III - Özerk istanbul
İstanbul, Türkiye'deki yaklaşık her 6 kişiden birinin yaşadığı, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)'nın yarısını üreten bir metropol kenttir. Kentin ne kadar göç aldığı tam olarak kestirilememektedir. Onbeş milyona yaklaşan nüfusuyla bu kent bugün artık neredeyse çözümsüz hale gelmiş olan birçok sorunu bağrında taşımaktadır.
İstanbul 86 yıllık Cumhuriyet tarihinin (hatta daha öncesinin) sosyal, siyasal, ekonomik bir özeti gibidir. Ülkeyi genel manada etkileyen toplumsal-siyasal sorunlar, İstanbul'a daha güçlü yansımakta ve kentin özgün sorunlarıyla birleşerek daha kökten bir ifade kazanmaktadır. Ülke genelinde varolan yoksulluğun, işsizliğin, altyapı eksikliğinin, kirli savaş ve göç olgusunun, demografik sorunların, kültürel sorunların, kadınları ve gençliği ilgilendiren tüm sorunların, sınıfsal çelişkilerin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan çeteleşme, kumar, fuhuş vb. sorunlarının kent özgünündeki ifadesi çok daha derin ve içinden çıkılmaz hal almıştır. Belediyecilik, sağlık, eğitim hizmetleri gibi hizmetler adeta kangrenleşmiştir.
Bu sorunların adeta çözümsüz bir biçimde ortaya çıkmasının bir nedeni ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik sorunlarıyken, bir diğer nedeni de, İstanbul'da özgün bir nitelik kazanmış bu sorunların merkezden yaklaşılarak çözülebileceği yanılgısıdır. 15 milyonluk bir kentin sorunlarını Ankara eksenli bir yaklaşımla çözebilmek mümkün değildir. Tek merkez etrafında örgütlenmiş siyasal temsil mekanizmalarıyla, sağlık, eğitim hizmetlerinin tek merkezden örgütlenmesi ve sunumuyla, yerel yönetimleri adeta inşaat firması düzeyine indirgeyen yaklaşımlarla çözüm değil ancak sorun üretilebilir. Bu bahsi biraz daha derinleştirmeden evvel, İstanbul'un nasıl bu hale getirildiğine ilişkin bazı tespitler yapmakta yarar var.
İstanbul'da merkez ve varoş
İstanbul'un nüfusundaki hızlı artış 1950'li yıllara tarihlendirilebilir. Özellikle 70'lerle birlikte bu hız daha da arttı. 50'lerden sonra başlayan hızlı kapitalistleşme süreci, kır şehir dengesinin hızla kent lehine bozulması sonucunu doğurdu. Tarımın hızlı kapitalistleşme sürecinden olumsuz etkilenmesi, ithal ikameci ekonomik politikalar nedeniyle kentlerde emek gücüne ihtiyacın artması, kırsal nüfusun kentlere akın etmesine neden oldu. Kırın yoksullaşması, toprak reformu gibi adımların atılamaması kırın varlık koşullarını ortadan kaldırmaya başladı. Bunun sonucu, bir umut için büyük kentlere yönelen kitlelerin kırdan daha dramatik yaşamlar sürmeye başlaması oldu.
Ülke tarihinde hiçbir büyük kent bu durumdan bağışık olmamakla birlikte her zaman en büyük göçü alan kent İstanbul oldu. Birbiri ardına kurulan sanayi tesisleri taşradan gelenler için bir yandan umut kapısı olurken, bir diğer yandan da umutları yok eden, birçok yandaş sorunun yaratıcısı haline dönüştü. Kırdan kente gelenlerin en çok yerleştikleri yerler sanayi tesislerine en yakın olan yerlerdi. Bugünün Haliç'i, Alibeyköy'ü, Kartal'ı, Maltepe'si o zamanların önemli sanayi üsleriydi. Kır yoksulları bu alanlara göçmüş ve kendi olanakları ile yaptıkları gecekondularda yaşam savaşı vermeye başlamışlardı. Memleketten daha önce gelen eşin dostun kondusunun yanında imar edilen kondular mantar gibi çoğalmış ve Sivaslıların, Orduluların, Diyarbakırlıların, Dersimlilerin vb. gecekondu semtleri oluşmaya başlamıştı.
