları önünde saygıyla eğilme olanağını da yarattılar. Bunun için başta yayıncı dost insan Ragıp Zarakolu olmak
üzere tüm o kitap yazarlarına derin bir şükran borcum var.
***
Onlarca kitaptan biri "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" başlıklı olup, yazarı Sayın Hayri Argav'ın kalemine ait cümlelerle "Kitap, 12 Eylül faşizmi ve onun devamındaki süreçte gerçekleşen siyasi idamları anlatmaktadır. 12 Eylül askeri faşizm yıllarında ve 24 Ekim 1984 yılında ANAP hükümeti döneminde toplam 49 kişi salben idam edildiler. Bu yıllar arasında idam edilenlerin 17'sini sol, 9'unu sağ, geri kalanlarını ise adli suçlular oluşturuyordu" diye yazılıydı. Sayın Argav değerli çalışmasını, gerçekleştirilen en son idamdan da tam 1O yıl sonra, yani 1994 Aralık ayında tamamlamış olduğu halde sanki bir 'hafıza-i beşer' kaybına uğramış olmalı ki, söz konusu dönemdeki idamların gerçekte 49 değil, 50 insanın canına kıyılmış olunan bir tarih kesitine istinat ettiğini 443 sayfalık kitabında,
anlaşılmaz bir şekilde görmezden gelmişti. O kitabın ne önsöz, ne sonsöz ve ne de salt sayısal, istatistik bilgilendirme bölümünde bile "unuttuğu" idam edilmiş tek insanoğlu Levon Ekmekçiyan adlı bir Ermeniydi. O, ne sol, ne sağ görüşlüler ve hatta ne de adli suçlular diye adlandırılanların listesine bile alınmayacak kadar "unutulmuştu" !
***
İçimi cız ettiren bu 'unutma' beni mahpusane hücremden alıp taa 1978'li yıllara götürüp, epeyidir bünyesinde aktif çalışmalar yaparak bulunduğum sol örgüte üye oluşumda yaşadığım beklenmedik bir hayal kırıklığının kızgınlık-kırgınlık anlarını hemen aynı tazelikle, aynı acı ve kederi hatırlayıp hissederek, tekrardan yaşamama sebep oldu. Boğaz köprüsünün Ortaköy'deki ayaklarından birinin hemen altındaki çay bahçesinde, güzel bir bahar sabahının henüz sokaklarda inle-cinin top oynadığı pek erken saatinde sadece
3 kişinin katıldığı bu 'gizli tören' esnasında bana uygun görülmüş olan örgüt kod adının bir Türk adı olması konusunda bana görüşümü bile sorma ihtiyacının duyulmaması nedeniyle, yukarıdan aşağıya indirilen emrivaki karara "fakat ben bir Ermeniyim, niçin bir Türk adı taşımak zorunda olayım, siz neden Hagop yoldaş olmuyorsunuz ki" diye karşı gelerek isyan ettiğim o "hey gidi" gençlik yıllarının sırf şeklen yaygınlaştırılan içi kof "Bütün halklar kardeştir" söylem-sloganını da anımsamak zorunda kaldım. Reaksiyonum üzerine beni örgütlemekle görevli "Ahmet yoldaş"ın yüzünün coğrafyasının nasıl değiştiğini ve bir anda doğada bulunan tüm renklere nasıl girip-çıktığını görmeye nasip olduğum o günü hiç unutamadım. Hatta o gün vuku bulan bu olayın, oluşmakta olan kişiliğimin bence daha doğru inşasında önemli bir köşe taşı değeri taşımaya
dönüşmesiyle,
yaşamımda önemli bir rol oynadığına memnun kaldığımı bile söyleyebilirim.
Bu toprakların en eski ve asıl yerlisi olan Ermeni insanının, her nedense komünizm aşkıyla yananlarca bile "Dört nala gelip uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim" türü ırkçı-yalan söylemlerle 'beslenerek', ona, kan ve ateşle, zalimce soykırımlar uygulayarak, zorbalıkla sahip olmuş halkların bugünkü nesillerinin kendini "hak, hukuk, insanlık, adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, devrim, sosyalizm" vesaire yanlısıymış gibi gösteren, varlıklarını böylesi hümanist değerlere adanmışlık uğruna anlamlı kılabilme çabasında bulunma iddiasındaki evlatlarınca bile "unutulması" normal görülemez.
Günümüzde "% 99'u Müslüman olan toplumlardan oluşan" bu topraklar üzerinde var olmuş Türk ve Kürt politik hareketlerinin SOL yelpazesinde yerini almış tüm insanların örgütleri tarafından Ermenilerin yok sayılması, hiç hatırlanmayan bir unsur görülmesi kayda değerdir. Ben, Ermenilerin söz konusu kesime ait olanlarca hep ama hep "unutulmuş" konumda oluşları, gölgede bırakılışları, hasıraltı edilme hallerinin, onlara bu davranışı uygun bulanların 'bilinçaltı' hanesindeki ittihatçı-kemalist ulusçuluğun yattığı kanaatindeyim. Zulmün iktidarına karşı aynı amaçlar için başkaldırma cesaretini gösteren tüm bu insanların inançla, yiğitçe, fedakârca, canları pahasına vermiş oldukları bütün mücadelelerde kendileriyle omuz omuza dövüşmüş olan Ermeni insanların salt etnik aidiyeti nedeniyle, zalimin katbekat katmerli hakaret, ezgi ve baskılarına maruz kalmış olduğu reddedilmez gerçekken, 'Ahmet ya da Şoreş yoldaşların', Krikor ya da Garbis yoldaşlarının mazlum halkının sorunları, özlemleri ve beklentilerini yok saymasının nedenlerinden bahsedip-konuşmayı, bu anormal durumun
eleştirisini yapmayı zaruri buluyorum.
***
Bu bağlamda, 1915 Haziranında Beyazıt meydanında 20 Ermeni devrimcisi için kurulmuş darağaçlarından tam 68 yıl sonra, 29.Ocak.1983 günü Ankara'da, yine darağacında idam edilerek öldürülen 'son' Ermeni Mohikan'ı Levon Ekmekçiyan hakkında "unutulanları" kamuya ulaştırmayı, onunla Sosyal-Demokrat Hınçak Partisi üyesi yiğit 20'ler arasında, 68 yıllık bir zaman dilimi dışında, amaç, mücadele ve yazgı açısından hiç bir farkın bulunmadığının "Ahmet ve Şoreş yoldaşlar" için öğrenilmesi gereken bir sözlü tarih dersi olduğunu sanıyor, önemli buluyorum. Yoldaş da, aynı yolun yolcusu anlamını taşıdığına göre, yol hakkında konuşmanın da tam zamanı olduğunu düşünüyorum.
Aynı insanlığa karşı işlenmiş olma özelliği "unutulan" soykırım suçunu görmezden gelenler örneğinde olduğu gibi, şimdi de 12 Eylül 1980
faşizminin idam ettiği Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu - ASALA üyesi tek Ermeni insanının, "resmi tarih tezlerine" alternatif olma niyetlisi her soy-boy ve renkten 'solcular' tarafından yeni-yeni yazılmaya yeltenilen tarih yazımı deneylerinin dahi dışında bırakılarak, hepten 'unutulmuş' olması, ondan hiç bahsedilmemeye çalışılması, şahidi olduğumuz yaşanılan "ortak" tarihimizin yazılmasına yön veren, damgasını vuran olaylarına, 'solcu' geçinen o çevrelerin ne kadar gayrıciddi yanaştığını ve hiç de adil olmayan bir davranış sergilediğinin çok açık ve net olarak görülmesine parmak basmak istiyorum. Bunun mutlaka mahkûm edilmesi gereken bir davranış olmasından hareketle de, 'sol' kültürde yerini bu haliyle almaya aday tavır ve duruşların neredeyse kötü bir geleneğe dönüşme tehlikesini fark etmekten duyduğum rahatsızlıkla, çok haksız bulduğum bu olguların karşısında
durmak, özellikle "o" çevrelerin yanlışlarına parmak basarak, düşündürücü olmasını dilediğim bazı eleştirilerde bulunmak istiyorum.
ÖNCE ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA
Son yıllarda aydın ve demokrat olmanın neredeyse "olmazsa olmaz" kıstası haline gelen ve hemen herkesin ağzında pek gözde bir sakıza dönüştürülen Ermeni davası ve 1915-1923 soykırımı konusunu, unutulmaya yüz tutan tozlu raflardan zorla çekip-indirerek, yaşadığımız dünyanın çözülmemiş sorunlar gündemine yeniden taşıyan gücün, 1885'ten günümüze dek varlığını koruyarak sürdüren 4 Ermeni politik partilerinden sırasıyla Armenagan-Ramgavar (sağ liberal), Sosyal-Demokrat Hınçak (sosyalist), Devrimci Federasyonu Taşnak (sosyalist) ve Komünist Partileri değil, tüm dünyada yükselen ulusal kurtuluş savaşlarından esinlenerek, uzun yıllar boyu Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesinde (askersel araç-gereç
kullanımı, silah eğitimleri, şehir gerillası saldırı-savunma biçimleri ve eylemlerinde teknik, lojistik alanlarda uzmanlaşma vb. gibi) çok aktif rol oynamış bir grup marxist genç insan tarafından 1975'te kurulan Ermeni örgütü ASALA olduğunu not etmek gerekmektedir.
Paul ELUARD'ın güzel bir sözü var, "Açıklamak, değiştirmek için dünyayı, birlik, umut, kavga gerek insanlara" der. ASALA, sadece 10 yıl gibi kısa bir zaman zarfında işte tam da bu sözlerin yaşama geçirilmesini gerçekleştirmiş ve hedeflediği amaçların en önemlilerinden, o tarihe kadar <> diye düşünülen iki alanda "olağanüstü" başarılar kaydetmiştir. Bunlardan ilki, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti dışında yaşayan, anayurdundan sökülüp dünyanın dört bir yanına savrulmuş ve bulunduğu ülkelerde de yok olmanın bir diğer adı olan "beyaz soykırım"- asimilasyona uğratılarak ulusal kimlik
kaybı tehlikesiyle karşı karşıya kalan milyonlarca Ermeni insanında ulusal bilinç karakterli bir yeniden uyanışın sağlanması, ikincisi ise değişik ülkelerde demokratik sivil kitle örgütlerinin yaratılmasında çok önemli bir rol oynayarak, "unutulduğu" sanılan soykırım sonucu işgal edilmiş Batı Ermenistan gerçeğini kendi halkıyla beraber tüm dünya halklarının bilincine bir daha asla silinmezcesine kazımayı başarmakla olmuştur. Bir anlamda faşist Adolf Hitler'in "Şimdi artık kim Ermenileri hatırlıyor ki ?" acı sözlerinin geciken bir yanıtının verilmesini de sağlayan ASALA, böylece hem dünyanın Ermeni davasıyla 'tanışmasını' sağlamış, hem de o zamana dek görülmemiş barbarlıkta bir vahşete uğratılan, 20. yüzyılın ilk soykırımının kurbanı edilmiş Ermenilerin adalet arayışlarının haklı bir istem olduğunun uluslararası alanda kabul ve destek görmesine de öncülük
etmiştir.
Yani dünyayla tam da kendi anladığı tek dil olan şiddet ve güç diliyle konuşmayı becerebilmiş ve bunun beklenen neticelerini de görmüş tek güç olma özelliğine sahip bir Ermeni örgütüdür. ASALA ve "T.C." Gizli Ermeni örgütü tarafından hedef olarak seçilen "T.C." devletini temsil eden resmi odaklara karşı yaklaşık 10 yıl süren savaş sırasında, yaygınlaştırılmaya çalışılan faşist devlet propagandasının söylemlerinin aksine sadece bir taraftan değil, her iki taraftan da can kaybı olmuştur. Hatta askeri eylemlerde canını yitiren ASALA üyelerinin Ermeniliğin bilincine soykırım kurbanlarına eklenen yeni kayıplar olarak işlenmiş olması gerçeğinin göz önünde bulundurulmasından hareketle, Ermeni kayıplarının çok daha farklı bir ahlâk anlayışıyla anılıp-adlandırılmasından da söz edilebilir. Burada ŞEHİT diye isimlendirilen kelimenin içerdiği tüm anlamları bir arada kapsayan nitelikte, belki de tek bir kelimenin açıklayamayacağı farklı bir özellikten söz etmek pek yerindedir. ASALA'nın vermiş olduğu can kayıpları, dünyada o zamana kadar hiç benzeri olmayan bir olgu, henüz adlandırılmamış bir durumun var olası tüm özelliklerini taşıdığı için de, bilinen klasik ŞEHİT anlamının çok ötesindedir. Dünya adlı gezegenin tüm insanları, Filistin, İrlanda, Bask, Korsika, Tamil, Timor, Kaledon, Kürt ve buna benzer daha birçok halk tarafından yaratılmış örgütler tarafından verilen ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerine şahit olmuştur da, tarihte bir İLK olma özelliğiyle; sadece duymuş olduğu, hiç ama hiç görmediği, havasını teneffüs edip, suyunu bile içmediği bir yurt uğruna, bile bile ölüme gönüllü koşan, gencecik insanlar da olabileceğini Ermeni ASALA örgütü sayesinde öğrenmiştir.