Kondularda yaşayanlar yaşam alanlarında en uygunsuz koşullara katlanmak zorunda kalırken, çalışma alanlarında da bu kaderden kurtulamamışlardı. Yaşam alanları altyapıdan yoksun, birkaç gözde onlarca insanın yaşadığı kondulardan oluşan, içme suyunun mahalledeki bir çeşmeden ortakça sağlandığı, kanalizasyon sisteminin olmadığı, yolların toprak olduğu, elektriğin kaçak olduğu yerlerdi. Bununla birlikte var olan zorlukların üstesinden gelmenin tek yolu aynı kökene sahip yoksullar arasında var olan ve henüz kapitalizm tarafından yok edilememiş dayanışma kültürü idi. Bir ayağı komünal dayanışma kültüründe olan bu modern dayanışmacılık bir gecede kırdan kente gelenin kondusunu yapıverecek hıza ve etkiye sahipti. Katznelson'un yukarıda vurguladığı gibi işçi, emekçi, işsiz, yoksul kesimler, sahip oldukları ortak yaşam mekanları vasıtasıyla, kültürel, bilişsel, söylemsel alışkanlıkları tarafından belirlenen sosyal ilişkiler ağı oluşturuyorlar, nihayetinde de (ortak sınıfsal pozisyonları ve ortak mekanları vasıtasıyla) birleşik örgütlülüğü ve eylemi geliştirebiliyorlardı (15-16 Haziran, Cibali, Cevizli Tekel direnişleri). Özerk bir bölgesel yönetimi (halk meclisleri temelinde) oluşturabilmek açısından bu ilişkiler silsilesi dün ne kadar önem taşıyor idiyse bugün de o oranda önem taşımaktadır.
İstanbul'un çevresi hızla bir gecede ortaya çıkan mahallelerle çevrilmeye başladı. Merkez zenginlere, işverenlere aitti. O dönemlerde modern apartmanlarla dolu Şişli semti zenginlerin kümelendiği önemli merkezlerdendi. Kondulaşma kırdan gelenlere yalnızca fiziki çevre sunmadı, psikolojik-toplumsal bir çevre de oluşturdu. Varoşlar, memleketteki yaşamın, değer yargılarının, toplumsal dayanışmacılığın kesilip, büyük kent ortamına yapıştırılması gibi bir şeydi. Varoşta yaşayan emekçiler büyük kenti öncelikle kırdan taşıyıp getirdikleri gözlüklerle gördüler. Modern İstanbul'un lüksü, rahat ilişkileri, zenginliği varoşta öncelikle geleneksellikten kaynaklanan ret duygusu ile karşılandı. Ancak ne modern kent, ne de modern kentle iç içe yaşayan varoşlar durağan yapılardı. Varoşlar karşılıklı süreçlerden daha çok etkileniyor olsa da, kent de bu yok sayılan misafirlere karşı kayıtsız değildi. Kaldı ki varoşlarda yaşayan emekçiler maddi yaşamın bel kemiğini oluşturmakta idiler. Kendilerine aşağılama duyguları ile bakan İstanbul burjuvasının varlığını sürdürebilmesi, onların varlığına, dahası onların yoksullukla birlikte var olmasına bağlı idi. Varoş ise ekonomik olarak bağlı olduğu kente -önceleri tepki içinde olsa da- duygusal olarak eklemlenmekte gecikmedi. Gerçi bu, hiçbir zaman tam bir eklemlenme hali olmadı. Ancak varoşları var eden ilk kuşakların çocukları ve torunları şehirli gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme özlemlerinden hiçbir zaman uzak duramadı. Büyük kent yaşamı, vantuz gibi varoşlarda yaşayanları kendine çekti.
Varoş ve kadın emeği
Varoşlar kentin dış çevresine kurulmuşlardı. Varoşların kendi içlerinde ekonomik-toplumsal bir birim olması, sistem açısından önemli bir ihtiyacı karşılıyordu. Kondu yaşamı, işçinin yeni işgününe fiziksel ve zihinsel olarak hazırlanmasını hemen hemen bedavaya yapabiliyordu. (7) Böylece patronun emek-gücü maliyeti düşüyor, k‰rı artıyordu. O dönemlerde burjuvazi gecekondulaşma sürecinin kendi lehinde bir süreç olduğunu görüyor, bu nedenle de gecekondulaşmaya karşı bir tutum içinde olmuyordu. Gecekondular İstanbul'un tepelerinde birbiri ardına yükselmekte idi. Burjuvazinin gecekondulaşmaya yekten karşı durmamasının önemli nedenlerinden biri de varoşlarda yaşayan emekçilerin sınıfsal tutumundan kaygı duyması idi. Zira atmışların sonundan seksenlere kadar olan kesitte gecekondu semtlerinin politize olduğu düşünülürse, buralara müdahale etmek yanan ateşe benzin dökmek olabilirdi. Harlanan ateşin düşeceği yerlerin başında fabrikalar vardı.
Ülkede yükselmekte olan sınıf mücadelesi varoşları ve orada yaşayan kitleleri önemli ölçüde etkiledi. Fabrikalara yakın işçi semtleri bir yandan antifaşist mücadelenin önemli mevzileri olurken bir diğer yandan da fabrika işgalleri ve direnişleri açısından önemli bir olanak oldu. 15-16 Haziran işçi direnişi, Cevizli Tekel, Cibali direnişleri önemli direnişler olarak tarihe geçti.
NOTLAR
(7) Kadın emeği bu yeniden üretimde son derece önemlidir. Varoş ve kadın emeği ayrıca elle alınması gereken genişlikte bir konudur.
YARIN:
İstanbul, Türkiye'deki yaklaşık her 6 kişiden birinin yaşadığı, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)'nın yarısını üreten bir metropol kenttir. Kentin ne kadar göç aldığı tam olarak kestirilememektedir. Onbeş milyona yaklaşan nüfusuyla bu kent bugün artık neredeyse çözümsüz hale gelmiş olan birçok sorunu bağrında taşımaktadır.
İstanbul 86 yıllık Cumhuriyet tarihinin (hatta daha öncesinin) sosyal, siyasal, ekonomik bir özeti gibidir. Ülkeyi genel manada etkileyen toplumsal-siyasal sorunlar, İstanbul'a daha güçlü yansımakta ve kentin özgün sorunlarıyla birleşerek daha kökten bir ifade kazanmaktadır. Ülke genelinde varolan yoksulluğun, işsizliğin, altyapı eksikliğinin, kirli savaş ve göç olgusunun, demografik sorunların, kültürel sorunların, kadınları ve gençliği ilgilendiren tüm sorunların, sınıfsal çelişkilerin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan çeteleşme, kumar, fuhuş vb. sorunlarının kent özgünündeki ifadesi çok daha derin ve içinden çıkılmaz hal almıştır. Belediyecilik, sağlık, eğitim hizmetleri gibi hizmetler adeta kangrenleşmiştir.
Bu sorunların adeta çözümsüz bir biçimde ortaya çıkmasının bir nedeni ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik sorunlarıyken, bir diğer nedeni de, İstanbul'da özgün bir nitelik kazanmış bu sorunların merkezden yaklaşılarak çözülebileceği yanılgısıdır. 15 milyonluk bir kentin sorunlarını Ankara eksenli bir yaklaşımla çözebilmek mümkün değildir. Tek merkez etrafında örgütlenmiş siyasal temsil mekanizmalarıyla, sağlık, eğitim hizmetlerinin tek merkezden örgütlenmesi ve sunumuyla, yerel yönetimleri adeta inşaat firması düzeyine indirgeyen yaklaşımlarla çözüm değil ancak sorun üretilebilir. Bu bahsi biraz daha derinleştirmeden evvel, İstanbul'un nasıl bu hale getirildiğine ilişkin bazı tespitler yapmakta yarar var.
İstanbul'da merkez ve varoş
İstanbul'un nüfusundaki hızlı artış 1950'li yıllara tarihlendirilebilir. Özellikle 70'lerle birlikte bu hız daha da arttı. 50'lerden sonra başlayan hızlı kapitalistleşme süreci, kır şehir dengesinin hızla kent lehine bozulması sonucunu doğurdu. Tarımın hızlı kapitalistleşme sürecinden olumsuz etkilenmesi, ithal ikameci ekonomik politikalar nedeniyle kentlerde emek gücüne ihtiyacın artması, kırsal nüfusun kentlere akın etmesine neden oldu. Kırın yoksullaşması, toprak reformu gibi adımların atılamaması kırın varlık koşullarını ortadan kaldırmaya başladı. Bunun sonucu, bir umut için büyük kentlere yönelen kitlelerin kırdan daha dramatik yaşamlar sürmeye başlaması oldu.