Anayurdundan zorla koparılıp atılan Ermeni halkının bu üçüncü nesline ait gencecik evlatlarının yaptığı herhalde bilinen şarkı sözlerinin "Yiğitlik yolunda üstüme yoktur" dizelerindeki anlatıma bire-bir uymasıyla birlikte, "Eşkıya dünyaya hükûmdar olmaz" gerçeğinin doğruluk ve haklılığının da ispatıdır! ABD, Kanada, Fransa, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Kıbrıs veya Yunanistan'da doğmak zorunda bırakılmış Ermenilerin üçüncü nesline ait bu genç insanların evlerinde yaşlı nene-dedelerinden sürekli duydukları, ama yerini sadece duvarda asılı haritalarda görebildikleri Ararat (Ağrı), Kars, Garin (Erzurum), Bingöl, Van, Muş, Pağeş (Bitlis), Yerzınga (Erzincan), Kharperd (Elazığ) için, San Fransisco, Los Angeles, Ottawa, Paris, Berlin, Viyana, Roma, Madrid, Lizbon, Atina, Tahran,
hatta İstanbul ve Ankara'da askeri eylemlere gönüllü olarak katılması, -bazı insanlar tarafından kabul edilmezse de-
intihar komandosu vasfıyla bilinçli olarak ölümü göze alması, büyük bir saygıya layıktır ve sırf bu özelliğin varoluşu bile insanları bu olguyla ilgili etraflıca düşündürmeye itmelidir. Öyleki, bu anlam ve içeriğiyle, 5.inci yüzyılda yaşamış Ermeni tarihçi Yeğişe'ye ait "Bilinçsiz ölüm ölümdür de, bilinçli ölüm ölümsüzlüktür" sözleri ASALA şehitleri olgusunu olabildiğince doğru açıkladığından, Ermeni halkı sadece bedenini yitirdiği bu insanlarını haklı ve adil bir davanın yiğit savunucuları olarak yüreğine kazımış, işgalci "T.C." faşizmine karşı mücadele meşalesini yeniden yakmış bu evlatlarını "ölümsüz direniş şehitleri" diye adlandırmıştır !...
BİLİNMEYEN GERÇEKLER
Genelde ASALA'nın tüm eylemleriyle ilgili olduğu gibi, özellikle de 7.Ağustos.1982 günü Ankara ESENBOĞA havaalanı eylemiyle ilgili olarak, ne sözüm ona herkesçe bilinen
sansürlü "T.C." ve ne de dışarılarda "sansürsüz" yayınlanabilen sağ ya da 'sol' basın-yayın organlarından hiçbirinde ne acıdır ki gerçeği yansıtan tek bir satır bile yazılıp, yayınlanmamıştır. Ancak o yıllarda değişik ülkelerde, Ermenice, Arapça, Farsça, Türkçe, Yunanca, Fransızca, İngilizce, Almanca dillerinde yayınlanan birçok Ermeni gazete ve dergilerinde yayınlanmış birçok makalelerde Esenboğa eylemi olabildiğince ayrıntılı yayınlanmış olduğundan, var olan o kaynaklarda olayın anlatımıyla çok yıllar sonra gecikmeli bile olsa tanışmak pek doğru olur. Aşağıdaki anlatım belki de Türkçe diliyle bunun ilk denemesi olup, özetle o günün gerçek yanını gösterme amacına hizmet etmek için derlenmiştir.
***
[ "ASALA tarafından Ankara'da gerçekleştirilmesi planlanan askeri eylemin sadece tek bir hedefi vardı ve bu hedef askeri faşist cuntanın o dönemde kukla
başbakanı, kendisi de “T.C.” ordusunun emekli generallerinden biri olan Bülent Ulusu'dan başkası değildi. Eylem, Etimesgut askeri havaalanına inecek olan uçaktan şehre gidilecek yol güzergâhında mevzilenen 2 ayrı birim tarafından otomobil konvoyuna saldırı gerçekleştirmek üzere planlandığı halde, hiç hesapta olmayan bir nedenle son dakikada zorunlu bir değişikliğe uğramıştı. B.Ulusu'nun uçağının Etimesgut yerine Esenboğa'ya ineceğiyle ilgili bilgiyi geç edinenler, acilen oraya hareket etmiş, ama Esenboğa'ya vardıklarında, B.Ulusu'nun havaalanından uzaklaşmış olduğuyla ilgili bilgiden yoksun kalmışlar. İki gruptan biri havalimanının otoyol araçları çıkışında beklemekteyken, diğer birimdekiler hiç tanımadıkları havaalanında uçak pistine giden yönü aramaya çalışırlarken, onlardan birinin havaalanı güvenlik görevlilerince, omuzladığı içi silah dolu ağır çantasının şüphe uyandırması üzerine kontrole tabi tutulmak istendiğini gören diğer arkadaşının silahını çekip havaya ateşlemesiyle, yakınlarındaki yolcu salonuna doğru koşup kalabalığa karışmışlar. Bulundukları salonun iki girişine yakın durup olası saldırıya karşı mevzilenebilmek için de birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar.
Levon EKMEKÇİYAN'ın üyesi olduğu tugayın sorumlu komutanı Zohrab SARKİSYAN adlı Türkçe ve Kürtçeyi çok iyi bilen bir marxistmiş ve yolcu salonunda bulunan yüzlerce insana yönelttiği sözlerinde "Biz sizin ASALA olarak duyduğunuz Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu'nun neferleriyiz. Politik amaçlı askeri bir eylemde bulunmak için Ankara'da bulunuyoruz ve az sonra burayı kuşatma altına alarak, kan gölüne çevirmeye hazırlanan asker ve polis güçleriyle son kurşunumuza kadar çarpışarak şehit olmaya adayız. Ancak, hükümetleriniz tarafından size sunulduğu gibi gözü dönmüş caniler olmadığımızı bilmenizi istiyoruz. Biz, memleketi işgal altında bulunan bir halkın çocuklarıyız ve hedefimiz sadece Türk devletini temsil eden odaklara düzenlediğimiz saldırılarla, dünya ve insanlığın çığlığımızı duymasını istiyoruz. Batı Ermenistan'ı işgal eden Türk devleti düşmanımızdır, ama bu topraklarda yaşayan halklara karşı kesinlikle kin gütmüyoruz. Şu an, yanımızda burayı patlatıp, yok etmeye yetecek kadar cephane olduğu halde, masum halktan tek bir insana dahi zarar gelmesini istemediğimizin şahidi olacaksınız. Sizleri rehin alarak buradan özgürce uzaklaşmak için pazarlık malzemesi yapmayı bile düşünmediğimiz halde, canlarınızın vatandaşı olduğunuz devlet tarafından hiçbir kıymete değer bulunmadığını birazdan anlayacaksınız. O nedenle de burayı acilen terk edin ki kör kurşuna kurban giderek, devletinizin ASALA hakkında anlattığı yalanlara alet edilmeyesiniz. Biz askeriz ve sadece askere karşı dövüşmeyi biliriz" demiş. Dışarıdan açılan yaylım ateş yağmuruna cevap vermek niyetiyle bekleme salonunun oturaklarını siper edip mevzilendiği sıradaysa, Levon'un elindeki otomatik silahıyla havaya ateş ederek kendisine doğru koşarken vurulup yere düştüğünü görmüş. Paniğe kapılan insanların korku içinde düşe-kalka salonun sağ tarafındaki çıkış kapısına doğru kaçmaya çalıştığını gördüğünden, bir taraftan havaya ateş açarken, diğer taraftan da "bırakın insanlar dışarı çıksın, onların bizim aramızdaki hesapla ilgileri yok" diye bağırıyormuş. Birkaç yönden çapraz ateş altına alınan vücudu delik deşik edilerek cansızlaşana kadar, asker ve polislerle çok uzun dakikalar çarpışan Zohrab, yanı başındaki onlarca el bombasından tek bir tanesini bile, olur da masum insanlar zarar görebilir düşüncesiyle bilinçli olarak kullanmamış. Çatışmanın daha ilk anlarında yaralanıp yere düşen arkadaşlarının ölmemiş olduğundan habersiz ASALA'nın diğer birimi havaalanını terk edip güvenli bir yere ulaştığı saatlerde askeri hastanede o zamana dek görülmemiş güvenlik önlemleri altında ağır yaralı Levon ameliyat ediliyormuş. Adı "devlet güvenlik güçleri" olanların 3, TRT tarafından olay yerine ulaşan 2 ayrı gazeteci ekibinin 2 kamerası, yani toplam 5 kamerayla baştanbaşa filme alınmış olan 7.ağustos.1982'de Ankara Esenboğa havaalanında olanların gerçek yüzü buymuş işte ! ]
***
Ağır yaralı olarak esir düşen Levon Ekmekçiyan, "T.C."nin eline canlı geçen ilk ve son ASALA üyesiydi. Ermeni ulusal kurtuluş mücadelesinin gururu, Mihran, Serop, Hrayr, Kevork, Murad, Antranik gibi yiğit fedayiler döneminden kalma bir geleneğe göre düşmanın eline canlı geçmemek için yiğitlerin son kurşunu kendilerine sıkması geniş halk yığınları tarafından kabul görmekte ve hatta bu adım, ölümden korkusuzluğun bir ifadesi olarak yüceltiliyormuş da !...
Ermeni fedayiler, savundukları davayla evli, isimlerinden de anlaşıldığı gibi kendi yaşamlarını halklarının özgürlüğü için gönüllü olarak FEDA eden, ama kavgalarında masum insanlara karşı silah kullanmama yemini de olan, toplumları tarafından kutsal kabul edilen, sıradan sayılmayan insanlardı.
Levon Ekmekçiyan, bu geleneğin sadık mirasçılarından olduğunu, "ölmek var, dönmek yok" kararlılığıyla Ankara'ya geldiği an zaten layıkıyla ispat etmiş ve ölüme "hoş geldin, sefa geldin" diyebilme yürekliliğini göstermişti göstermesine de, o gün kader namert kurşunların öylesi bir yiğide layık olanı yapmaya gücünün yetmediğini de tarihe not düşmüştü. Sorgulanmasını faşist cuntanın başı Kenan Evren’in damadı MİT'in yüksek dereceli memuru Erkan Gürvit üslenmişti. Bu kişi, 12 Eylül günlerini anlatımlarında "Ayrıca ben Esenboğa’da yakalanan Levon Ekmekçiyan’ı, yaralı ele geçen ASALA militanını üç ay sorgulayan tek kişiyim" demenin ötesinde başka tek laf etmemiş olduğu halde, ABD'den getirildiği gizli tutulan 4 ayrı "sorgulama uzmanı" tarafından 2 ay boyunca günde 24 saat özel haplar ve damardan şırıngalanan değişik kimyasal ilaçların denenip-kullanıldığı insanlık dışı bir işkence laboratuarının iğrenç tezgâhından geçirilen Levon'un, sofistike elektronik aletler ve yalan makinesine bağlı halde bir kobay muamelesine maruz kalıp, ruhen fena halde hırpalandığı gerçeği çok gizli bir devlet sırrı olarak "Özel Harp Dairesi" dosyalarında bile, en "TOP SECRET" statüyle saklanmıştı.
"T.C."nin eline geçmiş ilk ve son ASALA esirinin "klasik olmayan" yöntemlerle yapılan işkenceler sonucu ‘'kendini idrak edebilmekten yoksunluk ve bilincini kontrol etmede yeterlilik hali" konusunda ciddi kuşkuları olduğunu belirten Avrupalı birkaç tıp uzmanının, onu ziyaret edip sağlık kontrolü
yapmalarına izin verilmesi için defalarca başvurdukları Ankara'dan red cevabı edinmeleri, pek doğal olarak var olan tüm şüphelerin doğrulanması anlamını taşıyordu. Buna, "T.C." tarihinde ilk defa uygulanan kanunen yasak kimyasal yöntemlerin denendiği sorgulamalara maruz kalan ilk insanoğlunun Levon Ekmekçiyan olduğunu da ekleyecek olursak tüm soru işaretlerinin kalkmasını sağlamış oluruz sanırım.
7 Ağustos1982 Esenboğa saldırısı sanığı Levon Ekmekçiyan tek celsede ölüm cezasına çarptırıldı ve mahkemeye yurtdışından herhangi bir yakını, gazeteci, hukukçu veya insan hakları savunuculuğu yapan gözlemcinin katılmasına izin verilmedi. "T.C." tarihinde TEK CELSELİ kaç tane mahkeme olmuştur sorusunu araştırmacılara bırakıp, 7 Ağustostan 29 Ocağa kadar topu topu 5,5 ay "canlı" kalmış bir insanın, 3 ay MİT, 2 ay da CIA sorgulama (siz buna işkence de diyebilirsiniz) uzmanları tarafından "yaşayan bir ölüye" çevrilmesi gerçeği, sanırım eşine rastlanan bir şey değildir.