Ülke tarihinde hiçbir büyük kent bu durumdan bağışık olmamakla birlikte her zaman en büyük göçü alan kent İstanbul oldu. Birbiri ardına kurulan sanayi tesisleri taşradan gelenler için bir yandan umut kapısı olurken, bir diğer yandan da umutları yok eden, birçok yandaş sorunun yaratıcısı haline dönüştü. Kırdan kente gelenlerin en çok yerleştikleri yerler sanayi tesislerine en yakın olan yerlerdi. Bugünün Haliç'i, Alibeyköy'ü, Kartal'ı, Maltepe'si o zamanların önemli sanayi üsleriydi. Kır yoksulları bu alanlara göçmüş ve kendi olanakları ile yaptıkları gecekondularda yaşam savaşı vermeye başlamışlardı. Memleketten daha önce gelen eşin dostun kondusunun yanında imar edilen kondular mantar gibi çoğalmış ve Sivaslıların, Orduluların, Diyarbakırlıların, Dersimlilerin vb. gecekondu semtleri oluşmaya başlamıştı.
Kondularda yaşayanlar yaşam alanlarında en uygunsuz koşullara katlanmak zorunda kalırken, çalışma alanlarında da bu kaderden kurtulamamışlardı. Yaşam alanları altyapıdan yoksun, birkaç gözde onlarca insanın yaşadığı kondulardan oluşan, içme suyunun mahalledeki bir çeşmeden ortakça sağlandığı, kanalizasyon sisteminin olmadığı, yolların toprak olduğu, elektriğin kaçak olduğu yerlerdi. Bununla birlikte var olan zorlukların üstesinden gelmenin tek yolu aynı kökene sahip yoksullar arasında var olan ve henüz kapitalizm tarafından yok edilememiş dayanışma kültürü idi. Bir ayağı komünal dayanışma kültüründe olan bu modern dayanışmacılık bir gecede kırdan kente gelenin kondusunu yapıverecek hıza ve etkiye sahipti. Katznelson'un yukarıda vurguladığı gibi işçi, emekçi, işsiz, yoksul kesimler, sahip oldukları ortak yaşam mekanları vasıtasıyla, kültürel, bilişsel, söylemsel alışkanlıkları tarafından belirlenen sosyal ilişkiler ağı oluşturuyorlar, nihayetinde de (ortak sınıfsal pozisyonları ve ortak mekanları vasıtasıyla) birleşik örgütlülüğü ve eylemi geliştirebiliyorlardı (15-16 Haziran, Cibali, Cevizli Tekel direnişleri). Özerk bir bölgesel yönetimi (halk meclisleri temelinde) oluşturabilmek açısından bu ilişkiler silsilesi dün ne kadar önem taşıyor idiyse bugün de o oranda önem taşımaktadır.
İstanbul'un çevresi hızla bir gecede ortaya çıkan mahallelerle çevrilmeye başladı. Merkez zenginlere, işverenlere aitti. O dönemlerde modern apartmanlarla dolu Şişli semti zenginlerin kümelendiği önemli merkezlerdendi. Kondulaşma kırdan gelenlere yalnızca fiziki çevre sunmadı, psikolojik-toplumsal bir çevre de oluşturdu. Varoşlar, memleketteki yaşamın, değer yargılarının, toplumsal dayanışmacılığın kesilip, büyük kent ortamına yapıştırılması gibi bir şeydi. Varoşta yaşayan emekçiler büyük kenti öncelikle kırdan taşıyıp getirdikleri gözlüklerle gördüler. Modern İstanbul'un lüksü, rahat ilişkileri, zenginliği varoşta öncelikle geleneksellikten kaynaklanan ret duygusu ile karşılandı. Ancak ne modern kent, ne de modern kentle iç içe yaşayan varoşlar durağan yapılardı. Varoşlar karşılıklı süreçlerden daha çok etkileniyor olsa da, kent de bu yok sayılan misafirlere karşı kayıtsız değildi. Kaldı ki varoşlarda yaşayan emekçiler maddi yaşamın bel kemiğini oluşturmakta idiler. Kendilerine aşağılama duyguları ile bakan İstanbul burjuvasının varlığını sürdürebilmesi, onların varlığına, dahası onların yoksullukla birlikte var olmasına bağlı idi. Varoş ise ekonomik olarak bağlı olduğu kente -önceleri tepki içinde olsa da- duygusal olarak eklemlenmekte gecikmedi. Gerçi bu, hiçbir zaman tam bir eklemlenme hali olmadı. Ancak varoşları var eden ilk kuşakların çocukları ve torunları şehirli gibi olabilme, onlar gibi yaşayabilme özlemlerinden hiçbir zaman uzak duramadı. Büyük kent yaşamı, vantuz gibi varoşlarda yaşayanları kendine çekti.