Tercümanlığını yapan şahsın, çeyrek yüzyıldan beri MİT'e çalışan aşağılık bir aylıkçı olduğu cemaatte yediden yetmişe her Ermeni tarafından bilinen Dikran Kevorkyan olması ve onun da eline verilen rolü iyi ezberlemiş olduğunu "sahiplerine" gösterme
çabalarındaki kusursuzluk koşullarında sahnelenen bu "tek perdelik" oyunun ne kadar ilkel olduğunu belirtmeye gerek olmadığı açık ve anlaşılırdır. "Tek celselik" mahkemede olayla ilgili sunulan adli inceleme ve otopsi raporlarında, ASALA üyesi gençlerin kullandığı silahlardan kim ya da kimlerin zarar görmüş olduğuyla ilgili bilgilerin dahi kaydedilip, açıklanması gerektiğine bile gerek görmemiş olan hâkimler, daha önce yazılıp ellerine verilmiş olan idam kararını "oldu da bitti maşallah" usulü "devlet ve milletimize hayırlı olsun" hesabı, faşist cunta generallerine "emrinize amadeyiz" diye sadece okumakla yetinmiş ve böylece "T.C." hak ve hukukunun tüm gereklerini yerine getirmişlerdi.
Oysa basında "Esenboğa Katliamı" olarak adlandırılan olayın mağduru ölü ve yaralı tüm insanlar, 'devlet güvenlik güçleri' diye tanımlananların silahlarından çıkan kurşunlarla da kurşunlanmış, yani aynı "şanlı Türk ordusunda" katledilen binlerce genç insan gibi pekâlâ bir "eğitim zayiatına" da uğramış olabilirlerdi, değil mi?
Bu arada, Lübnan, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, İtalya, İsviçre, Fransa, İngiltere ve ABD'den onlarca gazeteci tarafından Levon'la Mamak'ta görüşerek söyleşi yapma istek ve başvuruları hiç görüşülmeksizin reddedilirken, faşist cuntanın övgüsünün yapıldığı gazetelerde kimlerin izni ve hangi koşullarda gerçekleştirildiği hep meçhul kalacak olan propaganda amaçlı foto röportajlar, söyleşiler yayınlanmış, kamuya "Made in Faşist Cunta" damgalı gerçek dışı bilgiler, yani dezenformasyon şırıngalamak istenmişti.
***
Söylenenin tam 28 yıl sonra yapılan bir itirafı olarak kabul edilmesi gereken bir örneği geçtiğimiz yıl elektronik basında yayınlanmıştı. Söz konusu makaleye imza atan Türk gazetecinin yazdıkları gerçeğin bilinmesine yardımcı olan elementler barındırdığından düşündürücüdür. "O yıllarda, Güneş Gazetesi’nin sıkıyönetim muhabiri olarak birçok kez röportaj yapmaya gittiğim Mamak Askeri
Cezaevi’ndeki tutukluların durumunu çok iyi biliyorum. Cüneyt abi( Arcayürek), Güneş Gazetesi’nin Ankara Temsilcisiydi. Esenboğa Havalimanı’nı bombalamaktan idama mahkûm edilen Ermeni kökenli Levon Ekmekçiyan’la gazetecilerin röportaj yapmalarına izin veriliyordu. Gazetelerde, Levon Ekmekçiyan’ın kendini idamdan kurtulmak için Kenan Evren’e yalvarıp yakaran küçültücü ifadelerine yer veriliyordu. Ben, röportajda, böyle ifadelere çanak tutan sorular sormadım. İki günlük röportajın ilk bölümü gazetede çıktı, ikincisi yayımlanmadı. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun, röportajı “fazla insani” bulmuştu. İkinci bölüm de yayınlanırsa beni gözaltına aldıracağını bildirmiş. Cüneyt abi, beni korumak için, haberim olmadan ikinci bölümü yayından çekmişti." O günlerde "fazla insani" bulunan öğeler bir Ermeni için çok görülüyordu ve böyle bir şeyin insanlara ulaştırılması sakıncalı olduğundan engelleniyordu da, söz konusu değerler, '12 Eylül idamları' hakkında çok yıllar sonra bile yazılıp-yayınlanmış kitaplarda dahi her nedense "unutuluyordu" işte !...
***
Levon'la ilgili "fazla insani" bir makale de, onunla aynı dönemde aynı mahpusanenin bir başka blokunda tutuklu
olarak bulunmuş Sevda KURAN-AKDAĞ adlı bir bayan 2010 Haziranında yazıvermiş. Bu yazıda "T.C."nin, özellikle de "solcu" insanların bilinçaltını ne kadar örselemiş olduğunu gösteren örneklerin çok olması nedeniyle, 'fark edilmeyen' bu olguların bilinç üstüne çıkarılmasına faydalı olmasını dilediğim söz konusu yazının önemli olduğunu sandığım bazı bölümlerinden alıntılar sunuyorum. Bana mahpusanede basılı olarak ulaştırılmış bu yazının nerede yayınlanmış olduğunu bilmediğim için de, eksik bilgiyi referans olarak sunamıyor, okuyanların affına sığınıyorum.
["İşkencenin ne olduğunu, aradan geçen iki yılın sonunda ülkenin başına bela olan 12 Eylül Faşizmi yaşatmıştı. Ülke baştan ayağa işkencehaneye çevrilirken ‘Mamak Askeri toplama Kamp’ı da bundan nasibini fazlasıyla almıştı. Havaladırmanın adı havalandırma! 24 saat dayağın, falakanın, kurt köpekleri eşliğinde sürdürülen zulmün şiddeti sayımlarda ve havalandırmada doruğa çıkardı. ERKEKLER KURALLARA UYDUKLARI İÇİN ZULÜM GÖRÜRLERDİ, A BLOK KIZLARI KURALLARA UYMADIKLARI İÇİN. Arada çok fazla bir fark yoktu. Onu havalandırmaya tek
başına çıkarırlardı. İşkence falan etmezlerdi. Hep koyu takım elbise ya da koyu pantolon üzerinde beyaz gömleği ile çıkardı. Belki de hep aynı pantolon, aynı ceket, aynı gömlekti giydikleri. Yakınlarının görüşüne geldiklerini, buna cesaret edebildiklerini sanmıyorum. Belki de o mahkemede nedamet getirip
pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum. Adı Levon Ekmekçiyan’dı. 12 Eylül Cunta´sı için bir hain Ermeni, bir idamlıkdı. Havalandırmaya yapayalnız çıkarılan Ekmekçiyan´ın saçları hep muntazam taralı, duruşu, yürüyüşü bir film yıldızı gibiydi. Çok yakışıklıydı. Öyle aman aman volta atmazdı. Bir iki yürür sonra havalandırma kapısına yakın bir yerde, duvarın dibinde, yüzü hafiften duvara dönük sigarasını içerdi. Boynu hep bükükdü. Başını öne eğdi mi utangaç, çocuk, mahçup Ekmekçiyan olurdu.
Sigarasından derin bir nefes çekip bu gökyüzü hariç her tarafının beton olduğu havalandırmada bir tek bulutlara ya da mavi gökyüzüne derin derin bakardı. Sanki onları, o sonsuzluğu içine çekerdi sigara dumanı ile birlikte. Sonra başını mahçup, hüzünle yere eğip üflerdi dumanı. Mahkemelerdeki nedametini, utancını, özürünü üfler gibi. O bir Ermeni dölü haindi. Bizler Türk, Kürt dölü hainlerdik. O bizim yaşadığımız zulüme tanıklık ederken, biz de onun mahçupluğuna, ‘giderayak‘ utancına tanıklık ediyorduk. Nihayetinde hepimiz o ya da bu şekilde, güçlü ve zalim elinde, aylar, yıllar, çağlar boyu örselenip yeniden yeniden başkaldıran insan çocuklarıydık. A-2’de nadiren yaşanan sessiz bir gecenin bitimine henüz varken telsiz sesleri, çok hafiften duyulan ayak sesleri ve zincir şakırtısı ile uyanıyoruz. Koğuş nöbetçi arkadaşımız parmağını dudaklarına götürüp sssttt diye sessiz olmamız icin uyarırken başını kapıya dayayıp koridordan gelen sesleri ayırdetmeye çalışıyor. Bütün koğuş ayaktadır şimdi. Dışarıdakilerin alabildiğine sessiz olmaya çalışmaları komik geliyor bana. Normalde ayaklarının ‘’rap rap’’larıyla ve ‘’her türk asker doğar’’, ‘’ yıldırımlar yaratan bir ırkın...‘’ haykırışlarıyla kulakları sağır edip terör estirirken şimdi iki arada bir derede suç işlercesine sessiz olmaya çalışmaları gerçekten traji-komikti. Ama boynu birazdan yağlı urgana teslim edilecek olan idamlığın zincirlerinin şakırtısına mani olamıyorlardı. Herhalde akıllarına onu kucaklarında taşımak gelmemişti. Kucakda ölüme taşımak... Az yapmadıkları bir iş miydi ki? Mamak’da idamlar farkedildiğinde tutsaklar hep protestolarla, sloganlarla, anma törenleri, şiirler ve marşlarla uğurlarlardı gideni. Ve sabah koğuş hoperlosundan verilen radyonun ilk haberi ona aitti. Sessiz ve tepkisiz karşıladık. Bunun nedeni onun mahkemelerde idam cezasından kurtulmak için habire cuntadan özür dileyip pişmanlığını anlatması mıydı yoksa uzak çok uzak bir halkın çocuğu olması mıydı bilmiyorum. Sabah haberi duyduğumda
değil ama gecenin 03.00’ünde zincir şakırtılarını duyduğumda o bulutlara sonsuz bakışlar gönderip sonra başını mahçup öne eğen A Blok ‘’idamlık’’ı geliyor aklıma. İşlenen suça karşılık kısasa kısasdı. İntikam acı ve ‘’yasal’’ olacaktı. Mamak’da bunun içindi. Ceza vermeye yönelik değildi. Bir nesilin İMHASI hedeflenmişti. Ama Ekmekçiyan bir başka hesaplaşmanın kurbanıydı. Gözlerimi kapatıyorum. Sonra sessizliğe, tepkisizliğe inat Ekmekçiyan’ı kırık boynu, soluksuz bedeni ile kucağıma alıp ağlıyorum." ]
Bayan Sevda KURAN-AKDAĞ'ın yazısında
"güler misin, ağlar mısın?" hali o kadar çok ki, aslında onu yorumsuz olarak sunmak da yeterli olabilirdi belki ama onun görsel şahitliğini duygusal denilecek bir anlatımla sunarken bilinçaltının rahatsız edici öznelliğinin farkında bile olmadığını gösterebilmek için pek kısa yorumlarda bulunmak gerekliliktir.
Hanımefendi, "İşkencenin ne olduğu" derken, yani bunu Mamak'ta yaşananlara endeksleyip temellendirirken, Levon'un daha küçücük bir çocukken ailesinin tüm üyeleri tarafından anlatılan bizzat yaşanmış işkencelerin enva-i türlü bin bir çeşidinin hikâyeleriyle henüz beşikteyken tanışmış ve "seferberlik türküleriyle büyümüş" biri olduğu-olabileceğinin hiç ama hiç düşünülmemiş olduğu besbelli ortadadır!
Akla getirilmediği görülen bir başka örnek de, "Mamak Askeri toplama Kampı da bundan nasibini almıştı" söyleminde fark ediliyor. Oysa Mamak'ın ne olduğundan bihaber olsa bile, her Ermeni'nin belleğinde bir değil, yüzlerce Mamak ve Mamak'tan çok ama çok daha beter toplama ve ölüm kampları bulunduğunun dahi hiç
düşünülmemiş olması doğal olabilir mi? Tabii değildir! Bunun için de, "ERKEKLER KURALLARA UYDUKLARI İÇİN ZULÜM GÖRÜRLERDİ, A BLOK KIZLARI KURALLARA UYMADIKLARI İÇİN. Arada çok fazla bir fark yoktu" anlatımının sahibine, 'Peki Levon'un kurallara uyup-uymaması, cinsiyeti vs.nin hiç bir önem arz etmeyişi ve sırf Ermeni olması nedeninin bile suç teşkil ettiği, öyle kabul edildiği, onunla geri kalan herkes arasında kelimelerle anlatılmaz 'çok ama çok büyük fark' olduğu reddedilmez bir gerçekken, "Ona işkence falan etmezlerdi" söylemini nasıl anlamalı? Onun maruz kaldığı acılar hakkında, çok istese bile bilgisi olamayacak birinin böyle bir şeyi 'falanlı' olarak ifade etmesini algılamak mümkün olmadığı gibi sayın bayana 'sen nereden biliyorsun peki ?' diye sormak gerekmez mi?