Varoş ve kadın emeği
Varoşlar kentin dış çevresine kurulmuşlardı. Varoşların kendi içlerinde ekonomik-toplumsal bir birim olması, sistem açısından önemli bir ihtiyacı karşılıyordu. Kondu yaşamı, işçinin yeni işgününe fiziksel ve zihinsel olarak hazırlanmasını hemen hemen bedavaya yapabiliyordu. (7) Böylece patronun emek-gücü maliyeti düşüyor, k‰rı artıyordu. O dönemlerde burjuvazi gecekondulaşma sürecinin kendi lehinde bir süreç olduğunu görüyor, bu nedenle de gecekondulaşmaya karşı bir tutum içinde olmuyordu. Gecekondular İstanbul'un tepelerinde birbiri ardına yükselmekte idi. Burjuvazinin gecekondulaşmaya yekten karşı durmamasının önemli nedenlerinden biri de varoşlarda yaşayan emekçilerin sınıfsal tutumundan kaygı duyması idi. Zira atmışların sonundan seksenlere kadar olan kesitte gecekondu semtlerinin politize olduğu düşünülürse, buralara müdahale etmek yanan ateşe benzin dökmek olabilirdi. Harlanan ateşin düşeceği yerlerin başında fabrikalar vardı.
Ülkede yükselmekte olan sınıf mücadelesi varoşları ve orada yaşayan kitleleri önemli ölçüde etkiledi. Fabrikalara yakın işçi semtleri bir yandan antifaşist mücadelenin önemli mevzileri olurken bir diğer yandan da fabrika işgalleri ve direnişleri açısından önemli bir olanak oldu. 15-16 Haziran işçi direnişi, Cevizli Tekel, Cibali direnişleri önemli direnişler olarak tarihe geçti.
İstanbul'un neoliberal yeniden yapılandırılması 80'lerden sonra durum kökten değişmeye başladı. Dünya çapında uygulamaya koyulan neoliberal politikalar kent olgusunu da ters yüz etti. İstanbul bu gelişmelerden etkilenen ilk kent oldu. Dünün İstanbul'u, sanayi tesisleri etrafında gecekondulaşmanın yoğun olduğu bir İstanbul'du. Kartal, Topkapı, Haliç, Alibeyköy gibi alanlar üretimin olduğu kadar yaşamın da alanlarıydı. Üretim kent içinde yapılıyordu. Kapitalizm Lefebvre'in deyişiyle mekanları işgal etmeye, mekan üretmeye başlamıştı. Bir bütün olarak İstanbul, üretimin yapıldığı bir yer olmanın ötesine geçmiş ve İstanbul'un kendisi kapitalistler tarafından keşfedilmiş ve metalaştırılmıştı. Emekçilerin yaşadığı mekanlar bu durumdan ilk etkilenen yerler olmuşlardı. Bu tutum, öncelikle emekçilerin oturduğu alanlardan dışlanmaları ve uzaklaştırılmaları sonucunu doğurdu. Bunu birkaç şekilde yaptı kapitalistler. Merkezin fiyatlarının artması emekçilerin buralarda yaşayabilme olanaklarını zayıflattı. Ekonomik nedenlerle köyünden gelen kuşakların ardılları, yine ekonomik nedenlerle kentin dış bölgelerine yönelmeye başladılar. Diğer bir yöntem de kapitalistler tarafından çeşitli gerekçeler ileri sürülerek o mekanların zorla ele geçirilmesi yani yıkım idi. Emekçi mahallelerine asker ve polis eşliğinde yapılan saldırılar ile büyük çaplarda yıkımlar gerçekleştirildi. Bu yöntemlerle İstanbul'da kapitalizm, David Harvey'in işaret ettiği gibi mekanlar üzerinden kendini yeniden üretti, dünün kuş uçmaz kervan geçmez yerleri yeni rant alanları haline dönüştü. Buralara yapılan yatırımlar, inşaat sektörünü geliştirirken, kapitalistlerin hem yatırımlarını yapabilecekleri hem de kâr elde edebilecekleri yeni bir alanın doğmasını sağladı. 