"Yakınlarının görüşüne geldiklerini, buna cesaret edebildiklerini sanmıyorum" deyişinde tam da söylemek istediğimi tüm çıplaklığıyla gösteren bir nevi itiraf bulduğumdan, "neden peki, herkesin yakınını ziyaret etmesi doğal görülürken onunla ilgili bu farklılığın anlatılması bir ihtiyaç değil mi ?' sorusunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
"Belki de o mahkemede nedamet getirip pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum" anlatımında manevi değerleri maddi değersizlik seviyesine indirgemekle, söylenene sapla-samanı karıştırmamak açısından dahi bakmayı denesek, muğlâk 'belki'nin anlamsız 'bilmiyorum'a dönüştürüldüğü bu anlatım tarzını aydın bir insan olduğunu tahmin ettiğim sayın bayana hiç yakıştıramadığımı ille belirtmek isterim. Ve hanımefendiyi eğer, Levon Ekmekçiyan, yani 'elbisenin içindeki' insan yerine, ilk insan için tek bir incir yaprağı olduğu zamandan bugüne herhangi bir anlam değişikliğine uğramadığını iddia ettiğim elbise meselesi ilgilendiriyor da, kafasını kurcalıyorsa, o idamlık Ermeni'nin giydiği 'takım elbisesinin' dönemin İstanbul Ermeni Patriği Sayın Şnorhk KALUSTYAN tarafından tedarik edildiğini, 29 yıl sonra bu yazıyla da olsa öğrenip, rahatlamasını diliyorum. 'Belki' ya da 'bilmiyorum'la da olsa, o insanın 'pişmanlık karşılığında hediyelik bir takım elbise edinerek giydiğini' düşünüp, ima etmek bile ne kadar manevidir? Sorum etrafında düşünülmesini de arzuluyorum. İnsan onuru bu kadar ucuzlatılabilir mi? Bunun başka bir örneği görülmüş müdür ?
"Boynu hep büküktü", "Mahkemelerdeki nedametini, utancını, özürünü üfler gibi sigara içiyordu", "O bizim yaşadığımız zulüme tanıklık ederken, biz de onun mahçupluğuna, ‘giderayak‘ utancına tanıklık ediyorduk" türü nesnel yakıştırma sıfatlı, küçültücü, rencide eden bu tür bir anlatım ne kadar ahlâki olabilir? Bunun hemen akabinde, "idamlar farkedildiğinde tutsaklar hep protestolarla,
sloganlarla, anma törenleri, şiirler ve marşlarla uğurlarlardı gideni... Ve sabah koğuş hoperlosundan verilen radyonun ilk haberi ona aitti. Sessiz ve tepkisiz karşıladık. Bunun nedeni onun mahkemelerde idam cezasından kurtulmak için habire cuntadan özür dileyip pişmanlığını anlatması mıydı yoksa uzak çok uzak bir halkın çocuğu olması mıydı bilmiyorum" anlatımındaki her kelimenin kendini 'solcu' tanımlayan bir Türk tarafından mutlaka anlaşılıp, kendi kendisini sorgulayabilme, medeni cesaret denen insani olguyla gün evvel tanışması gerekirken, pek uygunsuzca, tek celselik duruşmalı bir gerçeği "mahkemelerde" ve "habire" diye yansıtmaya kalkması çok ayıp olduğu halde, buna "İşlenen suça karşılık kısasa kısasdı. İntikam acı ve ‘’yasal’’ olacaktı" diye yargılamalarda bulunmayı da eklemesi, 'özrü kabahatinden büyük' denmeye layık bir davranış değil midir?
Bir ulusun tümden imhasının planlanıp, tarihte bir soykırımın ilk defa gerçekleştirildiği bu topraklarda yaşayan kimseler tarafından her nedense (?!) gündeme alınılmayan veya buna cesaret edil(e)meyen, adilliği-haklılığıyla, savunulduğu iddia edilen hiçbir davadan hiç de geri kalmayan, hatta geriye kalan diğer tüm davaların "göbekten bağlı olduğu" istense bile yadsınamaz olan, ERMENİ DAVASINI "T.C." başkenti Ankara'ya kadar omuzlayıp-getirmiş olan, Ermeni halkının yiğit evladı, mangal gibi yürek sahibi Adanalı Levon Ekmekçiyan'ı, "uzak çok uzak bir halkın çocuğu" olarak nitelemeye yeltenen, gerçeklerin öğrenilerek, hiç olmazsa o gerçeklere karşı dürüst bir tavır alma görevini bile yerine getirmekten aciz bu neslin çocuklarına ne demeli çok iyi biliyor ama söyleyeceklerim doğru anlaşılmayabilir diye 'söz gümüşse, sükût altındır"ı tercih ediyorum.
Mamak'ta yapılan uygulamaları 'zulüm' görüp, "Bir nesilin IMHASI hedeflenmişti" diye tasvir etmeye çalışan bir insanın, yaşanan katmerli acıların en acısının mağduru olarak dünyaya gelmiş olan Levon'un hangi "zulüm ve imhanın" eseri olduğunu düşünmekten bile yoksun olması ve kendisi gibilerle karşılaştırmaya kalkması ne kadar yersiz ise, biri diğerinin yanında 'devede kulak' bile olmayan bu çok acı dramın tüm ağırlığını, aynı İsa Mesih'in taşıdığı haç gibi yara-bere içinde, düşe-kalka taşıyarak Golgotha'ya çıkabilmiş ve sonuçta bilinçli olarak yürüdüğü yolun son durağına vararak, çarmıha gerilmiş bu yiğit Ermeni insanını okuyuculara nasıl-niçin-neden böyle anlattığı ise bence bayanın kendi vicdanına sorulması gereken bir sorudur.
Bayan Sevda KURAN-AKDAĞ yazısının son bölümünde, bir taraftan "Ama Ekmekçiyan bir başka hesaplaşmanın kurbanıydı" sözleriyle sanki asıl gerçeği sonunda
anlamış görünüyor olduğunu itiraf ediyorken, diğer taraftan da "Gözlerimi kapatıyorum. Sonra sessizliğe, tepkisizliğe inat Ekmekçiyan’ı kırık boynu, soluksuz bedeni ile kucağıma alıp ağlıyorum" diyerek samimi bir özeleştiri yapmayı, günah çıkarmayı da deniyor bence! En azından ben bunu böyle anlıyor ve onun bir gün Levon'un Ankara 'kimsesizler mezarlığı'ndaki sırf adı mezar olan, üzeri herhal yaban otlarıyla kaplı pek küçük bir toprak tümseğini ziyaret edip, kızıl bir karanfil koyma cesaretini gösterdikten sonra bir de "Yiğidim, aslanım burda yatıyor" başlıklı yeni bir yazı yazmasını diliyorum. İşte o zaman, onun "ağlıyorum"una inanacak ve 29 seneden beri ağladığım acımıza bu sefer başka bir anlam yükleyerek, onunla ağlayacak, gözyaşlarımızın karışmasına çalışacağıma söz veriyorum, biline !
Bu, "bir başka hesaplaşmanın" ne olduğuna gelince; onun, hakkında işte bu uzun eleştiri yazısını kaleme almamı provoke eden Hayri Argav'ın Belge Yayınları'nda çıkan "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" adlı kitabında tek "UNUTULAN ADAM" Levon Ekmekçiyan'ın üyesi olduğu ASALA'nın dünya ve insanlığın gündemine taşıdığı ERMENİ DAVASI'ndan başka bir şey olmadığını ve SORUNU "unutmaya" değil tanımaya çalışmanın bir insanlık görevi olduğunu yinelemekle yetiniyorum.
***
Bazen, askeriye terimle 'toprağım', sivil terimle 'hemşehrim', politik terimle 'yoldaşım' olan 'nur içinde yatsın' bacım Ayşe Nur ZARAKOLU'nun kurucusu olduğu "BELGE Yayınları keşke yayınladığı yüzlerce kitaplarla zenginleştirdiği dünyamızı, şimdiye kadar sadece "T.C." tarafından yayılmış asılsız ve kuyruklu yalanlarla 'tanınan' ASALA hakkında, güvenilir, doğru bilgiler barındıran bir kitabın Türkçe yayınlanmasıyla aydınlatmayı da başarsa ne kadar iyi olurdu" diye düşünüyorum. Bu önerinin ciddiliğinin özellikle de 1968 üniversiteli ilerici-devrimci öğrenci hareketi içerisinde bulunmuş insanlar tarafından anlaşılacağını umuyorum, çünkü onların yakından tanıdıkları yiğit insanlardan birçoğu (Ardaşenli bir Hemşin Ermenisi olan Cihan Alptekin, Yozgat'ın bir Ermeni köyünde, bir Ermeni evinde doğma Yusuf Aslan, ailesi bir Ermeni ailesiyle kirve olan Hüseyin İnan, ve daha çok başkalarının) 1969-1970 yıllarında eğitildikleri FKÖ'nün El Fetih kamplarına gidip-geldikleri dönemlerde onlara her konuda yardımcı olmuş epeyi insanın daha sonra ASALA'nın kurucuları arasında olması yazılı tarihe dönüştürülmelidir. Buna 1967 yılında kısa bir dönem için Fransa'da bulunurken Ermeni arkadaş çevresinde teorik bilgilerini arttırma olanağından yararlanabilen Mahir Çayan'ı da eklemek doğru olur düşüncesindeyim. 1978'lerden başlayıp 1985'e kadar süren dönemlerde de birçok devrimci Türk ve Kürt örgütlenmelerinde bulunmuş yüzlerce kişinin değişik Filistin kamplarında 'yoldaşlık' ettiği Ermeni örgütünün insanları hakkında da söyleyeceği çok şeyler olsa gerek! Zamanında, böyle bir çalışma var olabilseydi eğer, gazeteci bayan Sevda Kuran-Akdağ belki de 1980'li yıllarda üyesi olduğu devrimci örgütün Ankara'da yardımcı olmaya çalıştığı ASALA üyelerinin "çok ama çok uzak bir halkın çocukları" olduğunu kesinlikle düşünmeyecek, öyle yazmayacaktı !...
***
BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ
1980'de İspanya'nın başkenti Madrid'de ASALA tarafından gerçekleştirilen bombalı bir saldırıda tesadüfen orada bulunan, José Antonio GURRIARAN adlı masum bir insan ağır yaralanır. Mağduru olduğu olay ve gencecik insanları şiddete iten nedenlerin ne olduğu hakkında araştırmaya koyulur ve ASALA'nın Orta-Doğu ülkelerinden birindeki askeri eğitim
kamplarını ziyaret ederek, ona fiilen zarar vermiş olan eylemi gerçekleştiren genç insanlarla bizzat tanışır ve onları suçlu bulmadığını belirtir. Suçun susmak, suçluların da kayıtsız kalanlar arasında aranması gerektiğini düşündüğünden LA BOMBA adlı ilk kitabını yazar, ardından "UNUTULAN SOYKIRIM" kitabı yayınlanır. Yaşamını, ASALA'nın bombası sayesinde Ermeni davasına adayan bu tertemiz insan şimdi de kitaplar yazıyor, yayınlıyor ve tüm dünyanın adalet arayan Ermeni halkını anlamak zorunda olduğu fikrini, kalemiyle savunarak, doğru olanı yapıyor, adalet duvarına bir taş da kendi elleriyle koyup, binanın inşa edilmesine çalışıyor.
"T.C."de birgün bir Willy Brandt olabilmesi için, önce José Antonio GURRIARAN'lar olmalı, çoğalmalı, doğrular özgürce savunulmalıdır. Kim söylemiş bilmiyorum, ama "İnsanların alınyazılarını belirleyenler, her zaman silah taşıyanlardır" tezini doğrulayan ASALA'nın Ermeni sorununun dünyaya, insanlığa mal edilmesi için verilen haklı kavgada yeni bir çığır açtığı tartışılmaz bir gerçektir. Bugün tartışılan Ermeni Sorunu işte 1975 Ocağında atılan o 'deli' tohumların, o yürekli neslin vermiş olduğu kavganın eseridir.
***
Son söz yerine, şu an Almanya'da yerleşik yaşayan "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" adlı kitabın yazarı Hayri Argav'ın bir döneme damgasını vuran sanatçı Ahmet KAYA hakkında belgesel bir film çalışmasında bulunduğu ve fakat bu çalışmada da Ahmet Kaya'nın sanıldığı gibi Malatyalı bir Kürt değil, Adıyamanlı yarı Zaza, yarı 'dönme Ermeni' bir ailenin çocuğu olduğundan bahsetmeyi "unuttuğunu" öğrendiğimi de söylemek istiyorum. Unutmadan söylemek istediğim bir başka şey de, Dersim'in bir Ermeni köyünde doğma-büyüme Hayri Argav'ın Ermeni adının geçtiği bu kadar önemli verileri "unutmasının" sizi bilmem ama bana biraz fazla ve çok acayip geldiğidir.
Sarkis HATSPANIAN
"Vardaşen" mahpusanesi,
ERMENİSTAN
29.Ocak.2011