80'lerden sonra büyük göç hareketleri yaşandı. Bunların en önemli nedeni, Kürdistan'da sürdürülen kirli savaşın köyleri boşaltma politikasıydı. Bu vesile ile binlerce köy boşaltıldı ve yakıldı. Köy sakinleri canlarını kurtarıp büyük kentlere akın ettiler. Bu kesimler şu anda da varoşlarda yaşayan en yoksul ve sınıfsal çelişkileri her gün daha fazla hisseden bir kitleyi temsil etmektedirler. Aynı zamanda bu kesimler, diğer emekçi kitlelerle birlikte üzerlerinde halk meclislerinin yükseleceği demokratik dinamikleri oluşturmaktadırlar. İstanbul, sermayenin yeniden-üretimiyle ilgili sorunların çözümü için, daha çok artı-değer üretimi sağlamak amacıyla yeniden yapılandırılmaya başlandı. Bu durumdan nasibini yalnızca yoksulların, emekçilerin mekanları almadı. Kentin kültürel mirası ve ortak kullanım alanları da bu biçimde ele alındı ve alınmakta. (Yoksulların, işçilerin, Afrikalı göçmenlerin, Kürtlerin, travestilerin yaşam alanı olan Tarlabaşı'nın Dolapdere taraflarının, eli sopalı sivil polislerce gün gün nasıl boşaltılmaya çalışıldığı izlenmektedir.) Galataport, Haydarpaşa projeleri, birbiri ardına yapılan iş kuleleri, beş yıldızlı otellerle İstanbul, Singapur, Hong Kong gibi finans merkezlerinden biri haline getirilmeye çalışılmaktadır. Konut sorununa çareymiş gibi sunulan TOKİ'ler genelde sermayenin özelde de AKP yandaşlarının sermaye birikimini artırmaktadır. İstanbul'un her yanı inşaat firmalarının diktiği toplu konutlarla dolmakta, kent arazisi yağmalanmaktadır. Halka hiç sorulmaksızın başlanan 3. köprü inşa faaliyeti ile, milyonlarca ağaç kesilmekte, doğal çevre tahrip edilmekte ve olağanüstü arazi spekülasyonları yapılmaktadır. Bu arada burjuvazi, kendi konut sorununu merkezden çevreye kayarak çözme eğilimine girmiştir. Özellikle doğal güzelliklere sahip bakir alanlar, özel villalarla, golf, tenis sahalarıyla doldurulmaktadır. Boğazda yeni yapılan villaların büyük kısmı kaçak olduğu halde belediyelerin bunları yıkmaya cesareti yoktur. Orman alanına yapılan Acarkent konutları, bu konudaki en ciddi örneklerden biridir. Bahçeşehir'de, Zekeriyaköy'de, Bebek'te, Polonezköy tarafında böyle yapılar her gün artmakta, İstanbul'un doğal dokusu her gün biraz daha bozulmaktadır. Sonuç olarak İstanbul özelinde kapitalist kent, kentte yaşayan emekçilerin, işçilerin ve diğer halk katmanlarının aleyhinde gelişmektedir. Emperyalist kapitalizmin demokrasiyi bir hayale çevirişinin en güçlü kanıtlarını, kent mekanı sunmaktadır. Üretim araçlarının sahipleri, zenginler, kenti kendi çıkarları için diledikleri gibi kullanmakta, bunun için hiç kimseye hesap verme zorunluluğu hissetmemekte, yaptıklarını her türlü demokratik denetime ısrarla kapalı tutmakta, tüm bunları yaparken alt sınıfların yaşam koşullarını bozmakta, onları daha kötü koşullarda yaşamaya -gerektiğinde siyasal zoru da kullanarak- mecbur bırakmakta ve doğal-tarihi değerleri istediği gibi yağmalamaktadır. Demokrasinin nimetlerinden yararlandırılmayan halk katmanları aynı zamanda kentin nimetlerinden de yararlanamamaktadır. |
NOTLAR
(7) Kadın emeği bu yeniden üretimde son derece önemlidir. Varoş ve kadın emeği ayrıca elle alınması gereken genişlikte bir konudur.
YARIN:
- IV - Özerk İstanbul'un maddi dayanakları
- Kentin sorunlarının kaynağı idari tekçilikte
- İstanbul özerk yönetiminin temel hücresi meclisler olmalıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder